Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2017/1254 E. 2019/1197 K. 14.11.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/1254
KARAR NO : 2019/1197
KARAR TARİHİ : 14.11.2019

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tapu iptali ve tescil” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Alanya 4. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 22.06.2012 tarihli ve 2010/676 E., 2012/471 K. sayılı kararın davacılar vekili tarafından temyizi üzerine, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 05.06.2013 tarihli ve 2013/6991 E., 2013/9375 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, inançlı işlem ve muvazaa hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, 19.04.2004 tarihli sözleşme gereğince çekişmeli taşınmazın… adına değil şirket adına iadesinin kararlaştırıldığı ve davalı …’ın kötüniyetli olmadığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; 313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu dubleks mesken niteliğindeki bağımsız bölümün devrinin davalı …’e teminatı olarak davacı yüklenici… adına kayıtlı çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu mesken niteliğindeki bağımsız bölümün 05.07.1999 tarihinde devredildiği, davacı şirket adına davacı… ve davalı … arasındaki 25.08.2003 tarihli satış sözleşmesi gereğince 313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölümün davalı …’in isteği doğrultusunda ilave değişikliklerle birlikte tamamlanarak davalı …’e tesliminin kararlaştırıldığı, akabinde 313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölümün 14.10.2003 tarihinde davalı …’e devredildiği ve davacı şirket adına davacı… ve davalı … arasındaki 19.04.2004 tarihli sözleşme gereğince 2 nolu villanın tamamlanarak davalı …’e anahtarı teslim edilinceye kadar çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölümün davalı … üzerinde kaldığı,davacı şirket tarafından davalı … aleyhine açılan Alanya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2004/1012 Esasına kayıtlı tapu iptali ve tescil davasının yargılaması aşamasında taşınmazın tapu kaydı üzerine 18.10.2004 tarihli ihtiyati tedbir şerhi işlendiği ancak takipsiz bırakılan davanın 19.09.2005 tarih 2005/359 Karar sayılı karar ile açılmamış sayılmasına karar verildiği, davalı … vekilinin taşınmaz üzerindeki ihtiyati tedbir kararının kaldırılması için 04.10.2005 tarihinde mahkemeye talepte bulunması üzerine 05.10.2005 tarihinde ihtiyati tedbir şerhinin terkin edildiği,davalı …’in 27.10.2005 tarihinde çekişmeli taşınmazı daha önce şirket nezdinde 15.07.1998-08.03.2003 tarihleri arasında çalışan diğer davalı …’a satış suretiyle devrettiği anlaşılmaktadır.
Davacılar; çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölümün davalı …’e devredilecek 313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölüme karşılık teminat olması koşuluyla devredildiğini,davalılar arasındaki temliki işlemin de muvazaalı olduğunu ileri sürerek eldeki davayı açmışlar ve yargılama aşamasında 24.04.2012 tarihli dilekçe ile davacı… adına tescil isteğinde bulunmuşlar ;davalı … ise davacı…’ün dava ehliyetinin olmadığı,tarafları ile dava sebebi ve konusunun aynı olup daha önce açılıp ve sonuçlanan dava dosyasında davacıların feragat beyanının bulunduğu,tapu kaydına güvenerek çekişmeli taşınmazı iyiniyetli satın aldığı savunmasında bulunmuştur.
Bilindiği Üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan …nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu 97. maddesi) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.Buna dair akit hükümleri de 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 26 ve 27. (818 sayılı Borçlar Kanunun 19 ve 20.) maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın;inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla,sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Bilindiği üzere; uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu,bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde ,mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 19. (818 sayılı Borçlar Kanunu 19.) maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı,sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır.Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur.Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirile gelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan,mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir.Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir. İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir.Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olaya gelince; davalı … arasındaki 19.04.2004 tarihli belgenin içeriğinden “313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölümün mülkiyeti …’e verilip anahtarı da teslim edildiğinde aynı anda çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölümün davacı…İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited Şirketine verileceğinin” kararlaştırıldığı ancak aynı sözleşmede öncesinde de “çekişmeli taşınmazın tapusunun …’e…İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited Şirketinden alacağı villanın bitimine kadar teminat olarak verildiğinin ” anlaşıldığı ve imzaların davacı şirket adına davacı… ve davalı …’e ait olduğu tartışmasızdır. Dolayısıyla taraflar arasında inanç sözleşmesi kurulduğu ve çekişme konusu taşınmazın teminat amacıyla temlik edildiği anlaşılmaktadır. Burada tartışılması gereken en son teminatın içeriği olup bu sözleşmeye paralel olarak aynı taraflar arasındaki 25.08.2003 tarihli satış sözleşmesi gereğince 313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölümün davalı …’in isteği doğrultusunda ilave değişikliklerle birlikte tamamlanarak davalı …’e tesliminin kararlaştırıldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla teminatın kapsamı 313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölümün tamamlanarak davalı …’e anahtarı teslim edilinceye kadar çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölümün davalı …’in üzerinde bırakılmasıdır. Zira, davacı yüklenici… adına kayıtlı teminata konu çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölüm 19.04.2004 tarihli teminat sözleşmesinden çok önce 05.07.1999 tarihinde davalı …’e devredilmiştir.
Hal Böyle Olunca; 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 97. (818 sayılı Borçlar Kanunun 81.) maddesi hükmü gözetilerek davacı şirket adına davacı… ve davalı … arasındaki 19.04.2004 tarihli teminat sözleşmesi ile 25.08.2003 tarihli satış sözleşmesi birlikte değerlendirilmek suretiyle davacılar… ve…İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited Şirketinin yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin saptanması ve hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ile neticeye gidilmiş olması doğru değildir.
Diğer yandan; yüklenici davacılar ve davalı … arasındaki 19.04.2004 tarihli sözleşme gereğince “313 ada 1 parselde bulunan 2 nolu bağımsız bölümün mülkiyeti …’e verilip anahtarı da teslim edildiğinde aynı anda çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölümün davacı…İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited şirketine verileceği ” kararlaştırılmış ise de 24.04.2012 tarihli dilekçe ile adına tescil isteyen davacı…’ün çekişmeli taşınmazın önceki bayii ve davacı…İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited şirketinin de ortağı olduğu gözetildiğinde adına tescil isteğinde bulunması her zaman mümkündür.
Diğer davalı …’ın durumuna gelince;
Bilindiği Üzere; tapu sicilindeki kayda iyiniyetle istinat ederek mülkiyet ya da diğer bir ayni hakkı iktisap eden kimsenin bu iktisabı yasal koruma altındadır ve aslolan kayden edinenin iyiniyetli olmasıdır. Türk Medeni Kanununun 1023. maddesinde hüküm altına alınan bu kural, sadece sözleşmenin yanlarını değil, aynı zamanda tapulu taşınmazların intikalinde güveni, toplum yararını ve huzurunu sağlamak amacı ile konulmuştur. Ancak, durumu bilen ya da bilebilecek konumda olan kişilerin bu haktan yararlanamayacakları da tartışmasızdır. (TMK 1024. md.)
Somut olayda,davacı şirket ortağı davacı… adına kayıtlı teminata konu çekişmeli 790 ada 9 parselde bulunan A Blok 26 nolu bağımsız bölümün 05.07.1999 tarihinde davalı …’e devredildiği, davalı …’ın davacı…İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited şirket nezdinde 15.07.1998-08.03.2003 tarihleri arasında çalıştığı,dolayısıyla davacılar ile davalı … arasındaki işlemi bilen konumunda bulunduğu dosya kapsamı ile sabittir. Davalı …, davalı … ile aralarında yapılan 20.10.2005 tarihli satış sözleşmesi başlıklı belge sunmuş ise de böyle bir belgenin herzaman düzenlenmesi mümkündür. Bu durumda, davalı …’ın iyiniyetli olduğundan ve Türk Medeni Kanununun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanacağını söylemek olanaksızdır…”
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, inançlı işlem ve muvazaa hukuksal nedenlerine dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar vekili, 790 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki 2 numaralı meskenin müvekkili şirkete aitken davalı … tarafından 27.10.2005 tarihinde satın alındığını, ancak taşınmazın tapusu hemen verilemediğinden 9 parsel sayılı taşınmazda müvekkiline ait olan 26 numaralı bağımsız bölümün teminat olarak adı geçen davalıya temlik edildiğini, taraflar arasında yapılan 19.04.2005 tarihli sözleşmeye göre müvekkiline ait 313 ada 1 parsel sayılı taşınmazda Konaklı Villaparkta bulunan Albeni Villa Model 7’nin mülkiyeti davalıya verildiği takdirde 26 numaralı bağımsız bölümün iade edileceğinin kararlaştırıldığını, müvekkilinin villayı temlik ettiği halde dava konusu bağımsız bölümün iade edilmediğini, bu nedenle Alanya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2004/1012 E. sayılı dosyasında tapu iptali ve tescil davası açılıp, taşınmazın tapu kaydına tedbir konulmuş ise de bu aşamada şirket temsilcisi olan…’un tutuklanması ve avukatının vekillikten çekilmesi nedeniyle takip edilemeyen davanın açılmamış sayılmasına karar verildiğini, bunu fırsat bilen davalı …’in de mahkemeye başvurarak ihtiyati tedbir şerhini kaldırıp taşınmazı müvekkili şirkette tercüman olarak çalışan bu nedenle tüm anlaşmalardan, davalardan ve taşınmaz üzerindeki tedbir şerhinden haberdar olan diğer davalı …’ya danışıklı olarak ve hiçbir bedel almadan devrettiğini ileri sürerek, 26 numaralı bağımsız bölümün tapusunun iptaliyle müvekkilleri adına tesciline karar verilmesini talep ve dava etmiş, yargılama sırasında sunduğu 24.04.2012 tarihli dilekçede taşınmaz daha önce davacılardan… adına kayıtlı olduğundan yine adı geçen davacı adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı … vekili, eldeki davanın aynı konuda açılan üçüncü dava olduğunu, ilk iki davanın takipsiz bırakıldığını, ayrıca 2006/207 E. sayılı dosyada davalı … hakkındaki davadan feragat edildiği gibi davacılardan…’un aktif dava ehliyetinin de bulunmadığını, dayanak yaptıkları belgenin bu davacı adına tescil isteme hakkı vermediğini, iddiaların tamamen gerçek dışı ve çelişkili olduğunu, keza müvekkilinin ilk kez 1998 yılında davalı şirkette işe başlayıp 08.03.2003 tarihinde işten ayrıldığını, 23.04.2003 tarihinde ise kendi emlak ofisini kurduğunu, diğer davalı ile davacılar arasındaki hukuki ilişkileri bilmesinin mümkün olmadığını, taşınmazın kendisine satıldığı 27.10.2005 tarihinde herhangi bir tedbir şerhi bulunmadığını, tapu kaydına iyi niyetle güvenerek iktisapta bulunduğunu, taşınmazın elektrik, çevre vergisi gibi borçlarını ödeyip bakımını da yaptırarak kullanmaya başladığını, davacı şirket ile müdürünün emlak alım satımı yaptıklarını ve tedbir şerhinin kaldırılmasının tamamen kendi kusurları olduğunu, … hakkındaki önceki davadan feragat eden davacıların bu davada onunla birlikte hareket ederek iyi niyetle taşınmaz edinen müvekkiline zarar vermeye çalıştıklarını, … aleyhine tazminat davası açılması gerekirken müvekkili aleyhine dava açılmasının TMK’nın 2. maddesi uyarınca himaye görmeyeceğini belirterek, davanın reddini istemiştir.
Davalı …, aleyhine dava açılmasının hukuki bir dayanağının bulunmadığını belirterek, davanın reddini talep etmiştir.
Yerel mahkemece, 19.04.2004 tarihli sözleşmeye göre 26 numaralı bağımsız bölümün teminat amacıyla davalı …’e devredildiği, ancak sözleşmede 313 ada 1 parsel sayılı taşınmazdaki villanın …’e verilip anahtarı da teslim edildiğinde dava konusu taşınmazın davacı şirkete iade edileceğinin kararlaştırıldığı, 24.04.2012 tarihli dilekçede ise şirket adına değil… adına tescilinin istendiği, sözleşme uyarınca… adına tescilin mümkün olmadığı, ayrıca diğer davalı …’nın kötü niyetli olduğu iddia edilmiş ise de davalının 08.03.2003 tarihine kadar davacı şirket bünyesinde çalıştığı, şirket ile davalı … arasındaki 19.04.2004 tarihli sözleşmenin davalı … işten ayrıldıktan sonra imzalandığı, bu nedenle sözleşmeyi bilmesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğu, davalıların önceden beri birbirlerini tanıdıkları dışında kötü niyetli olduğuna dair hiçbir delilin dosyaya sunulmadığı, davalıların sözleşme öncesi sırf birbirlerini tanıyor olmalarının da …’nın kötü niyetli olduğunu göstermeyeceği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda karar başlığında açıklanan gereklerle bozulmuştur.
Mahkemece, ilk hükümdeki gerekçeler genişletilmek suretiyle direnme kararı verilmiş, karar davacılar vekilince temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacılar ile davalı … arasındaki 19.04.2004 tarihli sözleşme uyarınca dava konusu taşınmazın davacı Rene Uwe Herbort adına tescilinin mümkün olup olmadığı, varılacak sonuca göre 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 97. (818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 81.) maddesi uyarınca davacıların yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin saptanarak sonucuna göre bir karar verilmesinin gerekip gerekmediği, ayrıca kayıt maliki olan davalı …’nın dosya kapsamı ve toplanan delillere göre iyi niyetli olup olmadığı ve dolayısıyla Türk Medeni Kanununun 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanıp yararlanamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, Alanya 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/207 E. ve 2010/497 K. sayılı dava dosyasında aynı taraflar arasında, aynı konuda ve aynı hukuki sebeplere dayalı olarak açılan tapu iptali ve tescil davasından bu davanın açılmasından sonra feragat edildiği anlaşıldığından, Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında işin esasının incelenmesinden önce anılan dosyadaki feragatin gerçek anlamda hakkın özünden feragat niteliğinde olup olmadığı ve dolayısıyla eldeki dava bakımından maddi anlamda kesin hüküm oluşturup oluşturmayacağı ön sorun olarak ele alınıp incelenmiştir.
Davaya son veren taraf işlemlerinden biri olan feragat, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 307. maddesinde, davacının talep sonucundan kısmen veya tamamen vazgeçmesi olarak tanımlanmıştır. Hiç kimse kendi lehine olan bir davayı açmaya zorlanamayacağı gibi davacı da açmış olduğu bir davayı sonuna kadar takip etmeye zorlanamaz. Usul hukukumuzda kural olarak hüküm kesinleşinceye kadar her davadan feragat edilebilir. Ancak bazı istisnai hallerde feragat davayı sona erdirmez (Örn: hizmet tespiti davaları).
Bilindiği gibi feragat yalnız mevcut davadan değil, o dava ile istenen haktan da vazgeçme anlamına gelmektedir. Davadan feragat neticesinde feragate konu teşkil eden hak tamamen düşer ve artık bir daha dava konusu yapılamaz (Postacıoğlu,İ.E.:Medeni Usul Hukuku Dersleri, 6. Bası, İstanbul 1975, s. 479).
Ne var ki, bir usul hukuku kavramı olarak davadan feragatin açık, kesin ve koşulsuz olması yasa gereğidir. Davadan feragatin kesin hükmün sonuçlarını doğurucu nitelikte olması nedeniyle bütün bu özellikleri içermesi zorunludur.
Nitekim aynı ilkeler, Hukuk Genel Kurulunun 13.04.2005 tarih ve 2005/11-242 E., 2005/249 K.; 29.04.2009 tarih ve 2009/13-76 E., 2009/120 K.; 29.04.2009 tarih ve 2009/12-112 E., 2009/126 K. ve 14.12.2016 tarih ve 2014/1403 E., 2016/1922 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir (Feragatin açık olması ve söylenen sözün özüne bakılmasına dair kararlar için ayrıca bakınız. Hukuk Genel Kurulunun 7.1.1970 tarih ve 1969/2-681 E., 1970/11 K.; 13.1.1972 tarih ve 1970/8-773 E.,1972/164 K.; 1.11.1978 tarih ve 1977/2-575 E., 1978/906 K. sayılı kararları).
Öğretide de feragatin açık ve kesin olması gerektiği belirtilmektedir (Belgesay, M. R.: Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu Şerhi, Cilt:I, İstanbul 1939, s.254; Üstündağ, S.: Medeni Yargılama Hukuku, Cilt:I-II, İstanbul 1997, s.573; Kuru, B.: Hukuk Muhakemeleri Usulü, Cilt: IV, İstanbul 2001, s.3593; Pekcanıtez, H./Atalay, O./Özekes, M.: Hukuk Muhakemeleri Kanunu Hükümlerine Göre Medeni Usul Hukuku, Ankara 2011, s.552-553).

Yine Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 22.05.1987 tarih ve 1986/4 E., 1987/5 K. sayılı kararının gerekçesinde yasaların uygulanmasında, hakların korunması doğrultusunda hareket etme gereği karşısında, açık bir irade beyanı olmadan davadan feragat edildiği sonucunun çıkarılamayacağı kabul edilmiştir.
Tüm bu açıklamalar kapsamında somut olaya gelindiğinde; eldeki dava harca esas değer 10.000,00TL gösterilmek suretiyle 20.10.2010 tarihinde açılmış ve dava dilekçesinde asıl dava değerinin mahkemece belirlenmesinden sonra harcın tamamlanacağı belirtilmesine karşın mahkemece tensiple birlikte davacı vekiline dava değerini tam olarak bildirmesi ve eksik harcı tamamlaması için süre tanınmıştır. Bunun üzerine, davacı vekili 29.12.2010 tarihli dilekçesinde aynı taşınmaza ilişkin olarak daha önce açılan Alanya 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/207 E. ve 2010/497 K. sayılı dosyasında taşınmazın değerinin 75.000,00TL olarak belirlendiğini ve 1.017,15TL harç yatırıldığını, davanın açılmamış sayılmasına ilişkin olarak kurulan hükümde harcın davacılara iadesine karar verildiğini belirterek, yatırılan önceki harcın eldeki dosyaya aktarılmasını talep etmiştir. Ancak 25.03.2011 tarihli ara kararı ile bu talep reddedilmiş ve davacı vekiline 29.06.2011 tarihli celseye kadar harcı tamamlanması için süre tanınmıştır. Bu süre nedeniyle Alanya 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/207 E. ve 2010/497 K. sayılı dosyasına yetkili davacı vekili tarafından ibraz edilen 06.09.2011 havale tarihli dilekçede davadan feragat edildiği belirtilerek, kararın kesinleşme işlemlerinin yapılarak harcın iadesi istenmiştir. Mahkemece, gerekçeli karar aynı gün yetkili vekile elden tebliğ edilmiş, davalılar vekiline de 28.06.2011 tarihinde tebliğ edildiğinden, hükmün 06.09.2011 tarihinde kesinleştiğine dair şerh verildiği görülmüştür.
Belirtmek gerekir ki, açıklanan süreç karşısında 06.09.2011 tarihli dilekçe içeriğinde davadan feragat edildiği belirtilmiş olsa dahi asıl amacın maddi hukuk anlamında hakkın özünden feragat olmayıp, davanın açılmamış sayılmasına ilişkin kararın bir an evvel kesinleşmesini sağlayarak harcın iadesini temin etmek olduğu son derece açıktır. Nitekim, Alanya 4. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2006/207 E. ve 2010/497 K. sayılı kararının kesinleştirilmesi sonrasında bu dosyadaki eksik harç 27.09.2011 tarihli makbuzla yatırılmıştır. Anılan dilekçenin, aynı konuda daha önce açtığı iki davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi nedeniyle üçüncü kez dava açan ve ortada derdest davası bulunan hak sahibinin bizzat davadan feragat iradesini taşıdığını söyleme olanağı bulunmamaktadır. Böyle olunca kesin hükmün varlığından da söz etmek mümkün değildir.
Hâl böyle olunca, kesin hükmün ve dolayısıyla ön sorunun bulunmadığına karar verilerek, uyuşmazlığın esasının incelenmesine geçilmiştir.
Bilindiği üzere Türk Hukukunda inançlı işlemleri doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmamaktadır. Ancak uygulama ve öğretide, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 26. (Mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 19.) maddesinde yer alan “sözleşme özgürlüğü” ilkesi kapsamında inançlı sözleşmelerin düzenlenebileceği ve geçerliliği kabul edilmektedir.
İnanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı bir işlem ile inanan, sahibi bulunduğu bir mülkiyet veya alacak hakkını inanılana kazandırıcı bir işlemle devretmekte ancak borçlandırıcı bir sözleşme ile de onu bazı yükümlülükler altına sokmaktadır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde, inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Uygulamada mesele 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötü niyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Kanununun 18. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen içtihadı birleştirme kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
Nitekim, Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 tarih ve 2009/1-443 E., 2009/539 K.; 01.02.2012 tarih ve 2011/14-688 E., 2012/34 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
İspat kuralları açısından bakıldığında ise inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen tarafın 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun (TMK) 6. ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun (HMK) 190/1. maddesi uyarınca iddiasını ispat etmesi gerektiği kuşkusuzdur.
İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir (Özkaya, E.; İnançlı İşlem ve Muvazaa Davaları, 6. Baskı, sayfa 61).
Diğer taraftan, inanç sözleşmesinin yazılı olması koşulu bir geçerlilik şartı olmayıp ispat şartıdır. İnançlı işlemin yazılı delilini inanç sözleşmesi oluşturmaktadır. Kazandırıcı işlem resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. Nitekim bu husus yukarıda etraflıca açıklandığı üzere 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında da belirtilmiştir.
Öteki deyişle, tapulu taşınmazın inançlı işlemle temlikinde, inançlı işlemin yazılı biçimde yapılması gerekli ve yeterli olup yazılı şeklin bir ispat koşulu olduğu 05.02.1947 tarih, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararının gereğidir.
Uygulamada, açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa bile yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek karşı taraf elinden çıkmış yazılı delil başlangıcı (HUMK. m. 292) niteliğinde bir belge varsa, inanç sözleşmesinin “tanık” dahil her türlü delil ile kanıtlanabileceği kabul edilmiştir (Hukuk Genel Kurulu, 28.12.2005 tarih ve 2005/14-677 E., 2005/774 K).
Yine Hukuk Genel Kurulunun 14.07.2010 tarih ve 2010/14-394 E., 2010/395 K. sayılı kararında vurgulandığı üzere, inançlı işleme konu belgenin akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca bir etkisi bulunmamaktadır.
Somut olayda da, önce 05.07.1999 tarihinde davacı… adına kayıtlı 26 numaralı bağımsız bölüm davalı …’e devredilmiş, 14.10.2003 tarihinde ise 313 ada 1 parselde davacı şirket adına kayıtlı 2 numaralı villanın devri yapılmış, tüm bu temliklerden sonra 19.04.2004 tarihli sözleşme düzenlenerek, davalı …’in 26 numaralı bağımsız bölümü villanın bitimine kadar teminat olarak aldığı belirtilerek, villanın mülkiyet ve anahtarının teslimi halinde dava konusu dairenin tapusunun davacı şirkete verileceği kararlaştırılmıştır.
Hemen belirtmek gerekir ki, yukarıda içeriği açıklanan sözleşmenin bir inanç sözleşmesi niteliğinde bulunduğu açık olup, bu hususta yerel mahkeme ile Özel Daire arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır. Diğer yandan 19.04.2004 tarihli sözleşmede teminat olarak verilen bağımsız bölümün davacı Albeni İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited Şirketine verileceği kararlaştırılmış ise de davacı…, hem çekişmeli taşınmazın önceki bayii hem de anılan şirketi münferiden temsil ve ilzama yetkili ortağıdır. Somut olaydaki tüm işlemler de şirket adına… tarafından yapılmıştır. Böyle olunca her zaman kendi adına tescil isteğinde bulunması mümkündür.
Ayrıca, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 97. (mülga 818 sayılı Borçlar Kanununun 81.) maddesi uyarınca, karşılıklı borç yükleyen bir sözleşmenin ifası isteminde bulunan tarafın, sözleşmenin koşullarına ve özelliklerine göre daha sonra ifa etme hakkı olmadıkça, kendi borcunu ifa etmiş ya da ifasını önermiş olması gerekir. Böyle olunca, mahkemece 19.04.2004 tarihli teminat sözleşmesi ile 25.08.2003 tarihli satış sözleşmesi birlikte değerlendirilerek, teminatın kapsamı çerçevesinde davacılar… ile Albeni İnşaat Turizm Ticaret ve Sanayi Limited Şirketinin davalı …’e karşı yükümlülüklerini yerine getirip getirmediğinin saptanması ve sonucuna göre bir karar verilmesi gerekmektedir.
Diğer yandan taşınmazı kayden iktisap eden ikinci el durumundaki …, tapu sicilindeki kayda güvenmek suretiyle bağımsız bölümü iyi niyetle satın aldığını savunmuştur.
Gerçekten de hukukumuzda, diğer çağdaş hukuk sistemlerinde olduğu gibi kişilerin huzur ve güven içerisinde alış verişte bulunmaları, satın aldıkları şeylerin ileride kendilerinden alınabileceği endişelerini taşımamaları, dolayısıyla toplum düzenini sağlamak düşüncesiyle, alan kişinin iyi niyetinin korunması ilkesi kabul edilmiştir.
Belirtilen bu ilke Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 1023. maddesinde aynen “Tapu kütüğündeki tescile iyi niyetle dayanarak mülkiyet veya bir başka aynî hak kazanan üçüncü kişinin bu kazanımı korunur.” şeklinde yer almıştır.
Ne var ki, dosya kapsamından davalı …’nın 15.07.1998 ile 08.03.2003 tarihleri arasında davacı şirkette tercüman olarak çalıştığı, diğer davalı … ile öteden beri tanışıp görüştükleri, …’in davacı…’u vekil olarak tayin ettiği vekâletnamelerde tercüman olarak imzasının bulunduğu, şirketteki işinden ayrıldıktan sonra da emlak işi yaptığı anlaşılmaktadır. Somut olayda, inanç sözleşmesi sonradan düzenlenmiş olsa da 313 ada 1 parseldeki villa davalının şirkette çalıştığı dönemde davalı …’e satıldığı gibi teminatı olan 26 numaralı bağımsız bölüm de tapuda 06.07.1999 tarihinde devredilmiştir. Ayrıca, eldeki dava aynı konuda açılan üçüncü dava olup, ilk kez Alanya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2004/1012 E. sayılı dosyasında davacı şirket tarafından davalı … aleyhine 15.10.2004 tarihinde dava açılarak, 26 numaralı bağımsız bölümün inançlı olarak devredildiği iddiası ile tapu iptali ve tescil isteminde bulunulmuş, bu dava sırasında taşınmazın devrinin önlenmesi amacıyla tedbir kararı verilmiş ve tedbir şerhi tapuya işlenmiştir. Ancak, davacı tarafça takip edilmeyen davanın açılmamış sayılmasına karar verilmesi ve … vekilinin talebi üzerine tedbir şerhi 05.10.2005 tarihinde kaldırılmış ve taşınmaz 27.10.2005 tarihinde davalı …’ya satılmıştır. Şerhin terkini ile satış tarihi arasında çok kısa bir süre bulunduğu gibi davalılar arasında haricen düzenlenen 20.10.2005 tarihli sözleşmede satış bedelinin 50.000 EURO olarak belirtilmesine karşın davalı tanıkları 10.000TL nakit para ve 10.000TL elektrik borcu karşılığında satıldığını beyan etmişlerdir. Açıklanan tüm bu olgular bir arada değerlendirildiğinde her iki davalının el ve iş birliği içerisinde hareket ettikleri anlaşılmakta olup, davalı …’nın TMK’nın 1023. maddesinin koruyuculuğundan yararlanacağı söylenemez.
Hâl böyle olunca; Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanunun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğ edildiği tarihten itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.11.2019 tarihinde oy birliği ile karar verildi.