Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2017/1829 E. 2021/635 K. 27.05.2021 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/1829
KARAR NO : 2021/635
KARAR TARİHİ : 27.05.2021

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü.

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili; dava dışı … ün müvekkilinin torununun eşi olduğunu ve davalıya yüklü miktarda borcu bulunduğunu, bu nedenle davacı ile davalı arasında sözleşme yapılarak müvekkiline ait 72 parsel sayılı taşınmazdaki dükkân vasıflı 3 numaralı bağımsız bölümün borç ödendiğinde iade edilmek üzere 19.10.2006 tarihinde davalıya devredildiğini, davalının ise taşınmaz üzerine ipotek tesisi suretiyle kredi kullandığını, kredi taksitlerinin dava dışı… tarafından ödemesi gerekirken ödemediğini, bu nedenle davacı tarafından ödendiğini, taşınmazın satışına ilişkin işlemin taraf muvazaası nedeniyle geçersiz ve yolsuz olduğunu ileri sürerek tapu iptali ve tescil isteminde bulunmuştur.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili; davanın hukukî dayanaktan yoksun olduğunu, devrin inançlı işleme dayalı olarak yapıldığını, dosyaya sunulan 28.10.2010 tarihli belgeye göre müvekkilinin kullandığı konut kredisinin tüm fer’ileriyle birlikte ödenmesi durumunda taşınmazın tekrar davacıya temlik edileceğinin kararlaştırıldığını, ancak davacının borcunu ödemeyip edimlerini yerine getirmediğini, kredi borcunun ödenmeyen kısmının hâlen 15.000TL civarında olduğunu, davacının karşılıklı edimleri içeren inanç sözleşmesine dayanarak inanç konusu taşınmazın iadesini isteyebilmek için öncelikle kendi edimini ifa etmesi gerektiğini, bu zorunluluğu yerine getirmeyen davacı tarafın taşınmazın tapu kaydının iptali ile kendi adına tescilini istemeye hakkı olmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesi Kararı:
6. Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 02.07.2012 tarihli ve 2010/235 E., 2012/599 K. sayılı kararı ile; davanın inançlı işlem hukuksal sebebine dayalı olduğu, taraflarca düzenlenen 28.10.2010 tarihli belgede davalının kullandığı konut kredisinin tüm fer’ileriyle birlikte davacı tarafça ödenmesi durumunda davalının taşınmazı iade edeceğinin kararlaştırıldığı, ancak davacının kredi borcunu ödemediği ve kendi edimini yerine getirmediği, inanç sözleşmesi uyarınca davalının edimi olan tapu kaydının devri koşullarının oluşmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 06.03.2013 tarihli ve 2012/15044 E., 2013/3343 K. sayılı kararı ile;
“…Hemen belirtilmelidir ki; 28.10.2010 tarihli belgenin, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı uyarınca, inançlı işlemin (teminat mukabili temlikin) belgesi niteliği taşıdığı ve sıhhati konusunda da; tarafların mutabık kaldıkları sabittir.
Gerçekten de; taşınmazın teminat mukabili temlik edilmesi karşısında, temellük edenin, alacağının kendisine ödeninceye kadar taşınmazı hıfzetmesi olanaklıdır.
Borçlar Kanunu’nun 81.(6098 sayılı Yasa’nın 97.) maddesi hükmü uyarınca, karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteğinde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre, daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir.
O halde, mahkemece yapılacak iş, gerçekten de, davalının alacağının bulunup bulunmadığının saptanması, alacağının bulunduğunun tespit edilmesi halinde, davalıya ödenmesi bakımından, belirlenecek meblağın mahkeme veznesine yatırtılması, bu gerek ifa edildiğinde davanın kabulüne; aksi takdirde, reddine karar verilmesi gerekirken; değinilen yasal düzenleme göz ardı edilerek yazılı olduğu üzere hüküm kurulmuş olması doğru değildir…” gerekçesi ile yerel mahkeme kararı bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Muğla 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 20.02.2014 tarihli ve 2013/453 E., 2014/77 K. sayılı kararı ile; bozma kararında karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteğinde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerektiği, bu nedenle davalı tarafın alacağının bulunup bulunmadığının saptanarak, bulunması hâlinde davacı tarafından mahkeme veznesine yatırması için yasal işlemlerin yapılması gerektiğinden bahsedilmiş ise de mahkemece bozma kararından önce bu yola gidilerek kredi borcunun kim tarafından ödendiğinin ilgili bankadan sorulduğu, bankanın 26.10.2011 tarihli ödemenin Ethem Çağlayan tarafından, kalan kısmın ise davalı tarafından ödendiğini bildirdiği, gelen yazı cevabına davacı tarafça borcun kendileri tarafından ödendiğine dair bir itirazda bulunulmadığı, ayrıca 28.04.2011 tarihli celsede kredi borcunu ödeyip ödemeyeceği hususunun davacı …’den sorulduğu, ancak davacının 28.10.2010 tarihli belgeyi okumadan imzaladığını belirterek kalan borcu ödemeyeceğini beyan ettiği, kredi borcunun kalan kısmını ödemeyi kabul etmeyen davacıya borcunu depo etmesi için süre verilmesinin lüzumlu olmadığı gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 28.10.2010 tarihli belge içeriği ile davacının 28.04.2011 tarihli celsede davalı tarafından kullanılan banka kredisinin kalan borcunu ödemeyeceğini açıkça beyan etmiş olması karşısında, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 81. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 97.) maddesi uyarınca mahkemece davalının alacağının bulunup bulunmadığının araştırılarak, bulunması durumunda mahkeme veznesine yatırması için davacıya gerekli sürenin tanınıp, oluşacak sonuca göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. GEREKÇE
12. Bilindiği üzere Türk Hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Ancak uygulama ve öğretide, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 26. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 19.) maddesinde yer alan “sözleşme özgürlüğü” ilkesi kapsamında inançlı sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir. İnançlı işlemlerde inanan ve inanılan taraf, inanç sözleşmesinin konusunun mülkiyetinin önce inanılana geçmesi; ardından inanana geri dönmesi hususunda anlaşırlar. Hukuk Genel Kurulunun 17.05.2000 tarih ve 2000/2-888 E., 2000/885 K. sayılı kararında belirtildiği gibi inançlı işlemler, bir kimsenin menfaatinin başkası tarafından korunması veya teminat sağlamak amacıyla ona bazı hakları ciddi olarak devrettiği, ancak hakları iktisap edenin bunlardan doğan bazı yetkileri hiç kullanmaması, bazılarını da ancak önceden hak ve halen menfaat sahibi olanın gösterdiği biçimde kullanmak zorunda olması hususunda tarafların anlaştığı işlemlerdir. Görüleceği üzere inançlı işlem güven esasına dayanan bir hukukî işlemdir. Taraflar birbirlerine duydukları güven sonucu bir malın mülkiyetini sözleşmenin karşı tarafına geçirir ve daha sonrasında bu malın kendisine geri döneceğine güvenir. Hatta inanan, malın kendisine döneceğine güvenen kişi olarak tanımlanır.
13. İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukukî sebebini teşkil eder.
14. İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
15. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
16. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere mal varlığına dâhil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukukî muamelelerden daha güçlü bir hukukî durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
17. Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı inanç sözleşmesi ile alan kimsenin ise borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
18. Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez. inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 97. maddesi) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 26 ve 27. (818 sayılı Borçlar Kanunun 19 ve 20.) maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
19. Ancak, Türk hukukunda taşınmazlara ilişkin tasarruf işlemleri tapu müdürlüklerinde resmî şekilde yapılabilmektedir. Bu nedenle taşınmaz mülkiyetinin nakli tapuda inançlı temlik yoluyla yapılamamaktadır. Bu durum da taşınmazların inançlı devrinin muvazaa ile karıştırılmasına neden olmakta ve pek çok sakıncayı beraberinde getirmektedir. Hak sahipleri, taşınmazı inançlı olarak devretmek istemelerine rağmen tapu müdürlüklerinin bu işlemi yapamaması nedeniyle taraflar tapuda işlemi genellikle satış sözleşmesi şeklinde yapmakta, gerçek iradelerini yansıtan ve gizli işlem olarak gözüken inanç sözleşmesi ise şekil şartını taşımadığından taşınmazların inanç sözleşmesiyle devri mümkün olmamaktadır.
20. Bu nedenle taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukukî sonuç doğuracağı ve sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi hâlinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağı önem taşımakta olup, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
21. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hâllerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekâlet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmî senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.
22. İçtihadı birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, gerekçeleri ile yol gösterici ve sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması hâlinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
23. Ayrıca İçtihadı Birleştirme Kararının sonuç bölümünde, inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, hiçbir yerinde inançlı işlemin dayandığı yazılı belgenin, en geç işlem tarihinde veya daha önceki bir tarihte düzenlenmiş olması gerektiği hususu tartışılmadığı gibi değinilen bu konuda en ufak bir açıklamada dahi bulunulmamıştır. Bunun dışındaki bir kabul, İçtihadı Birleştirme Kararının kapsamının genişletilmesi anlamını taşıyacağından, bu durum hukuk düzeni tarafından kabul edilemez.
24. Bu nedenle, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı İçtihadı Birleştirme Kararının doğal bir sonucudur. Sözü edilen kararın gerekçesinde yazılı belgenin akitten önce veya sonra düzenlenmesi gerektiğine; diğer bir deyişle akitten sonraki tarihi taşıyan belgenin geçerli olamayacağına dair bir ifade ya da hüküm yer almadığı gibi sonuç bölümünde yalnızca “nam-ı müstear davalarının mesmu ve yazılı delil ile ispatının caiz olduğuna” hükmedilmiştir.
25. İçtihadı Birleştirme Kararının içeriğinde yer almayan belgenin akit tarihinden önce düzenlenmesi gerektiği yönündeki bir ek koşulun yorum yolu ile de olsa karar kapsamına alınması mümkün değildir.
26. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 14.07.2010 tarih ve 2010/14-394 E., 2010/395 K. sayılı kararında da aynı hususlar vurgulanmıştır.
27. Görüleceği üzere tapulu bir taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup, yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gereğidir. Ancak inançlı işlemin yazılı delilini oluşturan inanç sözleşmesinin varlığını, inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen tarafın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 6. ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 190/1. maddesindeki genel hükümler uyarınca ispat etmesi gerekmektedir.
28. Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış delil başlangıcı niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dâhil her türlü delille kanıtlanabileceği kabul edilmiştir (Hukuk Genel Kurulunun 28.12.2005 tarihli ve 2005/14-677 E., 2005/774 K.; 14.11.2019 tarihli ve 2017/1-1254 E., 2019/1197 K. sayılı kararları). Yazılı delil veya delil başlangıcı yoksa inanç sözleşmesinin ikrar (HMK m.188) ve yemin (HMK m. 225 vd) gibi kesin delillerle de ispat edilmesi olanaklıdır.
29. İnanç sözleşmesinin hukukî mahiyeti ve ispatına ilişkin bu genel açıklamalardan sonra somut olaya gelindiğinde, dava konusu taşınmaz davacı tarafından 25.09.2006 tarihinde satış suretiyle davalıya temlik edilmiş olup, gerek dava dilekçesindeki açıklamalar ve gerekse taraflarca eldeki dava açıldıktan sonra düzenlenen ve altındaki imza 28.04.2011 tarihli celsede bizzat davacı tarafından kabul edilen 28.10.2010 tarihli belge içeriğine göre; davacının akrabası olan dava dışı Yakup Öztürk’ün davalıya olan borcunu teminat altına almak üzere taşınmazı davalıya temlik ettiği, davalının anılan taşınmazı ipotek ettirmek suretiyle kullandığı banka kredisinin kalan borcunu sigorta ve ihtarname masrafları ile birlikte davalıya ödenme hâlinde taşınmazın iade edileceğinin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır.
30. Belirtmek gerekir ki, dava dilekçesinde yanlar arasında yapılan temlikin taraf muvazaası nedeniyle geçersiz olduğu ileri sürülmüş ise de; yukarıdaki açıklamalar uyarınca tapuda satış şeklinde yapılan temlikin gerçekte inanç sözleşmesine dayalı ve hukuken geçerli bir temlik olduğu, 28.10.2010 tarihli belgenin de inançlı işlemin yazılı belgesi niteliğinde olup, tapuda yapılan resmi akitten sonra düzenlenmiş olmasının sonuca bir etkisinin bulunmadığı açıktır.
31. Bu durumda, karşılıklı olarak iki tarafa borç yükleyen inanç sözleşmesi nedeniyle taşınmazın iadesini talep eden davacının TBK’nın 97. (BK’nın 81.) maddesi uyarınca kendi borcunu ifa etmiş olması ya da ifasını önermiş olması gerekir. Bahsi geçen yasa maddesi karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde ifa zamanına ilişkin olarak özel bir düzenleme içermekte ve “Karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir” hükmünü taşımaktadır. Bu maddeye göre taraflardan biri borçlanmış olduğu edimi yerine getirmiş veya ifasını önermiş olmadıkça, diğer taraf kendi edimini ifadan kaçınma hakkına sahiptir. Bu tür sözleşmelerde özel bir kanun hükmü, teamül veya anlaşma olmadıkça taraflardan birinin borcunu diğerinden daha önce ifa yükümlülüğü bulunmamaktadır.
32. Somut olayda ise taraflar arasında düzenlenen 28.10.2010 tarihli sözleşmede, davacının edimi olan konut kredisinin kalan toplam borcunu (deprem sigortası, hayat sigortası, yangın sigortası ve ihtarname masrafları ile birlikte) davalının taşınmazı iade etmesinden sonra ödeyeceğine dair herhangi bir hüküm bulunmamaktadır. Aksine, davacı …’in ödeme yapması hâlinde aynı gün davalı tarafından başka hiçbir bedel talep olunmaksızın davaya konusu taşınmazın tapuda davacıya devredileceği kararlaştırılmıştır. Mahkeme tarafından da 28.04.2011 tarihli duruşmada davacı asilin kalan kredi borcunu ödemeyeceği yönündeki beyanı esas alınarak davanın reddine karar verilmiş ve bu kararda ısrar edilmiştir.
33. Ne var ki, HMK’nın 32. maddesi uyarınca yargılamayı hâkim sevk ve idare eder. Bu nedenle mahkemenin açılan bir davayı amacına ve kanuna uygun şekilde inceleyip, makul süre içerisinde kararını vererek sonuçlandırması gerekmektedir. Bu bağlamda, davanın idaresi ve yürütülmesini, yargılama kuralları çerçevesinde mahkeme belirlemelidir. Böyle olunca, eldeki davanın niteliği gereği TBK’nın 97. (BK’nın 81.) maddesindeki koşullar oluştuğunda, yani davacının edimini yerine getirmesi durumunda her zaman açılabileceği, bu anlamda kesin hüküm oluşturmayacağı gözetilerek, öncelikle yanlar arasındaki sözleşme uyarınca davacının ödemekle yükümlü olduğu borç miktarının belirlenmesi, ondan sonra belirlenen miktarı mahkeme veznesine yatırması için gerekli olan sürenin kendisine tanınması, verilecek süre içerisinde edimini yerine getirmesi hâlinde davanın kabulüne, getirmemesi hâlinde ise reddine karar verilmesi gerekirken, hâkimin yargılamayı ve sevk ve idare yetkisi kapsamında davacıya edimini yerine getirmemesinin sonuçlarını hatırlatmadan duruşmada alınan beyanı üzerine davanın reddine karar verilmiş olması yasal düzenleme ve usul ekonomisi ilkelerine aykırıdır. Kaldı ki, davacı vekili temyiz dilekçesinde borç miktarının mahkemece tespiti durumunda müvekkilinin edimini ifaya hazır olduğunu da bildirmiştir.
34. O hâlde, Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı açıklanan bu genişletilmiş gerekçe ile bozulmalıdır.

IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının genişletilmiş gerekçe ve nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Aynı Kanun’un 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 27.05.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.