YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2021/916
KARAR NO : 2023/108
KARAR TARİHİ : 22.02.2023
MAHKEMESİ :Tüketici Mahkemesi
SAYISI : 2020/95 E., 2020/248 K.
KARAR : Davanın kabulüne
1. Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; … 10. Tüketici Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar, davalı vekilinin temyiz istemi üzerine Yargıtay 11. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili; müvekkilinin 25.10.2013 tarihinde davalı sigorta şirketi nezdinde bir yıllık gelir koruma sigortası yaptırdığını, 03.03.2005 tarihinden bu yana çalıştığı işyerindeki iş sözleşmesinin 06.06.2014 tarihinde feshedildiğini, bu hususta işe iade davası açtığını, davalıdan talep edilen işsizlik teminatının müvekkiline ödenmediğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla belirsiz alacak davası olarak 2.000,00 TL’nin mevduata uygulanan en yüksek faiz ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 09.09.2016 tarihli ıslah dilekçesiyle talebini 4.500,00 TL’ye çıkarmıştır.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili; sigorta poliçesindeki teminat tutarının belirli olması nedeniyle eldeki davanın belirsiz alacak davası olarak açılamayacağını, delillerin dosyaya sunulmadığını, derdest olan işe iade davasının bekletici mesele yapılması gerektiğini, poliçe şartlarının gerçekleşmediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. … 10. Tüketici Mahkemesinin 24.01.2019 tarihli ve 2015/2236 Esas, 2019/46 Karar sayılı kararı ile; dosya arasına alınan ve hüküm kurmaya elverişli bilirkişi raporuna göre davacının on ay işsiz kaldığı, bu nedenle 10.225,26 TL’ye hak kazandığı, ancak sigorta şirketinin poliçe teminat limiti ile bağlı olarak ödeme yapması gereken miktarın 4.500,00 TL olduğu gerekçesiyle davanın kabulü ile 2.000,00 TL’nin dava tarihinden, 2.500,00 TL’nin ise ıslah tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 13.01.2020 tarihli ve 2019/2214 Esas 2020/296 Karar sayılı kararı ile; “…1- Dava, Gelir Koruma Sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkin olup, mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Ancak, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesi belirsiz alacak ve tespit davasını düzenlemektedir. Anılan madde, “(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir. (2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir. (3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” hükmünü içermektedir.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna yada objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.
Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir. 6100 sayılı HMK’nın 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.
Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz.
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz edilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak belirlenmesi gerekir. Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde (Örn: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50, 51,56), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir.
6100 sayılı HMK ile birlikte, belirsiz alacak davası açma imkanı tanınmak suretiyle belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı da sınırlandırılmıştır. Zaman zaman, 6100 sayılı HMK ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür. Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanunun 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü belirsiz alacak davası, zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir.
Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanun’un 119/1-ğ. maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir; aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir. Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır. Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanun’un 119/1-ğ. maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı kanunun dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 119/2. maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir.
Bu açıklamalar ışığında somut olaya dönüldüğünde; davacı taraf, dava dilekçesinde, işsizlik sigortası nedeniyle ödenmesi gereken sigorta tazminatını talep etmiştir. Davacının elindeki belgelerle işsiz kaldığı sürenin ve tazminatın belirlenebilir nitelikte olduğu açıktır. Bu durumda uyuşmazlık belirlenebilir nitelikte bulunmaktadır.
Bu itibarla, mahkemece, davanın belirsiz alacak davası niteliğinde olmadığı kabul edilerek hukuki yarar yokluğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi doğru görülmemiş, hükmün bozulmasına karar verilmiştir.
2- Bozma sebep ve şekline göre davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik gerek görülmemiştir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. … 10. Tüketici Mahkemesinin 08.07.2020 tarihli ve 2020/95 Esas, 2020/248 Karar sayılı kararı ile önceki gerekçeye ek olarak; dava dilekçesi ekinde sigorta poliçesinin sunulmadığı, bu belgelerin dosyaya davalı tarafça sunulduğu, poliçenin matbu olarak davalı tarafından düzenlendiği, bir nüshanın davacıya verildiği yönünde bir kayıt yahut belgenin bulunmadığı, poliçeden bir nüshanın davacıya verildiğini ispat külfetinin davalıya ait olduğu, davacının beyan dilekçesinde davalı sigorta şirketi tarafından poliçe nüshası kendisine verilmediğinden ve bu nedenle davanın açıldığı sırada poliçe teminat limitinin ne kadar olduğunun tespiti ve hesaplanması mümkün olamadığından davanın belirsiz alacak davası olarak ikame edildiğinin belirtildiği, eldeki dava açılıp sigorta şirketi tarafından sigorta belgeleri dosyaya sunulduktan sonra davacı tarafın sigorta poliçesinin içeriğine ve teminat tutarının ne kadar olduğuna vakıf olduğunun kabulünün gerektiği, davacının poliçe şartları ile teminat tutarını dava açarken bildiğini gösteren delilin dosyada bulunmadığı, bu sebeple belirsiz alacak davası açma şartlarının mevcut olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; dava dilekçesinde gelir koruma sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminatın tahsili istemiyle açılan davanın 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 107 nci maddesi kapsamında belirsiz alacak davası olarak nitelendirilmiş olması karşısında, talep edilen tazminat miktarının belirlenebilir nitelikte olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre davacının anılan tazminat yönünden belirsiz alacak davası olarak eldeki davayı açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
12. Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile hukuki kavram ve kurumların ortaya konulmasında yarar vardır.
13. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesiyle mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir. Davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan HMK’nın 107 nci maddesinde (7251 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikten önceki hâlinde) yer alan; “(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” şeklindeki düzenleme 7251 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi ile madde başlığı “Belirsiz alacak davası”; 2 nci fıkrası “(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesi mümkün olduğunda, hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi takdirde dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp karara bağlanır.” şeklinde değiştirilmiş; maddenin 3 üncü fıkrası ise yürürlükten kaldırılmıştır.
14. Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
15. Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen, miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
16. Bu kriterler, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacının kendisinden beklenememesi, bunun olanaksız olması ve açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.
17. Madde gerekçesinde; “Bu davanın kabul edilmesinin artık salt hukukî korumanın ötesine geçilerek “etkin hukukî koruma”nın gündeme gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda olan kişi, talepte bulunacağı hukukî ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden dolayı talep edeceği miktarı asgarî olarak bilmesine ve tespit edebilmesine rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukukî ilişki ile asgarî bir miktar ya da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir. Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir. Miktarı belirsiz alacaklarda zamanaşımının dolmasına çok kısa sürenin varolduğu hâllerde yalnızca tespit yahut kısmi eda ile birlikte tespit davasının açılabileceği genel olarak kabul edilmektedir.” şeklindeki açıklamayla alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı kıstaslar kabul edilmiştir.
18. Bu kıstaslar; davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
i. Davacının kendisinden beklenememesi,
ii. Bunun olanaksız olması,
iii. Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.
19. Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin koruma, usul ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında davacının yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama riskini azaltmasıdır.
20. Bir talep konusunun belirli olup olmadığının her somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi daha doğru olacaktır. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2177 Esas, 2018/29 Karar, 07.03.2018 tarihli ve 2014/22-2350 Esas, 2018/439 Karar, 28.03.2018 tarihli ve 2015/22-127 Esas, 2018/559 Karar; 16.04.2019 tarihli ve 2017/17-1099 Esas, 2019/460 Karar, 02.07.2019 tarihli ve 2016/22-1610 Esas, 2019/841 Karar, 16.05.2019 tarihli ve 2016/22-1166 Esas, 2019/576 Karar, 19.12.2019 tarihli ve 2018/22-1122 Esas, 2019/1413 Karar sayılı kararlarında da aynı ilkeler kabul edilmiştir.
21. Uyuşmazlığın niteliği itibariyle üzerinde durulması gereken diğer hususlar ise dava şartları, dava dilekçesinde bulunması gereken unsurlar, hukuki yarar, hâkimin davayı aydınlatma ödevi ve hâkimin Türk hukukunu resen uygulama ödevi kavramları üzerinde kısaca durmak gerekir.
22. Dava şartları, mahkemenin davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi için gerekli olan unsurlardır. Diğer bir anlatımla, dava şartları dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır. Mahkeme, hem davanın açıldığı tarihte hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının bulunup bulunmadığını kendiliğinden araştırıp inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartlarının davanın açıldığı tarih itibariyle bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkemece mesmu (dinlenebilir) olmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi gerekir.
23. Dava şartları HMK’nın 114 üncü maddesinde; “Dava şartları şunlardır:
a) Türk mahkemelerinin yargı hakkının bulunması.
b) Yargı yolunun caiz olması.
c) Mahkemenin görevli olması.
ç) Yetkinin kesin olduğu hâllerde, mahkemenin yetkili bulunması.
d) Tarafların, taraf ve dava ehliyetine sahip olmaları; kanuni temsilin söz konusu olduğu hâllerde, temsilcinin gerekli niteliğe sahip bulunması.
e) Dava takip yetkisine sahip olunması.
f) Vekil aracılığıyla takip edilen davalarda, vekilin davaya vekâlet ehliyetine sahip olması ve usulüne uygun düzenlenmiş bir vekâletnamesinin bulunması.
g) Davacının yatırması gereken gider avansının yatırılmış olması.
ğ) Teminat gösterilmesine ilişkin kararın gereğinin yerine getirilmesi.
h) Davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması.
ı) Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması.
i) Aynı davanın, daha önceden kesin hükme bağlanmamış olması.
(2) Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” şeklindeki hükümle düzenleme altına alınmıştır. Bu hükme göre, dava şartlarından bazıları olumlu (davanın açılması sırasında var olması gerekli), bazıları ise olumsuz (davanın açılması sırasında bulunmaması gereken) şartlardır.
24. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 115 inci maddesinin ikinci fıkrasına göre ise “Mahkeme, dava şartı noksanlığını tespit ederse davanın usulden reddine karar verir. Ancak, dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise bunun tamamlanması için kesin süre verir. Bu süre içinde dava şartı noksanlığı giderilmemişse davayı dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddeder”. Bu düzenleme gereğince, eksik olan bir dava şartı, belirli bir süre verilerek giderilebilecek ise, hâkim tarafından eksikliğin giderilmesi için kesin süre verilmesi gerekir. Bu süre içinde dava şartı eksikliği tamamlanmaz ise dava, dava şartı yokluğu sebebiyle usulden reddedilmelidir. Aynı maddenin üçüncü fıkrasına göre ise; dava şartı noksanlığı, mahkemece, davanın esasına girilmesinden önce fark edilmemiş, taraflarca ileri sürülmemiş ve fakat hüküm anında bu noksanlık giderilmişse, başlangıçtaki dava şartı noksanlığından ötürü, dava usulden reddedilemez.
25. Dava dilekçesinde bulunması gereken unsurlar HMK’nın 119 uncu maddesinde düzenlenmiştir. Bu kapsamda maddenin birinci fıkrasının 1inci bendi uyarınca dava dilekçesinde;
a) Mahkemenin adı.
b) Davacı ile davalının adı, soyadı ve adresleri.
c) Davacının Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası.
ç) Varsa tarafların kanuni temsilcilerinin ve davacı vekilinin adı, soyadı ve adresleri.
d) Davanın konusu ve malvarlığı haklarına ilişkin davalarda, dava konusunun değeri.
e) Davacının iddiasının dayanağı olan bütün vakıaların sıra numarası altında açık özetleri.
f) İddia edilen her bir vakıanın hangi delillerle ispat edileceği.
g) Dayanılan hukuki sebepler.
ğ) Açık bir şekilde talep sonucu.
h) Davacının, varsa kanuni temsilcisinin veya vekilinin imzası bulunması gerekir. Bu unsurların bir kısmı dava dilekçesinde mutlaka bulunması gereken zorunlu unsurlardır. Bazıları ise dava dilekçesinde bulunması zorunlu olmayan, ihtiyari niteliktedir. Zorunlu unsurlar davanın temelini oluşturur; bunlar hukuki güvenlik ve açıklığı sağladığından kamu yararı amacı taşır. Hâkimin tarafların talebine ve uyuşmazlığın esasına uygun inceleme yaparak karar vermesini temin etmesi yanında davalının da etkili savunma yapmasına hizmet etmek sureti ile onun menfaatini korur.
26. Öte yandan HMK’nın 119/2 nci maddesi uyarınca “Birinci fıkranın (a), (d), (e), (f) ve (g) bentleri dışında kalan hususların eksik olması hâlinde, hâkim davacıya eksikliği tamamlaması için bir haftalık kesin süre verir. Bu süre içinde eksikliğin tamamlanmaması hâlinde dava açılmamış sayılır”. Şu hâlde mahkemenin adı, dava konusu ve değeri, vakıalar, deliller ve hukuki sebepler dışında kalan unsurlardan herhangi birinin eksik bırakılmış, yazılmamış olması durumunda, hâkim tarafından verilen bir haftalık kesin süre içerisinde eksikliğin tamamlanmadığı takdirde davanın açılmamış sayılmasına karar verilecektir.
27. Medeni usul hukukunda hukuki yarar, mahkemede bir davanın açılabilmesi için, davacının bu davayı açmakta ve mahkemeden hukuksal korunma istemekte bir çıkarının bulunması gerektiğine ilişkin ilke anlamına gelir. Davacının davayı açtığı tarih itibariyle dava açmakta hukuk kuralları tarafından haklı bulunan (korunan) bir yararı olmalı, hakkını elde edebilmesi için mahkeme kararına ihtiyacı bulunmalıdır. HMK’nın sözü edilen maddesinin gerekçesinde de “…Maddenin birinci fıkrasının (h) bendinde ise davacının dava açmakta hukukî yararının bulunmasının bir dava şartı olduğu hususu açıkça vurgulanmıştır. Burada sözü edilen hukukî yarardan maksat, davacının sübjektif hakkına hukukî korunma sağlanması hususunda mahkemeye başvurmasında hâli hazırda hukuken korunmaya değer bir yararının bulunmasıdır. Bir başka ifadeyle, davacı hakkına kavuşmak için, hâli hazırda mahkeme kararına muhtaç bir konumda değilse onun hukukî yararının bulunduğundan söz etmek mümkün değildir…” yönünde açıklamalara yer verilmiştir. Öte yandan bu yararın “hukuki ve meşru”, “doğrudan ve kişisel”, “doğmuş ve güncel” olması da gerekir (Hanağası, Emel: Davada Menfaat, Ankara 2009, s. 135).
28. Hukuki yarar, dava şartlarından olup HMK’nın 114 üncü maddesine göre, davacının dava açmakta hukuken korunmaya değer bir yararının bulunması gerekir. Bu şart, dava konusuna ilişkin genel dava şartlarından biri olup, davanın esası hakkında inceleme yapılabilmesi ve esas hakkında hüküm verilebilmesi için varlığı gerekli olduğundan, olumlu dava şartları arasında sayılmaktadır. Bu nedenle menfaate, davanın dinlenebilmesi (mesmu olması, kabule şayan olması) şartı da denilmektedir (Hanağası, s. 19-21). Bir davada, menfaat (hukuki yarar) ilkesinin dava şartı olarak gözetilmesinin, yargılamanın amacına ve usul ekonomisi ilkesine uygun olacağı her türlü duraksamadan uzaktır. Bu ilkeden hareketle bir davada hukuki menfaatin bulunup bulunmadığı mahkemece, tarafların dava dosyasına sunduğu deliller, olay veya olgular çerçevesinde yargılamanın her aşamasında ve kendiliğinden gözetilmelidir. Böylelikle kişilerin haksız davalar açmak suretiyle dava hakkını kötüye kullanmasına karşı bir güvence de sağlanmış olmaktadır. Nitekim aynı görüş Hukuk Genel Kurulunun 24.11.1982 tarihli ve 1982/7-1874 Esas, 1982/914 Karar, 05.06.1996 tarihli ve 1996/18-337 Esas, 1996/542 Karar, 10.11.1999 tarihli ve 1999/1-937 Esas, 1999/946 Karar, 25.05.2011 tarihli ve 2011/11-186 Esas, 2011/352 Karar ve 01.02.2012 tarihli 2011/10-642 Esas, 38 Karar sayılı kararları ve yukarıda emsal olarak gösterilen diğer kararlarda da benimsenmiştir.
29. Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; taraflar arasında 25.10.2013 tarihli gelir koruma sigorta poliçesinin düzenlendiği, davacının çalıştığı işyerinde iş sözleşmesinin 06.06.2014 tarihinde feshi sonrasında taraflar arasında akdedilen sigorta poliçesindeki işsizlik teminatı kapsamında tazminatın talep edildiği, anılan bedelin ödenmemesi üzerine belirsiz alacak davası olarak eldeki davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
30. Taraflar arasında düzenlenen gelir koruma sigorta poliçesinde, eldeki davada talep edilen istek dışı işsizlik teminatının ne şekilde hesaplanacağına ilişkin 3.3.1. sayılı maddenin ikinci paragrafında; anılan teminat için aylık tazminat tutarının sigortalı davacının aylık brüt gelirinin yarısı ile sınırlandırıldığı, “Azami Olay Başı Tazminat Adedi” ve “Azami Toplam Aylık Tazminat Adedi” ile sınırlı olmak üzere sigorta süresi içerisinde sigortalı davacının işsiz kalması durumunda sigortacı davalının 120 günlük istisna süresi hariç olmak üzere, bekleme süresinin tamamlanması şartıyla aralıksız devam eden 40 günlük istek dışı işsizlik süreleri için aylık tazminat ödemesinde bulunacağı, 30 günden kısa süreli dönemler için gün esaslı tazminat tutar ödemesi yapılmayacağı düzenlenmiştir. Poliçesinin “Teminat Bilgileri” başlığı altında ise eldeki dava konusu olan tazminata ilişkin teminat tutarının 4.500,00 TL ile sınırlandırıldığı görülmüştür. Poliçede işsizlik teminatının hesaplama esaslarını belirten 3.3.1. maddesinde geçen istisna süresi, yine poliçenin “Tanımlar” başlıklı 2 nci maddesinin (a) bendinde istek dışı işsizlik teminatının işlerlik kazanması için poliçe başlangıç tarihinden itibaren geçmesi gereken ve teminat kapsamında olmayan süreyi ifade ettiği düzenlenmiştir. Aynı maddenin (e) bendinde ise bekleme süresi; ilk aylık tazminat ödemesinin yapılabilmesi için işsizlik rizikosunun gerçekleştiği tarihten itibaren ilgili hâlin aralıksız olarak sürmesi gereken 30 günlük süreyi ifade ettiği belirtilmiştir.
31. İstek dışı işsizlik teminatı kapsamında talep edilen tazminat tutarının hesabında esas alınacak olan davacının aylık brüt ücreti ise dosya arasına alınan bilirkişi raporunda 2.451,12 TL olarak belirlenmiş olup bu bedel davacının işten ayrıldığı sırada ödenen kıdem ve ihbar tazminatına dair bordroda kayıt altına alınan miktardır. Öte yandan davacıya ait maaş bordrolarından davacının işten ayrıldığı tarihteki 2014 yılı Haziran ayı bordrosunda ücreti 2.321,90 TL, 2014 yılı Mayıs ücret bordrosunda ise 2.316,08 TL olarak görülmekle davacının brüt ücret miktarının dönemsel anlamda değişikliğe uğradığı anlaşılmaktadır. Bunun yanında dosya içeriğinden davacının işsiz kaldığı süre on ay olarak belirlenmiştir.
32. Bu hususlardan hareketle davacıya ait brüt ücret miktarından farklı dönemlerde ve farklı etkenler sebebiyle yapılan kesintilerin gösterdiği değişiklikler, taraflar arasındaki sigorta poliçesinde istek dışı işsizlik teminat tutarının hesabında gözetilecek esaslar ve bu esaslara ilişkin olarak yapılacak aylık ve toplam tazminat hesabının karmaşık niteliği nazara alındığında somut olayda talep edilen tazminat miktarının tamamının dava açıldığı tarihte davacı tarafından belirlenebilir niteliği haiz olmadığı, bu belirmenin davacıdan beklenemeyeceği, talep edilen tazminat tutarının tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mahkemece yapılacak tahkikat sonrasında mümkün olduğu açıktır. Nitekim mahkemece yapılan araştırma neticesinde davacının brüt ücret miktarı ve işsiz kaldığı süre netleştirilmesi sonrasında taraflar arasındaki sigorta poliçesinin 3.3.1. maddesindeki esaslar çerçevesinde yapılan bilirkişi incelemesi neticesinden alacak miktarı belirlenmiş, belirlenen miktarın poliçedeki 4.500,00 TL’lik teminat tutarının üstünde olduğunun belirlenmesi sonrasında talep edilen 2.000,00 TL tazminat miktarı davacı vekilinin sunduğu 09.09.2016 tarihli dilekçeyle 4.500,00 TL’ye yükseltilmiştir.
33. Ayrıca sigorta poliçesinin bir örneğinin davacıya teslim edildiğine dair dosyada herhangi bir kayıt mevcut olmamakla bu husustaki ispat yükünün davalı sigortacıya ait olduğunun kabulü zorunludur. Zira matbu olarak düzenlenen sigorta poliçesinden bir nüshanın davacı sigortalıya teslim edilmesi neticesinde davacı, talep ettiği tazminat tutarının hesabına ilişkin yönteme vakıf olacaktır. Ancak taraflar arasında düzenlenen sigorta poliçesinin davalı sigortacı tarafından davacı sigortalıya teslim edildiği hususu ispatlanmamış olması nedeniyle teminat tutarı ve poliçe şartları hakkında bilgi sahibi olunmadığından davacıdan, talep ettiği tazminat tutarını objektif olarak belirleyebilmesi beklenemez.
34. Bu itibarla dava dilekçesinde gelir koruma sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminatın tahsili istemiyle açılan eldeki davada talep edilen tazminat tutarının davacı tarafından objektif anlamda belirlenebilir nitelikte değildir. Bu sebeple davacının, anılan tazminat talebi yönünden eldeki davayı HMK’nın 107 nci maddesi kapsamında belirsiz alacak davası olarak açmakta hukuki yararı mevcuttur.
35. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; davacının işsiz kaldığı süreyi ve brüt ücretini bilemeyeceğinin ileri sürülemeyeceği, zira işverenin her ay ücret pusulasının bir örneğini davacıya verdiğinin kabul edilmesi gerektiği, yine davacının işsiz kaldığı süreyi bildiği, davacının ücret bordrosundaki net ve brüt ücreti üzerinden yapabileceği basit bir hesapla altı aylık tazminat tutarının teminat limiti olan 4.500,00 TL’den yukarıda olduğunu bilebileceği, ayrıca sigortalı davacının poliçenin bir örneğini almadığına dair kabulün hayatın olağan akışına ve somut olaya ilişkin fiili karineye açıkça aykırı olduğu, bu sebeplerle HMK’nın 107 nci maddesi kapsamında belirsiz alacak davası açılamayacağı, somut olayda HMK’nın 107 nci maddesi koşullarının bulunmadığı, dolayısıyla koşulları oluşmadan belirsiz alacak davası olarak açılan eldeki davanın hukuki yarar yokluğundan reddine karar verilmesi gerektiği, bu itibarla Özel Daire bozma kararının yerinde olduğundan direnme kararının bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
36. Hâl böyle olunca; mahkemece yukarıda açıklanan hususlara değinilerek verilen direnme kararı usul ve yasaya uygun olup yerindedir.
37. Ne var ki, Özel Dairece davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
IV. SONUÇ:
Açıklanan sebeplerle;
Direnme uygun olduğundan davalı vekilinin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 11. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
Aynı Kanun’un 440/III-1 inci maddesi uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 22.02.2023 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
“K A R Ş I O Y”
Gelir koruma sigorta sözleşmesinden kaynaklanan tazminat istemine ilişkin davanın belirsiz alacak davası olarak açılıp açılamayacağı ilk derece mahkemesi ile Yargıtay ilgili dairesi arasında uyuşmazlık konusudur.
Alacağın dayanağı sigorta poliçesi incelendiğinde, altı ayı geçmemek şartıyla işsiz kalınan her ay için çalışırken alınan brüt ücretin yarısı kadar ve her hâlükarda 4.500,00 TL ile sınırlı olmak kaydıyla tazminat öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
Buna göre talep ve dava konusu edilecek alacağın miktarını belirleyebilmek için bilinmesi gereken iki husus vardır ki bunlardan birincisi işsiz kalınan süre, diğeri ise çalışırken alınan ücrettir.
Dosyadaki bilgi ve belgelere göre 06.06.2014 – 07.04.2015 tarihleri arasında 10 ay süre ile işsiz kaldığı anlaşılan davacının işsiz kaldığı süreyi bilmediği düşünülemez.
Diğer taraftan bir kişinin brütte olsa ücretini bilmediği de düşünülemez şöyle ki İş Kanunu’nun 37 nci maddesinde yer verilen “işveren işyerinde veya bankaya yaptığı ödemelerde işçiye ücret hesabını gösterir imzalı veya işyerinin özel işaretini taşıyan bir pusula vermek zorundadır” hükmü uyarınca akside iddia edilmediğine göre işçiye her ay ücret pusulasının bir örneğinin verildiği kabul edilir. Ancak bir an için böyle olmadığı varsayılsa bile en kötü ihtimalde dahi net ücretini bilmediği düşünülemez. Davacı işçinin tamamında çalıştığı son ay olan 2014 yılı Mayıs ayına ait dosyada mevcut bordroya bakıldığında son brüt ücret 2.316,08 TL, net ücret ise 1.686,73 TL olup poliçedeki altı aylık üst limit de dikkate alındığında altı ay karşılığı olarak eğer poliçede ayrıca bir üst limit olmasaydı hak edilen tazminat tutarı en kaba hesapla dahi her hâl ve şartta poliçedeki rakamsal üst limit olan 4.500,00 TL’den fazladır (Brütten hesaplansa 6.948,24 TL, netten hesaplansa 5.060,19 TL).
Yukarıda açıklanan nedenlerle, eldeki davanın, kolayca belirlenebilir tutar olan 4.500,00 TL üzerinden tam eda davası veya bir kısmı dava edilerek kısmî dava olarak açılması gerekirken HMK’nın 107 inci maddesindeki “davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyememe” hâli mevcut olmadığı yani belirsiz alacak davası açmanın ön koşulu gerçekleşmediği hâlde belirsiz alacak davası olarak açıldığı anlaşılmaktadır. Dava dilekçesi bu yönüyle incelendiğinde davacı vekilinin niçin belirsiz alacak davası açtıkları bir başka ifadeyle talep ettikleri alacağın miktarını neden belirleyemedikleri hususunda hiçbir açıklamada bulunmadığı da görülmektedir.
Mahkeme direnme kararı verirken dava konusu edilen alacağın o aşamada belirlenebilir olmadığı gerekçesi yanında poliçenin bir nüshasının davacı işçiye verildiğinin davalı tarafından ispatlanamadığı, dava değerinin belirlenebilmesi için poliçedeki bilgilere ihtiyaç duyulduğu gerekçelerine dayanmışsa da öncelikle dava dilekçesinde bu şekilde bir açıklama yoktur. Diğer taraftan davaya dayanak sigorta poliçesi de trafik, kasko, hayat, sağlık sigortası gibi bir sigortadır ve sigorta yaptıranın poliçenin bir örneğini almadığı görülüp duyulmuş bir şey değildir. Bu iddia hayatın olağan akışına ve bu duruma ilişkin fiili karineye açıkça aykırı olup, ispat yükü hayatın olağan akışına aykırı olanı iddia edendedir ki dosyada böyle bir ispatta yoktur.
Açıklanan nedenlerle somut olay bakımından belirsiz alacak davası açmanın şartları bulunmadığından özel dairenin bu hususa yönelik saptama ve bozması yerindedir.
Diğer taraftan Özel Daire bozmasında, belirsiz alacak davası açıldığı hâlde somut olay bakımından belirsiz alacak davası açmanın yasal koşullarının bulunmadığı saptandıktan sonra davanın hukuki yarar yokluğu nedeniyle usulden reddi gerektiğine de işaret edilmiş olmakla meselenin bu yönüyle de tartışılması gerekmektedir.
Mesele bu yönüyle irdelendiğinde söylenebilecekler ise şu şekildedir:
Belirsiz alacak davası, 2011 yılında yürürlüğe giren 6100 sayılı Kanun ile mevzuatımıza girmiştir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesine göre;
“(1)Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2) (Değişik:22/7/2020-7251/7 md.) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesi mümkün olduğunda, hâkim tarafından tahkikat sona ermeden verilecek iki haftalık kesin süre içinde davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın talebini tam ve kesin olarak belirleyebilir. Aksi takdirde dava, talep sonucunda belirtilen miktar veya değer üzerinden görülüp karara bağlanır”.
Belirsiz alacak davası, davacının dava açtığı anda miktar veya değerini tam ve kesin olarak belirleyemediği alacağının tümünün hüküm altına alınması amacıyla açtığı bir dava türüdür (Pekcanıtez, Hakan, Belirsiz Alacak Davası, 2011, s.59; Simil, Cemil, Belirsiz Alacak Davası, …, 2013, s. 23, 111). Söz konusu dava, başlangıçta miktarı bilinmese de, niteliği itibariyle tam eda davasıdır (Pekcanıtez, s. 31; Simil, s. 23, 111).
Belirsiz alacak davası açılmak suretiyle davacıya hem maddi hukuka hem de usûl hukukuna ilişkin pek çok imkân tanınmaktadır. Söz konusu imkânlar dikkate alındığında davacı ile davalı arasındaki dengenin, davacı lehine bozulduğu görülmektedir. Özellikle usul hukukuna ilişkin sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, belirsiz alacak davasının silahların eşitliği ilkesi ile çeliştiği de söylenebilir (Atalı, Murat/Ermenek, …/Erdoğan, Ersin, Medeni Usul Hukuku, Ankara, 2022, s. 331). Bu nedenle, belirsiz alacak davası, talep sonucunu tam ve kesin olarak belirleyemeyenlere (kuruşlandıramayanlara) tanınmış, istisnai bir dava türü olarak kabul edilir. Belirsiz alacak davası, sadece davanın açıldığı anda alacağın miktarının kesin olarak belirlenmesinin imkânsız veya bunun davacıdan beklenemeyecek olması durumunda açılabilir. Bunun dışındaki hiçbir neden belirsiz alacak davasının açılmasına imkân tanımamaktadır (Simil, s. 86-87).
6100 sayılı Kanun’un 107 nci maddesinde talep sonucunu belirleyemeyen alacaklı bakımından bu dava türünde hukuki korunma ihtiyacı, özel bir dava şartı olarak kabul edilmiştir. Maddenin gerekçesinde bu durum “… bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez…” şeklinde ifade edilmiştir. Kanun koyucunun alacaklının bu dava türünde hukuki korunma ihtiyacını “hukuki yarar” olarak değerlendirdiği hiçbir duraksamaya yer vermeyecek kadar açık ve nettir. Buna göre talep sonucunu belirleyemeyen kişinin ancak bu dava türünde korunma ihtiyacı, dolayısıyla hukuki yararından söz edilebilir. Başka bir anlatımla, talep sonucunu belirleyebilen kişi böyle bir dava açamaz.
Nitekim Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesinin birinci fıkrasında, davanın koşullarından biri olarak “hukuki ilişkiyi …belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir” denilmiştir. Doktrinde de Türk hukukunda mehaz İsviçre hukukundan farklı olarak, belirsiz alacak davası açan davacının hukuki ilişkiyi göstermesinin zorunlu kılınmasının, belirli alacaklar için de belirsiz alacak davasının açılmasının engellenmesi amacını taşıdığı ifade edilmektedir (Simil, s. 238-239). Davacının hukuki ilişkiyi ortaya koyması, belirsiz alacak davası açmasında hukuki yararının bulunup bulunmadığını belirler. Çünkü alacağın miktarı belirli ise veya belirlenebilir nitelikte ise davacının belirsiz alacak davası açmasında hukuki yararı bulunmamaktadır.
Eda davalarında hukuki yararın varlığı asıldır. Ancak şüphe hâlinde eda davalarında da hukuki yararın olup olmadığı inceleme konusu yapılır (Kuru, Baki/Arslan, Ramazan/Yılmaz, Ejder, Medenî Usul Hukuku, 24. Baskı, Ankara 2013, s. 250). Belirtelim ki, 107 nci maddede belirsiz alacak davası açan alacaklının hukuki ilişkiyi belirtmek zorunda olmasının açıkça düzenlenmesi, bu davada davacının dava açtığı anda hukukî yararının bulunup bulunmadığının mahkemece özel olarak incelenmesi gerektiğini göstermektedir. Belirsiz alacak davasında davacının, hukuki ilişkiyi belirtmesi, gerçekten dava açtığı anda alacağın miktarının belirli veya belirlenebilir olup olmadığının tespitini sağlamaktadır. Hâkim, talebin miktarının belirlenmesinin imkânsız veya davacıdan beklenemez olduğunu ancak davacının dava dilekçesinde ortaya koyacağı hukuki ilişkiye göre tespit edebilecektir. Bu nedenle, belirsiz alacak davası bir eda davası olmasına rağmen, bu davada hukuki yararın varlığı asıl olarak kabul edilemez. Mahkeme, özel olarak davacının belirsiz alacak davası açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığını incelemek zorundadır. Bu nedenle belirsiz alacak davası için aranan “hukuki yarar”, eda davalarında aranan hukuki yarardan farklıdır.
Kuşkusuz alacaklının belirsiz alacak davası açmak için eda davalarında aranan genel hukuki yararının varlığı kabul edilebilir. Ancak belirsiz alacak davası için davacının eda davaları için gerekli hukuki yararından başka bu dava türüne özgü yukarıda açıklanan “özel hukuki yararı” da bulunmalıdır. Nitekim benzer durum tespit davaları için de söz konusu olup kanun koyucu genel hukuki yarar dışında, tespit davalarının özelliği gereği hukuki yararı (güncel hukuki yarar) özel olarak belirtmiştir (HMK.m.106/2). Bu da göstermektedir ki, kanun koyucu özel durumlar için hak aramak bakımından özel dava şartları ve bu çerçevede özel hukuki yararı aramaktadır. Keza kanun koyucunun bu şekilde özel hukuki yararın varlığını aradığı başkaca durumlar da vardır. Kanun koyucunun özel hukuki yararı aradığı bu durumları göz ardı edip, genel hukuki yararı esas alarak mahkemeye erişim hakkını belirlemek mümkün değildir, en azından kanun koyucunun iradesine aykırı olacaktır.
Mahkemeye yöneltilmiş bir talepte, hukuki yararın varlığından söz edilebilmesi için, iddia düzeyinde de olsa bir “sübjektif hakkın varlığı” yanında, buna ilişkin mahkemeye müracaatın hukuki himaye için “yeterli” ve başvurulan yolun “gerekli” olması gerekir. Belirsiz alacak davasının açıldığı durumda, bir hak mevcut olduğu gibi nihai tahlilde bir eda davası olması dolayısıyla cebri icraya elverişli bir hüküm ortaya çıkaracağı için başvurulan yolun yeterli olduğu söylenebilir. Ancak, belirsiz alacak davası açılmasının “gerekli” olarak değerlendirilebilmesi için davacının talep sonucunu sayısal olarak ifade edemiyor (veya etmesinin imkânsız) olması gerekir. Dava açtığı tarihte talep sonucunu belirleyebilen davacının, belirsiz alacak davası açması “gerekli” değildir ve bu nedenle, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yoktur.
Belirtilmelidir ki, salt eda davası niteliğinden hareketle belirsiz alacak davası açan kişinin hukuki yararının mevcut olduğunun kabulü de davanın niteliğine uygun düşmemektedir. Çünkü genel bir kabul ile eda davalarında hukuki yararın daima mevcut olduğu şeklinde bir sonuca varılamaz. Örneğin, elinde ilâm niteliğinde bir belge bulunan kimsenin, belgeye konu alacağı için bir eda davası açması hâlinde, bu davanın da yine hukuki yarar yokluğundan reddi gerekir. Zira kişinin bu yola başvurması “gerekli” değildir. Görüldüğü üzere salt bir eda talebi de hukuki yararın mevcudiyeti için yeterli olmaz.
6100 sayılı Kanun’un 114 üncü maddesinde dava şartları belirtilmiş olup, bunların arasında “hukuki yarar” da sayılmıştır. Aynı Kanun’un 115 inci maddesine göre sonradan tamamlanması mümkün olmayan dava şartlarının eksikliği hâlinde, davacıya herhangi bir süre verilmeden, davanın usulden reddine karar verilir. Hukuki yarar sonradan tamamlanabilen dava şartlarından değildir. Hukuki yarar eksikliğinin sonradan tamamlanamayacak bir dava şartı olduğu Yargıtayın çok eski yıllara dayanan yerleşik bir uygulamasıdır (Y4HD, 11.10.2001, 5014/9347; YHGK, 31.03.2004, 411/477; Y4HD, 04.02.2002, 385/1835; Y1HD, 31.12.1979, 14213/15362; Y4HD, 01.12.1997, 6509/11434; Y13HD, 06.04.1981, 917/2464; YHGK, 11.03.1998, 176/217; Y13HD, 06.04.1981, 917/2464; YHGK, 02.04.2003, 7-256/269). Ayrıca belirtelim ki dava türü değiştirilerek de hukuki yarar şartı tamamlanamaz. Zaten kanunda da dava şartı noksanlığının tamamlanması bir genel ilke olmayıp “… dava şartı noksanlığının giderilmesi mümkün ise …” süre verilmesi öngörülmüştür ki, Yargıtay yerleşik uygulaması hukuki yararın bu kapsamda olmadığıdır.
Dava açmakta hukuki yararı olmayan bir kişi dava hakkına dayanarak dava açabilse de davada hukuki yararı yoksa, dava esastan incelenmeden reddedilir. Böylelikle hukuki yarar, haksız dava açmak suretiyle dava hakkının kötüye kullanılmasına karşı bir güvence oluşturmaktadır. Dava hakkının hiçbir ölçü ve sınırlama olmaksızın kullanılması kabul edilemez. Yargıtay da eskiden beri hukukî yararın dava şartı olduğunu kabul etmekte ve bir kişinin dava hakkına sahip olmasının dava açabilmesi için yeterli olmadığını, ayrıca o kişinin o davayı açmakta hukuki yararının bulunmasının gerektiğini ifade etmektedir: “Bir kişinin dava hakkına sahip olması, dava açabilmesi için yeterli değildir. Davanın dinlenebilmesi (esasına girebilmesi) için gerekli, şartlardan birisi ve en önemlisi, davacının o davayı açmakta hukuki yararının bulunmasıdır. O kişinin dava açmakta korunmaya değer bir hukuki yararı yoksa, davanın bu yönden esasa girilmeden reddi gerekir. Çünkü hukuki yarar dava şartıdır ve mahkeme dava şartlarını kendiliğinden (re’sen) incelenmekle görevlidir.” (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 30.05.2001 tarihli ve 2001/443 Esas, 2001/458 Karar sayılı kararı. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun aynı yöndeki diğer bir kararı için bkz. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 15.11.2006 tarihli ve 2006/729 Esas, 2006/723 Karar sayılı kararı).
Bu açıklamalar karşısında emsal nitelik taşıyan kararların bir kısmında yer verilen “… Esasen eda davalarında hukuki yararın bulunduğu kural olarak kabul edilir…belirsiz alacak davasının da bir eda davası olduğu hususu gözetildiğinde bir alacağın belirsiz alacak davasına konu edilmesinde hukuki yararın bulunmadığının söylenmesi güçtür… Sonuç olarak, belirsiz alacak kapsamına girmediği değerlendirilen bir alacağın belirsiz alacak davasına konu edilmesinde hukuki yararın bulunmadığı yorumu -belirsiz alacak davasının da bir eda davası olduğu hususu dikkate alındığında- makul olarak öngörülebilecek bir yorum olarak değerlendirilmemiştir…” şeklindeki değerlendirmeye katılmak mümkün değildir. Çünkü belirsiz alacak davasına özgü özel hukuki yararı dikkate almadan, salt eda davası niteliğinden hareketle belirsiz alacak davası açan kişinin hukuki yararının bulunduğuna yönelik değerlendirme davanın niteliğine uygun düşmemektedir.
6100 sayılı Kanun’un 31 inci maddesine göre “Hâkim, uyuşmazlığın aydınlatılmasının zorunlu kıldığı durumlarda, maddi veya hukuki açıdan belirsiz yahut çelişkili gördüğü hususlar hakkında, taraflara açıklama yaptırabilir; soru sorabilir; delil gösterilmesini isteyebilir”. Somut olayda olduğu gibi, belirsiz alacak davası olarak açıldığı açıkça belirtilen bir davada dava türü bakımından aydınlatılması gereken belirsiz yahut çelişkili bir durumdan söz edilemez. Bu sebeple sözü edilen hükmün uygulanma olanağı bulunmamaktadır.
Diğer yandan, 6100 sayılı Kanun’un “Dava dilekçesinin içeriği” kenar başlığını taşıyan 119 uncu maddesinde dava dilekçesinde yer alması gereken unsurlar belirtilmiş; bazı unsurların eksikliği hâlinde davacıya eksikliği tamamlaması için süre verilmesi, verilen süre içinde eksiklik tamamlanmadığı takdirde davanın açılmamış sayılmasına karar verileceği düzenlenmiştir.
Davacının talep sonucunda asgari bir miktar belirterek ve açıkça belirsiz alacak davası açtığını ifade ederek açtığı bir davada, dava türü bakımından dava dilekçesinde bir eksiklikten söz edilemez. Başka bir anlatımla, açıkça belirsiz alacak davası açtığını belirten davacının dava dilekçesinde bu anlamda bir eksiklikten bahsedilemez. Yukarıda belirtildiği üzere 6100 sayılı Kanun’un 119 uncu maddesi, dava dilekçesindeki bazı eksikliklerin tamamlattırılması ile ilgili olup, dava türünün değiştirilmesine imkân veren bir düzenleme değildir. Belirtmek gerekir ki, eksikliğin tamamlattırılması ile yanlış açılan davanın doğru dava türüne dönüştürülmesi tamamen farklı hususlardır. Medeni yargılama sistemimizde yanlış açılan davanın hâkim tarafından doğru dava türüne dönüştürülmesine imkân veren bir düzenleme bulunmamaktadır. Öyle ki, ıslah ile dahi dava türü değiştirilemez (YHGK 02.03.2021 tarih ve 2017/9-432 Esas 2021/184 Karar). Hâkim yanlış olanı doğruya çevirtemez, taraf yerine irade oluşturamaz. Davadaki eksikliği diğer tarafın aleyhine olacak şekilde düzeltemez veya bu yolu açamaz.
Açıkça belirsiz alacak davası olarak açılan davada dava türü bakımından dava dilekçesinde bir eksiklikten söz edilemeyeceğinden bu durumda 6100 sayılı Kanun’un 119 uncu maddesinin uygulanmasından da söz edilemez. Kanun’da öngörülen özel hukuki yarar şartı bulunmadığı hâlde belirsiz alacak davası şeklinde açılan davanın 115 inci madde gereğince usulden reddedilmesi gerekir. HGK’nın bazı kararlarında bu durumda 6100 sayılı Kanun’un dava dilekçesindeki eksikliklerin tamamlattırılmasıyla ilgili 119 uncu maddesi hükmünün uygulanması gereğinden söz etmesi, yukarıda açıklandığı üzere Kanun’un ne sözüne ne de sistemine uygun düşmektedir.
Özel dava şartı yokluğu nedeniyle davanın usulden reddine karar verilmesi, dava hakkının ortadan kaldırılması ve dolayısıyla mahkemeye erişim hakkının ihlali anlamında yorumlanamaz. Çünkü hukuki yarar yokluğu nedeniyle usulden reddedilen dava, yukarıda belirtilen kanun düzenlemesi uyarınca açılmaması gereken bir davadır. Anayasanın 36 ncı maddesinde belirtildiği üzere “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”. Buna göre usulüne uygun açılan bir dava söz konusu olduğunda ancak mahkemeye erişim hakkından söz edilebilir.
Davanın hukuki yarar eksikliği nedeniyle usulden reddedilmesi hâlinde, mahkemeye erişim hakkı sınırlandırılmaktadır, ancak bu sınırlama, davalının adil yargılanma hakkının (silahların eşitliği ilkesi boyutuyla) korunmasına yönelik meşru bir amaç taşır ve ölçüsüz bir sınırlama da değildir. Zira usulden ret kararları maddi anlamda kesin hüküm teşkil etmediğinden, ilgili eksiklik giderilerek söz konusu davanın, doğru bir şekilde yeniden açılması mümkündür.
Kanundaki özel hukuki yararı göz ardı ederek bir tarafın mahkemeye erişim hakkını korumak gerekçesiyle diğer taraf aleyhine sonuç doğuracak şekilde dengenin bozulması, silahların eşitliği, savunma hakkı ve hukuki dinlenilme hakkının ihlal edilmesine de yol açacaktır. Zira, belirsiz alacak davasında davacıya henüz somutlaştırıp tam belirtmediği bir alacağı için dava açma imkânı sağlanarak hak arama ve mahkemeye erişimde avantaj sağlanmıştır. Karşı taraf aslında dava açılırken tam olarak bilmediği bir talep için savunma yapmak durumunda bırakılmaktadır. İşte bu sebeple kanun koyucu davacıya tanınan bu avantaj ve imkânı, özel bir dava şartıyla çizmiş ve sınırlandırmıştır.
Hukuk sistemimiz, davanın usulden reddedilmesi nedeniyle alacağın zamanaşımına uğraması durumunda davacının mağduriyetini önleyecek bir hukuki çareye de yer vermiştir. Türk Borçlar Kanunu’nun “Davanın reddinde ek süre” kenar başlığını taşıyan 158 inci maddesine göre “Dava veya def’i; mahkemenin yetkili veya görevli olmaması ya da düzeltilebilecek bir yanlışlık yapılması yahut vaktinden önce açılmış olması nedeniyle reddedilmiş olup da o arada zamanaşımı veya hak düşürücü süre dolmuşsa, alacaklı altmış günlük ek süre içinde haklarını kullanabilir”. Yargıtayın kapatılan 22. Hukuk Dairesi ve 9. Hukuk Dairesi belirsiz alacak davası olarak açılan davanın dava şartı yokluğu nedeniyle usulden reddedilmesi hâlinde davacının Türk Borçlar Kanunu’nun 158 inci maddesinin öngördüğü imkândan yararlanabileceğine karar vermiştir (Y22HD, 29.11.2018, 15434/25756; Y22HD, 24.10.2019, 7815/19996; Y22HD, 21.01.2020, 2016/27790-2020/825; Y9HD, 28.06.2021, 6019/10945). Yargıtayın bu uygulaması doktrinde de kabul görmüş ve belirsiz alacak davasının hukuki yarar yokluğu nedeniyle reddi hâlinde alacaklının TBK m. 158’deki ek süre içinde usulüne uygun şekilde alacağın tamamı için tam eda davası açabileceği ifade edilmiştir (Simil, Cemil, Yargıtay Kararları Işığında Belirsiz Alacak Davası ve Kısmî Dava ile İlgili Sorunlar, Medenî Usûl ve İcra İflâs Hukukunun Güncel Sorunları II, Lexpera Semineri, … 2020, s. 111-112). Bu nedenle, belirsiz alacak davasının hukuki yarar yokluğu nedeniyle usulden reddine karar verilmesinin, davacının mahkemeye erişim hakkını engellediğini kabul etmek mümkün değildir. Davacının, belirli veya belirlenebilir alacağının tamamı için usulüne uygun şekilde tam eda davası açmasına usuli açıdan bir engel bulunmamaktadır.
Davanın açıldığı anda bulunması gereken ve tamamlanması mümkün olmayan dava şartlarından olan hukuki yararın bulunmadığı anlaşıldığında davanın usulden reddedilmesi, daha sonra usulüne uygun şekilde açılacak yeni bir davada düzeltilebilir bir yanlışlığa da işaret eder. Davacı daha sonra usulüne uygun dava açarak yanlışını düzeltmiş olacaktır.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesine kaynaklık teşkil eden İsviçre Medeni Usul Kanunu’nun 85 inci maddesi açısından, Zürih Kantonu Yüksek Mahkemesi, şartları olmadığı hâlde açılan belirsiz alacak davasının hukuki yarar yokluğu nedeniyle reddedilmesi gerektiğini belirtmiş; buradaki hatanın, dilekçedeki basit bir şekli eksiklik olarak değerlendirilerek İsviçre Medeni Usul Kanunu’nun 132 nci maddesinin uygulanamayacağını ifade etmiş, keza hâkimin davayı aydınlatma ödevinin de (İsviçre MUK m. 56) uygulama alanı bulamayacağını belirtmiştir (Obergericht des Kantons Zürich, 20.10.2015, LB150038). Söz konusu kararda, dava şartı eksikliğinin bulunduğu davaların, bu nedenle reddedilmesinin usûl ekonomisine aykırı olduğu gerekçesiyle AİHS m. 6 ve Federal Anayasa’nın 29 uncu maddesine dayanılamayacağı ifade edilmiştir. Keza İsviçre Federal Mahkemesi de 2020 yılında verdiği bir kararında, şartları olmadığı hâlde açılan belirsiz alacak davasında, hâkimin davayı aydınlatma ödevine dayalı olarak tarafın talebini düzeltmesine imkân veremeyeceğini, bunun silahların eşitliği ilkesine aykırı olduğunu belirtmiş, ayrıca taraf adına doğru bir hukuki himaye talebi formüle etmenin, mahkemenin görevi olmadığını ifade etmiştir (İsviçre Federal Mahkemesi, 15.06.2020, 4A_502/2019).
Sonuç olarak, yukarıda izah olunan gerekçelerle Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin “ … davacı taraf, dava dilekçesinde, işsizlik sigortası nedeniyle ödenmesi gereken sigorta tazminatını talep etmiştir. Davacının elindeki belgelerle işsiz kaldığı sürenin ve tazminatın belirlenebilir nitelikte olduğu açıktır. Bu durumda uyuşmazlık belirlenebilir nitelikte bulunmaktadır. Bu itibarla, mahkemece, davanın belirsiz alacak davası niteliğinde olmadığı kabul edilerek hukuki yarar yokluğundan davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi doğru görülmemiş, …” şeklindeki bozması usul ve yasaya uygun olup direnme kararı hatalı olduğundan, usul ve yasaya uygun olmayan direnme kararının bozulması gerekir düşüncesiyle aksi yöndeki sayın çoğunluk görüşüne katılamıyoruz.