YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2021/234
KARAR NO : 2023/259
KARAR TARİHİ : 22.03.2023
İNCELENEN KARARIN
MAHKEMESİ : … Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi
Taraflar arasındaki tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın reddine karar verilmiştir.
Kararın davacı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurulmak suretiyle davanın kabulüne karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Bölge Adliye Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne ve temyiz incelemesi sırasında duruşmanın düzenlendiği 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK, 6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin direnme kararının temyizini kapsamadığı, direnmenin düzenlendiği aynı Kanun’un 373 üncü maddesinde ise duruşmaya yer verilmediği gözetildiğinde direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağı kabul edilerek davalı vekilinin duruşma isteğinin reddine karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili dava dilekçesinde; miras bırakanın 04.08.2010 tarihinde öldüğünü, 19.09.1991 tarihinde noterde düzenlettiği vasiyetname ile tüm mal varlığını kardeşi olan müvekkiline bıraktığını, Mudanya Sulh Hukuk Mahkemesinin 2011/677 Esas sayılı dosyası ile vasiyetnamenin açılmasına karar verildiğini, davalı tarafça vasiyetnamenin iptaline yönelik olarak açılan davanın reddedildiğini ve kararın Yargıtay denetiminden geçerek kesinleştiğini, murisin 06.07.2010 tarihinde dava konusu 1453 ada 1 parseldeki 3 nolu bağımsız bölümü ölünceye kadar bakma akdi ile davalıya devrettiğini, bu sözleşmenin ehliyetsizlik, şekle ve ahlâka aykırılık kademeli olarak muris muvazaası nedenlerinden dolayı geçersiz olduğunu ileri sürerek davalı adına olan tapu kaydının iptali ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
II. CEVAP
Davalı vekili cevap dilekçesinde; ölünceye kadar bakma sözleşmesinin geçerli ve miras bırakanın da tapudaki işlem sırasında akdi yapacak kadar sağlıklı olduğunu, müvekkilinin sözleşmeden kaynaklanan tüm edimlerini tam olarak yerine getirdiğini, edimler karşılıklı olarak ifa edildikten sonra şekil eksikliğinin ileri sürülmesinin dürüstlük kuralına aykırılık teşkil ettiğini, ahlâka aykırılık olarak ifade edilen hususların müvekkilinin kişilik haklarına saldırı niteliği taşıdığını, muvazaa iddialarının da gerçeği yansıtmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 27.12.2016 tarihli ve 2013/92 Esas, 2016/384 Karar sayılı kararıyla; davada taleplerin terditli olarak ileri sürüldüğü, Adli Tıp Kurumundan alınan rapora göre miras bırakanın ölünceye kadar bakma akdi ile satış işlemini yaptığı tarihte fiil ehliyetinin bulunduğu, dolayısıyla ehliyetsizliğe dayalı iddianın sübut bulmadığı; muvazaalı işlem yapıldığı yönündeki iddianın ise ispat edilemediği, tarafların gerçek iradelerine uygun bir sözleşme yapıp sözleşmenin ifasına başlandığı bakım alacaklısının mirasçısı olan davacının şekle aykırılığa dayanmasının hakkın kötüye kullanılması yasağı kapsamında kaldığı diğer yandan sözleşmenin taraflarının karı-koca olması ve yapılan işlemin ölünceye kadar bakma akdinden yaklaşık bir ay sonra bakım alacaklısının vefat etmesinin tek başına ahlâka aykırılığı göstermeyeceği gerekçeleriyle sübut bulmayan davanın reddine karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 12.04.2017 tarihli ve 2017/363 Esas, 2017/391 Karar sayılı kararıyla; dosya kapsamına göre miras bırakan ve kardeşleri arasındaki ilişkinin iyi olduğu, aşamalarda karşılıklı birbirlerine vekâletnameler verdikleri, murisin mal varlığını davacı …’a vasiyet ettiği ve evlendikten sonra ölüm tarihine kadar geçen sürede vasiyetnamenin iptal edilmesi için girişimde bulunmadığı, miras bırakan ile davalının evliliğinin üç buçuk yıl sürdüğü, murisin sağlık durumunun, yaşının ve kanser hastalığının son evresinde olduğundan ölümünün yakın olduğu davalı tarafından yakından bilinir hâlde aynı durumun muris tarafından da tahmin edilebilir olduğu, davalı eşin murisi bulunduğu bu olumsuz durum içinde tapu dairesine götürerek işlem yapmasını sağlamasının ahlâken onaylanabilir olmadığı gibi iyiniyet ve dürüstlük kuralları ile bağdaşmadığı, murisin içinde bulunduğu sağlık koşullarında davalıya karşı koyamayacak durumda olduğu davalının yönlendirmesi ile işlem tesis etmek zorunda kaldığı iradesinin sakatlandığı, işlemin yapıldığı koşullara göre dürüstlük ve iyiniyet kurallarına aykırılığın söz konusu olduğu, kanser hastalığının son döneminde yakın tarihte ölümün gerçekleşeceği davalı tarafından bilinirken ölümden yirmi yedi gün önce yapılan sözleşmenin ahlâka aykırı olduğu, dolayısıyla murisin yaptığı işlemin içinde bulunduğu şartlara göre bakım amacı taşımadığı amacın davalıya bağış olduğu, bağışın resmî şekilde yapılmadığı, sözleşmeye konu temlikin davalıya daha önce yapılan kazandırmalardan sonra tüm mameleke göre makul sınırda kalmadığından işlemin muvazaalı ve ahlâka aykırılık sebebi ile kesin hükümsüz olduğu, tüm mal varlığının davacının murisine vasiyet edildiği ve mahkeme kararı ile vasiyetnamenin geçerli olduğu hususları dikkate alınarak, tapu kaydının tümü ile iptaline karar verilmesinin gerektiği gerekçesiyle; davacının istinaf talebinin esastan kabulü ile; ilk derece mahkemesi kararı kaldırılarak davanın kabulüne karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
“…Dosya içeriği ve toplanan delillerden; mirasbırakan …’ın maliki olduğu 1450 ada 1 sayılı parseldeki dava konusu 3 nolu bağımsız bölümü 06.07.2010 tarihinde ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile davalı eşi …’e devrettiği, murisin Gaziantep 2. Noterliğinde düzenlenen 10.09.1991 tarih ve 26892 yevmiye sayılı vasiyetnamesi ile tüm malvarlığını davacı karseşi …’a bıraktığı, anılan vasiyetnamenin iptali için … 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/637 E sayılı dosyasında açılan vasiyetnamenin iptali davasının reddedilip derecattan geçerek 07.06.2012 tarihinde kesinleştiği, Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulunun 22.07.2016 tarihinde mirasbırakanın 06.07.2010 olan temlik tarihinde hukuki ehliyeti haiz olduğunun belirlendiği, mirasbırakan …’ın 04.08.2010 tarihinde öldüğü ve geriye davalı eşi … ile davacı kardeşi … ve dava dışı kardeşleri … ile …’ın kaldığı, davacı …’ın da yargılama sırasında,24.02.2014 tarihinde öldüğü ve mirasçısı …’in yargılamaya devam ettiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun (TBK) m. 611. maddesine göre ölünceye kadar bakıp gözetme sözleşmesi, taraflarına karşılıklı hak ve borçlar yükleyen bir akittir. (818 s. Borçlar Kanununun (BK) m. 511). Başka bir anlatımla ivazlı sözleşme türlerindendir. Bu sözleşme ile bakım alacaklısı, sözleşme konusu malın mülkiyetini bakım borçlusuna geçirme; bakım borçlusu da bakım alacaklısına yasanın öngördüğü anlamda ölünceye kadar bakıp gözetme yükümlülüğü altına girer. (TBK m. 614 (BK) m. 514)).
Hemen belirtmek gerekir ki, bakıp gözetme koşulu ile yapılan temliki işlemin geçerliliği için sözleşmenin düzenlendiği tarihte bakım alacaklısının özel bakım gereksinimi içerisinde bulunması zorunlu değildir. Bu gereksinmenin sözleşmeden sonra doğması ya da alacaklının ölümüne kadar çok kısa bir süre sürmüş bulunması da sözleşmenin geçerliliğine etkili olamaz.
Kural olarak, bu tür sözleşmeye dayalı bir temlikin de muvazaa ile illetli olduğunun ileri sürülmesi her zaman mümkündür. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. Böyle bir iddia karşısında, asıl olan tarafların akitteki gerçek ve müşterek amaçlarının saptanmasıdır. (TBK m. 19 (BK m. 18)). Şayet bakım alacaklısının temliki işlemde bakıp gözetilme koşulunun değil de, bir başka amacı gerçekleştirme iradesini taşıdığı belirlenirse (örneğin mirasçılarından mal kaçırma düşüncesinde ise), bu takdirde akdin ivazlı (bedel karşılığı) olduğundan söz edilemez; akitte bağış amacının üstün tutulduğu sonucuna varılır. Bu halde de Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 1.4.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı olayda, uygulama yeri bulur.
Miras bırakanın, ölünceye kadar bakıp gözetme karşılığı yaptığı temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının belirlenebilmesi içinde, sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerekir.
Öte yandan, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun(HMK) 190. maddesinde, “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir.”; 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun(TMK) 6. maddesinde, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür.” şeklinde yer alan hükümlerle, açılmış bir davada ispat yükünün kural olarak davacıya yüklendiği tartışmasızdır.
Somut olaya gelince, mirasbırakanın akit tarihinde ehliyetli olduğunun Adli Tıp Kurumu raporu ile belirlendiği ve diğer iddialarını da dosya kapsamından usulünce kanıtlayamadığı anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, davanın reddine karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
B. Bölge Adliye Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; önceki gerekçelere ilâve olarak bozma kararının miras bırakanın akit tarihinde ehliyetli olduğunun Adli Tıp Kurumu raporu ile belirlendiği ve diğer iddiaların da dosya kapsamından usulünce kanıtlanamadığı gerekçesine dayandığı, istinaf incelemesi sonucu verilen kabul kararının ise ehliyetsizlik nedenine dayalı olmayıp, ehliyetli olduğu anlaşılan murisin davalıya yaptığı devrin şekle aykırılığını ileri sürmenin dürüstlük kuralı ile bağdaşmadığı, ancak devrin ahlâka aykırı ve muvazaalı olduğu gerekçesi ile iptaline ilişkin olduğu, bu durumda bozma kararının sübuta ilişkin verildiği, Yargıtayın temyiz yoluyla ancak hukuka uygunluk denetimi yapabileceği, temyiz incelemesinde somut olayın yeniden incelenemeyeceği, yani temyiz mahkemesi kararının taraflar arasındaki uyuşmazlığı değil; uyuşmazlığı çözen kararın kanuna ve usule uygun olup olmadığının tespiti yönünde olacağından maddi denetim içeren bozma kararının usul hukuku kurallarına aykırı olduğu, öte yandan toplanan delillerden muris tarafından davalıya yapılan devrin ahlâka aykırı ve muvazaalı olduğu gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
VI. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili temyiz dilekçesinde; cevap dilekçesindeki savunmalarını tekrarlamak suretiyle, dava dilekçesinde yer alan açıklamalar ile Bölge Adliye Mahkemesi kararının uyumlu olmadığını, Bölge Adliye Mahkemesince davanın muris muvazaası değil de normal bir muvazaa davası olduğu kabul edilerek akdin sakatlığına karar verildiğini, kararın ve gerekçenin yerinde olmadığını, senaryo üretilerek sonuca varıldığını, müvekkilinin sözleşmenin gereklerini yerine getirdiğini, taşınmazın da miras bırakanın mal varlığının küçük bir bölümünü oluşturduğunu ileri sürerek direnme kararının bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ehliyetsizlik, şekle ve ahlâka aykırılık ile muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı olarak tapu iptali ve tescil istemiyle açılan eldeki dava dosyasında;
(I) Yargıtay tarafından maddi yönden deliller değerlendirilmek suretiyle davacının iddiasının ispat edilip edilmediği noktasında bir inceleme yapılıp yapılamayacağı,
(II) Somut olayda dosya kapsamı ve taraflarca sunulan delillere göre mirasbırakan tarafından eşi davalıya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile yapılan dava konusu temlikin ahlâka aykırı ve muvazaalı olduğunun davacı tarafça ispat edilip edilemediği noktalarında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
(I) Numaralı uyuşmazlık bakımından yapılan incelemede;
1. İlgili Hukuk
1. 6100 sayılı Kanun’un 25, 119, 129, 187, 194, 361, 362, 369, 371 vd. maddeleri
2. 6100 sayılı Kanun’un “Temyiz incelemesi ve duruşma” başlıklı 369 uncu maddesinin birinci fıkrası “(1) Yargıtay, tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleriyle bağlı olmayıp, kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü diğer hususları da inceleyebilir.” hükmüne haiz iken “Bozma sebepleri” başlıklı 371 inci maddesinde; “(1) Yargıtay, aşağıda belirtilen sebeplerden dolayı gerekçe göstererek temyiz olunan kararı kısmen veya tamamen bozar:
a) Hukukun veya taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanmış olması.
b) Dava şartlarına aykırılık bulunması.
c) Taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi.
ç) Karara etki eden yargılama hatası veya eksiklikleri bulunması.” şeklindedir.
2. Değerlendirme
1. Bilindiği üzere ülkemizde iki aşamalı yargı sistemi uygulanmakta iken, 2004 yılında kabul edilen 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un yürürlüğe girmesi ve 6100 sayılı Kanun ile istinaf kanun yolu hükümlerinin düzenlenmesi, bu düzenlemeye uygun olarak 20.07.2016 tarihinde bölge adliye mahkemelerinin faaliyete başlaması ile üç aşamalı yargı sistemine geçilmiş bulunmaktadır.
2. Kural olarak, 6100 sayılı Kanun’un 361 inci maddesinde de kabul edildiği üzere; bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinden verilen temyizi kabil nihaî kararlar ile hakem kararlarının iptali talebi üzerine verilen kararlara karşı tebliğ tarihinden itibaren iki hafta içinde temyiz yoluna başvurabilir. Aynı Kanun’un 362 nci maddesinde temyiz yoluna başvurulması mümkün olmayan kararlar düzenlenmiştir. Öncelikle eldeki davanın temyizi kabil kararlar kapsamında olduğu açıktır.
3. Yargıtayın bölge adliye mahkemesi hukuk dairelerinin ve ilk derece mahkemelerinin vermiş olduğu temyizi kabil kararların temyiz inceleme kapsamını düzenleyen 6100 sayılı Kanun’un 369 uncu maddesinin birinci fıkrasına göre; Yargıtay, bölge adliye mahkemesi gibi istinaf sebepleri ve kamu düzeni ile sınırlı bir inceleme yetkisinden ziyade tarafların ileri sürdükleri temyiz sebepleri ile bağlı olmaksızın kanunun açık hükmüne aykırı gördüğü hususları inceleyebilir.
4. Aynı Kanun’un “Bozma sebepleri” başlıklı 371 inci maddesinde düzenlenen sebeplerin bulunması durumunda Yargıtay bölge adliye mahkemesinin kararlarını gerekçesini göstererek bozabilecektir.
5. 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinin 1-a bendinde “Hukukun ve taraflar arasındaki sözleşmenin yanlış uygulanmış olması” bozma sebebi olarak gösterilmiştir. Temyiz yolunda, istinaf mahkemesi kararı hukuka uygunluk bakımından inceleme konusu yapılır. Temyiz, istinaf mahkemesi kararının hukuka aykırı olması nedenine dayanır. Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır. Bu hâliyle hukukumuzda en önemli temyiz sebebi bir maddi veya usul hukuk kuralının olaya hiç uygulanmaması veya yanlış uygulanmış olmasıdır (6100 sayılı Kanun, md 371/a). Zira hâkim Türk Hukukunu resen uygular (6100 sayılı Kanun md 33). Hukuk deyimi Anayasayı, kanunları, kanunlara aykırı olmayan yönetmelik ve bunlara aykırı olmayan tüzükleri, örf ve adet hukukunu hatta olaya uygulanması gerekli bulunan yabancı mahkeme kararlarını da kapsamaktadır (Baki Kuru, İstinaf Sistemine Göre Yazılmış Medeni Usul Hukuku, Ankara, 2017, s. 706 vd).
6. Davanın temelini vakıalar oluşturur. Vakıa tarafların iddia ve savunmasını dayandırdığı olaylardır. 6100 sayılı Kanun’un 194, 119/e, f ve 129/d, e maddelerine göre taraflar dava ve cevap dilekçelerinde dayandıkları vakıaları, ispata elverişli şekilde somutlaştırmalıdırlar. Ayrıca tarafların dayandıkları delilleri ve hangi delilin hangi vakıanın ispatı için gösterildiğini açıkça belirtmeleri zorunludur. Aynı Kanun’un 25 inci maddesine göre, kanunda öngörülen istisnalar dışında, hâkim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davranışlarda dahi bulunamaz. Ayrıca kanunla belirtilen durumlar dışında, hâkim, kendiliğinden delil toplayamaz. 187 nci maddeye göre, ispatın konusunu tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli vakıalar oluşturur ve bu vakıaların ispatı için delil gösterilir ve 189 uncu maddenin dördüncü fıkrasına göre ise bir vakıanın ispatı için gösterilen delilin caiz olup olmadığına mahkemece karar verilir. Yargıtay bu usul kurallarına aykırılık olması durumunda 6100 sayılı Kanun’un 371/1-c maddesinde düzenlenen “Taraflardan birinin davasını ispat için dayandığı delillerin kanuni bir sebep olmaksızın kabul edilmemesi.” sebebine göre bölge adliye mahkemesinin kararını bozabilecektir.
7. Kanunda sayılan temyiz sebeplerini maddî hukuka ilişkin temyiz sebepleri ve usul hukukuna ilişkin temyiz sebepleri olarak ayrıma tâbi tutmak; usul hukukuna ilişkin temyiz sebeplerini ise mutlak temyiz sebepleri ve nispî temyiz sebepleri şeklinde ayırmak benimsenmiş bir usuldür. Usul hukukuna ilişkin temyiz sebepleri bakımından Kanun kural olarak “karara etki etme” kriteri şeklinde isimlendirilebilecek bir kriter kabul etmektedir. Buna göre kural olarak temyiz edilen kararın verildiği davada yapılmış olabilecek bütün usule aykırılıklar değil sadece karara etki eden usule aykırılıklar bozma sebebi teşkil eder (Ali Cem, Budak / Varol Karaaslan, Medenî Usul Hukuku, 4. Baskı, Ankara 2020, s. 410, 411).
8. İlk derece mahkemeleri ve bölge adliye mahkemeleri derece mahkemesi olup, Yargıtay ise denetim mahkemesidir ve derece mahkemelerince verilen ve temyizen önüne gelen kararların hukuka uygunluğunu denetlemekle görevlidir. Yargıtay hukuki denetim ve içtihat mercii olup, yasal süresi içerisinde ileri sürülmeyen yeni vakıalar ve deliller Yargıtay tarafından inceleme konusu yapılamaz, delil toplanamaz, temyizen gelen dosya ve içerisinde bulunan bilgi ve belgelerle karar verir. Bununla birlikte mahkemenin vakıayı tespit ederken kanuna aykırı davranmış olması, örneğin taraflarca ileri sürülmeyen bir vakıanın resen dikkate alınarak hüküm verilmesi, vakıa tespitinin dosyadaki delillerle çelişik bulunması, dosyada bulunan bir delil görmezden gelinerek karar verilmiş olması, maddi vakıa tespitinin akla aykırı bir konuya ilişkin bulunması, hâkimin mantık kurallarına aykırı bir maddi vakıa tespiti yapması ve bunun sonucunda da yanlış bir hukuki sonuca varması hâlinde pek tabi Yargıtay bu hatalı tespit ile bağlı olmayacak ve hatalı kararı denetleyecektir. Bunların yanı sıra Yargıtay maddi vakıalara bağlanan sonuçları da denetleyecektir.
9. Yargıtayın asıl görevi, hukukun ülke içinde ahenkli bir şekilde uygulanmasını ve içtihat birliğini sağlamaktır. Yargıtayın kuruluş ve varlık sebebi olan bu önemli görevi dolayısıyla bütün mahkeme hükümlerini hukukun uygulanması bakımından kontrol edebileceğini ve bu kontrol yetkisinin mutlak olduğunu kabul zarureti vardır.
10. Hâkim önüne gelen bir uyuşmazlıkla ilgili maddi vakıaları tespit ettikten sonra hukuk alanındaki faaliyetine geçer. Bu faaliyet dört aşamadan oluşur ve her aşama hukuki niteliği haiz olduğundan Yargıtayın mutlak denetimine tâbidir. Hâkim ilk önce usul hükümlerine uygun olarak tespit ettiği somut olaya ilişkin vakıalara uygulanacak hukuk kuralını tespit eder. Hâkim, tespit ettiği vakıalara uygulayacağı hukuk kuralının belirlemesinde yanılmışsa, buna dayanarak vereceği hükmün de yanlış olması kaçınılmazdır. İkinci aşamada hâkim, tespit ettiği hukuk kuralının gerçek ve doğru anlamını açıklar. Hâkim hukuk kuralının açıklanmasında (tefsirinde) hataya düşerse yapacağı hukuk uygulaması da yanlış olacaktır. Üçüncü aşamada hâkim bulduğu ve açıklayarak elle tutulur hâle getirdiği hukuk kuralında yer alan soyut vakıa ile davada tespit ettiği somut vakıayı karşılaştırarak vakıanın hukuki nitelendirmesini yapar (tavsif). Burada hâkimin yaptığı nitelendirme hukukun uygulanmasına ilişkindir. Hâkim, hukukun uygulanması alanında ilk üç aşamayı doğru olarak yürüttüğü takdirde nihayet mantıken varılan hukuki sonuç ortaya çıkar. Burada özellikle üzerinde durulması gereken husus; hâkimin “hukuki sonuca yönelik olarak kullandığı takdir hakkının bir hukuk meselesi” olduğu hususudur. Hâkim somut olaydaki hukuksal faaliyetin ilk üç aşamasını doğru olarak tamamladıktan sonra dördüncü aşamada vardığı hukuki sonucun “takdir hakkının” kullanılmış olduğu gerekçesiyle Yargıtay denetimine tabi olmadığı sonucuna varılamaz. Zira Yargıtayın maddi hukukun doğru olarak uygulanıp uygulanmadığı yönünden mutlak denetim yetkisi vardır. Takdir hak ve yetkisinin denetlenmesi de bir hukukilik denetimi olup Yargıtayın yetki alanında bulunduğu da muhakkaktır.
11. Hemen belirtilmelidir ki, eldeki davada ilk derece ve bölge adliye mahkemelerince tarafların dayandıkları tüm deliller toplanmış ve çekişmeli vakıalar toplanan deliller çerçevesinde aydınlatılmaya çalışılmış, netice olarak maddi vakıalar tespit edilmiştir. Eldeki davada, yukarıda yer verilen istisnai hâller de bulunmadığından Yargıtay tarafından tespit edilen vakıalar ile bağlı kalınarak bir denetim yapıldığı ortadadır. Toplanan deliller ve tespit edilen vakıalar çerçevesinde temlikin dürüstlük kuralına aykırı olarak yapılıp yapılmadığının muvazaa ile illetli olup olmadığının değerlendirilmesi 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinin birinci fıkrasının a bendinde belirtilen hukukun yanlış uygulanıp uygulanmadığı yönünde yapılan bir denetimdir. Bir başka deyişle tespit edilen vakıalara bağlanan sonuçların denetiminin hukukilik denetimi kapsamında kaldığı ortadadır.
12. O hâlde, somut olayda Yargıtay tarafından yapılan denetim ve neticesinde verilen bozma kararının 5235 sayılı Kanun ile 6100 sayılı Kanun hükümlerine aykırı olduğunu söyleyebilme olanağı olmadığından (I) numaralı uyuşmazlık bakımından Bölge Adliye Mahkemesince dayanılan gerekçenin yerinde olmadığına oy birliğiyle karar verilerek ikinci uyuşmazlığın incelenmesine geçilmiştir.
(II) Numaralı uyuşmazlık bakımından yapılan incelemede;
1. İlgili Hukuk
1. 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun ( 6098 sayılı Kanun) 19 uncu [mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 18.] maddesinin birinci fıkrası;
“Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır” şeklindedir.
2. 6098 sayılı Kanun’un 611 inci ve devamı maddeleri
3. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı kararı
2. Değerlendirme
1. Dava, ehliyetsizlik, şekle ve ahlâka aykırılık ile muris muvazaası hukuksal nedenlerine dayalı olarak açılmış olmakla birlikte, direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık ölünceye kadar bakma akdi ile muris tarafından davalı eşine yapılan temlikin ahlâka aykırı ve muvazaalı olup olmadığı noktasındadır.
2. Muvazaa kavramı, Türk Hukuk Lûgatında; ‘‘Anlaşmalı saptırma gerçek dışı durumlara gerçekmiş niteliğini kazandırma işlemi. Hukuksal bir işlem konusunda gerçek duruma aykırılıkta birleşilerek yapılan ortak açıklama (beyan) ya da ortaya konulan belgedir. Danışıklı işlem’’ şeklinde ifade edilmiştir (Türk Hukuk Kurumu, Türk Hukuk Lûgatı, Cilt I, Ankara, 2021, s. 819).
3. Muvazaa; tarafların üçüncü kişileri aldatmak amacı ile ve fakat kendi gerçek iradelerine uymayan ve aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak hususunda anlaşmaları, şeklinde tanımlanabilir.
4. Muvazaa daha çok sözleşmenin yorumuyla ilgili olduğundan, öğreti ve uygulamada kapsamlı olarak incelenmiş ve belirli kurallara bağlanmıştır. Gerek öğretide ve gerekse uygulamada muvazaa, mutlak ve nispi muvazaa olarak iki gruba ayrılmaktadır; mutlak muvazaada taraflar herhangi bir hukuki işlem yapmayı (oluşturmayı) istemezler, yalnız görünüşte bir hukuki işlem için gerekli irade açıklamasında bulunurlar; nispi muvazaada ise taraflar gerçekten belli bir hukuki işlem yapmak isterler, ancak onu saklamak amacıyla, bir başka hukuki işlemin kurulduğu görüşünü yaratmak üzere irade açıklamasında bulunurlar.
5. Taraflar ister yalnız bir görünüş yaratmayı, ister ikinci bir gizli işlem yapmayı arzu etmiş olsunlar, görünüşteki (zahiri) işlem tarafların gerçek iradelerine uymadığından, ilke olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin her türlü hukuki sonuçtan yoksun olması, tarafların ortak iradelerinin bu yolda olmasından kaynaklanmaktadır.
6. Eldeki davanın konusunu oluşturan ve muris muvazaası olarak isimlendirilen muvazaa türünün ise Türk Hukukunda büyük bir yeri ve önemi vardır.
7. İlgili hukuk kısmında yer verilen 6098 sayılı Kanun’un genel hükmü dışında muris muvazaasına ilişkin bir düzenleme kanunlarımızda yer almamaktadır. Muris muvazaası kaynağını daha çok Yargıtay içtihatlarından ve bilimsel görüşlerden almakta ise de esas kaynağını Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas 1974/2 Karar sayılı kararı oluşturmaktadır.
8. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararında sonuç olarak; “Bir kimsenin; mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapu sicilinde kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu sicil memuru önünde iradesini satış doğrultusunda açıklamış olduğunun gerçekleşmiş bulunması hâlinde, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçıların, görünürdeki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğunu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabileceklerine ve bu dava hakkının geçerli sözleşmeler için söz konusu olan Medeni Kanunun 507 ve 603. maddelerinin sağladığı haklara etkili olmayacağına” hükmedilmiştir.
9. 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı, miras bırakanın tapulu taşınmazlarının temliklerinde yaptığı muvazaalı işlemlere ilişkindir.
10. Muris muvazaasında, miras bırakan ile sözleşmenin karşı tarafı, aralarında yaptıkları bağış sözleşmesini genellikle satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile gizlemektedirler. Başka bir anlatımla, miras bırakan ile karşı taraf malın gerçekten temliki hususunda anlaşmışlardır. Görünüşteki ve gizlenen sözleşmelerin her ikisinde de samimi olarak temlik istenmektedir. Ne var ki, görünüşteki satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesinin vasfı (niteliği) muvazaalı sözleşme ile değiştirilmekte, ayrıca gizli bir bağış sözleşmesi düzenlenmektedir. Görünüşteki sözleşmenin vasfı (niteliği) tamamen değiştirildiğinden, muris muvazaası aynı zamanda tam muvazaa özelliği de taşınmaktadır.
11. Ölünceye kadar bakma sözleşmesi ise 6098 sayılı Kanun’un 611 inci (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 511 inci) maddesinde düzenlenmiş ve bakım borçlusunun bakım alacaklısını ölünceye kadar bakıp gözetmeyi, bakım alacaklısının da bir malvarlığını veya bazı malvarlığı değerlerini ona devretme borcunu üstlendiği sözleşme şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere ölünceye kadar bakma sözleşmesi, taraflarına karşılıklı hak ve borçlar yükleyen bir sözleşmedir. Diğer bir anlatımla ivazlı sözleşme türlerindendir. Bu sözleşme ile bakım alacaklısı, sözleşme konusu malın mülkiyetini bakım borçlusuna geçirme; bakım borçlusu da almış olduğu malların değerine ve bakım alacaklısının daha önce sahip olduğu sosyal durumuna göre hakkaniyetin gerektirdiği edimleri, bakım alacaklısına ifa etmekle yükümlüdür. Bakım borçlusu, bakım alacaklısına özellikle uygun gıda ve konut sağlamak, hastalığında gerekli özenle bakmak ve onu tedavi ettirmek zorundadır.
12. Diğer yandan ölünceye kadar bakıp gözetme koşulu ile yapılan temliki işlemin geçerliliği için sözleşmenin düzenlendiği tarihte bakım alacaklısının özel bakım gereksinimi içerisinde bulunması zorunlu değildir. Bu gereksinmenin sözleşmeden sonra doğması ya da alacaklının ölümüne kadar çok kısa bir süre sürmüş bulunması da sözleşmenin geçerliliğine etkili olamaz.
13. Ne var ki, muris muvazaasını öteki nispi muvazaalardan ayıran unsur mirasçıları aldatmak amacıyla yapılmasıdır. Daha açık anlatımla, 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 Esas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da belirtildiği üzere bu muvazaa türünde mirasbırakan, mirasçısını miras hakkından yoksun etmek amacıyla, gerçekte bağışlamak istediği tapuda kayıtlı taşınmaz malı hakkında tapu memuru önünde iradesini satış veya ölünceye kadar bakma akdi şeklinde açıklamaktadır. Bu nedenle bu tür uyuşmazlıkların çözümünde bakım borçlusuna yapılan temlikin gerçek yönünün, eş söyleyişle miras bırakanın gerçek irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılması önemlidir. Bunun için de miras bırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul nedeninin bulunup bulunmadığı, bakım borçlusu ve diğer mirasçılarla ilişkileri, murisin yaşı, sağlık durumu, temlik edilen malın tüm mamelekine oranı gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
14. Muris muvazaasına dayalı bir davanın kabul ile sonuçlanabilmesi için miras bırakanın muvazaalı işlemi yaparken gerçek irade ve amacı mirasçılarından mal kaçırmak olmalıdır. Murisin mirasçılarından mal kaçırma amacının bulunmaması hâlinde 01.04.1974 tarihli ve 1974/1 E.sas, 1974/2 Karar sayılı İçtihadı Birleştirme Kararını uygulama olanağı bulunmamaktadır.
15. Bu tür davalarda ispat yükü ise muvazaanın varlığını iddia eden tarafa aittir. Gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 6 ncı maddesindeki “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür” hükmü ve gerekse 6100 sayılı Kanun’nun 190/1 inci maddesindeki “İspat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir” hükmü uyarınca, miras bırakanın yaptığı temlikteki gerçek irade ve amacının mirasçıdan mal kaçırmak olduğunu, bu hususu ileri süren davacı taraf kanıtlamalıdır.
16. Dava açan mirasçılar, miras bırakan ile davalı arasındaki sözleşmenin dışında olduklarından üçüncü kişi konumundadırlar. Bu nedenle iddialarını tanık dâhil olmak üzere her türlü delille kanıtlamaları mümkündür. Kanunen kendilerine intikal etmesi gereken miras haklarına, miras bırakan tarafından muvazaalı olarak yapılan sözleşme ile engel olunduğundan bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu ileri sürerek iptalini istemekte hukuki yararlarının bulunduğu açıktır.
17. Yapılan açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; miras bırakan …’ın 04.08.2010 tarihinde öldüğü ve geride eşi davalı … ile kardeşi davalı … ile dava dışı kardeşleri … ile …’ın kaldığı, davacı …’in yargılama sırasında 24.02.2014 tarihinde öldüğü ve mirasçısı …’in yargılamaya devam ettiği anlaşılmaktadır.
18. Miras bırakan …’ın maliki olduğu dava konusu bağımsız bölümü 06.07.2010 tarihli ve 7001 sayılı ölünceye kadar bakma sözleşmesi ile eşi davalı …’e devrettiği, taşınmazın yapılan bu işlem doğrultusunda davalı adına kayıtlı olduğu tespit edilmiştir.
19. Öte yandan murisin Gaziantep 2. Noterliğinde düzenlenen 10.09.1991 tarihli ve 26892 yevmiye sayılı vasiyetnamesi ile tüm malvarlığını davacı kardeşi …’a bıraktığı, anılan vasiyetnamenin iptali için … 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2010/637 Esas sayılı dosyasında açılan vasiyetnamenin iptali davasının reddedildiği ve kararın Yargıtay denetiminden geçerek 07.06.2012 tarihinde kesinleştiği görülmüştür.
20. Yukarıda değinildiği üzere miras bırakan tarafından yapılan temlikin 01.04.1974 tarihli ve 1/4 sayılı İBK kapsamında geçersiz sayılması için murisin mirasçılarından mal kaçırma amacıyla temlikte bulunması gerekir. Somut olayda ise muris ve kardeşleri arasındaki ilişkilerin iyi olduğu, aşamalarda karşılıklı birbirlerine vekâletnameler verdikleri, davaya konu edilen taşınmazın miras bırakanın tüm mal varlığına ilişkin olmadığı, hatta murisin tüm malvarlığını davacı …’a vasiyet ettiği ve evlendikten sonra ölüm tarihine kadar geçen sürede vasiyetnamenin iptal edilmesi için herhangi bit girişimde bulunmadığı anlaşılmaktadır. Böyle olunca ölünceye kadar bakma sözleşmesinin mirasçılardan mal kaçırma amacıyla yapıldığını kabul etme olanağı bulunmamaktadır. Öte yandan davacı tarafça, bakım borçlusunun bakım borcunu yerine getirmediği, miras bırakana kötü muamelede bulunduğu iddia edilmeyip, miras bırakanın yaşı ve sağlık sorunları nedeniyle çok kolay etki altına alınabileceği ileri sürülmüştür. Ölünceye kadar bakma akdinin baskı ve zorlama ile yapıldığına ve miras bırakanın eşi tarafından tartaklandığına, dövüldüğüne dair bir belge ya da kanıt da sunulamadığından, davacı tanıklarının bu yöndeki beyanlarına itibar edilemeyeceği de açıktır. Adli Tıp Kurumu 4. İhtisas Kurulunun 22.07.2016 tarihinde miras bırakanın 06.07.2010 olan temlik tarihinde hukuki ehliyete haiz olduğu belirlenmiş olup dosya kapsamı itibari ile bu konuda Bölge Adliye Mahkemesi ile Özel Daire arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.
21. Ölünceye kadar bakma sözleşmeleri süreklilik arz eden sözleşmelerdendir. Bakım alacaklısının yaşayacağı süre, bu süre zarfında ortaya çıkacabilecek ihtiyaçları dolayısıyla bakım borçlusunun ediminin kapsamı ve süresi önceden belirlenemediğinden talih ve tesadüfe bağlı olarak kurulan bu sözleşmelerde, sözleşmenin alacaklının ölümüne kadar çok kısa sürmüş olması da onun geçerliliğe etki etmeyecektir. Bölge Adliye Mahkemesince murisin kanser hastalığının son döneminde yakın tarihte ölümün gerçekleşeceği davalı tarafından bilinirken ölümden yirmi yedi gün önce yapılan sözleşmenin ahlâka aykırı olduğu, sözleşmenin yapıldığı sıradaki koşulların varlığı karşısında işlemin iyiniyet ve dürüstlük kuralına aykırı yapıldığının kabul edilmesi gerektiği belirtilmiş ise de; taraflarının eş (karı-koca) oluşları, yapılan işlemin ölünceye kadar bakma akdine dayalı olması, akdin yapılmasından yaklaşık bir ay sonra bakım alacaklısının vefat etmesi tek başına ahlâka aykırılığı göstermeyeceğinden Bölge Adliye Mahkemesinin bu gerekçesi yerinde değildir.
22. Diğer taraftan, bakım borçlusunun temlik edenin eşi olmasının, kendisine bakım koşuluyla temlik yapmasına mani olmadığı gibi, aksine bir yasal düzenleme de bulunmamaktadır. Yine, her ne kadar eşin elverdiğince diğer eşe bakıp yardım etmesi ahlâki bir görev ise de, görev sınırının aşıldığı, normal bakım ötesinde ihtimama muhtaç olunduğu durumlarda eşin hizmetin karşılığında bir şey istemesi hukuka uygun düşeceğinden, böyle bir durumda temlikin ivazlı olduğu kabul edilmelidir. Miras bırakan ile davalı 2006 yılında evlenmiş, miras bırakan diğer sağlık problemlerinin yanında 2010 yılında kanser hastalığına yakalanmıştır. Murisin sağlık durumu, yaşı, kanser hastalığının son evresinde olduğu, evlendikten sonra davalının gerek hastalık dönemi gerekse sair zamanlarda bakım alacaklısıyla birlikte kaldığı, onun tüm gereksinim ve ihtiyaçlarını karşıladığı, miras bırakanın sağlığında bakım borcunun yerine getirilmediğine dair bir ihtaratta bulunmadığı ya da dava açmadığı, bu kapsamda davacı tarafça da bakım borcunun davalı tarafından yerine getirilmediğinin belirtilmediği dosya kapsamıyla sabit olduğundan miras bırakana davalı tarafından bakıldığı hususu tartışmasızdır. Davacı tarafça iddia edilen hususlar ispat edilemediğinden, taşınmazın ölünceye kadar bakma aktiyle davalıya temlikinin ahlâka aykırı olarak yapıldığını, muvazaalı olduğunu ve mirasçıdan mal kaçırma amacıyla gerçekleştirildiğini söyleyebilme olanağı yoktur.
23. Bir başka ifadeyle, temliki işlemin ivaz karşılığı ve ivazında bakım borcu olduğu, bakım borcunun da davalı tarafından yerine getirildiği, davalıya yapılan temlikin muvazaalı olmadığı, sözleşmenin iyi niyet ve dürüstlük kuralına aykırı olacak şekilde yapıldığının kabul edilemeyeceği ve temlikin mirasçıdan mal kaçırma amacıyla yapılmadığı sabit olup, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde karar verilmesi hatalıdır.
24. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; murisin yaptığı işlemin içinde bulunduğu şartlara göre bakım amacı taşımadığı amacın davalıya bağış olduğu, işlemin yapıldığı koşullara göre dürüstlük ve iyiniyet kurallarına aykırılık da bulunduğu, kanser hastalığının son döneminde yakın tarihte ölümün gerçekleşeceği davalı tarafından bilinirken ölümden yirmi yedi gün önce yapılan sözleşmenin ahlâka aykırı olduğu, bu koşullar altında yapılan temlikinin mirastan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu kabul edilmek suretiyle davanın kabulüne karar verilmesinin usul ve yasaya uygun bulunduğundan kararın onanmasına karar verilmesi gerektiği yönünde görüş ileri sürülmüş ise de; bu görüş yukarıda belirtilen gerekçelerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
25. Hâl böyle olunca Bölge Adliye Mahkemesince önceki kararda direnilmesi doğru olmadığından, hükmün Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenlerle bozulması gerekmiştir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
6100 sayılı Kanun’un 373 üncü maddesinin ikinci fıkrası uyarınca dosyanın kararı veren Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,
22.03.2023 tarihinde (I) numaralı uyuşmazlık bakımından oy birliğiyle, (II) numaralı uyuşmazlık bakımından oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.