Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2017/390 E. 2019/554 K. 14.05.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/390
KARAR NO : 2019/554
KARAR TARİHİ : 14.05.2019

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasındaki “hizmet tespiti” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Bursa 1. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 18.12.2014 tarihli ve 2011/454 E., 2014/818 K. sayılı karar taraf vekilleri tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 19.01.2016 tarihli ve 2015/5310 E., 2016/328 K. sayılı kararı ile:
“…1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici nedenlere göre davacının tüm, davalılar vekillerinin ise aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine,
2- Dava, davacının davalı işveren nezdinde 2000 yılı 9. aydan itibaren on bir yıl kesintisiz çalıştığının tespiti istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kısmen kabulü ile davacının 18.02.2005- 31.12.2010 tarihleri arasında davalıya ait ev işlerinde sürekli ve kesintisiz çalıştığının tespitine karar verilmiş ise de eksik inceleme ve araştırma ile sonuca gidilmesi usul ve yasaya uygun görülmemiştir.
Davanın yasal dayanaklarından biri 506 sayılı Yasa’nın 79/10. ve 5510 sayılı Yasa’nın 86/9. maddeleri bu tip hizmet tespiti davaları için özel bir ispat yöntemi öngörmemiş ise de, davanın niteliği kamu düzenini ilgilendirdiği ve bu nedenle özel bir duyarlılık ve özenle yürütülmesi gerektiği Yargıtay’ın ve giderek Dairemizin yerleşmiş içtihadı gereğidir.
Bu tür davalarda öncelikle davacının çalışmasına ilişkin belgelerin işveren tarafından verilip verilmediği yöntemince araştırılmalıdır. Bu koşul oluşmuşsa işyerinin gerçekten var olup olmadığı kanun kapsamında veya kapsama alınacak nitelikte bulunup bulunmadığı eksiksiz bir şekilde belirlenmeli daha sonra çalışma olgusunun varlığı özel bir duyarlılıkla araştırılmalıdır. Çalışma olgusu her türlü delille ispat edilebilirse de çalışmanın konusu niteliği başlangıç ve bitiş tarihleri hususlarında tanık sözleri değerlendirilmeli, dinlenen tanıkların davacı ile aynı dönemlerde işyerinde çalışmış ve işverenin resmi kayıtlara geçmiş bordro tanıkları yada komşu işverenlerin aynı nitelikte işi yapan ve bordrolarına resmi kayıtlarına geçmiş çalışanlardan seçilmesine özen gösterilmelidir. Bu tanıkların ifadeleri ile çalışma olgusu hiçbir kuşku ve duraksamaya yer vermeyecek şekilde belirlenmelidir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 16.9.1999 gün 1999/21-510-527, 30.6.1999 gün 1999/21-549-555- 3.11.2004 gün 2004/21- 480-579 sayılı kararları da bu doğrultudadır.
Somut olayda, kamu tanıkları ile davacı ve davalı tanıklarının yetersiz ve çelişkili beyanda bulundukları, uyuşmazlık konusu dönemin tamamını kapsar şekilde kamu tanıkları dinlenmeden hüküm kurulduğu, böylece çalışma olgusunun yeterli ve gerekli bir araştırmayla hiç bir kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak sağlıklı bir biçimde belirlenmediği anlaşılmaktadır.
Yapılacak iş, 18.02.2005 tarihi sonrası dönemin tamamını kapsar biçimde davalının oturduğu apartmanın yöneticisi ve komşu apartman sakinlerini dinlemek, gerektiğinde Sosyal Güvenlik Kurumu, zabıta, maliye, meslek odası aracılığı ve muhtarlık marifetiyle davalının ikametgahına o tarihte komşu olan işyerlerinde uyuşmazlık konusu dönemde çalıştığı tespit edilen kayıtlı komşu işyeri çalışanları; yoksa işyeri sahipleri araştırılıp tespit edilerek çalışmanın niteliği ile gerçek ve kesintisiz bir çalışma olup olmadığı yönünde yöntemince beyanlarını almak, davanın nitelikçe kamu düzenini ilgilendirdiği de nazara alınıp gerçek çalışma olgusunu somut ve inandırıcı bilgilere dayalı şekilde kanıtladıktan sonra sonucuna göre karar vermekten ibarettir.
O halde, davalılar vekillerinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, hizmet tespiti istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin davalı …’nun yanında 2000 yılının Eylül ayından itibaren aylık 1.000,00TL ücretle ev hizmetlerinde aralıksız çalıştığını, ev işleri dışında müvekkilinin davalı işverenin annesinin ve teyzesinin bakım hizmetini de yerine getirdiğini, ancak işverenin davacının on bir yıllık hizmetine dair sigorta bildirimini yapmadığını ileri sürerek müvekkilinin davalının yanında geçen on bir yıllık hizmetinin tespitine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı … vekili; davacının 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu gereğince sigortalı sayılmasının mümkün bulunmadığını, davacının talepleri yönünden hak düşürücü sürenin gerçekleştiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Davalı işveren vekili; davacının talep ettiği süreler içerisinde müvekkilinin yanında çalışmadığını, aksine başka ev hizmetlerinde çalıştığını belirterek davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.
Mahkemece; davalının 20.02.2001 tarihinde evlendiği, annesinin 06.02.2002, teyzesinin ise 17.02.2005 tarihinde vefat ettiği, tanık beyanlarına göre davacının önce davalının Şehbender apartmanında bulunan evinde hizmet akdi ile çalışmaya başladığı, davalının evlenip bu apartmandan ayrılmasından sonra davacının Şehbender apartmanında kalarak davalının annesinin ve teyzesinin bakımını üstlendiği, anne ve teyzesinin ölümüne kadar davalının evinde çalışmadığı, teyzesinin ölümünden sonra davalının Çekirge semtinde bulunan evinde yeniden çalışmaya başladığı, davacının, davalının annesine ve teyzesine baktığı dönemlerde davalının işveren sıfatı bulunmadığı, evlendiği ve Çekirgeye taşındığı 20.02.2001 tarihinde davacının davalının yanındaki çalışmasının sona erdiği, teyzesinin ölümünden sonra ise yeniden başladığı, annesinin ölüm tarihi olan 06.02.2002 tarihine kadar davalının işveren sıfatının devam ettiği kabul edilse dahi 06.02.2002 tarihinden önceki dönemle ilgili hizmet tespit davasının hizmetin geçtiği yılın sonundan başlayarak 5 yıllık hak düşürücü süre içinde açılması gerektiğinden bu dönem ile ilgili talep 5 yıllık hak düşürücü süre içinde kullanılmadığından 06.02.2002 tarihinden önceki dönem ile ilgili talebin hak düşürücü süre yönünden reddi gerektiği, davalının 14.05.2010 tarihinde eşinin ölümünden sonra Şehbender apartmanına taşınması, davalı tanıklarının da bu adreste davacıyı gördüklerini beyan etmeleri, davacının talep edilen sürede başka iş yerinden bildirimin bulunmaması gerekçesiyle davacının 18.02.2005- 31.12.2010 tarihleri arasında davalıya ait ev iş yerinde sürekli ve kesintisiz çalıştığına karar verilmiştir.
Taraf vekillerinin temyizi üzerine karar Özel Dairece başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece; davalının adresinin yakınında işyeri sahibi olan tanık … ve …’ın beyanlarının hüküm kurmaya elverişli, somut ve inandırıcı olduğu, davalının ikâmetgahının konut oluşu nedeniyle bunların dışında belirtilen nitelikte komşu iş yeri çalışanı veya iş yeri sahibi tanık temininin mümkün olmadığı gerekçesiyle ve önceki gerekçeler tekrar edilmek suretiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olay bakımından davacının davalının yanında 18.02.2005- 31.12.2010 tarihleri arasındaki çalışma iddiaları yönünden başka kamu tanığı dinlenilmesine gerek olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
I) Davacı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Hukuk Genel Kurulundaki görüşme sırasında, esasa girilmeden önce, ilk hükme yönelik tüm temyiz itirazları reddedilen davacı vekilinin direnme kararını temyizinin mümkün bulunup bulunmadığı ön sorun olarak tartışılmıştır.
Bilindiği üzere hukuki yarar dava şartı olduğu kadar, temyiz istemi için de aranan bir şarttır (Hukuk Genel Kurulunun 02.04.2014 tarihli ve 2013/19-627 E., 2014/439 K. sayılı kararı).
Mahkemece verilen ilk kararı temyiz eden davacı vekilinin talebi Özel Dairece reddedildiğinden direnme kararını temyizde hukuki yararı bulunmamaktadır.
O hâlde davacı vekilinin direnme hükmüne yönelik temyiz isteminin hukuki yarar yokluğundan reddine karar verilmelidir.
II) Davalı … vekili ve davalı işveren vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesine gelince;
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun (5510 sayılı Kanun) 01.10.2008 günü yürürlüğe giren Geçici 7’nci maddesinde, “…bu Kanunun yürürlük tarihine kadar 506 sayılı, 1479 sayılı, 2925 sayılı, bu Kanun ile mülga 2926 sayılı, 5434 sayılı Kanunlar ile 506 sayılı Kanunun Geçici 20’nci maddesine göre sandıklara tâbi sigortalılık başlangıçları ile hizmet süreleri, fiilî hizmet süresi zammı, itibarî hizmet süreleri, borçlandırılan ve ihya edilen süreler ve sigortalılık sürelerinin tabi oldukları kanun hükümlerine göre değerlendirilir” yönünde düzenleme bulunmaktadır.
Bu durumda 01.10.2008 tarihinden önceki döneme ilişkin hizmet tespiti uyuşmazlıklarında 506 sayılı Kanun; bu tarihten sonraki dönem bakımından ise 5510 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanması gerekecektir.
Öncelikle ifade edilmelidir ki, mülga 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ve 5510 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesinin birinci fıkrasının “a” bendi kapsamında sigortalı niteliğini kazanmanın koşulları başlıca üç başlık altında toplanmaktadır.
Bunlar: a) Çalışma ilişkisinin kural olarak hizmet sözleşmesine dayanması, b) işin işverene ait iş yerinde ya da iş yerinden sayılan yerlerde iş organizasyonu içerisinde yapılması, c) çalışanın 506 sayılı Kanun’un 3’üncü maddesinde (5510 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesi) belirtilen istisnalardan olmaması şeklinde sıralanabilir. Sigortalı olabilmek için bu koşulların bir arada bulunması zorunludur.
506 sayılı Kanun’un 2’nci maddesine göre, bu Kanun anlamında sigortalı olarak çalışabilmenin temel koşulu, hizmet sözleşmesine dayalı çalışmanın bulunmasıdır. Bu anlamda bir sözleşme, hizmet sözleşmesi olarak kabul edilmediğinde 506 sayılı Kanun anlamında sigortalıktan da söz edilemeyecektir.
İşçi ve sigortalı kavramlarının tanımında hizmet sözleşmesinden hareket edilmekteyse de, 4857 sayılı İş Kanunu ile yürürlükten kaldırılan 1475 sayılı İş Kanunu’nda ve 506 sayılı Kanun’da bu sözleşmenin tanımına ilişkin bir hükme yer verilmemiştir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 8’inci maddesinde, “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir.” tanımlaması yapılmıştır. Belirtmek gerekirse, 4857 sayılı İş Kanunu’nda “Hizmet akdi” sözcüğü terkedilmiş, yerine “İş sözleşmesi” ifadesi kullanılmıştır.
Hizmet akdi, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 313’üncü maddesinin birinci fıkrasında ise, “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı Kanun’da daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi “bağımlılık” unsuruna da yer verilmiştir.
5510 sayılı Kanun’un 3/11’inci maddesinde ise, hizmet akdinin 22.04.1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar Kanunu’nda tanımlanan hizmet akdini ve iş mevzuatında tanımlanan iş sözleşmesini veya hizmet akdini ifade edeceği belirtilmiştir. Görüldüğü üzere, 506 sayılı Kanun döneminde sigortalı niteliğini kazanmanın koşulları 5510 sayılı Kanun döneminde de farklılık arz etmemektedir.
Hemen belirtilmelidir ki, 5510 sayılı Kanunun atıf yaptığı 818 sayılı Kanun 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu ile yürürlükten kaldırılmıştır. 6098 sayılı Kanun’un 393’üncü maddesinin birinci fıkrasına göre, hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.” Bu hâliyle 5510 sayılı Kanun’un 3/11’inci maddesi uyarınca 818 sayılı Borçlar Kanunu’na yapılan atfın artık 6098 sayılı Kanun’un 393/1’inci maddesine yapıldığının kabulü gerekecektir.
Sigortalılık niteliğinin kazanılması açısından işveren ile çalıştırılan kişi arasında hizmet sözleşmesinin yapılması tek başına yeterli değildir. Ayrıca işin işverene ait iş yerinde ya da iş yerinden sayılan yerlerde yapılması gerekmektedir. Mülga 506 sayılı Kanun’un 5’inci maddesine göre iş yeri, bir hizmet sözleşmesine dayanarak bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılanların işlerini yaptıkları yerdir. İşin niteliği ve yürütümü bakımından iş yerine bağlı bulunan yerlerle dinlenme, çocuk emzirme, yemek, uyku, yıkanma, muayene ve bakım, beden veya meslek eğitimi yerleri, avlu ve büro gibi diğer eklentiler ve araçlar da iş yerinden sayılır.
Ayrıca 5510 sayılı Kanun’un Geçici 7’nci maddesi uyarınca, uygulama yeri bulan 506 sayılı Kanun’un 2’nci ve 6’ncı maddelerinde öngörülen koşulların oluşmasıyla birlikte çalıştırılanlar, kendiliğinden sigortalı sayılırlar. Ancak, bu kimselerin ayrıca aynı Kanunun 3’ncü maddesinde sayılan istisnalara girmemesi gerekir. Çalıştırılanların, başka hiçbir işleme gerek kalmaksızın sigortalı niteliğini kazanmaları 506 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesinin 1’inci fıkrasında yer alan açık hüküm gereğidir.
Ne var ki, sigortalıların bazı haklardan yararlanmaları öncelikle Kuruma bildirilmeleri, belirli süre prim ödemiş olmaları ve kanunun gerektirdiği bilgilerin açık bir şekilde bilinmesi koşullarına da bağlıdır. Anılan bilgi ve belgelerin Kuruma ulaştırılmaması veya eksik ulaştırılması hâlinde ise bildirimsiz (kaçak) çalıştırma olgusu ortaya çıkacaktır. Bu durum, prim ve gelir vergisi ödememek için işverenlerce sıklıkla başvurulan bir yol olup, ülkenin gerçeklerinden biridir. İşte bu noktada, işçinin bir takım yasal haklardan yararlanabilmesi için sigortalı hizmetinin tespitini istemesi gereği ortaya çıkmaktadır.
Hizmet tespiti davası 506 sayılı Kanun’un 79/10’uncu maddesinde, 01.10.2008 tarihinden sonraki dönemler yönünden ise 5510 sayılı Kanun’un 86’ncı maddesinde düzenlenmektedir.
Somut olayda uygulanması gereken mülga 506 sayılı Kanun’un 79’uncu maddesinde, “Yönetmelikle tespit edilen belgeleri işveren tarafından verilmeyen veya çalıştıkları Kurumca tespit edilmeyen sigortalıların hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak 5 yıl içerisinde mahkemeye başvurarak hizmet tespiti isteyebilecekleri”; 01.10.2008 tarihinden sonraki dönemler yönünden ise 5510 sayılı Kanun’un 86’ncı maddesinde, “Aylık prim ve hizmet belgesi veya muhtasar ve prim hizmet beyannamesi işveren tarafından verilmeyen veya çalıştıkları Kurumca tespit edilemeyen sigortalılar, çalıştıklarını hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıl içerisinde iş mahkemesine başvurarak, alacakları ilâm ile ispatlayabilirlerse, bunların mahkeme kararında belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme gün sayıları dikkate alınır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Belirtilen amaca yönelik davaların yasal dayanağı, mülga 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 79’uncu maddesi olup, anılan maddede “Yönetmelikle tespit edilen belgeleri işveren tarafından verilmeyen veya çalıştıkları kurumca tespit edilmeyen sigortalıların hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak 5 yıl içerisinde mahkemeye başvurarak hizmet tespiti isteyebilecekleri” açıklanmıştır.
Sigortalı tarafından açılan hizmet tespiti davasında her türlü delille kanıtlanabilen çalışma olgusunun usulünce belirlenmesinden sonra, bu çalışmanın sigortalı çalışma olup olmadığı; ardından da ücret olgusu ve çalışılan zaman üzerinde durulmalıdır.
Sosyal güvenlik hukukunun hem kamu hukuku, hem de özel hukuk alanında kalan özellikleri dikkate alındığında, özellikle hizmet tespiti davalarında kendiliğinden araştırma ilkesinin ağır bastığı görülür. Gerçekten hizmet tespiti davaları, taraflarca hazırlama ilkesi kapsamı dışında olup, kendiliğinden araştırma ilkesi söz konusudur.
Sigortalılık başlangıç tarihi ve hizmet tespitine yönelik davaların kamu düzenini ilgilendirdiği ve bu nedenle özel bir duyarlılık ve özenle yürütülmesi icabettiği Yargıtay’ın yerleşmiş içtihadı gereği olduğundan, kamu düzenini ilgilendiren hizmet tespiti davalarında, hâkimin özel bir duyarlılık göstererek delilleri kendiliğinden toplaması ve sonucuna göre karar vermesi gerekir. Kendiliğinden araştırma ilkesinin uygulandığı bu davalarda ispat yükü, bir tarafa yüklenemez.
Öte yandan, hizmet tespiti davalarının amacı, hizmetlerin karşılığı olan sosyal güvenlik haklarının korunması olduğundan, tespiti istenen dönemde kişinin sigortalı niteliği taşıyıp taşımadığı ile yapılan işin kanun kapsamına girip girmediği araştırılmalıdır. Çalışma iddiasının gerçeğe uygunluğu ancak bu koşullar varsa inceleme konusu yapılabilecektir.
Çalışma olgusu her türlü delille ispatlanabileceğinden, bu davalarda iş yerinde tutulması gerekli dosyalar ile kurumdaki belge ve kanıtlardan yararlanılmalı, ücret bordroları getirtilmeli, müfettiş raporları olup olmadığı araştırılmalı, mümkün oldukça tespiti istenen dönemde iş yerinin yönetici ve görevlileri, iş yerinde çalışan öteki kişiler ile o iş yerine komşu ve yakın iş yerlerinde, tarafları veya iş yerini bilen veya bilebilecek durumda olanlar zabıta marifetiyle araştırılarak saptanmalı, sigortalının hangi işte hangi süre ile çalıştığı, çalışmanın konusu, sürekli, kesintili, mevsimlik mi olduğu, başlangıç ve bitiş tarihleri ve alınan ücret konularında beyanları alınarak, tanıkların sözleri değerlendirilirken bunların inandırıcılığı üzerinde durulmalı, verdikleri bilgilere nasıl vakıf oldukları, işveren ve işçiyle, iş yeriyle ilişkileri, bazen uzun yılları kapsayan bilgilerin insan hafızasında yıllarca eksiksiz nasıl taşınabileceği düşünülmeli, beyanları diğer yan delillerle desteklenmelidir.
Bu amaçla tanıkların, hizmet tespiti istenen tarihte, iş yeri veya komşu iş yeri sigortalısı ya da işvereni olup olmadıkları araştırılmalı, davalı Kurumdan, bu kişilerin belirtilen tarihte sigortalılık bildirimlerinin hangi iş yerinden yapılmış olduğu da sorularak, elde edilen bilgilerin ifadelerde belirtilen olgularla örtüşüp örtüşmediği de irdelenmeli, iş yerinin kapsam, kapasite ve niteliği ile bu beyanlar kontrol edilmelidir.
Diğer taraftan bu davalarda, işverenin çalışma olgusunu kabulü ya da reddinin tek başına hukuki bir sonuç doğurmayacağı da göz önünde tutulmalıdır.
Nitekim açıklanan hususlar Hukuk Genel Kurulunun 07.04.2012 tarihli 2012/21-137 E. 2012/433 K.; 12.06.2013 tarihli 2012/10-635 E. 2013/823 K. ve 25.09.2013 tarihli 2013/21-182 E. 2013/2013/1401 K. sayılı kararlarında da benimsenmiş ve açıkça belirtilmiştir.
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut olay değerlendirildiğinde, beyanları alınan ve davacının dava konusu dönemde davalı işverene ait evde ev hizmetlerinde çalıştığını söyleyen tanık … ve …’ın beyanları çalışma olgusunun yeterli ve hiç bir kuşku ve duraksamaya yer bırakmayacak şekilde ve sağlıklı bir biçimde belirlenmesi yönünden yeterli değildir. Talep edilen dönem açısından iki farklı konut (Şehbender Apartmanı ve Çekirge semtinde bulunan apartman) söz konusu olduğundan, her iki konut açısından da kamu tanığı araştırmasının eksiksiz olarak yapılmadığı anlaşılmakla birlikte davalının ikâmet ettiği Şehbenderler Apartmanının yöneticisi, kapıcısı ve komşu apartman sakinlerinin dinlenmesi ve davalının Şehbenderler Apartmanına taşınmadan önce bir dönem ikamet ettiği Çekirge semtinde bulunan apartmanın yöneticisi, kapıcısı ve komşu apartman sakinlerinin dinlenmesi gerekmekte olup, davacının iddia ettiği çalışma olgusu yönünden beyanları alınarak çıkacak sonuca karar verilmelidir. Bu nedenle, Özel Dairenin bozma kararında belirtildiği şekilde ve ilave nedenlerle araştırmanın genişletilmesi ve tespit edilen tanıkların beyanlarının alınması gerekmektedir.
Hâl böyle olunca direnme kararının Özel Dairenin bozma kararında ve yukarıda belirtilen ilave gerekçe ve nedenlerle bozulmasına karar vermek gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda (I) numaralı bentte açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının hukuki yarar yokluğundan REDDİNE, istek hâlinde temyiz peşin harcının iadesine,
(II) Davalı … vekili ve davalı işveren vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen ve yukarıda belirtilen ilave nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3’üncü maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429’uncu maddesi gereğince BOZULMASINA, 14.05.2019 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.