Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2017/2098 E. 2018/2000 K. 20.12.2018 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/2098
KARAR NO : 2018/2000
KARAR TARİHİ : 20.12.2018

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Eskişehir 2. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 29.05.2014 tarihli ve 2013/1073 E.-2014/350 K. sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 10.12.2015 tarihli ve 2014/21359 E.-2015/34223 K. sayılı kararı ile;
“…Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili, davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığını belirterek, davacının Devlet Su İşleri Eskişehir 3. Bölge Müdürlüğü 31. Şube Müdürlüğünde pompa ustası olarak çalıştığını, toplu iş sözleşmesinin 103/2. maddesi gereğince yıpranma prim alacağının ödenmesini istemiştir.
Davalı Cevabının Özeti:
Davalı vekili, dava konusu taleplerin zamanaşımına uğradığını, kurumun yıpranma priminin ödenmesi bakımından bir sorumluluğunun bulunmadığını, davacının çalıştığı müdürlüğün bünyesinde atölye bulunmaması sebebi ile toplu iş sözleşmesinin 103/2. maddesinde yer alan ünvanlardan olmaması sebebiyle yıpranma primine hak kazanmadığını savunarak, davanın reddini istemiştir.
Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan deliller ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz:
Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.
Gerekçe:
Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli şartları taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesine göre;
“(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası Açabilir.
(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafca belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkansızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda, belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan Yararlanmanın mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak sonuca gidilmesi gereklidir.
6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul edilmelidir.
Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez. Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olmasıdır (H. Pekcanıtez, Belirsiz Alacak Davası, Ankara 2011, s. 45; H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 448). Sadece alacak miktarının taraflar arasında uyuşmazlık bulunması ya da tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği alacağı belirlenmesi objektif olarak mümkün, ancak belirlyebildiği alacağını ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ispatı (elindeki delillerle) mümkün değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.
Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa, belirsiz alacak davası açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 225).
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da sözedilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya uygulanarak belirlenmesi gerekir.
Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde (Örn: 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu md 50, 51,56), hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden, davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında, Yargıtayca, fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, şahit anlatımlarına dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak takdir edilecek uygun oranda takdiri indirim yapılması gerekliliği kabul edilmektedir. Bu halde, şahit anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oranı baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.
6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak davası açma imkanı tanınarak belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.
Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise, belirsiz alacak davası açılamaz; ancak şartları varsa kısmi dava açılması mümkündür.
Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan sözedilebilir ki, o zaman da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanun’un 109. maddesindeki hükmün fiilen uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek; şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir. Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.
Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanun’un 119/1-ğ. maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir; aslında açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar yokluğundan reddedilmelidir.
Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda, tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki, buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik ilkesine de aykırı olacaktır (H. Pekcanıtez/O. Atalay/M. Özekes, Medeni Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara 2013, s. 454). Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte, belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanun’un 119/1-ğ. maddesinin aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanun’un 119/2. maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar verilmelidir (Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar sayılı kararı). 6100 sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) halinde, talep sayısı sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı Kanun’un 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekecektir.
Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki, iş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz (C. Simil, Belirsiz Alacak Davası, I. Bası, İstanbul 2013, s. 414). Keza aynı şey kısmî dava için söz konusudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede;
Davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı şüphesizdir. Uyuşmazlık konusu toplu iş sözleşmesinden kaynaklanan yıpranma prim alacağı bakımından; talep içeriğinden de açıkça anlaşıldığı üzere, davacı sendikaya üye olduğu ve toplu iş sözleşmesinden yaralanabileceği tarihi, çalışma süresini, en son ödenen ücreti, toplu iş sözleşmesi gereği alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını, ödenmesi gereken yıpranma prim alacağı tutarını işyerinde uygulanan toplu iş sözleşmesi hükümleri gereğince belirleyebilecek durumdadır. Bu halde toplu iş sözleşmesinden kaynaklı yıpranma prim alacağı belirsiz alacak değildir. Dava konusu edilen alacakların gerçekte belirlenebilir olmaları ve belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri anlaşılmakla, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir.…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, toplu iş sözleşmesinden (TİS) kaynaklanan yıpranma primi alacağının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalı işveren nezdinde pompa ustası olarak görev yaptığını, bu görev nedeniyle halen geçerli olan 15. Dönem Toplu İş Sözleşmesi (TİS) ve önceki dönemlere ait 12., 13. ve 14. Dönem TİS’lerinde de mevcut olan 103’üncü maddesinin ikinci bendi uyarınca müvekkiline yıpranma priminin ödenmesi gerektiğini, 2013 yılı Ekim ayından sonra bu primlerin ödenmeye başlandığını ancak geriye dönük alacakların ödenmediğini ileri sürerek, anılan ve belirsiz olan alacağın tespiti ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, talep konusu alacağın zamanaşımına uğradığını, talep edilen faiz ve türünün kabulünün mümkün olmadığını, davacının 31. Şube Müdürlüğünde çalıştığını, söz konusu Müdürlük bünyesinde atölye bulunmadığını, bu bağlamda davacının TİS’in 103’üncü maddesinin ikinci bendinde yer alan unvanlardan olmaması nedeniyle dava konusu yıpranma primi bakımından müvekkili işverenin sorumluluğunun bulunmadığını belirterek, davanın reddine karar verilmesi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davacının yaptığı işin niteliği gereği TİS’in 103’üncü maddesinin ikinci bendi kapsamına girdiği, davacının %5’lik yıpranma priminden yararlandırılması gerektiği gerekçesiyle bilirkişi raporu doğrultusunda davanın kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Mahkemece somut olayda davacının yıpranma primi almaya hak kazanıp kazanmayacağı yönünde mahallinde keşif yapılmış olup, hesap bilirkişi raporunda davacının dönem bazında günlük ücretinin farklılık gösterdiği, yine dönem bazında çalışılan sürelerin farklılık arzettiği, bu nedenle bordrolama sistemi gözetildiğinde davacı işçiden tam hesaplama yapılmasının beklenmesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğu, mevcut mevzuat, uygulama ve yargısal kararlar gereği ancak iş yargılaması ve bu yargılama esnasında bilirkişi incelemesi yaptırılarak çözümlenebilen bu tür uyuşmazlıkların niteliği gözetildiğinde alacaklarının tamamının işçi tarafından belirlenebileceği yönündeki peşin kabul ile belirsiz alacak davasına konu edilememesi ve bu nedenle hukuki yararının dahi bulunmadığı kabul edilerek davanın reddedilmesinin ekonomik yönden zayıf durumda olan işçi yönünden, hakkaniyete ve hak arama özgürlüğünün özüne aykırı olduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önünde gelen uyuşmazlık, somut olayda dava konusu yıpranma primi alacağının belirsiz alacak olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre davacının belirsiz alacak davası olarak eldeki davayı açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle belirsiz alacak davasının hukuki niteliğinden bahsetmekte yarar bulunmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 107’nci maddesiyle mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107’nci maddesinde yer alan,
“1-Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
2-Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
3-Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” şeklindeki hüküm ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen, miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde; “Bu davanın kabul edilmesinin artık salt hukuki korumanın ötesine geçilerek “etkin hukuki koruma”nın gündeme gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda olan kişi, talepte bulunacağı hukuki ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden dolayı talep edeceği miktarı asgari olarak bilmesine ve tespit edebilmesine rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukuki ilişki ile asgarî bir miktar ya da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir. Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmaması ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir. Miktarı belirsiz alacaklarda zamanaşımının dolmasına çok kısa sürenin varolduğu hâllerde yalnızca tespit yahut kısmi edâ ile birlikte tespit davasının açılabileceği genel olarak kabul edilmektedir. Alacaklı, yalnızca edâ davası veya yalnızca tespit davası yahut kısmi edâ ile birlikte külli tespit davası açabilme seçeneklerine sahip olduğu, hak-arama özgürlüğünün (Any.m.36, İHAS.m.6) özünde varolan bu seçenekler, yasa veya içtihat yoluyla yasaklanamayacağı, esasen tam veya kısmi olmasına bakılmaksızın her edâ davasının temelinde bir külli tespit unsuru bulunduğu, başka deyimle edâ hükmünde tertip olunan her durumun arkasında sorumluluk saptanmasını içeren bir zorunlu ön tespit kabulü mevcuttur.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı kriterler kabul edilmiştir.
Bu kriterler, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
1-Davacının kendisinden beklenememesi,
2-Bunun olanaksız olması,
3-Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.
Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin koruma, usul ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında, davacının yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama riskini azaltmasıdır.
Usul hukukunun maddi hukuk içinde gerçekleşen hakkın talep edilebilirliğini, tespitini belirli kurallara bağlayan hukuk dalı olması nedeniyle maddi hukuk için araç olduğu unutulmamalıdır. O nedenle iş yargılaması kuralları ve bu anlamda Hukuk Muhakemeleri Kanunu kurallarının iş ve sosyal güvenlik hukukuna hizmet ederken, bu hukukun ilkelerini de göz ardı etmemesi gerekecektir.
İşçilik alacakları bakımından, dava konusu edilen alacağın belirli olup olmadığı ile ilgili olarak davanın açıldığı tarihte alacağın miktarının yahut değerinin tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenememesi kriteri ile açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktar ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması kriterini birlikte değerlendirip sonuca gidilmesi gerekir.
Kural olarak kişinin alacağını belirleyebilmesi için aynı zamanda belgeye bağlama yetkisinin olması veya bu konuda belge düzenlenip kendisine verilmesi gerekir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 8’inci maddesinin 3’üncü fıkrası ile işverene yazılı sözleşme yapılmayan hâllerde en geç iki ay içinde genel ve özel çalışma koşullarını, günlük ya da haftalık çalışma süresini, temel ücreti ve varsa ücret eklerini, ücret ödeme dönemini, süresi belirli ise sözleşmenin süresini, fesih hâlinde tarafların uymak zorunda oldukları hükümleri gösteren yazılı bir belgeyi işçiye verme yükümlülüğü getirilmiştir.
Kanunun 32/2’nci maddesi ile ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkakın kural olarak Türk parası ile iş yerinde veya özel olarak açılan bir banka hesabına ödeneceği, çalıştırdığı işçilerin söz konusu alacaklarını özel olarak açılan banka hesapları vasıtasıyla ödeme zorunluluğuna tabi tutulan işverenler veya üçüncü kişilerin özel olarak açılan banka hesapları dışında bu alacakları ödeyemeyeceği belirtilmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 37’nci maddesi ile işverene iş yerinde veya bankaya yaptığı ödemelerde işçiye ücret hesabını gösterir imzalı veya iş yerinin özel işaretini taşıyan bir pusula verme yükümlülüğü hükme bağlanmıştır. Söz konusu pusulada ödemenin günü ve ilişkin olduğu dönem ile fazla çalışma, hafta tatili, bayram ve genel tatil ücretleri gibi asıl ücrete yapılan her çeşit eklemeler tutarının ve vergi, sigorta primi, avans mahsubu, nafaka ve icra gibi her çeşit kesintilerin ayrı ayrı gösterilmesi zorunluluğu hüküm altına alınmıştır.
Kanunun 67’nci maddesinde, günlük çalışmanın başlama ve bitiş saatleri ile dinlenme saatlerinin iş yerlerinde işçilere duyurulacağı; 75’inci maddesinde ise işverene çalıştırdığı her işçi için işçinin kimlik bilgilerinin yanında, İş Kanunu’nun ve diğer kanunlar uyarınca düzenlemek zorunda olduğu her türlü belge ve kayıtları saklamak ve bunları istendiği zaman yetkili memur ve mercilere göstermek zorunda olduğu bir özlük dosyası düzenlemesi gerektiği yükümlülükleri getirilmiştir.
Söz konusu düzenlemelere bakıldığında işçi işveren arasındaki iş ilişkisinde belgeye bağlama görev ve yetkisinin işçide değil, işverende olduğu görülmektedir.
İş sözleşmesinde iş görme edimini yerine getiren, belge düzenleme yetkisi ve yükümlülüğü bulunmayan işçinin, alacaklarını belirleyebilmesi için işveren tarafından düzenlenen kanuna uygun belgelere ihtiyacı vardır. Diğer yandan iş ilişkisindeki alacak kalemlerinin hesaplanmasında çıplak ücret ya da giydirilmiş ücrete göre hesaplanan farklı alacak türleri bulunmaktadır. Örneğin kıdem tazminatı, giydirilmiş ücretten hesaplanırken, diğer işçilik alacakları (fazla çalışma, hafta tatili, yıllık ücretli izin alacakları gibi) çıplak ücretten hesaplanmaktadır.
Giydirilmiş ücrete, işçinin asıl ücretine ek olarak sağlanan para veya para ile ölçülebilen menfaatler de dâhil edilmektedir. Özellikle ücrete dâhil edilecek menfaatlerin iş yerinde süreklilik arz edip arz etmediği de çoğunlukla taraflar arasında tartışma konusu edilmektedir. Bu nedenle eğitim düzeyi ve sosyal durumları birbirinden farklı olan işçilerin alacağını tam ve kesin olarak belirleyebilmelerini beklemek mümkün değildir. Bunun için yukarıda bahsedilen iki kriter birlikte değerlendirilerek, dava konusu edilen işçilik alacağının belirli olup olmadığına karar verilmesi gerekmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.12.2012 tarihli ve 2012/9-838 E.- 2012/715 K. sayılı kararında belirtildiği üzere işçilik alacaklarının özelliği dikkate alınarak alacakların belirli olduğunu söylemek mutlak olarak doğru olmadığı gibi aksinin kabulü de doğru değildir. Aynı şekilde bu nedenle talep konusu işçilik alacaklarının belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi daha doğru olacaktır.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.06.2015 tarihli 2015/22-1156 E.-2015/1598 K.; 22.06.2016 tarihli 2016/22-874 E.-2016/824 K. ile 17.01.2018 tarihli 2016/22-2181 E.-2018/24 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler kabul edilmiştir.
Öte yandan işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı konusunda Yargıtayın iş davalarının temyiz incelemesini yapan 7, 9 ve 22. Hukuk Daireleri ile Hukuk Genel Kurulu içtihatları arasında ortaya çıkan farklılığın giderilmesi için Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunca yapılan değerlendirme sonucunda 15.12.2017 tarihli ve 2016/6 E.-2017/5 K. sayılı kararı ile “İşçilik alacaklarının çok çeşitli tür, nitelik ve kapsamda olması, somut olayın özelliklerine göre oldukça değişkenlik göstermesi, hatta aynı tür işçilik alacaklarında dahi somut olayın özellikleri itibariyle işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı konusunda soyut ve genel nitelikte, her bir olayda geçerli olacak ölçüde bir karar alınamayacağından içtihadı birleştirmeye gerek olup olmadığı ön sorun olarak tartışılmış ve sonuç olarak içtihadı birleştirmeye gerek olmadığı” yönünde karar verilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı vekili müvekkilinin toplu iş sözleşmeleri gereği kendisine ödenmesi gereken yıpranma primi alacağının 2013 yılı Ekim ayından itibaren ödendiğini, geriye dönük olarak alacaklarının ödenmediğini ileri sürmüş, davalı ise davanın zamanaşımı nedeniyle reddi gerektiğini, esas yönden ise davacının toplu iş sözleşmesinin ilgili maddesinden yararlanamayacağı gerekçesiyle davanın reddini savunmuş, mahkemece bilirkişi raporunda hesaplanan miktarlar üzerinden anılan alacak hüküm altına alınmıştır.
DSİ Genel Müdürlüğü ve Bağlı İşyerlerinde uygulanmak üzere TES-İŞ ve Kamu-İş Sendikaları arasında bağıtlanan 12’nci (yürürlük süresi: 01.03.2007-28.02.2009), 13’üncü (yürürlük süresi: 01.03.2009-28.02.2011) ve 14’üncü Dönem İşletme Toplu İş Sözleşmelerinin (yürürlük süresi: 01.03.2011-28.02.2013) 103/2’nci maddesi “..Bürolarda istihdam eden işçiler hariç olmak üzere çeşit ve büyük-küçük ayrımı yapılmaksızın tüm atölyelerde fiilen formen, bakım onarım formeni, atölye imal ve tamir kontrolünü, posta başı, usta başı, usta, usta yardımcısı, atölye yağcısı görevlerinde çalışanlar seyyar tamirhane usta ve yardımcıları ve kanalet, beton boru ve direk fabrikalarında çalıştırılan işçilere çıplak yevmiyelerinin %5 i tutarında yıpranma primi ödenir.” şeklindedir.
Yeri gelmişken 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 26/2’nci maddesinde “Kuruluşlar, çalışma hayatından, mevzuattan, örf ve adetten doğan uyuşmazlıklarda işçi ve işverenleri temsilen; sendikalar, yazılı başvuruları üzerine iş sözleşmesinden ve çalışma ilişkisinden doğan hakları ile sosyal güvenlik haklarında üyelerini ve mirasçılarını temsilen dava açmak ve bu nedenle açılmış davada davayı takip yetkisine sahiptir. Yargılama sürecinde üyeliğin sona ermesi üyenin yazılı onay vermesi kaydıyla bu yetkiyi etkilemez.” düzenlemesine yer verilmiştir.
Bu nedenle eldeki dava, 6356 sayılı Kanunun anılan hükmü uyarınca davacının verdiği yetki ile toplu iş sözleşmesinin tarafı olan TES-İŞ Sendikası (Sendika) tarafından davacıyı temsilen açılmıştır.
Ancak sendikanın, işçi ile işveren arasındaki ilişkiye ait kayıt tutma, örneğin bordro tanzim etme, puantaj kayıtlarını tutma, fazla çalışma, genel tatil ya da hafta tatilinde çalışan işçilerinin bu çalışma kayıtlarını düzenleme gibi bir görevi olmadığı gibi, bu yöne ilişkin belgeleri saklama yükümlülüğü de bulunmamaktadır. Aynı şekilde dava açılmadan önce sendikanın, üye işçinin çalışma koşullarını ya da ücretlerini gösterir bordroları işverenden talep etmesi mümkün ise de, mevzuatımızda bu yöndeki bir talebin işveren tarafından karşılanmaması hâlinde ne tür işlem yapılacağına dair bir düzenleme de yer almamaktadır.
Ayrıca hükme esas alınan bilirkişi raporu incelendiğinde davacının dönem bazında günlük yevmiyesi ile yine dönem bazında bordrolarda fiili olarak çalıştığı süreler dikkate alınarak hesaplama yapıldığı görülmüştür.
Bu durumda davacının talep ettiği yıpranma priminin hesaplanabilmesi için, kanunda öngörülen kayıt ve belgeleri tutma ve işçinin bilgisine sunmakla yükümlü olan işverenin sunacağı, bordrolara ve puantaj kaydı gibi çalışma esaslarını gösterir belgelere ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca davacı işçinin yaptığı işin niteliği itibariyle TİS’in anılan hükmü kapsamında olup olmadığı da uyuşmazlık konusu olup, Mahkemece bu hususta mahallinde keşif yapılmak suretiyle sonuca gidildiği görülmüştür.
Şu hâlde yıpranma priminin belirlenebilmesi için, davalı işverenin elinde bulunan kayıt ve belgelere ihtiyaç bulunmakta, ayrıca muhasebe işlemi gerekmektedir. Bunun için de açıklandığı üzere, iş yerinde kayıt tutma dolayısı ile belgeleme yükümlüsü olan işverenin sunacağı bordrolara ve kayıtlara ihtiyaç vardır.
O hâlde dava konusu edilen yıpranma primi alacağını belirlemesi davacı işçinin eğitim ve sosyal durumu dikkate alındığında kendisinden beklenemeyeceği gibi, söz konusu alacağın belirlenebilmesi için işverende bulunan bilgi ve belgelerin verilmesi ve tahkikata ihtiyaç duyulduğundan, mahkemece davanın belirsiz alacak davası olarak görülmesi ve davanın kabulüne karar verilmesi yerindedir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, alacağın belirli olup olmadığının talep sonucunun belirlenmesine ilişkin olduğu, yargılama sırasındaki ispat sorunlarının konuyla ilgisi bulunmadığı, belirsiz alacak davası, özel ve istisnai bir dava olduğundan dar uygulanması gerektiği, toplu iş sözleşmesi gereği yıpranma primi alacağı dava konusu edilmiş olup, davayı, dava tarihi itibariyle davalı iş yerinde çalışmaya devam eden ve sendika üyesi olan davacı adına üyesi olduğu TES-İŞ Sendikasının açtığı, davalı iş yerinde tüm kayıtlar mevcut olup ayrıca dava açmadan önce istenmesi durumunda davacı sendikanın hesaba esas tüm bilgi ve belgelere ulaşabilmesinin mümkün olduğu, söz konusu belgeler istenilmeden doğrudan dava açıldığı, davacının unvanının yıpranma primini hak eden unvanlardan olup olmadığının tamamen maddi vakanın ispatına ilişkin olup, belirsiz alacak davası açılmasına gerekçe olamayacağı, talep konusu alacağın belirsiz alacak davasına konu olamayacağına dair aynı davalı işveren aleyhine aynı Sendika tarafından aynı Mahkemede açılan dava sonucunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 09.05.2018 tarihli ve 2015/22-1858 E.-2018/1028 K. sayılı kararı ile alacağın belirsiz alacak davasına konu edilemeyeceğine dair emsal karar bulunduğu, sonuç olarak davacı Sendikanın talep ve dava konusu yapılan ve sadece yıpranma primi olan alacağı, iş yerindeki belgelere ulaşabilecek ve hesaplamayı yapabilecek durumda oluşu nedenleriyle belirlenebilir dava olarak açması gerekirken, belirsiz alacak davası olarak açmasında hukuki yarar bulunmadığı, bu nedenle direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle bozulması gerektiği belirtilmiş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca mahkemenin direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre davanın esasına yönelik diğer temyiz itirazları incelenmediğinden, bu yönde inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
S O N U Ç: Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin işin esasına ilişkin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 22. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 20.12.2018 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.

KARŞI OY

Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen uyuşmazlık konusu, davacının toplu iş sözleşmesi gereği ödenmesi gereken yıpranma primi alacağını belirsiz alacak davası olarak açıp açamayacağına ilişkindir.
Alacaklı olduğunu ileri süren kişinin belirsiz alacak davası açabilmesi için talep sonucunu gerçekten belirlemesinin mümkün olmaması ya da bunun objektif olarak imkânsız olması gerekmektedir.
Alacağın belirli olup olmadığı talep sonucunun belirlenmesine ilişkindir. Yargılama sırasındaki ispat sorunlarının konuyla bir ilgisi bulunmamaktadır. Aksinin kabulü halinde dava konusu yapılan tüm alacaklar taraflar arasında ihtilaflı olduğu için hepsinin de belirsiz alacak davası olarak açılabileceğinin kabulü sonuca götürür ki yasal olarak böyle bir sonuç söz konusu bile olamaz.
Belirsiz alacak davası, özel ve istisnai bir davadır, mümkün olduğunca dar uygulanması kabul edilmelidir.
İşçi lehine yorum ilkesi bir maddi iş hukuku ilkesi olup, yargılama hukukunda uygulanmaz. Yargı kararları ile işçinin ekonomik bakımdan zayıflığı ve kayıt dışılık gibi gerekçelerle kanunda öngörülenin dışında yeni bir yargılama usulü kabul edilmemelidir. İşçilik alacakları kural olarak belirsiz değilse de, açıkça belirli de değildir. Bu bakımdan kısmi davaya konu edilmelerine bir engel bulunmamaktadır. Kısmi dava hakkını sınırlandıran …m l09/2’nin yürürlükten kaldırılmasıyla bu noktadaki tereddütleri tamamen gidermiş bulunmaktadır. Bu sebeple işçilik alacaklarının kısmi davaya konu edilemediğine ilişkin ileri sürülen gerekçelerde yerinde değildir.
Dava konusu yapılan alacak, toplu iş sözleşmesi gereği yıpranma primi alacağının tahsili istemine ilişkindir. Davayı, dava tarihi itibariyle davalı işyerinde çalışmaya devam eden ve sendika üyesi olan … adına üyesi olduğu Tes-İş Sendikası açmıştır. İşyerinde toplu iş sözleşmesi vardır. Dava konusu alacaklar bu toplu iş sözleşmesine göre istenmektedir. Davalı iş yeri DSİ Genel Müdürlüğü bir devlet kurumu olup kurumsal işyeridir ve bu işyerinde herşey kayıt altındadır.
Alacak toplu iş sözleşmesi gereği istenmekte olup, toplu iş sözleşmesinin taraflarından biri de davacı adına dava açan Sendikadır. DSİ Genel Müdürlüğünde tüm kayıtlar mevcut olup ayrıca dava açmadan önce istenmesi durumunda davacı sendikanın hesaba esas tüm bilgi ve belgelere ulaşabilmesi mümkündür. Dava konusu alacakla ilgili dava açılmadan önce hesaba esas bilgi ve belgeler davalı işyerinden istenmemiş doğrudan dava yoluna gidilmiştir. Toplu İş Sözleşmesi yapılması aşamasında davalı işverenle toplu iş sözleşmesi yapılması için tüm hesaplamaları ayrıntılı olarak yapan da davacı sendikadır ve davacı açısından bilinmezlik de söz konusu olmadığından bu nedenle de alacağın miktarını belirleyebilmek davacı Sendikadan beklenebilmelidir.
Aynı dava konusu yıpranma primi alacağı ile ilgili aynı davalı işveren aleyhine aynı davacı Sendika tarafından hatta aynı mahkemede açılan dava sonucunda Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2015/22-1858 esas – 2018/1028 karar sayılı ve 09/05/2018 tarihli ilamında “… Dava, 6356 sayılı Kanun’un anılan hükmü uyarınca davacının verdiği yetki ile toplu iş sözleşmesinin tarafı olan Tes-İş Sendikası tarafından açılmış olup, davalının kamu kurumu olduğu da gözetildiğinde, davacının bordrolarına ulaşabilecek ve toplu iş sözleşmesi hükümlerine göre belirlenen çıplak yevmiyesi üzerinden toplu iş sözleşmesinde yer alan açık hükme göre dava konusu yıpranma primi alacağını belirleyebilecek durumdadır.
Diğer taraftan, somut olayda, davacının alacağının miktar ve değerini belirleyebilmesi için elinde bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması, bu belgelere dava açma hazırlığı dönemde ulaşmasının da mümkün olmaması ve alacağının miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve belgelerin sunulmasıyla mümkün hâle geleceği bir durum da söz konusu değildir. Bu hâlde, davacının alacaklarını hesaplayabilmesi noktasında objektif veya subjektif imkansızlıktan bahsedilemez.
Tüm bu açıklamalar karşısında, dava konusu yıpranma primi alacağının belirlenebilir nitelikte olduğu anlaşılmakla hukuki yarar yokluğu sebebiyle davanın usulden reddine karar verilmesi gerekmektedir.” şeklindeki gerekçeyle alacağın belirlenebilir nitelikte olduğu, bu nedenle hukuki yarar yokluğu sebebi ile davanın usulden reddine karar verilmesi gerektiğine hükmedilmiştir. Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.04.2018 tarihli, 2015/22-2275 E., 2018/782 K. sayılı kararında da aynı sonuca varılmıştır. Hukuk Genel Kurulunun bu kararları ile dava konusu olan alacak tamamıyle aynı mahiyette olup tarafları da aynı olan bu davada varılan farklı sonucun hukuk güvenirliğini zedeleyebileceği hususu göz ardı edilmemelidir.
Davacının görev ünvanının yıpranma primine hak eden ünvanlardan olup olmadığı tamamen maddi vakanın ispatına ilişkin olup belirsiz alacak davası açılmasına gerekçe olamaz. Davacının ünvanının ihtilaflı olduğu yargılamayı gerektirdiği için belirsiz alacak davası açılabileceğinin kabulü halinde, bu kez tüm dava konusu yapılan alacaklar ihtilaflı olarak açıldığından bütün davaları belirsiz alacak davası olarak kabul etmek gerekecektir ki kanun koyucunun böyle bir hedefi amaçladığının kabulü mümkün değildir.
Yine Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 12/01/2016 tarihli 2015/33537 esas ve 2016/336 karar sayılı kararında belirsiz alacak davası açılmasına ilişkin değerlendirilmesinde, somut olayda olduğu gibi davalı kamu kurumuysa, iş yerinde toplu iş sözleşmesi varsa ve davacı da toplu iş sözleşmesi tarafı sendika veya sendika üyesi olan çalışan olup toplu iş sözleşmesinden faydalanıyorsa işçilik alacaklarının belirlenebilir olduğunu kabul etmiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle gerek birebir emsal Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararındaki ve gerekse Yargıtay 9. Hukuk Dairesi kararındaki gerekçeler dikkate alındığında, davacı sendikanın talep ve dava konusu yapılan ve sadece yıpranma primi olan alacağını iş yerindeki belgelere ulaşabilecek ve hesaplamayı yapabilecek durumda oluşu nedenleriyle belirlenebilir dava olarak açması gerekirken, belirsiz dava olarak açmasında hukuki yarar bulunmadığı kanaatinde olduğumuzdan bu doğrultudaki Yargıtay 22. H.D. bozma kararı gereği Yerel Mahkemenin direnme kararının bozulması gerekirken onanmasına ilişkin saygıdeğer çoğunluğun kararına katılmamaktayız.