Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2017/11 E. 2019/1071 K. 17.10.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/11
KARAR NO : 2019/1071
KARAR TARİHİ : 17.10.2019

MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Kadıköy 4. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 20.03.2012 tarihli ve 2010/434 E., 2012/340 K. sayılı karar, davalı vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 11. Hukuk Dairesinin 10.10.2013 tarihli ve 2012/14795 E. 2013/18096 K. sayılı kararı ile;
“…Davacı vekili, şirketine ait Dayı Dede isimli yatın davalı … şirketi tarafından sigortalandığını, sigorta bedelinin 300.000 Euro olduğunu, yatın 2009 yılında imal edildiğini ve olay tarihinden iki ay önce denize indirildiğini, söz konusu yatın 28.09.2009 tarihinde sabah 05.30 sularında…’nda kayalıklara çarpmak suretiyle kaza geçirdiğini, kaza sonucu yatın tüm kompartımanlarına su dolduğunu, olay yerinden geçen G-Harun isimli yat tarafından Ağa Limanı’na çekildiğini ve burada battığını, daha sonra yat… marinasına çekçek alanına çekilerek karaya alındığını, gerekli tüm koruma tedbirlerinin alındığını, kaza neticesinde sigortalanmış olan yatın tam ziya halinin gerçekleştiğini, ancak bu hususta davalı … şirketi ile anlaşma sağlanamadığını, davalı … şirketince oluşan zarara karşılık 152.000 Euro gönderildiğini, yatırılan tutarın 15.12.2009 tarihinde çekildiğini, aynı tarihte ihtar ile 148.000 Euro bedelin ödenmesinin talep edildiğini ileri sürerek şimdilik 15.000 Euro ve kara park bedeli olarak ödediği 7.939.58 TL’nin davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, 28.02.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 74.244 Euro daha arttırmıştır.
Davalı vekili, Tekne Yat Sigorta Poliçesi ile 03.07.2009/2010 tarihleri arasında sigortalanmış bulunan Dayı Dede isimli teknenin 28.09.2009 tarihinde seyri esnasında kayalıklara çarparak hasarlandığını, yapılan tespit ve ekspertiz sonucu hasar tutarının 163.711 Euro olduğunun tespit edildiğini ve tutarın ödendiğini, davacının koruma yükümlülüklerini yerine getirmeyerek hasarın artmasına neden olduğunu savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, iddia, savunma ve tüm dosya kapsamı uyarınca taraflar arasındaki temel uyuşmazlığın teknenin tam ziya olup olmadığı noktasında toplandığı, sigorta tekniği yönünden yatın hükmi tam ziya olduğu, sigortacının gerçek zararı ödemekle yükümlü bulunduğu, tam ziya için rizikonun gerçekleşme anındaki (Tekne) değerinin esas alınması gerekeceği, tam ziya tazminatın hesaplanmasında teknenin hasar tarihindeki değerinin değil, onarılmış değerinin esas alınması gerektiği, sigorta ettirenin kendisine verilmesi istenmedikçe sigortacı tarafından hurda bedelinin tazminattan düşürülmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne ve hasar fark tazminatı olarak 89.244 Euro alacağın 15.000 Euro’luk kısmının dava tarihinden itibaren işleyecek, 74.244 Euro’nun ise ıslah tarihi olan 28.02.2012 tarihinden itibaren TCMB tarafından Euro cinsi mevduata uygulanacak en yüksek faiz oranı üzerinden hesaplanacak faizi ile beraber davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.
1- Dava dosyası içerisindeki bilgi ve belgelere, mahkeme kararının gerekçesinde dayanılan delillerin tartışılıp değerlendirilmesinde usul ve yasaya aykırı bir yön bulunmamasına göre davalı vekilinin aşağıdaki (2) ve (3) numaralı bent dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- Ancak, TTK 1441. maddesi “Rizikonun gerçekleşmesi sebebiyle sigortacının sigorta akdinden doğan borçları, 1377 nci madde hükmünce rizikoyu ihbar mükellefiyetinin doğduğu tarihte muaccel olur.” hükmünü haizdir. TTK 1377. maddesine göre ise “Sigorta ettiren veya sigortadan haberi olmak şartiyle, sigortalı bir kazayı öğrenir öğrenmez bunu sigortacıya bildirmekle mükelleftir..” buna göre, deniz sigortalarında sigorta tazminatını ödeme borcu sigorta ettiren veya sigortalının rizikonun gerçekleştiğini sigortacıya bildirdiği anda değil, öğrendiği anda muaccel olur. Aynı Kanun’un 1268. maddesine göre de sigorta mukavelesinden doğan bütün mutalebeler, iki yılda müruruzamana uğrar. Somut olayda davalı … şirketine ihtarın 16.10.2009 tarihinde yapıldığı hususunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Davacı 02.06.2010 tarihinde açtığı dava ile, iki yıllık zamanaşımı süresi içerisinde fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak 15.000,00 Euro talep etmiştir. Açılan dava ile şimdilik istenmeyen sigorta bedeline ilişkin işleyen zamanaşımı süresi kesintiye uğramayıp devam etmektedir. O halde, davacının 28.02.2012 havale tarihli dilekçe ile talebini ıslah ettiği kısım bakımından TTK 1268. maddesinde öngörülen zamanaşımı süresi gerçekleşmiş olup, bu kısım bakımından davanın reddi gerekirken kabulüne karar verilmesi doğru olmamış, davalı vekilinin bu yöndeki temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davalı yararına bozulması gerekmiştir.
3- Bununla birlikte, mahkemece alınan bilirkişi kök raporu ve ek raporlarında bakiye 78.542,65 Euro tazminatın davalıdan tahsili yönünde görüş bildirilmiş ve mahkemece kararın gerekçesinde bilirkişi raporunun benimsendiği açıklanmış ise de, kurtarma ücreti, çekek ücreti ve ilk tersane ücreti olarak 10.701 Euro’nun hesaplanan tazminata dahil edilerek toplam 89.244 Euro alacağın davalıdan tahsiline karar verilmiştir. Oysa düzenlenen bilirkişi raporunda söz konusu kalem zararların hesaplamaya dahil edildiği anlaşılmakla, mahkemece yeniden ilavesi doğru olmamış davalı vekilinin bu yöndeki temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün davalı yararına bozulması gerekmiştir…”
gerekçesi ile hüküm bozulmuş, daha sonra davacı vekilinin karar düzeltme istemi üzerine Özel Dairenin 15.04.2014 tarihli ve 2014/4045 E., 2014/7427 K. sayılı kararı ile; bozma ilamının (3) numaralı bendinin tamamının bozma ilamından çıkarılması suretiyle dosya kendisine gönderilen İstanbul Anadolu 6. Asliye Ticaret Mahkemesince önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, “Tekne Yat Sigorta Sözleşmesi”nden kaynaklanan bakiye sigorta tazminatı istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkili şirkete ait “Dayı Dede” isimli yatın davalı … şirketi tarafından “Tekne Yat Sigorta Sözleşmesi” ile sigortalandığını, sigorta bedelinin ise 300.000,00 Euro olduğunu, sigorta sözleşmesine konu yatın 2009 yılında imal edildiğini ve olay tarihinden iki ay önce denize indirildiğini, söz konusu yatın 28.09.2009 tarihinde sabah 05.30 sularında…’nda kayalıklara çarpmak suretiyle kaza geçirdiğini, kaza sonucu yatın tüm kompartımanlarına su dolduğunu, olay yerinden geçen başka birine ait yat tarafından Ağa Limanı’na çekildiğini ve burada battığını, daha sonra söz konusu yatın… Marinası çekçek alanına çekilerek karaya alındığını, müvekkili tarafından gerekli tüm koruma tedbirlerinin alındığını, kaza neticesinde sigorta sözleşmesinin konusu olan yatın tam ziya hâlinin gerçekleştiğini, ancak bu hususta davalı … şirketi ile anlaşma sağlanamadığını, davalı … şirketi tarafından oluşan zarara karşılık 152.000,00 Euro ödeme yapıldığını, yapılan ödemenin eksik olması nedeniyle müvekkili tarafından 15.12.2009 tarihinde çekilen ihtarname ile 148.000,00 Euro talep edildiğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla bakiye hasar bedeli olan 148.000,00 Euro’dan şimdilik 15.000,00 Euro ile kara park bedeli olarak ödenen 7.939,58TL’nin faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiş, 28.02.2012 tarihli dilekçesi ile talebini 89.244,00 Euro olarak ıslah etmiştir.
Davalı vekili; müvekkili ile davacı arasındaki sözleşmeye konu yatın 28.09.2009 tarihinde seyri esnasında kayalıklara çarparak hasarlandığını, yapılan tespit ve ekspertiz sonucunda yatın tam zayi olmadığının ve hasar tutarının 163.711,00 Euro olduğunun tespit edildiğini, bu tutarın da davacıya ödendiğini savunarak davanın reddini istemiş, ayrıca ıslah ile artırılan miktarın da zamanaşımına uğradığını savunmuştur.
Yerel Mahkemece; sigorta tekniği yönünden sigorta sözleşmesine konu yatın hükmi tam ziya olduğu, sigortacının gerçek zararı ödemekle yükümlü bulunduğu, taraflar arasındaki sözleşme gereğince tam ziya için rizikonun gerçekleşme anındaki değerinin esas alınması gerekeceği, poliçede belirtildiği üzere uyuşmazlığa “enstitü yat klozları”nın uygulanacağı ve buna göre tam ziya tazminatının hesaplanmasında teknenin hasar tarihindeki değerinin değil, onarılmış değerinin esas alınması gerektiği, ayrıca sigorta ettirenin kendisine verilmesi istenmedikçe sigortacı tarafından hurda bedelinin tazminattan düşürülmesinin mümkün olmadığı gerekçesiyle davanın kısmen kabulü ile hasar fark tazminatı olarak 89.244,00 Euro alacağın 15.000,00 Euro’luk kısmının dava tarihinden itibaren işleyecek, 74.244,00 Euro’nun ise ıslah tarihi olan 28.02.2012 tarihinden itibaren Euro cinsi mevduata uygulanacak en yüksek faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece, önceki gerekçelere ek olarak; her ne kadar dava tarihi 02.06.2010 olsa da davanın belirsiz alacak davası niteliğinde olduğu ve dava değerinin bilirkişi raporu ile belirlendiği, davacı tarafından fazlaya ilişkin hakları saklı tutulması nedeniyle dava değeri belirlendikten sonra davanın ıslah edilmesinin davacı lehine yorumlanması gerektiği, gerçek alacak miktarı bilirkişi raporuyla belirlendiğine göre ıslah ile arttırılan miktarın zamanaşımına tabi olmadığı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK) döneminde fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak açılan eldeki davada, ıslah ile artırılan miktarın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı ve ayrıca 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ile getirilen belirsiz alacak davasının eldeki davaya uygulanıp uygulanamayacağı noktalarında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle “ıslah” ve “zamanaşımının kesilmesi” kavramlarının açıklanmasında yarar vardır.
Kavram olarak ıslah; taraflardan birinin yapmış olduğu usul işleminin tamamen veya kısmen düzeltilmesine denir (Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, C. IV, İstanbul, 2001, s. 3965). Islah müessesesi, dava değiştirme, başka deyişle iddia ve savunmanın değiştirilmesi veya genişletilmesi yasağını bertaraf eden bir imkândır. Zira bu suretle, aslında yasal itiraz ile karşılaşılabilecek olan herhangi bir taraf işlemi, ıslah kurumu yardımı ile artık bu itiraza imkân vermeksizin yapılabilmektedir (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C. I-II, İstanbul, 1992, s. 534).
Islaha ilişkin temel düzenleme 6100 sayılı HMK’nın 176’ncı vd. (1086 sayılı HUMK’un 83’üncü vd.) maddelerinde yer almakla birlikte, ıslah 6100 sayılı HMK’nın 141/2’nci maddesinde iddia ve savunmanın genişletilmesi ve değiştirilmesi yasağının istisnası olarak belirtilmektedir.
Islahın düzenlendiği bu maddeler dikkate alındığında; ıslahın konusu tarafların yapmış oldukları usul işlemleridir. Bu bakımdan ancak tarafların yapmış olduğu usul işlemleri ıslah edilebilir. Tarafların yapmış olduğu usul işlemleri, yargılamanın ilerlemesi için yapılan, şartları ve etkileri usul hukuku tarafından düzenlenmiş olan işlemlerdir. Bir taraf ancak kendi yapmış olduğu usul işlemlerini ıslah edebilir; karşı tarafın veya mahkemenin yapmış olduğu usul işlemleri ıslah edilemez (Kuru, s. 4020). Gerek öğretide gerekse uygulamada ıslah yoluyla davanın değiştirilebileceği ve genişletilebileceği, aynı şekilde savunmanın genişletilebileceği ilke olarak kabul edilmektedir. Yine müddeabihin artırılıp artırılmayacağı hususu da bir usul işlemi olup, ıslahın konusunu teşkil etmektedir.
Islahın amacı, yargılama sürecinde şekil ve süreye aykırılık sebebiyle ortaya çıkabilecek maddi hak kayıplarını ortadan kaldırmak olduğundan, hak ve alacağı bu sürecin dışında ortadan kaldırmış olan işlemlerin, yani maddi hukuk işlemlerinin ıslah yoluyla düzeltilebilmesi elbette ki mümkün değildir. Bir başka deyişle, maddi hakkı sona erdiren maddi hukuk işlemleri ıslahla düzeltilemez. Feragat, kabul, sulh gibi işlemler, velev ki dava içinde yapılsın, asıl hakkı ortadan kaldırdıklarından, usul işlemi olduğu kadar maddi hukuk işlemi mahiyetini de taşımaktadır ve bu sebeple, bu işlemlerin ıslah yoluyla düzeltilmesi imkânsızdır (Özekes, Hakan: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, İstanbul, 2017, s. 1517). Çünkü ıslah, yargılama hukukunun şekle ve süreye bağlılığından kaynaklanan zımni hak kayıplarının telafisi için öngörülmüş bir müessesedir.
Davanın tamamen ıslahı, dava dilekçesinden itibaren bütün usul işlemlerinin yapılmamış sayılmasını gerektirir. Gerek öğretide gerekse uygulamada, davanın tamamen ıslahında yeni bir dava açılmamış sayılacak, tamamen ıslah edilen dava ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, bunun doğal sonucu olarak, zamanaşımı ilk davanın açıldığı tarihteki duruma göre dikkate alınacaktır. Onun için davanın tamamen ıslahında ıslah olunan dava, ilk dava gününde açılmış sayılacaktır (Kuru, s. 3998 vd; Özekes, s. 1537).
Bu aşamada açıklanması gereken diğer bir husus “zamanaşımının kesilmesi” kavramıdır.
Somut olaya uygulanması gereken 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı BK) 133/2’nci [6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı TBK) 154/2’nci] maddesi gereğince; alacaklı dava veya def’i yoluyla mahkemeye veya hakeme başvurmuşsa, icra takibinde bulunmuşsa ya da iflas masasına başvurmuşsa zamanaşımı kesilir. Ancak, 818 sayılı BK’nın 135/1’inci (6098 sayılı TBK’nın 156/1’inci) maddesi gereğince; zamanaşımının kesilmesiyle kesilme tarihinden başlayarak yeni bir süre işlemeye başlar. Dava veya def’i yoluyla kesilmiş olan zamanaşımı, davanın devamı süresinde taraflardan birinin yargılamaya ilişkin her bir işleminden ve hâkimin her emir ve hükmünden itibaren yeniden işlemeye başlayacaktır [818 sayılı BK, m. 136/1 (6098 sayılı TBK, m. 157/1)].
Öğreti ve uygulamada kısmi davada dava edilmeyen alacak kesimi için, fazlaya ilişkin hakkın saklı tutulmuş olmasının zamanaşımını kesmeyeceği kabul edilmektedir (Kuru, s.1541 vd.; Pekcanıtez, s. 1008). Başka deyişle kısmi dava açılması hâlinde zamanaşımı yalnız alacağın kısmi dava konusu yapılan miktarı için kesilecek, ancak talep konusu yapılmayan geri kalan kısım bakımından ise zamanaşımı işlemeye devam edecektir. Kısmi dava ile talep edilmeyen alacağın geri kalan kısmı için zamanaşımı 818 sayılı BK’nın 133’üncü (6098 sayılı TBK’nın 154’üncü) maddesindeki diğer kesilme nedenleri dışında ancak aynı yargılamada karşı tarafın rızası veya ıslah talebinde bulunma tarihinde yahut geri kalan kısım için ikinci dava açılacaksa ikinci davanın açıldığı tarihte kesilmiş olur. Davacının geri kalan kısım için ıslaha başvurması veya ikinci dava açması durumunda davalının zamanaşımı definde bulunabileceğinden tereddüt etmemek gerekir (Pekcanıtez, s. 1008).
Somut olayda taraflar arasında denizcilik rizikolarına karşı sigorta sözleşmesi bulunmakta olup, dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun (6762 s. TTK) 1441’inci maddesi; “Rizikonun gerçekleşmesi sebebiyle sigortacının sigorta akdinden doğan borçları, 1377’nci madde hükmünce rizikoyu ihbar mükellefiyetinin doğduğu tarihte muaccel olur.” hükmünü haizdir. 6762 sayılı TTK’nın 1377’nci maddesi ise “Sigorta ettiren veya sigortadan haberi olmak şartiyle, sigortalı bir kazayı öğrenir öğrenmez bunu sigortacıya bildirmekle mükelleftir” şeklinde düzenlenmiştir. Kara sigortaları bakımından da kural olarak aynı esaslar caridir. Buna göre, 6762 sayılı TTK döneminde hem kara sigortalarında hem de denizcilik rizikolarına karşı sigortalarda sigortacının sigorta tazminatını ödeme borcu, rizikonun gerçekleştiğinin öğrenildiği anda muaccel olur (Can, Mertol: Türk Özel Sigorta Hukuku, Ankara, 2007, s. 299; Doğanay, İsmail: Türk Ticaret Kanunu Şerhi, C. III, İstanbul, 2004, s. 3231).
Sigorta sözleşmeleri için zamanaşımı süresinin düzenlendiği 6762 sayılı TTK’nın 1268’inci maddesi ise; “Sebepsiz yere ödenmiş bulunan primin veya sigorta bedelinin geri alınması alacakları dahil sigorta mukavelesinden doğan bütün mutalebeler, iki yılda müruruzamana uğrar.” hükmünü haizdir. Buradan varılacak sonuç; sigorta tazminatının ödenmesinde iki yıllık zamanaşımı süresinin sigorta ettirenin veya sigortalının rizikonun gerçekleştiğini öğrendiği tarihte işlemeye başlayacağıdır.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; taraflar arasında “Tekne Yat Sigorta Sözleşmesi” bulunduğu, 28.09.2009 tarihinde meydana gelen kaza neticesinde sigorta sözleşmesine konu yatın hasarlandığı, hasar sonrası yapılan ekspertiz çalışmaları neticesinde davalı … şirketi tarafından sözleşmeye konu yatın tam zayi olmadığından bahisle davacı sigortalıya bir kısım ödemeler yapıldığı, davacının ise eldeki davada fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla bakiye hasar bedeli olan 148.000,00 Euro’dan şimdilik 15.000,00 Euro ile kara park bedeli olarak ödenen 7.939,58TL’nin faiziyle birlikte tahsilini talep ettiği, yargılama sırasında 28.02.2012 tarihli ıslah dilekçesi ile talebini 89.244,00 Euro’ya yükselttiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte davalı vekili tarafından ıslah ile artırılan miktar yönünden zamanaşımı definde bulunulduğu görülmektedir.
Somut olayda sigorta tazminatının ödenmesinde iki yıllık zamanaşımı süresinin davacının rizikonun gerçekleştiğini öğrendiği 28.09.2009 tarihinde işlemeye başlayacağı hususunda taraflar arasında ihtilaf bulunmamaktadır. Eldeki dava ise 02.06.2010 tarihinde iki yıllık zamanaşımı süresi içerisinde açılmış olup, fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak 15.000,00 Euro sigorta tazminatı ile 7.939,58TL kara park bedeli talep edilmiştir. Açılan eldeki dava ile sadece talep edilen miktar yönünden zamanaşımı kesilmiş, şimdilik denilerek istenmeyen geri kalan sigorta tazminatına ilişkin işleyen zamanaşımı süresi ise kesintiye uğramamıştır. Bu durumda ıslah tarihi olan 28.02.2012 tarihi itibari ile yukarıdaki açıklamalar ışığında ıslahla artırılan miktar yönünden davalının usulüne uygun şekilde ileri sürdüğü zamanaşımı defi karşısında 6762 sayılı TTK’nın 1268’inci maddesinde öngörülen iki yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunun kabulü gerekmektedir.
Yerel Mahkemenin direnme gerekçesinin diğer bir dayanağı ise davanın belirsiz alacak davası gibi nitelendirilmesi gerektiği yönündeki kanaattir.
Hemen belirtilmelidir ki; usul hukuku alanında geçerli temel ilke, yargılamaya ilişkin kanun hükümlerinin derhal yürürlüğe girmesidir. Başka bir deyişle medeni usul hukukunda, kural olarak kanun değişikliklerinde “derhal uygulanırlık ilkesi” geçerlidir. Bu ilkenin benimsenmesinin nedeni ise, bu kanun hükümlerinin kamu düzeni ile yakından ilgili olduğu, daima eskisinden daha iyi ve amaca en uygun olduğu fikri ile kanun koyucunun, fertlere ait olan hakların yeni usul hükümleri ile daha önce yürürlükte olan kanundan daha iyi ve daha adil bir şekilde korunacağına ilişkin inancıdır.
Usul kurallarının zaman bakımından uygulanmasında derhal uygulanırlık kuralı ile birlikte dikkate alınması gereken bir husus da, yeni usul kuralı yürürlüğe girdiğinde, ilgili usul işleminin tamamlanıp tamamlanmadığıdır.
Dava, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesiyle başlayan ve bir kararla (veya hükümle) sonuçlanıncaya kadar devam eden çeşitli usul işlemlerinden ve aşamalarından oluşmaktadır. Eğer bir usul işlemi, yargılama sırasında yapılmaya başlanıp, tamamlandıktan sonra, yeni bir usul kuralı yürürlüğe girerse, söz konusu işlem geçerliliğini korur. Başka bir deyişle, tamamlanmış usul işlemleri, yeni yürürlüğe giren usul hükmünden (veya kanunundan) etkilenmez; aksini düşünmek gereksiz yere bu işlemin tekrarlanması nedeniyle emek ve zaman kaybına neden olacaktır. Buna karşın, bir usul işlemine başlanmamış veya başlanmış olup da henüz tamamlanmamış ise, yeni usul hükmü (veya kanunu) hemen yürürlüğe gireceğinden etkilenir. Çünkü usule ilişkin kanunlar tersine bir kural benimsenmediği takdirde genel olarak hemen etkili olup uygulanırlar (Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, C: I-II, İstanbul, 1992, s. 78; Pekcanıtez, Hakan: Pekcanıtez Usul Medeni Usul Hukuku, İstanbul, 2017, s. 48).
Yapılan açıklama ve ilkelere uygun olarak; 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın “Zaman Bakımından Uygulanma” başlığını taşıyan 448/1. maddesi de “Bu Kanun hükümleri, tamamlanmış işlemleri etkilememek kaydıyla derhâl uygulanır” hükmünü içermektedir. Bu madde hükmüne göre, kanunda aksine bir düzenleme getirilmediği takdirde, yeni usul hükümlerinin tamamlanmış usul işlemlerine bir etkisi olmayacak, önceki kanuna göre yapılmış ve tamamlanmış olan işlemler geçerliğini koruyacaktır. Buna karşın, tamamlanmamış usul işlemleri yeni kanun hükümlerine göre yapılacaktır.
Belirsiz alacak davası ise hukukumuza ilk kez 6100 sayılı HMK ile girmiştir. Bu Kanun’un 107/1’inci maddesinde; “Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.” düzenlemesi mevcuttur. Ancak yukarıdaki açıklamalar ışığında eldeki davada, dava dilekçesinin mahkemeye verilmesi ve gerekli harçların yatırılması ile dava açma işlemi tamamlanmış olduğundan 6100 sayılı HMK ile getirilen belirsiz alacak davasına ilişkin hükümler uygulanamayacaktır. Başka bir deyişle 1086 sayılı HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak kısmi dava şeklinde açılan eldeki davanın, 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesiyle kendiliğinden belirsiz alacak davasına dönüşeceği kabul edilemez. Ayrıca 1086 sayılı HUMK’nın yürürlükte olduğu dönemde açılan davalar 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girmesinden sonra kısmi ıslahla belirsiz alacak davasına dönüştürülemeyeceği gibi tam ıslahla dahi belirsiz alacak davası hâline gelmez. Zira davanın tamamen ıslahında, tamamen ıslah edilen dava, ilk açılan davanın devamı niteliğinde olduğundan, ilk dava tarihinde açılmış kabul edilecek ve ilk dava tarihinde yürürlükte olan usul hükümleri uygulanacaktır.
Ne var ki davacının açıkça ıslah kurumunu işlettiği eldeki dava, 6100 sayılı HMK’nın yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış olmakla birlikte 6100 sayılı HMK ile hukukumuza giren belirsiz alacak davasına ilişkin düzenlemenin somut uyuşmazlıkta uygulanabilirliği bulunmamaktadır.
Şu hâlde; yerel mahkemece, davacı tarafın ıslahla artırdığı miktar yönünden 6762 sayılı TTK’nın 1268’inci maddesinde öngörülen iki yıllık zamanaşımı süresinin dolması nedeniyle bu kısma ilişkin istemin reddine karar verilmesi gerekirken, kabul kararı verilmesi doğru değildir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında; eldeki davanın 1086 sayılı HUMK döneminde açılmış olması nedeniyle belirsiz alacak davası olarak değerlendirilemeyeceği, yerel mahkemenin bu gerekçesinin yerinde olmadığı, ancak direnme kararından sonra verilen Yargıtay’ın 24.05.2019 tarihli ve 2017/8 E., 2019/3 K. sayılı içtihatlı birleştirme kararının temel gerekçesi; ıslahla miktar artırımının ek dava niteliğinin bulunmadığı ve sadece dava dilekçesinde belirtilen miktarın düzeltilmesi niteliğinde olduğu sonucuna dayandığı, içtihadı birleştirme kararlarının usulü kazanılmış hak ilkesinin istisnası olarak henüz kesinleşmemiş tüm davalara tatbikinin gerekli olduğu, içtihadı birleştirme kararlarının sonuçlarının bağlayıcı ve gerekçelerinin ise yol gösterici olduğu, bu nedenle miktar artırımına ilişkin ıslahın artık ek dava olarak görülmesi mümkün olmayıp dava dilekçesindeki miktar kısmının düzeltilmesi olarak kabul edilmesi gerektiği, o hâlde ıslahla artırılan miktar yönünden de zamanaşımının ilk dava tarihinde kesilmiş sayılacağı, bu itibarla zamanaşımının dolmadığı yönünden sonucu itibariyle doğru hale gelen direnme kararının uygun olduğu ve bu gerekçeyle direnme kararının onanması ile miktar incelemesi için Özel Daireye gönderilmesi gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de; bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 17.10.2019 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Belirsiz alacak davası hukukumuza 6100 sayılı HMK ‘da yer alan düzenlemeler ile girmiş olup eldeki dava bu Kanunun yürürlüğünden önce HUMK döneminde açılmış olduğundan açılan davanın belirsiz alacak davası olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Dava; açıldığı tarih itibarıyla kısmi dava niteliğinde olup dava açılmakla tamamlanmış işlem meydana geleceğinden HMK 448. maddedeki zaman bakımından uygulanma kuralına göre bu davanın kısmi dava olarak açıldığı kesinleşmiş olup, bu davanın artık belirsiz alacak davası olarak açıldığı sonucuna varılamayacaktır. Islah tarihinde HMK’nın yürürlüğe girmiş olması da bu davanın belirsiz alacak davası olarak nitelenebilmesine imkan vermez. Mahkemenin bu gerekçeye dayalı olarak direnmiş olması isabetli olmamıştır.
TBK 154. maddede dava yoluyla mahkemeye başvurulmuş ise yani dava açılmışsa zamanaşımının kesileceği düzenlenmiştir. Bu maddenin de yorumunun sonucu olarak, Özel Dairenin bozma kararını verdiği tarih ile mahkemenin direnme kararını verdiği tarihteki yerleşik yargılamasal uygulamalarda dava açılmakla ancak dava dilekçesindeki miktar için zamanaşımının kesileceği ve sadece dava açılan miktar için dava tarihinde temerrüt olgusunun gerçekleşeceği kabul edilmekte olup bozma kararı bu yargısal uygulamalara da uygundur.
Direnme kararından sonra 24.05.2019 tarihinde verilen 2017/8 esas, 2019/3 karar sayılı bir içtihadı birleştirme kararı çıkmış olup bu kararın somut uyuşmazlığa bir etkisi bulunup bulunmadığı da incelenmelidir. Çünkü 09.05.1960 günlü 1960/21 esas, 1960/9 karar sayılı içtihadı birleştirme kararında; sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının temyiz mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usuli kazanılmış hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya temyiz mahkemesinde bulunan bütün işlere tatbikinin gerekli olduğuna, karar verilmiştir.
Sözünü ettiğimiz 24.05.2019 tarihli içtihadı birleştirme kararında “kısmi davada, dava konusu miktarın kısmi ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin artırılması halinde, artırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceği belirtilmiştir.
Bu karar zamanaşımı ile ilgili değilse de İçtihadı Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı olmakla birlikte gerekçeleriyle de yol gösterici olduğu unutulmamalıdır. Bu yol göstericilik kararın sonuç kısmının yorumlanması, kapsamının belirlenerek uygulanması için gerekli olduğu kadar, dayandığı esasların başka müesseselerin yorumlanıp uygulanabilmesinde de geçerli olacaktır. Yol göstericilik konusunda kararın tüm gerekçeleri değil; ana sonuçla bağlantılı ve bu sonuca hangi hukuksal nedenlerle varıldığını gösteren temel gerekçeler esas alınmak suretiyle bir sınırlama getirilmesi de içtihadı birleştirme kararlarının mahiyetine uygun bir sonuç olacaktır.
24.05.2019 tarihli içtihadı birleştirme kararında varılan sonucun temel gerekçesi; ıslahla miktar artırımının ek dava niteliğinde olmayıp dava dilekçesindeki miktarın değiştirilmesi olduğudur.
Bu temel gerekçenin varlığı; kararda yer verilen “…Ek dava ile kısmi dava arasında paralellik mevcut ise de ıslahla ilgili sorunların yine ıslah müessesi kapsamında sonuçlandırılarak değerlendirilmesi gerekir. Bu nedenle dava değerinin artırılması kısmi ıslah kapsamında olduğundan süregelen davanın devamıdır ki yeni bir dava ve ek dava olarak kabul edilemez. Artırılan tutar için harç yatırılması bir usul işlemidir; yeni bir dava açıldığı şeklinde yorumlanamaz…” biçimindeki açıklamalarda ve “…bu amaçla verilen bir ıslah dilekçesi dava dilekçesindeki istem ve ferilerini ortadan kaldırmayacak, sadece istenilen alacak rakamını değiştirecektir. Hâl böyle olunca ıslahla artırılan tutar, yeni bir dava olmadığından, ilk dava dilekçesinde yer alan bütün unsurlar faiz istemi de dahil olmak üzere, ıslahla artırılan kısım için de uygulanabilir olmalıdır…” şeklinde yapılan açıklamalarda açıkça görülmektedir. Bu ifadeler kararın; sonuç kısmıyla da uyumlu ana ve en temel gerekçeleridir
Bu karar temel gerekçesinden soyutlanarak yorumlanıp uygulanamayacağına göre, ıslahla miktarın artırılması hâlinde, bu miktar değişikliğinin, zamanaşımının kesilmesine neden olup olmadığı, zamanaşımını kesecek bir işlem ise hangi tarihte zamanaşımının kesileceği konusunda da kararın bu ana gerekçesinden yararlanılmalıdır.
Bu karar ile ıslahla miktar artırımı ek dava olarak görülmemiş ve sadece dava dilekçesinde yazan miktarın değiştirilmesi, diğer bir ifadeyle bu miktarın düzeltilmesi olarak görülmüştür. Bu kararın sonucu olarak miktar artırımına ilişkin yapılan ıslahın da artık ek dava olarak görülmesi mümkün olmayıp dava dilekçesindeki miktar kısmının düzeltilmesi olarak kabul edilmesi gerekir. Düzeltilen dava dilekçesi olduğuna göre davacı tarafından ıslahın teşmil edildiği tarih de ilk dava tarihi olacaktır.
Dava tarihine teşmil edilecek şekilde bir ıslah gerçekleştiğine göre, ıslahla artırılan miktar için de dava tarihinin artık ilk dava tarihi kabul edilmesi ve dava açılmakla zamanaşımının kesileceğine dair TBK 154/1-bent 2 hükmünün ıslah edilen miktar için de ilk dava tarihi esas alınarak uygulanması gerekir.
TBK 154/1-bent 2. maddede dava açılmakla zamanaşımının kesileceği düzenlenmiş ancak ıslah dilekçesi verilmekle zamanaşımının kesileceği düzenlenmemiştir. Islahla miktar artırımının ek dava niteliğinde olmadığı bu kararın gerekçesinde açıkça belirtildiğine göre bu madde; artık ek dava hükümlerine göre zamanaşımını kesebilecek bir hüküm olarak yorumlanabilmekten çıkmıştır.
Islah yeni bir dava veya ek dava sayılmadığına göre ıslahın TBK 154/1-bent 2. maddeye dayalı olarak zamanaşımını kestiği kabul edilemez. Islah bir dava sayılıp zamanaşımın kesmiyorsa artık TBK 157. maddede yer alan “Bir dava veya def’i yoluyla kesilmiş olan zamanaşımı, dava süresince tarafların yargılamaya ilişkin her işleminden veya hâkimin her kararından sonra yeniden işlemeye başlar.” düzenlemesine dayalı olarak da ıslah edilen miktar için her yargılama işleminde zamanaşımı kesilmeyecektir. Bunun sonucu olarak da yargılama sırasında dahi ıslahla artırılan miktarın zamanaşımına uğraması tehlikesi ortaya çıkacağından, bu durum ıslahla miktar artırımlarını yok denebilecek seviyeye getirebilecek ve ıslahla kolaylaştırılmak istenen hak arama hürriyetinin bir başka yönüyle bu kez sınırlanmasına yol açmış olacaktır.
Islahla miktar artırımı dava veya ek dava sayılmadığı için TBK 154/1-bent 2. madde gereğince zamanaşımı kesilmez ise de yukarıda da belirttiğimiz üzere bu ıslah dava dilekçesindeki miktarın değiştirilmesi ve düzeltilmesi olduğundan ıslahla artırılan yeni istem için de zamanaşımının ilk dava tarihinde kesilmiş sayılması gerektiği sonucuna varılmalıdır.
Yukarıda yapılan açıklama ve sözü edilen kurallarla birlikte somut olay değerlendirildiğinde; dava zamanaşımı süresi içinde kısmi dava olarak açılmış ve sonrasında ıslah yoluyla dava dilekçesindeki miktar da düzeltilmek suretiyle fazla miktar istenmiş olduğundan ıslahla artırılan miktar için de zamanaşımının ilk dava tarihinde kesildiğinin kabul edilmesi gerekmektedir.
Direnme kararı uygulanması gereken sonraki tarihli içtihadı birleştirme kararına göre değerlendirildiğinde, zamanaşımının dolmadığı yönünden sonucu itibarıyla doğru hale geldiğinden direnme uygun daireye denilerek kararın onanması ancak miktar incelemesi yapılmak üzere daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumdan, ıslahla artan kısmın zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle bozma şeklinde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.