Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2023/214 E. 2023/246 K. 22.03.2023 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2023/214
KARAR NO : 2023/246
KARAR TARİHİ : 22.03.2023

İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi

Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.

Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 11. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.

Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA
Davacı vekili; …, …, … ve …’in müvekkili şirketin 02.02.2012 tarihli yönetim kurulu kararına kadar ortakları olduklarını, … dışındaki ortakların hisselerini dava dışı …’ya devrederek ortaklıktan ayrıldıklarını, 2007 yılında müvekkili şirkete ait olan ve dava dilekçesinde belirtilen taşınmazların aynı yıl içerisinde o dönem şirket temsilcisi olan … tarafından davalıya satıldığını, yapılan devirlerin muvazaalı olduğunu, davalının …’in damadı olduğunu, taşınmazların satışından dolayı şirkete ödeme yapılmadığını, şirket kasasına para aktarılmayıp bilançoda bu satışlardan kaynaklı aktif bir artışın bulunmadığını, halen şirket ortağı olan …’ten mal kaçırma kastı ile satış görünümlü bedelsiz devirlerin yapıldığını, davalının muvazaadan haberdar olduğunu, temsil yetkisinin kötüye kullanıldığını ileri sürerek dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP
Davalı vekili; zamanaşımı def’inde ve hak düşürücü süre itirazında bulunarak muvazaanın bulunmadığını, anılan iddiaya dair yazılı delil sunulmadığını, tanık dinlenmesine muvafakat edilmediğini, devir işlemleri ortaklar arasında yapıldığından müvekkiline husumet yöneltilemeyeceğini, satış bedelinin şirket kayıtlarına girmemesinin müvekkilini ilgilendirmediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 07.07.2017 tarihli ve 2015/24 Esas, 2017/375 Karar sayılı kararıyla; davalı ile şirket ortağı arasındaki yakın akrabalığın tek başına muvazaa iddiasını ispata yeterli olmadığı, tanık beyanlarının ise tanıkların bizzat şahit olduğu hususlara dayanmadığı, taşınmazların satış bedellerinin şirket kasasına girip girmediğine dair hususun davacı şirket ile satışı yapan şirket ortağı arasındaki hukuki ihtilaf olup davalı ile bağlantılı olmadığından muvazaa olarak değerlendirilmediği, dava konusu taşınmazların satış bedelleri ile keşifte belirlenen bedeller arasındaki farklılıkların tek başına muvazaayı ispata yeterli olmadığı, dava konusu taşınmaz satışlarının 2007 yılında yapıldığı, davanın 2015 yılında açıldığı, satışı gerçekleştiren ortağın payını 2012 yılında devrettiği, bu süreç nazara alındığında davacının anılan satıştan haberdar olmadığına dair iddiasının hayatın olağan akışına aykırı olduğu, yakın akrabalık ve bedel farkının başkaca delillerle desteklenmediğinden muvazaa iddiasını ispata yeterli olmadığı, davalının tapu kaydına güvenerek davacı şirketin yetkili temsilcisinin yaptığı satış ile dava konusu taşınmazların alımında iyiniyetli olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekillerince istinaf başvurusunda bulunulmuştur.

B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 30.10.2017 tarihli ve 2017/1154 Esas, 2017/1166 Karar sayılı kararı ile; muvazaa iddiasına dayalı davanın her zaman ileri sürülebileceği, dava konusu taşınmazların gerçek bedelleri ile satış bedeller arasında aşırı farklılıkların bulunduğu, davalının taşınmazları devreden eski şirket ortağı ve müdürünün damadı olduğu, aralarındaki akrabalık ilişkileri ile beşeri münasebetlerin yoğunluğu dikkate alındığında muvazaa olgusunun sabit olduğu, kabule göre ise dava konusu taşınmazların değeri üzerinden nispi vekâlet ücretine hükmedilmesi gerekirken maktu vekâlet ücretine hükmedilmesinin hukuka aykırı olduğu gerekçesiyle taraf vekillerinin istinaf başvurularının kabulüne, ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.

V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz isteminde bulunulması üzerine Bölge Adliye Mahkemesince verilen 13.12.2017 tarihli ek kararda; eksik temyiz harçlarının süresinde ikame edilmemesi nedeniyle davalı vekilinin temyiz isteminin reddine karar verilmiştir.

2. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen ek kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

3. Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 26.09.2019 tarihli ve 2019/2707 Esas, 2019/5896 Karar sayılı kararı ile; “…1-Davalı vekili tarafından eksik harcın süresinde yatırıldığı anlaşılmakla temyiz isteminin reddine dair 13.12.2007(2017) tarihli kararın kaldırılmasına ve temyiz incelemesine geçilmesine karar verilmiştir.
2-Dava, muvazaa sebebine dayalı tapu iptal ve tescil istemine ilişkin olup, davacı şirketin yetkili temsilcisi tarafından 2007 yılında davalıya yapılan satışın muvazaalı olduğu iddia edilerek 21/01/2015 tarihinde açılmıştır. Davacı şirket, arsanın gerçek değeri ile satış değeri arasında fahiş fark olduğunu ve ayrıca satış bedelinin şirket defterlerindeki kayıtlarda bulunmadığını iddia etmiştir. Yine davalının satış karşılığında bedel de ödemediğini zira davalının satışı yapan şirket temsilcisinin damadı olduğu da ileri sürülmüştür.
Bölge Adliye Mahkemesince, satışa konu taşınmazların keşifte belirlenen değerin satış bedeli ile kıyaslandığında aralarında fark oluşu ve satışı taraflarının yakın hısım oluşu nedeniyle satışın muvazaalı olduğu kanaatine varılarak dava kabul edilmiş ise de bu hususlar tek başına muvazaanın ispatı için yeterli değildir.
Davacı, dava dilekçesinde satış bedelinin kasaya girmemesi nedeniyle satışın muvazaalı olduğunu iddia etmiştir. Ancak, muvazaalı olduğu iddia eden satış işlemi işbu davanın tarafları arasında yapılmış olup bu nedenle yazılı delille ispatı gerekir. Davacı, bu yönde yazılı delil ibraz etmemiştir. Satış bedelinin, şirket müdürü tarafından kasaya konulmaması satışın muvazaalı olduğunu göstermeye yeterli olmayıp, bu husus ancak müdürün sorumluluğunu gerektirir. Bu durumda Bölge Adliye Mahkemesince yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu şekilde karar verilmesi doğru olmamış, bozmayı gerektirmiştir…” şeklindeki gerekçeyle karar bozularak dosyanın Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine karar verilmiştir.

B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile önceki gerekçeye ilaveten; bu tür davalarda objektif ve subjektif delillerin birbirleri ile bağlantısı kesilmeden değerlendirilmesi gerektiği, hayatın olağan akışı gereği şirket eski müdürü ile damadı olan davalının iş ve irade birliği içerisinde hareket ettiklerinin belli olduğu, bu sebeple davalının iyiniyet savunmasının dinlenemeyeceği, muvazaa iddialarının zamanaşımı ve hak düşürücü süreye tâbi olmadığı, aradan zaman geçmesinin, sebebin ortadan kalkmasının ve sonradan icazet verilmesinin muvazaalı işlemlere geçerlilik sağlamayacağı, davacının muvazaa iddiasıyla alakalı kapsamlı ifadeler kullandığı, genel muvazaa nedenlerine dayandığı, eski şirket müdürünün şahsi sorumluluğunun bulunmamasının davacının ayın isteme hakkını ortadan kaldırmadığı, davacının haksız fiil mağduru olarak talepte bulunduğu, kendi muvazaasından bahsedilemeyeceği, somut olayda vekil ile davalının damadı arasındaki iş birliğinin kanıtlandığı, davacı şirket eski müdürünün davacıyı zarara uğrattığı, davacı şirketin dava konusu taşınmazları devir ihtiyacı içerisinde olmadığının dosya kapsamı itibariyle sabit olduğu, böyle bir ihtiyacın da davalı tarafça savunularak ispat edilmediği, davaya konu taşınmazların satışına ilişkin bedellerin davacı şirket envanterine girdiğinin kanıtlanmadığı, taşınmazların gerçek değerleri ile satış bedelleri arasında aşırı farklılıklar bulunduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.

VI. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili; davacının muvazaalı olduğu iddia edilen işlemin tarafı olması sebebiyle muvazaa iddiasının yazılı delille ispatlanması gerektiğini, tanıkla ispatın mümkün olmadığını, şirket yetkilisinin vekil değil doğrudan şirketin temsilcisi olması nedeniyle şirketin satış işleminin tarafı olduğunu, bu hususta davacı tarafından şirket temsilcisine karşı sorumluluk davası açılmadığını, satış işleminden sekiz yıl sonrasında tarafı olunan işlemin muvazaa olduğunun ileri sürülmesinin iyiniyetli olmayıp tapu siciline güven ilkesine de aykırı olduğunu, davalının alım gücü mevcut olup belirlenen bedellerin piyasa rayicine uygun olduğunu, tek başına belirlenen bedellerin muvazaa iddiasını ispata yeterli olmadığını belirtilerek direnme kararının bozulmasını istemiştir.

C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dosyadaki mevcut delil durumu itibariyle dava konusu taşınmazların satışlarının muvazaalı olduğuna dair davacı iddiasının ispatlanıp ispatlanamadığı noktasında toplanmaktadır.

D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
1. 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 18 inci maddesi; “Bir akdin şekil ve şartlarını tayininde, iki tarafın gerek sehven gerek akitteki hakiki maksatlarını gizlemek için kullandıkları tabirlere ve isimlere bakılmıyarak, onların hakiki ve müşterek maksatlarını aramak lazımdır.
Tahriri borç ikrarına istinat ile alacaklı sıfatını iktisabeden başkasına karşı, borçlu tarafından muvazaa iddiası dermeyan olunamaz.”

2. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 19 uncu maddesi; “Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.
Borçlu, yazılı bir borç tanımasına güvenerek alacağı kazanmış olan üçüncü kişiye karşı, bu işlemin muvazaalı olduğu savunmasında bulunamaz…”

3. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 200 üncü maddesi; “…(1) Bir hakkın doğumu, düşürülmesi, devri, değiştirilmesi, yenilenmesi, ertelenmesi, ikrarı ve itfası amacıyla yapılan hukuki işlemlerin, yapıldıkları zamanki miktar veya değerleri ikibinbeşyüz Türk Lirasını geçtiği takdirde senetle ispat olunması gerekir. Bu hukuki işlemlerin miktar veya değeri ödeme veya borçtan kurtarma gibi bir nedenle ikibinbeşyüz Türk Lirasından aşağı düşse bile senetsiz ispat olunamaz.
(2) Bu madde uyarınca senetle ispatı gereken hususlarda birinci fıkradaki düzenleme hatırlatılarak karşı tarafın açık muvafakati hâlinde tanık dinlenebilir…”

4. 6100 sayılı Kanun’un 201 inci maddesi; “Senede bağlı her çeşit iddiaya karşı ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemler ikibinbeşyüz Türk Lirasından az bir miktara ait olsa bile tanıkla ispat olunamaz.”

5. 6100 sayılı Kanun’un 202 nci maddesi; “(1) Senetle ispat zorunluluğu bulunan hâllerde delil başlangıcı bulunursa tanık dinlenebilir.
(2) Delil başlangıcı, iddia konusu hukuki işlemin tamamen ispatına yeterli olmamakla birlikte, söz konusu hukuki işlemi muhtemel gösteren ve kendisine karşı ileri sürülen kimse veya temsilcisi tarafından verilmiş veya gönderilmiş belgedir.”

6. 6100 sayılı Kanun’un 203 üncü maddesi; “1) Aşağıdaki hâllerde tanık dinlenebilir:
a) Altsoy ve üstsoy, kardeşler, eşler, kayınbaba, kaynana ile gelin ve damat arasındaki işlemler.
b) İşin niteliğine ve tarafların durumlarına göre, senede bağlanmaması teamül olarak yerleşmiş bulunan hukuki işlemler.
c) Yangın, deniz kazası, deprem gibi senet alınmasında imkânsızlık veya olağanüstü güçlük bulunan hâllerde yapılan işlemler.
ç) Hukuki işlemlerde irade bozukluğu ile aşırı yararlanma iddiaları.
d) Hukuki işlemlere ve senetlere karşı üçüncü kişilerin muvazaa iddiaları.
e) Bir senedin sahibi elinde beklenmeyen bir olay veya zorlayıcı bir nedenle yahut usulüne göre teslim edilen bir memur elinde veya noterlikte herhangi bir şekilde kaybolduğu kanısını kuvvetlendirecek delil veya emarelerin bulunması hâli.”

7. 6100 sayılı Kanun’un 204 üncü maddesi; “İlamlar ile düzenleme şeklindeki noter senetleri, sahteliği ispat olunmadıkça kesin delil sayılırlar.
(2) İlgililerin beyanına dayanılarak noterlerin tasdik ettikleri senetlerle diğer yetkili memurların görevleri içinde usulüne uygun olarak düzenledikleri belgeler, aksi ispatlanıncaya kadar kesin delil sayılırlar.
(3) Mahkeme, yukarıdaki belgelerden biri hakkında şüphe uyandıran bir hâl görürse, ilgili daireden açıklama isteyebilir.”

2. Değerlendirme
1. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile hukuki kavram ve kurumların ortaya konulmasında yarar bulunmaktadır.

2. Muvazaa kavramı, Türk Hukuk Lûgatında; ‘‘Anlaşmalı saptırma gerçek dışı durumlara gerçekmiş niteliğini kazandırma işlemi. Hukuksal bir işlem konusunda gerçek duruma aykırılıkta birleşilerek yapılan ortak açıklama (beyan) ya da ortaya konulan belgedir. Danışıklı işlem’’ şeklinde tanımlanmıştır (Türk Hukuk Lûgatı, Türk Hukuk Kurumu, Cilt I, Ankara 2021, s. 819).

3. 6103 sayılı Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 1 inci maddesi çerçevesinde dava konusu taşınmazların devir tarihleri itibariyle somut olaya uygulanacak olan 818 sayılı Kanun’un 18 inci maddesinde muvazaa kurumu düzenlenmiş olup buna göre muvazaa; bir sözleşmenin taraflarının, üçüncü kişilerden gerçek durumu gizleyerek, onları aldatmak maksadıyla, gerçek iradelerine uymayan ve kendi aralarında geçerli olmayan bir hususta anlaşmalarıdır. Bu şekilde yapılan işlemlere de, muvazaalı işlemler adı verilir.

4. Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.

5. Taraflar ister sadece bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.

6. Muvazaa iddiasını dile getiren kişinin muvazaalı işlemin tarafı olup olmaması ispat kuralları yönünden farklı sonuçlar doğurur. Muvazaalı sözleşmenin taraflarından biri akdin muvazaa nedeniyle hükümsüzlüğünü ileri sürmesi halinde bu iddiasını ispatla mükelleftir. Bu noktada önemli olan diğer tarafın muvazaayı inkarı halinde iddianın ne şekilde ispat edileceğidir.

7. Kanunun muayyen bir delil ile ispatını emrettiği hususlar başka suretle ispat olunamazlar. Bu durumun bir tezahürü senede karşı senetle ispat kuralıdır. 6100 sayılı Kanun’un 201 inci maddesinde senede bağlı her çeşit iddiaya karşı ileri sürülen ve senedin hüküm ve kuvvetini ortadan kaldıracak veya azaltacak nitelikte bulunan hukuki işlemlerin miktara bakılmaksızın tanıkla ispat olunamayacağı düzenlenmiştir.

8. Muvazaanın ispatı bakımından da aynı kural geçerlidir. Taraflar muvazaalı işlemini bir senede bağladıklarına göre bunun muvazaalı olduğunu da bir senede bağlayabilirler. Aksi yöndeki bir kabul senetlerin kıymetini azaltacak ve ciddi bir hukuki işlem ile sorumluluk altına giren kişi hal ve şartlar kendisi için uygun bulunmadığı takdirde sözleşmenin hüküm ve sonuçlarından kurtulmak için gerçekte mevcut olmadığı halde muvazaa iddiasında bulunup, bunu şahitle ispat edebilecektir (Turhan Esener, Türk Hususi Hukukunda Muvazaalı Muameleler, … 1956, s. 85). İspatı veya doğumu muayyen bir şekle bağlı olmayan işlemlerde muvazaa iddiası ise her türlü delil ile ispatlanabilir(Esener, s. 89).

9. Muvazaa olgusu tarafların yanı sıra muvazaalı işlemin butlanını talep etmekte doğrudan doğruya veya dolaylı şekilde hukuki menfaati bulunan kişiler tarafından da ileri sürülebilir. Ancak bu halde yukarıda açıklanan ispatta sıkı şekil koşullarının varlığı aranmaz ve iddia tanık dahil her türlü delil ile ispat edilebilir. Bu durum HMK’nın 203 üncü maddesinde açıkça düzenlenmiştir.

10. Uyuşmazlığın kapsamı itibariyle dava konusu taşınmazların devrindeki muvazaa iddiasının ispatı bakımından davacı şirketin sözleşmede taraf mı yoksa üçüncü kişi konumunda mı olduğunun açıklığa kavuşturulması gerekmekle; gelinen aşamada tüzel kişilerin organlarının fiillerinden dolayı sorumluluğunun esas ve şartları irdelenmelidir.

11. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 47 nci maddesinde başlı başına bir varlığı olmak üzere örgütlenmiş kişi toplulukları ve belli bir amaca özgülenmiş olan bağımsız mal toplulukları olarak tanımlanan tüzel kişiler cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışındaki bütün haklara ve borçlara ehildirler (4721 sayılı Kanun md. 48) ve kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla fiil ehliyetini kazanırlar (4721 sayılı Kanun md. 49). Tüzel kişinin iradesi ise organları aracılığıyla açıklanır.

12. Pozitif hukuk tarafından hak süjesi olarak kabul edilen tüzel kişilerin iradelerini açıklayabilmeleri, dış aleme tesir edebilmeleri veya dış alemde değişiklik yaratabilmeleri için ihtiyaç duydukları vasıta “organ” olarak isimlendirilir (Bilge Öztan, Medeni Hukuk Tüzel Kişilerinde Organ Kavramı ve Organın Fiillerinden Doğan Sorumluluk, Ankara 1970, s. 152). Bu kapsamda 4721 sayılı Kanun’un 50 nci maddesi gereğince organlar, hem hukuki işlemleri hem de fiilleri vasıtasıyla tüzel kişiyi borç altına sokarlar. Organ sıfatına sahip kişiler veya kurullar tarafından açıklanan irade, tüzel kişinin iradesi sayılmaktadır (Işık Özer, Şirketler Hukuku Şerhi, Editör: Kemal Şenocak, Cilt IV, Ankara, 2023, s. 4622).

13. Davacı bir limited şirket olup 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu (6762 sayılı Kanun) kapsamında limited şirket, iki veya daha fazla gerçek veya tüzel kişi tarafından bir ticaret ünvanı altında kurulup, iktisadi konularda faaliyet gösteren, ortaklık borçlarından sadece ortaklığın ve malvarlığı ile sınırlı olarak sorumlu bulunduğu, esas sermayesi muayyen ve bu sermaye ortaklarının esas sermaye paylarının toplamına eşit olan ortaklıktır (Poroy/Tekinalp/Çamoğlu, Ortaklıklar ve Kooperatif Hukuku, … 2009, s. 901). Diğer ticaret ortaklıkları gibi tüzel kişiliği haizdirler ve bu kişiliği tescil ile kazanırlar.

14. Tüzel kişilerin faaliyette bulunabilmeleri ancak organları ile mümkün olduğu için kanun koyucu önemli saydığı organları doğrudan doğruya kendisi hükme bağlamıştır. Limited şirketlerin kanunen kurulması zorunlu organları ise ortaklar genel kurulu ve müdürlerdir. Müdürler limited şirketin iç işlerinde yönetim organı, dış ilişkilerinde ise temsil organı olarak görev yaparlar. Müdürün temsil yetkisi, şirketin üçüncü kişilere karşı borçlanmasını yahut üçüncü kişilerden alacaklı olmasını ifade eden yazılı ve sözlü her tür hukuki işlemin akdedilmesi ve takibini ifade eder. Bu anlamda temsil yetkisini haiz limited şirket müdürünün organ sıfatıyla ve şirketi temsilen üçüncü kişilerle yapacağı sözleşmeler, şirketi bağlayıcı olacaktır. Bu kapsamda limited şirket müdürlerinin organ sıfatını haiz olmaları, şirketin sözleşmeye dayalı ve haksız fiil sorumluluğu bakımından önem taşımakta olup müdür tarafından akdedilen sözleşmenin ifa edilmemesinden bizzat şirket sorumlu olur. Bunun yanında müdürün organ olarak şirket görevlerini ifası sırasında işlediği haksız fiillerden de kural olarak şirket sorumludur (Işık Özer, Şirketler Hukuku Şerhi, Editör: Kemal Şenocak, Cilt IV, Ankara, 2023, s. 4625).

15. Dava konusu taşınmazların devir tarihlerinde yürürlükte bulunan 6762 sayılı Kanun’un 540 ıncı maddesine göre aksine bir düzenleme bulunmadığı takdirde, limited şirket müdürü olmak kurucu ortaklar açısından hem bir hak hem de bir yükümlülüktür. Şirket sözleşmesi veya ortaklar genel kurulu kararı ile şirketin yönetim ve temsili ortaklardan birine yahut bir kaçına bırakılabilir. Limited şirket müdürünün temsil yetkisinin sınırları ise 6762 sayılı Kanun’un 542 nci maddesinde düzenlenmiş olup bu yetkinin kapsamı ve sınırları hakkında ise aynı Kanun’un anonim şirketlere ilişkin 321 inci maddesi uygulama alanı bulacaktır.

16. 6762 sayılı Kanun’un 556 ncı maddesi uyarınca limited şirketin yönetimine “memur edilen kimselerin” yani ister özden yönetimle, ister seçimle bu sıfatı almış olsunlar, ister ortak ister üçüncü kişi durumunda bulunsunlar müdürün/müdürlerin sorumluluğuna anonim şirketin yönetim kurulu üyelerinin sorumluluğu hakkındaki hükümler uygulanır (Poroy/Tekinalp/Çamoğlu; s.963). Bu kapsamda şirket müdürü, şirket adına yaptığı sözleşme ve hukuki işlemlerden dolayı şahsen sorumlu olmaz. Öte yandan 6762 sayılı Kanun’un 556 ncı maddesi atfıyla uygulanan aynı Kanun’un 336/2 nci maddesinde sayılan hallerde müdürler şirkete, şirket ortaklarına ve şirket alacaklılarına karşı sorumludurlar. Zira limited şirketin zorunlu organlarından biri olan müdür, şirket adına yaptığı işlemler ile hem şirketin hem şirket ortaklarının hem de şirket alacaklılarının haklarını ve menfaatlerini etkilemektedir.

17. Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; dava konusu taşınmazların 24.12.2007 ve 25.12.2007 tarihlerinde davalıya devredildiği, taşınmazların devrinin davacı şirketi temsilen dava dışı müdür … tarafından gerçekleştirildiği, bu suretle resmî satış evrakında davacının devreden taraf olarak yer aldığı, davacı adına devri gerçekleştiren dava dışı …’in ise taşınmazların devir tarihlerinde şirketi temsil ve ilzama yetkili müdür olduğu anlaşılmaktadır.

18. Muvazaalı olduğu iddia olunan dava konusu taşınmaz devirlerindeki hukuki ilişkide davacı şirketin konumunun belirlenmesi, muvazaa iddiasının ispatına dair kuralların belirlenmesi bağlamında önem arz etmektedir. Bu anlamda dava dışı …’in dava konusu taşınmazların devri sırasında şirketi temsil ve ilzama yetkili müdür olması sebebiyle davalı ile şirket adına yapmış olduğu taşınmaz satış sözleşmelerinde davacı şirket taraf konumunda olup dava dışı müdür …’in bu sözleşmelerde davacı şirket adına yaptığı devirler davacı şirketi bağlayıcı niteliği haizdir.

19. Davacı şirketin muvazaa iddiasına konu taşınmaz devirleri bakımından sözleşmede taraf olarak yer aldığı kabulünden hareketle; davacı şirket, sözleşmenin tarafı olması sebebiyle bu devirlerin muvazaalı olduğuna dair iddiasını ancak yazılı delil ile ispat edebilecektir. Zira taraflar arasında düzenlenen taşınmaz satım sözleşmesinin geçerliliği, 818 sayılı Kanun’un 213 üncü maddesi gereği resmî yazılı şekle tâbi olup (6098 sayılı Kanun md. 237) resmî şekilde yapılan dava konusu sözleşmelerin muvazaalı olduğuna dair iddianın da 6100 sayılı Kanun’un 201 inci maddesi gereğince yazlı delille ispatlanması zorunludur.

20. Her ne kadar Bölge Adliye Mahkemesince; dava konusu taşınmazların satış bedeli ile keşif sonrasında belirlenen değerleri arasındaki fark ile davalının devir tarihindeki şirket müdürü … ile yakın akraba olmaları göz önüne alınarak ve hayatın olağan akışı gereğince aralarında muvazaalı sözleşme yapma hususunda iş ve irade birliğinin bulunduğu, davacı şirketin bu ilişkide üçüncü kişi konumunda yer alıp haksız fiil mağduru olarak talepte bulunduğundan kendi muvazaasından bahsedilemeyeceği ve taşınmazların satış bedellerinin davacı şirket kasasına girmediği gerekçelerine dayalı olarak muvazaa iddiasının ispatlandığı kabul edilmiş ise de; öncelikle dava konusu taşınmazların dava dışı …’in davacı şirketi temsil ve ilzama yetkili müdür olduğu dönemde davacı adına davalıya devrilmiş olması ve bu sözleşmelerin davacı şirketi bağlayıcı nitelikte olmaları nazara alındığında, davacı şirketin dava konusu taşınmazların sözleşmelerinde üçüncü kişi konumunda olduğu söylenemez.

21. Bu itibarla davacı şirketin tarafı olduğu sözleşmelerin muvazaalı olduğuna dair iddialarının yazılı delille ispatlanması zorunlu olup Bölge Adliye Mahkemesinin kabul gerekçesinde dayandığı yukarıda anılan hususlar ise tek başına muvazaa iddiasının ispatına yeterli olmadığı gibi Bölge Adliye Mahkemesinin yapmış olduğu diğer değerlendirmeler de somut dayanaktan yoksundur. Ayrıca dava konusu taşınmazların satış bedelinin davacı şirket kasasına konulmamış olması, 6762 sayılı Kanun’un 556 ncı maddesi kapsamında şirket müdürünün sorumluluğuyla ilgili olup bu husus anılan satışların muvazaalı oldukları iddiasını ispata elverişli değildir.

22. Neticeten dava konusu taşınmazların davalıya devrine ilişkin yapılan sözleşmelerde davacı şirketin taraf konumunda olması ve anılan sözleşmelerin resmî şekilde akdedilmiş olmaları sebebiyle bu sözleşmelerin muvazaalı olduklarına dair iddia ancak yazılı delille ispatlanabilecek olup davacı şirket tarafından bu hususta dosyaya herhangi bir yazılı delil sunulmamıştır. Dolayısıyla dava konusu taşınmazların sözleşmede gösterilen devir bedelleri ile keşif ile belirlenen değerleri arasındaki fark, taşınmazların satış sözleşmelerini şirket adına imzalayan şirket müdürü ile davalının akrabalık bağı ve taşınmazların devir bedellerinin şirket kasasına girmemiş olması anılan sözleşmelerin muvazaalı olduklarına dair iddiayı ispata yeterli değildir.

23. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; şirket ile yöneticileri arasındaki ilişkinin vekâlet akdi olduğu, vekilin özen borcu altına bulunduğu, davacı iddiasının şirket müdürünün temsil yetkisinin kötüye kullanım hukuksal nedenine dayalı olduğu, müdürün sözleşmenin karşı tarafıyla el ve işbirliği içerisinde davacı şirketi zararlandırıcı işlem yapıldığı iddiası bakımından davacı şirketin üçüncü kişi konumunda olduğu, bu sebeple muvazaa iddiasının her türlü delille ispatlanabileceği, bu sebeple Bölge Adliye Mahkemesince yapılan inceleme ve değerlendirme dosya kapsamına uygun olduğundan direnme kararının onanması gerektiği belirtilmiş ise de bu görüş, kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

24. Hâl böyle olunca; Bölge Adliye Mahkemesince önceki kararda direnilmesi doğru olmadığından, hükmün Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.

VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA,

İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,

Dosyanın 6100 sayılı Kanun’un 373 üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,

22.03.2023 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
”K A R Ş I O Y”

Davacı şirket vekili dava dilekçesinde dava dışı …, …, … ve …’in müvekkili şirketin 02.02.2012 tarihli yönetim kurulu kararına kadar ortakları olduklarını, … dışındaki ortakların hisselerini dava dışı …’ya devrederek ortaklıktan ayrıldıklarını, 2007 yılında müvekkili şirkete ait olan ve dava dilekçesinde belirtilen taşınmazların aynı yıl içerisinde o dönem şirket temsilcisi olan … tarafından davalıya satıldıklarını, yapılan devirlerin muvazaalı olduğunu, davalının …’in damadı olduğunu, taşınmazların satışından dolayı şirkete ödeme yapılmadığını, şirket kasasına para aktarılmayıp bilançoda bu satışlardan kaynaklı aktif bir artışın bulunmadığını, halen şirket ortağı olan …’ten mal kaçırma kastı ile satış görünümlü bedelsiz devirlerin yapıldığını, davalının muvazaadan haberdar olduğunu, temsil yetkisinin kötüye kullanıldığını ileri sürerek dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.

Davalı vekili; muvazaanın bulunmadığını, anılan iddiaya dair yazılı delilin sunulmadığını, tanık dinlenmesine muvafakat edilmediğini, devir işlemlerinin ortaklar arasında yapıldığından müvekkiline husumet yöneltilemeyeceğini, satış bedelinin şirket kayıtlarına girmemesinin müvekkilini ilgilendirmediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.

İlk Derece Mahkemesince davacının muvazaa iddiasını kanıtlayamadığı, davalının dava konusu taşınmazların alımında iyiniyetli olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Taraf vekillerinin istinaf başvurusu üzerine Samsun Bölge Adliye Mahkemesi 1. Hukuk Dairesi tarafından; muvazaa iddiasına dayalı davanın her zaman ileri sürülebileceği, dava konusu taşınmazların gerçek bedelleri ile satış bedelleri arasında aşırı farklılıkların bulunduğu, davalının taşınmazları devreden eski şirket ortağı ve müdürünün damadı olduğu, aralarındaki akrabalık ilişkileri ile beşeri münasebetlerin yoğunluğu dikkate alındığında muvazaa olgusunun sabit olduğu, gerekçesiyle ilk derece mahkemesi kararının kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi kararının davalı vekili tarafından temyizi üzerine Özel Dairece; muvazaalı olduğu iddia eden satış işleminin işbu davanın tarafları arasında yapılmış olup bu nedenle yazılı delille ispatı gerektiği, davacının, bu yönde yazılı delil ibraz etmediği, satış bedelinin, şirket müdürü tarafından kasaya konulmamasının satışın muvazaalı olduğunu göstermeye yeterli olmayıp, bu husus ancak müdürün sorumluluğunu gerektirdiği gerekçesiyle bozma kararı verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık davaya konu muvazzalı olduğu iddia edilen satış işlemlerinin eldeki davanın tarafları arasında olup olmadığı ve muvazaa iddiasının yazılı delille ispatının gerekip gerekmediği konusundadır.

6762 sayılı mülga Türk Ticaret Kanunu’nun 542 nci maddesinde “Müdürlerin haiz oldukları temsil salahiyetinin şümul ve tahdidi hakkında, anonim şirketin idare meclisine dair olan 321’inci madde hükmü tatbik olunur.Vazifelerini ifa dolayısiyle müdürlerin işlemiş oldukları haksız fiillerden şirket mesul olur.” hükmüne yer verilmiştir. Bu hükümden anlaşılacağı gibi müdürlerin sorumsuzluğu esastır. Yine şirket müdürlerinin temsil yetkisi, atıf yapılan 321 inci madde hükmü gereğince “şirketin maksat ve mevzuuna dahil olan her nevi işleri ve hukuki muameleleri şirket adına yapmak ve şirket unvanını kullanmak” ile sınırlı olduğu gibi, temsilci aynı zamanda şirketin vekili olarak hareket etmekle anonim şirket temsilcilerinin görevlerini yerine getirmekteki ihtimam derecesini düzenleyen “İdare meclisi azalarının şirket işlerinde gösterecekleri dikkat ve basiret hakkında Borçlar Kanunu’nun 528 inci maddesinin ikinci fıkrası hükmü tatbik olunur.” şeklindeki 320 nci madde hükmü gereği adi şirket ortakları için aranan “mutad ikdam ve ihtimamı” sarf etmeğe mecburdur.

Aynı düzenlemeler 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 629 uncu maddesinde “Müdürlerin temsil yetkilerinin kapsamına, yetkinin sınırlandırılmasına, imzaya yetkili olanların belirlenmesine, imza şekli ile bunların tescil ve ilanına bu Kanunun anonim şirketlere ilişkin ilgili hükümleri kıyas yolu ile uygulanır.” hükmü ile TTK’nın 369 uncu maddesinde “Yönetim kurulu üyeleri ve yönetimle görevli üçüncü kişiler, görevlerini tedbirli bir yöneticinin özeniyle yerine getirmek ve şirketin menfaatlerini dürüstlük kurallarına uyarak gözetmek yükümlülüğü altındadırlar.” olarak getirilmiştir.

Diğer taraftan şirket yönetim kurulu üyeleri ve müdürlerin şirket ile aralarındaki ilişki gerek HGK kararları gerek Yargıtay 11. Hukuk Daire uygulamaları ile doktrinde vekâlet akdi olduğu kabul edilmektedir. (Çamoğlu, Ersin: Anonim Ortaklık Yönetim Kurulu Üyelerinin Hukuki Sorumluluğu, … 1972, s. 102-104; Prof. Domaniç, Age, Sh. 385; Poroy, Tekinalp, Çamoğlu, Age, Sh. 241, Dr. Turhan Atan, Anonim şirketlerde idare meclisi aralarının hukuki mesuliyeti, Sh. 9-12, Fritz de Steiger Le Droit Des Societes Anonymes Suisses, 1973, Sh. 239; HGK 2017/11-2408 Esas, 2021/998 Karar, HGK Yarg 11 HD 1981/4751 Esas,1981/5019 Karar sayılı ilâmları).

Vekâlet akdi ise 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (B.K.) 386 ncı maddesine göre; “Vekâlet, bir akittir ki onunla vekil, mukavele dairesinde kendisine tahmil olunan işin idaresini veya takabbül eylediği hizmetin ifasını iltizam eyler. Diğer akitler hakkındaki kanuni hükümlere tâbi olmayan işlerde dahi, vekâlet hükümleri cari olur.” şeklinde tanımlanmış, …nın 390/2 nci maddesinde’de; “Vekil, müvekkile karşı vekâleti iyi bir suretle ifa ile mükelleftir,” hükmü bulunmakta olup bu hükümde geçen “İyi bir surette ifa” mehaza göre sadakat ve özen ile ifa anlamında kullanılmıştır (Yavuz, C.: Borçlar Hukuku Özel Hükümler, … 1997, s. 598).

Vekâlet ilişkisi 6098 sayılı TBK’nın 502 nci maddesinde “Vekâlet sözleşmesi, vekilin vekâlet verenin bir işini görmeyi veya işlemini yapmayı üstlendiği sözleşmedir.Vekâlete ilişkin hükümler, niteliklerine uygun düştükleri ölçüde, bu Kanunda düzenlenmemiş olan işgörme sözleşmelerine de uygulanır.” şeklinde tanımlanmış, yine TBK 506/2 nci maddesinde “Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.” hükmü getirilmiştir.

Bu düzenlemelere göre vekilin özen borcunun özelliği vekilin hedef tutulan sonucunun başarılı olması için işlerin mutad cereyanına göre gerekli girişim ve davranışlarda bulunmasının gerekmesidir. Vekilin özen borcu, iş görürken yöneldiği sonucun olmaması değil bu sonuca erişmek için yaptığı faaliyetleri özenle yürütmesidir (Tandoğan, H.: Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri, C.2, Ankara 1977, s. 199). Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 21.10.2009 tarihli, 2009/13-393 Esas, 2009/452 Karar sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.

Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi TMK’nın 3 üncü maddesi anlamında iyiniyetli ise yani vekilin görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekâlet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.

Ne var ki üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötüniyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nın 2 nci maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu kanun maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hâkim tarafından kendiliğinden göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötüniyeti teşvik etmek, en azından ona göz yummak olacaktır. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.

Somut olayda davacı şirkete ait olan taşınmazların şirket ortaklarından temsile yetkili müdür … tarafından şirket hisselerini dava dışı kişilere devrini yapmadan önce şirkete ait taşınmazları davalı …’e sattığı, bu kişinin …’in damadı olduğu, satış bedeli ile gerçek bedel arasında fahiş fark bulunduğu, satış bedellerinin şirket kasasına girmediği hususları ihtilafsızdır. Şirket adına yapılan satış işlemlerini ise Özel Dairenin bozma kararına göre şirket müdürü yapmış olup yukarıda açıklanan gerekçeye göre davacı şirketin iddiasının temsil yetkisinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı olduğu açıktır. Hâl böyle olunca temsilcisinin sözleşmenin karşı tarafı ile birlikte el ve işbirliği ile kendilerini zararlandırıcı işlem yapıldığı iddiası yönünden şirket üçüncü kişi konumundadır ve bu iddianın her türlü delille ispatı mümkündür (Emsal HGK 2018/13-588 Esas, 2018/1424 Karar 04.10.2018 T. ). Dinlenen tanıkların beyanları, satış bedeli ile gerçek değer arasındaki fark, şirket kasasına para girmemiş olması, davalı ile satışı yapan şirket müdürü arasındaki akrabalık ilişkisi de dikkate alındığında Bölge Adliye Mahkemesinin bu yöndeki değerlendirmesi ve direnme gerekçesi yerinde olup kararın onanması gerektiğini düşündüğümüzden sayın çoğunluğun bozma görüşüne katılamıyoruz.