Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2017/1484 E. 2018/1347 K. 25.09.2018 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/1484
KARAR NO : 2018/1347
KARAR TARİHİ : 25.09.2018

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul 6. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 03.04.2012 tarihli ve 2011/229 E. 2012/77 K. sayılı kararın davacı vekili ile davalılardan … ve …. Yatırım San. Tic. A.Ş. vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 19.12.2013 gün ve 2013/2423 E., 2013/20280 K. sayılı kararı ile,
(…1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere göre davacının, davalı …’ya yönelik temyiz itirazları reddedilmelidir.
2- Davacının, davalı …. Yatırım San. Tic. A.Ş. ile davalı …’ya yönelik temyiz itirazlarına gelince;
Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırıya dayalı manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davalı … hakkında açılan davanın husumet yokluğu nedeniyle reddine, diğer davalılar hakkında açılan davanın sübut bulmadığından reddine karar verilmiş; hüküm, davacı ve davalılardan … ve …. Yatırım San. Tic. A.Ş. tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı,…. Gazetesinde “Başbakan’ın….’ı Sildiği An” başlığı ile yer alan 24/05/2011 tarihli yazı ve “Başbakanı Şahit Olarak Yazacağım” başlığı ile yer alan 31/05/2011 tarihli yazı nedeniyle manevi tazminat isteminde bulunmuştur.
Davalılar, davanın reddedilmesi gerektiğini savunmuştur.
Mahkeme, davacının milletvekilliği yapmış bir siyasetçi olduğunu, kamuoyunca başbakana yakınlığı ile bilindiğini, davacının konumu itibari ile davaya konu yazıları hoşgörü ile karşılaması gerektiğini, ayrıca yazı içeriklerinin hakaret içermediğini belirterek davanın reddine karar vermiştir.
Basın özgürlüğü, Anayasanın 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Yasasının 1. ve 3. maddelerinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerde basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin amacı; toplumun sağlıklı, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesini gerçekleştirmektir. Bu durum da halkın dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma ve yönlendirmede yetkili ve aynı zamanda sorumludur. Basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır. Bunun içindir ki, bu tür davaların çözüme kavuşturulmasında ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerin değerlendirilmesinden farklı bir yöntemin izlenmesi gerekmektedir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir.
Ne var ki basın özgürlüğü sınırsız olmayıp, yayınlarında Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümü ile Türk Medeni Kanununun 24 ve 25. maddesinde yer alan ve yine özel yasalarla güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunulmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluktur.
Basın özgürlüğü ile kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği, bunun sonucunda da, daha az üstün olan yararın daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Bunun için temel ölçüt kamu yararıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basın bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini gözetmeli, haberi verirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan gerçek olmadığı anlaşılan olayların yayınından da basın sorumlu tutulmamalıdır.
Dosya kapsamından; davaya konu edilen yazılarda, davacı ile başbakan arasında yaşandığı iddia edilen bir olayın anlatıldığı, bu olay sonrasında davacının listeye alınmadığının belirtildiği, ancak yazılara konu edilen iddiaların gerçekliğinin ispatlanmadığı anlaşılmaktadır. Şu halde; yayınlanan yazılar, gerçek dışı haber niteliğinde olup kişilik haklarına saldırı niteliğindedir.
Mahkemece açıklanan olgular gözetilerek, davacı yararına uygun bir miktar manevi tazminat takdir edilmesi gerekirken, yerinde olmayan yazılı gerekçeyle, istemin tümden reddedilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.
3- Davalı …’nun temyiz itirazına gelince; mahkemece, davalılara yönelik manevi tazminat istemi farklı hukuki nedenlerle karara bağlanmıştır. Hüküm tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’nin 3/2.maddesi uyarınca farklı hukuki nedenlerle karar verilmesi durumunda; ret sebebi aynı olan davalılar yararına tek, farklı olan davalılar yararına ayrı ayrı vekâlet ücretine karar verilmesi gerekir. Davalı … hakkındaki dava, husumet yokluğu nedeniyle reddedildiğine göre; onun yararına ayrı vekalet ücreti takdir edilmesi gerekirken, tek vekalet ücretine karar verilmesi doğru değildir. Kararın bu nedenle de bozulması gerekmiştir…)
gerekçesiyle oy çokluğuyla bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece bozma ilamının (2) numaralı bendi yönünden önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, basın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin Adalet ve Kalkınma Partisi üyesi ve Diyarbakır milletvekili olduğunu,…. Gazetesi’nin 24.05.2011 tarihli nüshasında davalılardan … tarafından kaleme alınan “Başbakan’ın….’ı Sildiği An” başlıklı yazıda müvekkiline yönelik gerçek dışı, hayal ürünü ve tamamen iftiradan ibaret iddialara yer verildiğini, söz konusu köşe yazısında genel olarak müvekkili….’ın Sayın Başbakan’a Diyarbakır’da bazı isimlerin milletvekili adayı yapılmaması konusunda telkinde bulunduğu, tehditkâr ifadeler kullandığı, bu konuşma üzerine Sayın Başbakan’ın müvekkilini milletvekili aday listesine almadığı ve müvekkilinin aday yapılmamasını istediği kişilere de adaylık teklifi götürdüğü şekilde ifadelere yer verildiğini, söz konusu köşe yazısının basın özgürlüğü ve habercilik ilkeleri ile bağdaştırılmasının mümkün olmadığını, nitekim gazeteye gönderdikleri 25.05.2011 tarihli cevap ve düzeltme yazısında müvekkiline yöneltilen iddiaların gerçek dışı, hayal ürünü ve asılsız olduğunu belirterek metnin Basın Kanunu’nun 14. maddesi gereğince yayınlanmasını talep ettiklerini, bunun üzerine gazetenin 31.05.2011 tarihli sayısının 6. sayfasında … tarafından kaleme alınan “Başbakanı şahit olarak yazacağım!” başlıklı yazıda iddianın sürdürüldüğünü, tüm bu iddiaların temel amacının toplumun yakından tanıdığı müvekkili hakkında çeşitli söylentiler çıkmasını sağlayarak onu toplum içinde zor duruma düşürmek ve kötülemek olduğunu, davalının iddialarını ispatla yükümlü bulunduğunu, dava konusu ifadelerin müvekkilinin kişilik haklarına yönelik ağır bir saldırı niteliğinde olduğunu ileri sürerek…. Gazetesi’nde yayınlanan 24.05.2011 tarihli “Başbakan’ın….’ı sildiği an!” başlıklı yazıda kullanılan ifadelerden dolayı 10.000,00 TL ve 31.05.2011 tarihli “Başbakan’ı şahit olarak yazacağım!” başlıklı yazıda kullanılan ifadelerden dolayı 10.000,00 olmak üzere toplam 20.000,00 TL manevi tazminatın haksız fiil tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalılar …. Yatırım Sanayi ve Tic. A. Ş. ve … vekili; öncelikle Basın Kanunu’nun 13. maddesinde tahdidi olarak sayılan tazminat davalarında hukuki sorumluluğu bulunan şahıslar arasında sorumlu müdürün bulunmadığını, bu sebeple davanın müvekkili … yönünden pasif husumet yokluğundan reddi gerektiğini, dava konusu köşe yazılarında davacının kişilik haklarını ihlal eden herhangi bir ifade bulunmadığını, genel seçimler öncesinde siyasi bir kişilik olan davacı hakkında yazı yazılmasının doğal olduğunu, bunun yanı sıra politikacıların haklarında yapılan sert eleştiri ve ithamlara da katlanmak zorunda olduğunu, köşe yazılarının haberlerden farklı olarak yazarın şahsi görüşleri ile yorum ve eleştirilerinden oluştuğu için haberlerden farklı değerlendirilmesi gerektiğini, ayrıca basının görevlerini yerine getirebilmesi için özgür olması gerektiğini, davaya konu yazının belirli kelime ve cümlelerine değil bütününe bakıldığında kişilik haklarını ihlal kastı taşımadığını, kullanılan başlık ve üslubun ise okuyucunun ilgisini çekmeye yönelik bir gazetecilik tekniği olduğunu belirterek davanın reddini savunmuştur.
Davalı … yargılamaya katılmamış ve beyanda bulunmamıştır.
Mahkemece; davacının önceki dönem milletvekilliği de yapmış bir siyasetçi olduğu, ayrıca kamuoyunda Başbakan’a yakınlığı ile de bilindiği, toplum içinde bulunduğu konum itibariyle hakkında yayınlanan bu iki yazıyı hoşgörü ile karşılaması ve katlanması gerektiği, yani katlanma kapasitesinin herhangi bir kişiden çok daha yüksek olması gerektiği, kaldı ki her iki yazı içeriğinin de hakaret içermediği, gazetecilik mesleği gereği dikkati çekebilecek nitelikte başlıklarla verildiği, davacının kişilik haklarına ağır ve haksız bir tecavüzün varlığından bahsedilemeyeceğinden davanın sübut bulmadığı, davalılardan … hakkındaki davada ise Basın Kanunu’nun 13. maddesinin 1. fıkrası gereğince yazı işleri müdürü olan davalıya husumet yöneltilemeyeceği gerekçesiyle davalı … aleyhine açılan davanın pasif husumet ehliyeti bulunmadığından reddine, davalılar …. Yatırım A.Ş. ve … aleyhine açılan davanın sübut bulmadığından reddine karar verilmiştir.
Davacı vekili ile davalılardan … ve …. Yatırım San. Tic. A.Ş. vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel Mahkemece bozma kararının 3 nolu bendi yönünden bozmaya uyulmuş, bozma kararının 2 nolu bendi yönünden önceki gerekçeler tekrar edilerek direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararını davacı vekili temyiz etmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davaya konu köşe yazılarında belirtilen davacı hakkındaki iddiaların gerçek dışı haber olup olmadığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil edip etmediği, buradan varılacak sonuca göre davacı yararına manevi tazminata hükmedilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü açısından öncelikle konuyla ilgili yasal düzenlemelerin irdelenmesinde yarar vardır.
Manevi zarar, kişilik değerlerinde oluşan objektif eksilmedir. Duyulan acı, çekilen ızdırap manevi zarar değil, onun görüntüsü olarak ortaya çıkabilir. Acı ve elemin manevi zarar olarak nitelendirilmesi sonucu, tüzel kişileri ve bilinçsizleri; öte yandan, acılarını içlerinde gizleyenleri tazminat isteme haklarından yoksun bırakmamak için yasalar manevi tazminat verilebilecek bazı olguları özel olarak düzenlemiştir.
Bunlar kişilik değerlerinin zedelenmesi (TMK m.24), isme saldırı (TMK m.26), nişan bozulması (TMK m.121), evlenmenin butlanı (TMK m.158/2), boşanma (TMK m.174/2) bedensel zarar ve ölüme neden olma (818 sayılı BK m.47) durumlarından biri ile kişilik haklarının zedelenmesi (818 sayılı BK m.49) olarak sıralanabilir.
4721 sayılı TMK’nın 24. maddesi ile 818 sayılı BK’nın 49. maddesi diğer yasal düzenlemelere nazaran daha kapsamlıdır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24. maddesinde;
“Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hakimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir.
Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”
Dava konusu yayının yapıldığı ve davanın açıldığı tarihte yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (BK) 49. maddesinde ise;
“Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.
Hakim, manevi tazminatın miktarını tayin ederken, tarafların sıfatını, işgal ettikleri makamı ve diğer sosyal ve ekonomik durumlarını da dikkate alır.
Hakim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir tazmin sureti ikame veya ilave edebileceği gibi tecavüzü kınayan bir karar vermekle yetinebilir ve bu kararın basın yolu ile ilanına da hükmedebilir.”
hükümleri yer almaktadır.
TMK’nın 24 ve BK’nın 49. maddelerinde belirlenen kişisel çıkarlar, kişilik haklarıdır. Kişilik hakları ise, kişisel varlıkların korunmasıyla ilgilidir. Kişisel varlıklar, bedensel ve ruhsal tamlık ve yaşam ile nesep gibi insanın, insan olmasından güç alan varlıklar ya da kişinin adı, onuru ve sır alanı gibi dolaylı varlıklar olarak iki kesimlidir.
Görüldüğü üzere BK’nın 49. maddesi gereğince kişisel hakları zarara uğrayanların manevi tazminat isteme hakları vardır.
Bu genel açıklamalardan sonra uluslararası metinlerde ifade özgürlüğünün nasıl yer aldığının da incelenmesinde yarar bulunmaktadır:
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrası; “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.” hükmünü içermektedir. Bu durumda, mahkemelerce önlerine gelen uyuşmazlıklarda usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar ile iç hukukun birlikte yorumlanması ve uygulanması gerekmektedir.
Hâl böyle olunca, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AİHS) somut uyuşmazlığın nasıl düzenlendiğini ve sözleşmenin uygulanmasını sağlayan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının incelenmesi gerekmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “İfade Özgürlüğü” başlıklı 10. maddesinin birinci fıkrası; “Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak, kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ülke sınırları gözetilmeksizin, kanaat özgürlüğünü ve haber ve görüş alma ve de verme özgürlüğünü de kapsar. Bu madde, Devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel değildir.” hükmünü içermekte olup hangi hâllerde ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği de aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenmiştir.
İfade özgürlüğü demokratik bir toplumun en önemli temellerinden birisi olup, toplumsal ilerlemenin ve her bireyin gelişiminin başlıca koşullarından birini teşkil etmektedir. AİHS’nin 10. maddesinin ikinci fıkrası saklı kalmak koşuluyla, ifade özgürlüğü yalnızca iyi karşılanan ya da zararsız veya önemsiz olduğu düşünülen değil, aynı zamanda kırıcı, hoş karşılanmayan ya da kaygı uyandıran “bilgiler” ya da “düşünceler” için de geçerlidir. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin gerekleri olup, bunlar olmaksızın “demokratik toplum” olmaz (Handyside, parag. 49, başvuru no: 5493/72, 07.12.1976). AİHS’nin 10. maddesinde benimsenen ifade özgürlüğü bu şekilde olmakla birlikte, yine de dar bir yorum gerektiren istisnalar içermektedir ve bu hakkı kısıtlama ihtiyacının ikna edici bir biçimde ortaya konması gerekmektedir (Pakdemirli/Türkiye kararı, başvuru no: 35839/97, 22 Şubat 2005).
İfade özgürlüğü geniş bir şekilde yorumlanmakta ise de, sınırsız olmadığı da Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilmiştir. Burada çözülmesi gereken temel sorun ifade özgürlüğü ile kişilik haklarına yönelik saldırı arasındaki sınırın hangi ölçütlere göre saptanacağıdır.
AİHM önüne gelen uyuşmazlıklarda yapılan müdahalenin ifade özgürlüğünü ihlal edip etmediğini aşağıdaki kriterleri uygulayarak tespit etmektedir:
1. Müdahalelerin yasayla öngörülmesi:
AİHM, Sözleşme’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yasayla öngörülme” ifadesinin, ilk olarak, itiraz konusunun iç hukukta bir dayanağı olması gerektiğini hatırlatır. Ancak söz konusu ifade hukuki normların ilgili kişinin erişiminde olmasını, sonuçlarının öngörülebilmesini ve hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmasını gerektiren kanun niteliğine de atıfta bulunmaktadır (Association Ekin/Fransa, başvuru no: 39288/98; Ürper ve diğerleri/Türkiye kararı, başvuru no: 14526/07, 14747/07, 15022/07, 15737/07, 36137/07, 47245/07, 50371/07, 50372/07 ve 54637/07, 20 Ekim 2009).
2. Müdahalelerin meşru bir amaç izleyip izlemediği konusu:
Sözleşme’nin 10/2. maddesine göre, bu özgürlüklerin kullanılması “…demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlâkın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”
Görüldüğü üzere yasayla düzenlemek şartıyla ve “başkalarının şöhret ve haklarının korunması” amacıyla ifade özgürlüğünün sınırlandırılabileceği kabul edilmekte olup sınırlama haklı olsa bile, bu kez sınırlamanın orantılılığı gündeme gelecektir (bkz. sınırlamanın orantısızlığı konusunda Pakdemirli/ Türkiye kararı). Kişilik hakkının korunması ile ifade özgürlüğü arasındaki dengeyi iyi sağlamak gerekmektedir. Özellikle siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin kişilik hakları ve şöhretleri söz konusu olduğunda bu dengede ifade özgürlüğünün ağır bastığı konusunda kuşku yoktur. Diğer bir deyişle, terazide bir yanda siyasetçilerin ve devlet görevlilerinin “kişilik hakları”, diğer yanda “ifade özgürlüğü” bulunduğu durumlarda, tercihin daha çok ifade özgürlüğünden yana kullanıldığı söylenebilir (Osman Doğru, Atilla Nalbant; İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi Açıklama ve Önemli Kararlar, C. 2, Ankara 2013, s. 232).
3. Müdahalelerin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı konusu:
AİHM, ifade özgürlüğünün, demokratik bir toplumun temel yapılarından birini oluşturduğu ve toplumun gelişimi ve bireyin kendini gerçekleştirmesinin temel koşullarından biri olduğunu hatırlatır (Lingens/Avusturya, başvuru no: 9815/82, 08 Temmuz 1986). İfade özgürlüğü istisnalara tabi olsa da, bu istisnalar dar bir biçimde yorumlanmalı ve sınırlama nedeni ikna edici bir biçimde ortaya konmalıdır (Observer ve Guardian/Birleşik Krallık, A Serisi no: 216, başvuru no: 13585/88, 26.11.1991).
Kabul edilebilir eleştiri sınırları hususunda ise AİHM, sıradan bir kimse ile karşılaştırıldığında bu sınırların, halka mal olmuş bir kişi olarak hareket eden siyaset adamları için daha geniş olduğunu birçok kez kabul etmiştir. Siyasetçilerin fiil ve davranışları, kaçınılmaz olarak ve bilinçli bir şekilde, gazetecilerin olduğu kadar vatandaşların, hepsinden çok da siyasi rakibinin sıkı bir denetimine tabidir. Bir siyaset adamı, özellikle de kendisi eleştiriye yol açabilecek halka açık konuşmalar yaptığı zaman daha fazla hoşgörü göstermelidir. Elbette siyaset adamının namını koruma hakkı vardır, hatta özel yaşamının dışında bile, fakat ifade özgürlüğüne getirilen istisnalar dar bir yorumu zorunlu kıldığından, bu korumanın gerektirdikleri ile siyasi sorunların özgürce tartışılmasının getirdiği yararlar denge içinde olmalıdır (Bkz., özellikle, Oberschlick/Avusturya (no:2), 1 Temmuz 1997 tarihli karar, Derleme 1997-IV, s. 1274-1275, § 29 ve adı geçen Lingens/Avusturya kararı, başvuru no: 9815/82, 08 Temmuz 1986, parag. 42).
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 25.04.2018 gün ve 2017/4-1320 E., 2018/986 K.; 30.05.2018 gün ve 2017/4-1470 E., 2018/1144 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
Basın özgürlüğü ise ifade özgürlüğünün en önemli unsurlarından birisidir. AİHM basın ile ilgili kararlarında ifade özgürlüğünün demokratik bir toplumun esaslı temellerinden birisini oluşturduğuna değinildikten sonra basına tanınması gereken güvencelerin özel bir öneme sahip bulunduğu belirtilmektedir. Basın ve diğer medya organlarının ifade özgürlüğü kamuoyuna yöneticilerin görüş ve davranışlarını tanıtmak ve yargılamak için en iyi araçlardan birisini sunmaktadır. Basına siyasal arenada ve kamunun ilgilendiği diğer alanlarda tartışma konusu olan bilgi ve görüşleri iletme görevi düşer. Basının bu görevi, kamuoyunun da bilgi ve görüşleri alma hakkı ile tanımlanır (Handyside/Birleşik Krallık, 7 Aralık 1976, Başvuru No: 5493/72, 49, Centro Europa 7 S.R.L. And Dı Stefano/İtalya, Başvuru No: 38433/09, 131).
O hâlde basın özgürlüğü bir yönüyle halkı ilgilendiren haber ve görüşleri iletme özgürlüğüdür, diğer yönüyle de halkın bu bilgi ve görüşleri alma hakkıdır. Mahkeme’ye göre basın ancak bu şekilde, kamuoyunun bilgi edinme hakkı bakımından yaşamsal önemi bulunan “halkın gözcülüğü” ya da “bekçisi” görevi yapabilir. Basın özgürlüğü söz konusu olduğunda, ulusal makamlara tanınan takdir yetkisi, demokratik bir toplumun yararı dikkate alınarak sınırlandırılır (Édıtıons Plon/Fransa, Başvuru No: 58148/00, 44; Bladet Tromsø And Stensaas/Norveç, Başvuru No: 21980/93, 59).
Burada şu hususun da ifade edilmesi gerekir ki, Sözleşme’nin 10. maddesi sadece ifade edilen haber ve fikirlerin içeriğini değil, fakat aynı zamanda bunların nakledilme biçimlerini de korur. (Oberschlick/Avusturya, Başvuru No: 20834/92, 57). AİHM’nin yerleşik içtihadına göre; gazetecilik özgürlüğü ve mesleği, belirli ölçüde abartma, hatta kışkırtma unsurunu da içerir (Prager And Oberschlick/Avusturya, Başvuru No: 15974/90, 38).
Basının “başkalarının itibarını korumak” gibi çizilmiş sınırları aşmaması gerekmekle birlikte kamunun menfaatinin bulunduğu diğer alanlarda olduğu gibi, siyasi meselelerde de haber ve fikirleri iletmek yine basına düşen bir görevdir. Sadece basının bu tür haber ve fikirleri iletme görevi yoktur, halkın da bunları edinme hakkı da vardır (Sunday Times/Birleşik Krallık, parag. 30, başvuru no: 6538/74, 26.04.1979).
Basın özgürlüğünün iç hukukumuzda nasıl yer aldığı konusuna gelince; 1982 Anayasası’nın “Basın Hürriyeti” başlıklı 28. maddesi ile 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 3. maddesi basın özgürlüğünü düzenlemiş ve bunun sınırlarını göstermiştir.
5187 sayılı Kanunun 3. maddesinde;
“Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.
Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.”
hükmü yer almaktadır.
Bu hükümden de anlaşılacağı üzere; basın özgürlüğü, kişinin dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren olay ve olgular hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamayı amaçlar.
Bunun gereği olarak basın, haber toplamak, fikir ve kanaatleri izleyerek bunları çözümlemek, yorumlamak, eleştirmek ve sonuçta kamuoyunu ilgilendiren konularda doğru ve gerçeğe uygun haber vermek hakkına sahip ve bununla görevlidir. Eş söyleyişle denetim, uyarma, eleştiri ve gerçekleri açıklama, basının doğal görevleridir.
Yine basın özgürlüğü ile bağlantılı kavramlar olarak; Anayasa’da düşünce ve kanaat (m. 25); düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti (m. 26) ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Demokratik yaşamın gelişmesinde, ulusal birliğin sağlanmasında, kamuoyunun sağlıklı bir biçimde oluşmasında, sosyal ve siyasal ilerlemede basının çok önemli bir fonksiyonunun bulunduğu açık ve kuşkudan uzaktır.
Doğaldır ki basının bu ayrıcalıklı konumu ve hukuk düzeninin kendisine tanıdığı özgürlük, tüm özgürlükler gibi yine hukuk düzenince çizilen sınırlara tabidir. Basın, yaptığı yayımlarda, gerek Anayasa’nın “Temel Hak ve Özgürlükler” bölümünde yer alan ve gerekse de TMK’nın 24 ve 25. maddelerinde ve ayrıca özel yasalarda güvence altına alınmış olan, kişilik haklarına saygı göstermek, bunlara saldırı niteliği taşıyabilecek tutum ve davranışlardan kaçınmak zorundadır.
Bu cümleden olarak basın, belirli bir kişinin fikrini tartışmak zorunda kaldığı durumlarda bile, objektif bilgi vermekle ve eleştirmekle yetinmeli, olayları tahrif etmek veya kuşkuları yaymak gibi hukukun izin vermeyeceği yollara başvurmamalıdır. Özellikle de hakaret niteliğinde ya da yersiz, onur kırıcı söz ve deyimlerin kullanılmasından kaçınmalıdır.
Basının kamu görevi yapmasında göz önünde tutulan amaçla, kişilik haklarına verilen zarar arasında açık bir oransızlık varsa, yayımın hukuka aykırı olduğu kabul edilmelidir. Objektiflikten ayrılmak, haber sınırını aşmak, genişletici ve yanlış yorumlarda bulunmak, gerçek dışı haber vermek, yersiz şekilde onur kırıcı sözler kullanmak, dürüstlük kurallarına aykırı davranmak, kişisel nedenlerle salt sansasyon için yayım yapmak hukuka aykırıdır.
Bu açıklamalardan sonra, denilebilir ki, basın özgürlüğünün kişilik haklarına üstün tutulabilmesi için haberin gerçeğe uygun olması, gerçeğe uygun yayımın haber niteliği taşıması, gerçeğe uygun haberlerin verilmesinde nesnel (objektif) ölçütlere uyulması, haberin veriliş biçimi yönünden özle biçim arasında ölçülülük bulunması gerekir. Bir yayımın hukuka uygun olduğunun kabul edilebilmesi ancak açıklanan bütün bu koşulların birlikte varlığı hâlinde mümkündür. Yapılan bir yayım bu temel ilkelerden herhangi birine ters düşüyorsa hukuka aykırılık unsuru gerçekleşmiş olacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2015 gün ve 2014/4-33 E., 2015/1504 K., 08.05.2013 gün ve 2012/4-1162 E., 2013/631 K.sayılı kararları).
Önemle vurgulanmalıdır ki yayımlanmasında kamu yararı bulunan, gerçek ve güncel bir haberin veya eleştirinin, özle biçim arasında denge kurulmak suretiyle verildiği durumlarda manevi tazminat sorumluluğunun temel öğesi olan “hukuka aykırılık” gerçekleşmeyeceğinden basının sorumluluğu da söz konusu olamaz.
Basın objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle olay ve konu ile ilgili olan, görünen, bilinen her şeyi araştırma, inceleme ve olayları o anda belirlenen biçimi ile değerlendirme, yayma ve yayınlama yetki ve sorumluluğuna sahip olmakla birlikte, haberin verilişi sırasında özle biçim arasındaki dengenin bozulmaması gerekir.
Öte yandan haberde gerekli, yararlı ve ilgili olmayan nitelemeler ve yorumlar yapıldığı, haberin içeriğine uygun düşmeyen, tahrik edici, kamuoyunda husumet ve kuşku yaratıcı, güveni zedeleyici bir üslubun kullanıldığı durumlarda, özle biçim arasındaki denge bozulmuş sayılır. Bu da hukuka aykırılığın varlığını kabule imkân sağlar.
Diğer bir anlatımla basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yaptığı yayından dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemden farklılıklar taşır. İşte bu farklılık ve ayrık durum gözetilerek yapılan yayının hukuka aykırılık veya uygunluk sınırı belirlenmelidir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğunun kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. İşte basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır.
Ne var ki, basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Bundan dolayıdır ki, yayınlarında kişilik haklarına saygı göstermesi ve gerek Anayasanın Temel Haklar ve Ödevler bölümünde yer alan ve gerekse 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 24 ve 25. maddelerinde ve yine özel yasalarda güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunmaması yasal bir zorunluluk ve hukuki gerekliliktir.
Yine, basının manevi tazminat sorumluluğunun doğması 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 49. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 58) maddesindeki koşulların gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.
Tüm bu açıklamalar ve yasal düzenlemeler ışığında somut olay incelendiğinde;
Dosya kapsamından davacının dava tarihi itibariyle Adalet ve Kalkınma Partisi üyesi ve Diyarbakır milletvekili olduğu, ancak 12.06.2011 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde partisi tarafından milletvekili adayı olarak gösterilmediği, davalılardan …. Yatırım Sanayi ve Tic. A.Ş.nin imtiyaz sahibi olduğu…. Gazetesi’nin 24.05.2011 tarihli nüshasında davalılardan … tarafından kaleme alınan “Başbakan’ın….’ı Sildiği An” başlıklı köşe yazısında davacının genel seçimlerde yeniden milletvekili adayı olarak gösterilmemesi ile ilgili bazı iddialara yer verildiği, davacı tarafça gazeteye gönderilen 25.05.2011 tarihli cevap ve düzeltme yazısı üzerine anılan gazetenin 31.05.2011 tarihli nüshasında davalı … Atila tarafından yazılan “Başbakanı şahit olarak yazacağım!” başlıklı köşe yazısında da haberin doğru olduğunun ve iddiaları mahkemede ispatlayabileceğinin belirtildiği anlaşılmaktadır.
Dava konusu köşe yazıları bir bütün olarak ele alındığında, içerikleri ve yayınlandığı tarihler itibariyle konunun güncel olduğu, kamouyunun gündeminde olan ve siyasetçi kimliği taşıyan bir kişi olan davacı hakkındaki iddiaların görünür gerçeğe uygun olduğu, kamuoyunun bilgilendirilmesinin ön plânda tutulduğu, başlık ve içeriklerinde hakaret içeren bir ifadeye yer verilmediği, kullanılan başlık ve üslup okuyucunun ilgisini çekmeye yönelik bir gazetecilik tekniği olduğu gibi siyasilerin katlanması gereken eleştiri sınırlarını da aşmadığı anlaşıldığına göre söz konusu köşe yazılarının yukarıda vurgulanan AİHM içtihatları karşısında basın özgürlüğü kapsamında kaldığı ve davacının kişilik haklarına saldırı teşkil etmediği kabul edilmelidir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, dava konusu köşe yazıları ile davacının hedef olarak gösterildiği, duyumlara dayanan iddiaların doğruluğunun kanıtlanamadığı, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği belirtilmişse de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde görülmemiştir.
Hâl böyle olunca, yerel mahkemenin yukarıda belirtilen gerekçeyle yazılı şekilde karar vermesinde bir isabetsizlik bulunmayıp, direnme kararı bu nedenle yerindedir.
Açıklanan nedenlerle direnme kararı onanmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başka harç alınmasına yer olmadığına, karar düzeltme yolu açık olmak üzere 25.09.2018 tarihinde oy çokluğuyla ile karar verildi.

KARŞI OY

Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; Davalı …’nın gazetedeki köşesinde yazdığı iki adet yazının davacının kişilik haklarına saldırı oluşturup oluşturmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın niteliği gözetilerek öncelikle, basın özgürlüğü kavramına ilişkin yasal düzenlemele bakmak gerekmektedir.   
Anayasa’nın 28.maddesi ile 5187 sayılı Basın Kanunu’nun 3.maddesi, basın özgürlüğünü düzenlemiş ve bunun sınırlarını göstermiştir.  
5187 sayılı Kanunun 3. maddesinde;    
“Basın özgürdür. Bu özgürlük; bilgi edinme, yayma, eleştirme, yorumlama ve eser yaratma haklarını içerir.    
Basın özgürlüğünün kullanılması ancak demokratik bir toplumun gereklerine uygun olarak; başkalarının şöhret ve haklarının, toplum sağlığının ve ahlâkının, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği ve toprak bütünlüğünün korunması, Devlet sırlarının açıklanmasının veya suç işlenmesinin önlenmesi, yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması amacıyla sınırlanabilir.”  
hükmü yer almaktadır.    
Bu madde hükümden de anlaşılacağı üzere; basın özgürlüğü, kişinin dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren olay ve olgular hakkında bilgi sahibi olmasını sağlamayı amaçlar.    
Bunun gereği olarak basın, haber toplamak, fikir ve kanaatleri izleyerek bunları çözümlemek, yorumlamak, eleştirmek ve sonuçta kamuoyunu ilgilendiren konularda doğru ve gerçeğe uygun haber vermek hakkına sahip ve bununla görevlidir. Eş söyleyişle, denetim, uyarma, eleştiri ve gerçekleri açıklama, basının doğal ödevleridir.    
Yine, basın özgürlüğü ile bağlantılı kavramlar olarak; Anayasa’da düşünce ve kanaat (m. 25); düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü (m. 26) ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Demokratik yaşamın gelişmesinde, ulusal birliğin sağlanmasında, kamuoyunun sağlıklı bir biçimde oluşmasında, sosyal ve siyasal ilerlemede basının çok önemli bir fonksiyonunun bulunduğu açık olup,basın özgürlüğünün , demokrasinin “olmazsa, olmaz” koşulu olduğuda bir gerçektir.   
Doğaldır ki, basının bu ayrıcalıklı konumu ve hukuk düzeninin kendisine tanıdığı özgürlük, tüm özgürlükler gibi, yine hukuk düzenince çizilen sınırlara tabidir. Basın, yaptığı yayımlarda, gerek Anayasa’nın “Temel Hak ve Özgürlükler” Bölümünde yer alan ve gerekse de MK’nun 24 ve 25.maddelerinde ve ayrıca özel yasalarda güvence altına alınmış olan, kişilik haklarına saygı göstermek, bunlara saldırı niteliği taşıyabilecek tutum ve davranışlardan kaçınmak zorundadır.    
Bu cümleden olarak basın, belirli bir kişinin fikrini tartışmak zorunda kaldığı durumlarda bile, objektif bilgi vermekle ve eleştirmekle yetinmeli; olayları tahrif etmek veya kuşkuları yaymak gibi, hukukun izin vermeyeceği yollara başvurmamalıdır. Özellikle de, hakaret niteliğinde ya da yersiz, onur kırıcı söz ve deyimlerin kullanılmasından kaçınmalıdır.    
Basının kamu görevi yapmasında göz önünde tutulan amaçla, kişilik haklarına verilen zarar arasında açık bir oransızlık varsa, yayımın hukuka aykırı olduğu kabul edilmelidir. Objektiflikten ayrılmak, haber sınırını aşmak, genişletici ve yanlış yorumlarda bulunmak, gerçek dışı haber vermek, yersiz şekilde onur kırıcı sözler kullanmak, dürüstlük kurallarına aykırı davranmak, kişisel nedenlerle salt sansasyon yaratmak için yayım yapmak, hukuka aykırıdır.    
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 9.10.1985 gün ve 1985/4-96-790 E, K.; 08.05.2013 gün ve 2012/4-1162 E., 2013/631 K.; 24.06.2015 gün ve 2013/4-2304 E., 2015/1736 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler vurgulanmıştır.
Bu açıklamalar ışığında;   
Basın özgürlüğünün kişilik haklarına üstün tutulabilmesi için, haberin gerçeğe uygun olması, gerçeğe uygun yayımın haber niteliği taşıması, gerçeğe uygun haberlerin verilmesinde nesnel (objektif) ölçütlere uyulması, haberin veriliş biçimi yönünden, özle biçim arasında ölçülülük bulunması gerekir. Bir yayımın hukuka uygun olduğunun kabul edilebilmesi, ancak, açıklanan bütün bu koşulların birlikte varlığı halinde mümkündür. Yapılan bir yayım, bu temel ilkelerden herhangi birine ters düşüyorsa, hukuka aykırılık unsuru gerçekleşmiş olacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2015 gün ve 2014/4-33 E., 2015/1504 K., 08.05.2013 gün ve 2012/4-1162 E., 2013/631 K.sayılı kararları). 
Basının manevi tazminat sorumluluğunun doğması, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 49. (Türk Borçlar Kanunu m. 58) maddesindeki koşulların gerçekleşmiş olmasına bağlıdır.    
Önemle vurgulanmalıdır ki, yayımlanmasında kamu yararı bulunan, gerçek ve güncel bir haberin veya eleştirinin, özle biçim arasında denge kurulmak suretiyle verildiği durumlarda, manevi tazminat sorumluluğunun temel öğesi olan “hukuka aykırılık” gerçekleşmeyeceğinden, basının sorumluluğu da söz konusu olamaz.    
Basın objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle olay ve konu ile ilgili olan, görünen, bilinen her şeyi araştırma, inceleme ve olayları o anda belirlenen biçimi ile değerlendirme, yayma ve yayınlama yetki ve sorumluluğuna sahip olmakla birlikte, haberin verilişi sırasında özle biçim arasındaki dengenin bozulmaması gerekir.    
Diğer taraftan, haberde gerekli, yararlı ve ilgili olmayan nitelemeler ve yorumlar yapıldığı, haberin içeriğine uygun düşmeyen, tahrik edici, kamuoyunda husumet ve kuşku yaratıcı, güveni zedeleyici bir üslubun kullanıldığı durumlarda, özle biçim arasındaki denge bozulmuş sayılır. Bu da hukuka aykırılığın varlığını kabule olanak kılar.    
Bu ilke ve açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; manevi tazminat isteminin dayandırıldığı köşe yazılarından haber verme sınırları dışında aynı ilde milletvekili adayı ve sonrasında milletvekili olan ….’nun milletvekilliğine, davacının karşı çıktığı belirtilerek insanlar arasında husumet yaratılmasına sebebiyet verecek şekilde gerçekliğide ispatlanmayan , duyumlara dayandırılan bir haberin köşe yazısında yazılması, dava konusu yazının içeriğinden kamusal yarar ve toplumsal ilgiden söz edilemez. Bu durumda, haberin/yazının iddiadan öteye geçmemesi ve gerçeklik unsuru taşımaması nedeniyle davacıyı yıpratmaya ve hedef göstermeye , başkalarının husumetini çekmeye yönelik olduğunun kabulü gerekir.
Hal böyle olunca Özel Daire bozma kararının doğru olup, direnme kararının bozulmasına karar verilmesi gerektiği düşüncesinde olduğumdan, sayın çoğunluğun düşünce ve görüşlerine katılamıyorum.