Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2016/360 E. 2019/450 K. 11.04.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2016/360
KARAR NO : 2019/450
KARAR TARİHİ : 11.04.2019

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasındaki “işçilik alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Bursa 4. İş Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 20.03.2014 tarihli ve 2013/368 E.-2014/166 K. sayılı kararın davalı vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 22.09.2014 tarihli ve 2014/9305 E.- 2014/17736 K. sayılı kararı ile;
“…1.Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benimsenmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle dayandığı maddi delillere ve özellikle bu delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalının aşağıdaki bendin kapsamı dışında kalan temyiz itirazlarının reddine.
2. Davacı vekili, davacının 20.08.1989 tarihinde davalı işyerinde çalışmaya başladığını, çalışmasına Emlak İstimlak Daire …lığında halen devam ettiğini, 22.04.2008 tarihinden itibaren davalı işyerinde yetkili olan Hizmet-İş Sendikası’na üye olduğunu, davalı işyerinde yürürlükte bulunan TİS’ın 3.maddesinin 3.bendinde büro elemanlarının sözleşme kapsamı dışında olduğunun belirtildiğini, ancak bu hükmün işyerinde genel olarak uygulanmadığını, davalı işyerinde fiilen büro işçisi olarak çalışmasına rağmen TİS’den yararlanan çok sayıda işçi bulunduğunu, dolayısıyla davalı işverenin bu hükme dayanarak keyfi uygulamaya gittiğini ve eşit konumdaki işçilere farklı muamelelerde bulunduğunu, kendisi ile aynı durumda/statüde olan işçilerin TİS’den yararlandırdığını ancak kendisinin bu haklardan hukuksuz olarak mahrum bırakıldığını, ayrıca bu tür düzenlemelerin Anayasaya, Sendikalar Kanunu’na ve evrensel hukuk normlarına da aykırı olduğunu, özetle; TİS.’in 3/3. bendindeki büro işçilerinin kapsam dışı sayılması hükmünün işyerinde genel olarak uygulanmaması, işverenin keyfi tutumu nedeniyle aynı konumdaki bazı büro işçilerinin TİS’den faydalandırılarak eşit durumdaki işçiler arasında ayrımcılık yapılması nedeniyle bu keyfi uygulamaların hukuk düzenince korunamayacağını, bu nedenlerle de kendisinin de diğer birçok büro işçisi gibi TİS’den yararlanmasının gerektiğini, zira 15.03.2011 tarihinde yürürlüğe giren TİS.’de kapsam dışı uygulamasının kaldırıldığını, açılan emsal davalarda da iddiaları doğrultusunda kabul kararları verildiğini iddia ederek; sendikaya üye olduğu tarihten itibaren oluşan ücret zammı, birleştirilmiş sosyal yardım, sorumluluk zammı, ikramiye ve ilave tediye, yemek yardımı, giyim yardımı öğrenim yardımı, hizmet yılı primi ve hafta tatili ücreti alacaklarının faizleriyle birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Davalı, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Bilindiği üzere; maddi anlamda kesin hüküm, yargısal (kazai) kararlara tanınan yasal gerçeklik
(hakikat ) vasfıdır. Bu vasıf yargısal ( kazai ) kararların gerçeğe ( hakikata ) uygun olarak verildiğinin kabul edilmesini zorunlu kılar. Kesin hüküm kuralı, haklı ve adil kararların korunması yanında, kişiler arasındaki çekişmelerin sonsuza dek davam etmesini önlemek, toplumun istikrar ve düzenini sağlamak, hukukun ve yargının güvenirliğini korumak amacıyla da kabul edilmiştir. Bütün yasal yollar kapandıktan ve verilen hüküm kesinleştikten sonra, aynı davanın tekrar yargı önüne getirilmesi, toplumda sonu gelmeyen çekişmelere, huzursuzluklara, istikrarsızlıklara, kazanılmış hakların her zaman ortadan kaldırılabileceği endişesine neden olur. Çelişkili kararların çıkmasına sebebiyet verir. Bu itibarla, tarafları, mevzuu ve sebebi aynı olan Devletin iştiraki, hakimin tarafsız araştırması ve iradesi ile kurulan, tüm yasal yollardan geçmek suretiyle; diğer bir anlatımla şekli yönüyle de kesinleşen önceki hükmün korunmasında kamunun büyük yararı bulunmaktadır.
Hukukumuzda kamu düzeninden sayılan ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 237.(6100 sayılı HMK 303) maddesinde düzenlenen kesin hüküm tarafların anlaşmaları ile ortadan kaldırılamadığı gibi, mahkemece kendiliğinden ( resen ) gözönünde tutulur. Düzenlediği hak ve çıkar ilişkileri yönünden yasal gerçeklik ( hakikat ) sayıldığından taraflarını bağlar.
Kesin hüküm itirazı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu 114 ve 115. maddeleri gereği davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkeme de; (Yargıtay da) davanın her aşamasında kesin hükmün varlığını kendiliğinden gözetip, davayı kesin hükümden (dava şartı yokluğundan) reddetmesi gerekir. Yine kesin hüküm itirazı mahkemede ileri sürülmemiş olsa dahi, ilk defa Yargıtay’da (temyiz veya karar düzeltme aşamasında) dahası bozmadan sonra da ileri sürülebilir. Bu bakımdan usulü kazanılmış hakkın istisnasıdır ve tarafların iradesine de bağlı olmayan mutlak bir etkiye sahiptir. O nedenle kesin hükmün varlığının yargılamanın bir kesiminde nazara alınmamış olması diğer bir kesiminde ele alınmasını engellemez.
Somut olayda davacının aynı alacaklara ilişkin aynı iddialarla açtığı 21.07.2009 tarihine kadar alacakları talep ettiği Bursa 3. İş Mahkemesi 2011/563 E. 2012/183 K. sayılı dosyada davacının büro işçisi olması nedeniyle alacak talepleri reddedilmiştir. Verilen ret kararı Yargıtay 9. Hukuk Dairesi tarafından onanmıştır. Kesinleşen ilam gereği artık davacının 21.07.2009 tarihine kadar olan dönem açısından yeni bir dava ile alacak talebinde bulunması mümkün değildir. Mahkemece kesin hüküm ile tespit edilen dönem sonrasına denk gelen dönem alacaklarının tahsiline hükmedilmesi gerekirken kesin hüküm dikkate alınmadan 21.07.2009 tarihi öncesi alacakların da kabulüne karar verilmesi hatalı olup bozmayı gerektirmiştir… ”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalı … Müdürlüğüne (BUSKİ/İşveren) ait iş yerinde çalıştığını, sendika üyesi olduğunu, iş yerinde uygulanmakta olan toplu iş sözleşmelerinde (TİS) büro işçilerinin kapsam dışı tutulduğunu, ancak davalının inisiyatifi ile çok sayıda büro işçisinin TİS’teki tüm haklardan yararlandırıldığını, bu durumun kesinleşen davalarla sabit olduğunu, davalı işverenin bu davranışının eşit davranma ilkesine aykırılık teşkil ettiğini ileri sürerek, TİS’ten kaynaklanan işçilik alacaklarının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davacının büro işçisi olarak yararlanması mümkün TİS hükümlerine göre haklarını eksiksiz aldığını, öte yandan aynı mahiyette açtığı davanın reddedildiğini, temyiz incelemesinden geçerek kesinleştiğini belirterek kesin hüküm itirazında bulunmuş ve davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davacının ilk davada fiilen sahada çalıştığını, büro personeli olmadığını ve bu nedenle TİS’ten yararlanması gerektiğini ileri sürdüğü, yargılama sonucu büro personeli olduğundan davanın reddine karar verildiği, kararın temyiz incelemesinden geçerek kesinleştiği, eldeki davada ise TİS’den büro personelinin de yararlanması gerektiğini iddia ettiği, davacının TİS’ten yararlanması gerektiği gerekçesi ile bilirkişi raporundaki hesaplama benimsenmek sureti ile davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenle bozulmuştur.
Mahkemece, kesin hükmün varlığı için gerekli şartlardan olan dava sebeplerinin aynı olması şartının somut olayda gerçekleşmediği belirtilerek, kesin hükümle ilgili ilk karardaki tespit ve gerekçe ile önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, somut olayda 21.07.2009 tarihine kadar olan alacaklar bakımından kesin hüküm bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle dava şartları ve kesin hüküm kavramları üzerinde kısaca durmak gerekir.
Dava şartları, mahkemenin davanın esası hakkında yargılama yapabilmesi için gerekli olan unsurlardır. Diğer bir anlatımla, dava şartları dava açılabilmesi için değil, mahkemenin davanın esasına girebilmesi için aranan kamu düzeni ile ilgili zorunlu koşullardır.
Mahkeme, hem davanın açıldığı tarihte hem de yargılamanın her aşamasında dava şartlarının bulunup bulunmadığını kendiliğinden araştırıp inceler ve bu konuda tarafların istem ve beyanları ile bağlı değildir. Dava şartlarının davanın açıldığı tarih itibariyle bulunmaması ya da bu şartlardan birinin yargılama aşamasında ortadan kalktığının öğrenilmesi durumunda mahkemece mesmu (dinlenebilir) olmadığı gerekçesiyle davanın reddedilmesi gerekir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı HMK/6100 sayılı Kanun/HMK) 114’üncü maddesinde;
“(1) Dava şartları şunlardır:
a) Türk mahkemelerinin yargı hakkının bulunması.
b) Yargı yolunun caiz olması.
c) Mahkemenin görevli olması.
ç) Yetkinin kesin olduğu hâllerde, mahkemenin yetkili bulunması.
d) Tarafların, taraf ve dava ehliyetine sahip olmaları; kanuni temsilin söz konusu olduğu hâllerde, temsilcinin gerekli niteliğe sahip bulunması.
e) Dava takip yetkisine sahip olunması.
f) Vekil aracılığıyla takip edilen davalarda, vekilin davaya vekâlet ehliyetine sahip olması ve usulüne uygun düzenlenmiş bir vekâletnamesinin bulunması.
g) Davacının yatırması gereken gider avansının yatırılmış olması.
ğ) Teminat gösterilmesine ilişkin kararın gereğinin yerine getirilmesi.
h) Davacının, dava açmakta hukuki yararının bulunması.
ı) Aynı davanın, daha önceden açılmış ve hâlen görülmekte olmaması.
i) Aynı davanın, daha önceden kesin hükme bağlanmamış olması.
(2) Diğer kanunlarda yer alan dava şartlarına ilişkin hükümler saklıdır.” düzenlemesi yer almaktadır. Bu hükme göre, dava şartlarından bazıları olumlu (davanın açılması sırasında var olması gerekli), bazıları ise olumsuz (davanın açılması sırasında bulunmaması gereken) şartlardır. Bu kapsamda dava konusu uyuşmazlığın daha önce bir kesin hüküm ile çözümlenmemiş olması dava şartıdır. Bu şart, olumsuz dava şartlarından biridir.
Kesin hüküm (hem bireyler hem de devlet için) hukuki durumda bir kararlılık ortaya koyar. Bununla hukuki güvenlik ve yargı erkine güven sağlandığından kesin hüküm kamu yararı ile doğrudan ilgilidir.
Hemen belirtilmelidir ki, kesin hükmün amacı kişiler arasındaki uyuşmazlıkların hem kesinleşme anı hem de gelecek için çözümlenmesidir. Bu amacın gerçekleşmesinde, hem davanın taraflarının hem Devletin hem de toplumun yararı vardır. Çünkü kişiler aralarındaki uyuşmazlığın kesin bir biçimde sonuçlanması için dava sırasında bütün olanaklarını kullanırlar ve dava sonucunda verilecek kararla artık bu uyuşmazlığın sona ermesini isterler. Bunda Devletin de yararı vardır. Çünkü Devlet mahkemelerin sınırsız bir biçimde aynı uyuşmazlık ile tekrar tekrar meşgul edilmesini istemez (Arslan, R./ Yılmaz, E./Taşpınar Ayvaz, S.: Medeni Usul Hukuku, Ankara 2016, s.664).
Dava konusu uyuşmazlık hakkında kesin hüküm bulunuyorsa aynı konuda, aynı taraflar arasında ve aynı dava sebebine dayanılarak yeni bir dava açılamaz.
Kesin hüküm itirazı davanın her aşamasında ileri sürülebilir ve mahkemenin de davanın her aşamasında kesin hükmün varlığını kendiliğinden gözetip, davayı kesin hüküm bulunduğu (dava şartı yokluğundan) gerekçesiyle reddetmesi gerekir. Yine kesin hüküm itirazı mahkemede ileri sürülmemiş olsa dahi ilk defa Yargıtay’da (temyiz veya karar düzeltme aşamasında) ve dahası bozmadan sonra da ileri sürülebilir ve tarafların iradesine de bağlı olmayan mutlak bir etkiye sahiptir. O nedenle kesin hükmün varlığının, yargılamanın bir kesiminde nazara alınmamış olması diğer bir kesiminde ele alınmasını engellemez (Kuru, B.:Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, İstanbul 2001, C. V, s. 4980 vd.).
Kesin hüküm şekli anlamda kesin hüküm ve maddi anlamda kesin hüküm, olmak üzere ikiye ayrılır.
Şekli anlamda kesin hüküm ile kastedilen, bir mahkeme kararına karşı normal kanun yollarına başvurulamayacağıdır.
Şekli anlamda kesin hükmün amacı, bir davanın sona ermesine hizmet etmektir. Bir nihai karar şekli anlamda kesinleşince, tarafların o davada takip ettikleri amaç gerçekleşmiş olur. Fakat bu, taraflar arasındaki uyuşmazlığın değil, ancak görülmekte olan davanın sona ermesi demektir. Bundan sonra da aynı taraflar arasında aynı uyuşmazlığın yeni bir dava konusu yapılmaması için, başka bir müesseseye yani maddi anlamda kesin hüküm müessesine ihtiyaç vardır (Kuru, s. 4981).
Bir mahkeme kararına karşı başvurulabilecek kanun yolunun hiç olmaması veya mevcut olan kanun yollarının tüketilmesi ya da süresinde kanun yollarına başvurulmaması hâllerinde şekli anlamda kesinlik gerçekleşir. İstisnaen olağanüstü kanun yoluna başvurma ya da eski hâle getirme mümkün ise bu yollarla şekli anlamda kesin hükmü sona erdirmek mümkündür.
Nitekim Hukuk Genel Kurulunun (HGK) 24.01.2018 tarihli ve 2017/14-2534 E.-2018/88 K., 16.05.2018 tarihli ve 2017/19-1628 E.-2018/1098 K. ile 06.11.2018 tarihli ve 2016/22-388 E.-2018/1607 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiş ve bir karara karşı kanun yollarına başvurulamaması hâlinde şekli anlamda kesin hükmün gerçekleştiğine vurgu yapılmıştır.
Gerek 1086 sayılı Kanun’da gerekse 6100 sayılı HMK’da şekli anlamda kesinliğin tanımı yapılmamış ise de, çeşitli maddelerde geçen “kesin” “kesinleşme” “kesinleşmiş” sözleriyle şekli anlamda kesin hükmün kastedildiğini söylemek mümkündür.
Maddi anlamda kesin hüküm 1086 sayılı HUMK’da tanımlanmamış olmakla birlikte Kanun’un 237’nci maddesinde “Kaziyei muhkeme, ancak mevzuunu teşkil eden husus hakkında muteberdir.
Kaziyei muhkeme mevcuttur denilebilmek için iki tarafın ve müddeabihin ve istinat olunan sebebin müttehit olması lazımdır.” şeklinde bir maddi anlamda kesin hükmün şartlarına yer verilmiştir.
Hâlen yürürlükte bulunan 6100 sayılı HMK ise 303’üncü maddesinde maddi anlamda kesin hükmün tanımını yapmıştır. Anılan maddenin birinci fıkrasına göre “Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.”
Bu hükümden yola çıkıldığında denebilir ki, kesin hükmün ilk koşulu her iki davanın taraflarının aynı kişiler olması, ikinci koşulu müddeabihin aynılığı, üçüncü koşulu ise dava sebebinin aynı olmasıdır.
Kesin hükmün ikinci koşulu olan müddeabihin aynılığı, dava konusu yapılmış olan hakların aynı olmasıdır. Önceki dava ile yeni davanın müddeabihlerinin (konularının) aynı olup olmadığını anlamak için hâkimin, eski davada verilen kararın hüküm fıkrası ile yeni davada ileri sürülen talep sonucunu karşılaştırması gerekir. Eski ve yeni davanın konusu olan maddi şeyler fiziksel bakımdan aynı olsa bile bu şeyler üzerinde talep olunan haklar farklı ise müddeabihlerin aynı olduğundan bahsedilemez.
Kesin hükmün üçüncü koşulu ise, dava sebebinin aynı olmasıdır. Dava sebebi, hukuki sebepten farklı olarak, davacının davasını dayandırdığı vakıalardır. Öyle ise her iki davanın da dayandığı maddi vakıalar (olaylar) aynı ise diğer iki koşulun da bulunması hâlinde kesin hükmün varlığından söz edilebilir.
Aynı ilkeler HGK’nın 08.12.2010 tarihli ve 2010/1-602 E.-2010/643 K., 30.03.2012 tarihli ve 2012/1-66 E.-2012/270 K., 30.12.2017 tarihli ve 2017/14-2273 E.-2017/2023 K., 24.01.2018 tarihli ve 2017/14-2534 E.-2018/88 K., 21.03.2018 tarihli ve 2017/11-94 E.-2018/512 K., 16.05.2018 tarihli ve 2017/19-1628 E.-2018/1098 K. ile 20.11.2018 tarihli ve 2016/22-388 E.-2018/1607 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olayın değerlendirilmesine gelince; davacı vekili, müvekkilinin davalıya ait iş yerinde çalıştığını, sendika üyesi olduğunu, iş yerinde 01.03.2007-14.03.2009 ve 15.03.2009-14.03.2011 tarihleri arasında yürürlükte olan TİS’lerin 3’üncü maddelerinin üçüncü bendindeki hüküm ile büro personelinin kapsam dışı tutulduğunu, bu nedenle davacının toplu iş sözleşmelerinden yararlanamadığını, ancak davalı işverenin bu hükmü genel olarak uygulamadığını, çok sayıda büro işçisinin TİS’lerdeki tüm haklardan yararlandırıldığını, bu durumun emsal nitelikteki davalarda dinlenen tanık anlatımları ve yapılan keşif sonucu hazırlanan bilirkişi raporu ile ispatlandığını, bu uygulaması ile işverenin eşitlik ilkesine aykırı davrandığını, işçiler arasında ayrımcılık yaptığını ileri sürerek, toplu iş sözleşmelerinden kaynaklanan kimi işçilik alacaklarının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı işveren vekili, büro işçisi olarak çalışan davacının yararlanması kararlaştırılan TİS hükümlerinden kaynaklanan haklarının ödendiğini belirtmiş, ayrıca daha önce aynı istemle Bursa 3. İş Mahkemesinin 2009/731 Esas (bozmadan sonra 2011/563 Esas) sayısı ile açtığı ve reddedilen, temyiz incelemesinden de geçerek kesinleşen dava nedeni ile kesin hüküm itirazında bulunmuştur.
Bursa 3. İş Mahkemesinin 2009/731 Esas (bozma sonrası 2011/563 E.) sayılı dosyası eldeki dava dosyası içerisinde bulunmamakta ise de, bu davaya ilişkin davacı vekilince sunulan dava dilekçesi, UYAP’tan temin edilen mahkeme ve Özel Daire kararları tetkik edildiğinde; davacı vekilinin sözü edilen davada müvekkilinin davalıya ait iş yerinde inşaat teknikeri olarak çalışmasına rağmen büro işçisi statüsünde gösterildiğini, bu nedenle toplu iş sözleşmesinden yararlandırılmadığını, ancak bunun gerçeği yansıtmadığını, işini sahada yaptığını ileri sürerek toplu iş sözleşmesinden doğan işçilik alacaklarının tahsilini talep ettiği, Mahkemece 02.06.2010 tarihli ve 2009/731 E.-2010/428 K. sayılı karar ile davacının asıl çalışmalarının büro ortamında geçtiği, ara sıra denetim için büro dışına çıkmasının büro elemanı olma niteliğini ortadan kaldırmayacağı gerekçesi ile davanın reddine karar verildiği, davacı vekilinin temyizi üzerine kararın Yargıtay 9. Hukuk Dairesinin 24.05.2011 tarihli ve 2010/36229 E.-2011/15112 K. sayılı kararı ile onandığı, ancak onama kararında maddi hata yapıldığına ilişkin davacı istemi üzerine 11.07.2011 tarihli ve 2011/33408 E.-2011/23468 K. sayılı kararı ile onama kararının kaldırılarak işin niteliğine göre davacının ağırlıklı çalışma şeklinin tespit edilmesi gerektiği gerekçesi ile kararın araştırmaya yönelik bozulduğu, Mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucu 28.03.2012 tarihli ve 2011/563 E.-2012/183 K. sayılı karar ile sonuç olarak davacının asıl çalışmalarının büro ortamında geçtiği, ara sıra denetim için büro dışına çıkmasının büro elemanı olma niteliğini ortadan kaldırmayacağı, davacının iddiasını ispat için dosyaya delil ibraz etmediği gerekçesi ile davanın reddine karar verildiği ve bu kararın aynı Özel Dairenin 19.06.2012 tarihli ve 2012/21634 E.-2012/23673 K. sayılı kararı ile onandığı ve kararın bu suretle kesinleştiği görülmüştür.
Şu hâlde, her iki davanın tarafları ve konusu aynı ise de, dayandığı sebeplerin (vakıaların) aynı olduğundan söz edilemez. Zira ilk dava, davacının büro işçisi olmadığı, aksine sahada (dışarıda) çalıştığı yönündeki vakıalara dayandırılmış iken, eldeki davada davacının, büro işçisi olduğunu ancak işverenin eşitlik ilkesine aykırı davranarak çok sayıda büro işçisini TİS’ten yararlandırdığını iddia ettiği ve bu nedenle TİS’ten yararlanması gerektiğini ileri sürdüğü anlaşılmaktadır.
Öyle ise, 21.07.2009 tarihine kadar olan alacaklar bakımından kesin hüküm bulunduğunu kabul etmek mümkün değildir.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında her iki davanın taraflarının ve konusu yanında dava sebeplerinin de aynı olduğu, farklı hukuki sebebe dayanılarak aynı talep konusu hakkında yeni bir dava bir dava açılmasının mümkün olmadığı, bu nedenle kesin hüküm bulunduğundan Özel Dairenin bozma kararının doğru olduğu görüşü ileri sürülmüş ise de, Kurul çoğunluğu tarafından bu görüş benimsenmemiştir.
Hâl böyle olunca, Mahkemece kesin hükmün dava sebebinin aynı olmasına ilişkin şartın somut olayda gerçekleşmediği gerekçesi ile önceki kararında direnmesi yerindedir.
Ne var ki, hüküm altına alınan 21.07.2009 tarihine kadar olan dönem alacakları ile ilgili temyiz incelemesi yapılmadığından, bu yönde temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
S O N U Ç: Direnme uygun bulunduğundan, hüküm altına alınan 21.07.2009 tarihine kadar olan dönem alacakları ile ilgili temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın 9. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 11.04.2019 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.

KARŞI OY

Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir. (HMK 303/1)
Maddede sözü edilen dava sebepleri hukuki sebep değil davada dayanılan vakıalardır. Bu vakıalar sadece davacının dayandığı vakıalar olmayıp davalının da savunmasına dayanak yaptığı vakıalar ile mahkemece incelenip hükme dayanak yapılan vakıalar da buna dahildir. Diğer bir ifadeyle maddedeki dava sebebinden anlaşılması gereken önceki hükme dayanak olan vakıalardır.
Hukuki sebep ise, bir kanun hükmü, sözleşme kuralı olabileceği gibi, yargısal bir yorum, uygulama veya hakimin boşluk doldurma suretiyle yarattığı hukuk da olabilir.
Hukuki sebebi belirleyip somut olaya uygulamak hakimin görevi olup dayanılan vakıalara göre birden fazla hukuki sebep mevcut olmasına rağmen ilk hükümde bunlardan sadece birine göre karar verilmiş olsa bile incelenmeyen diğer hukuki sebebin varlığı aynı vakıalara dayanarak yeni bir dava açma hakkı vermez. Örneğin dayanılan vakıalara göre hem haksız fiil hükümlerine göre hem de sözleşmeye aykırılık hükümlerine göre talep hakkı bulunmasına rağmen sadece sözleşmeye aykırılık hükümlerine göre talepte bulunulmuş ve karar verilmiş olsa dahi bu karar aynı vakıalara dayanılarak, bu kez haksız fiil hükümlerine göre açılmış olan davanın da kesin hüküm nedeniyle reddi gerekecektir. Dava sebebinden anlaşılması gerekenin hukuki sebep olmayıp dayanılan vakıalar olması bu sonucu gerektirmektedir.
Başka bir örnek vermek gerekir ise dayanılan vakıa ve talep konusu aynı ise sözleşmenin bir maddesine göre dava reddedildikten sonra, aynı vakıaya dayalı olarak bu kez sözleşmenin başka bir hükmüne dayalı olarak aynı konuda dava açılamayacaktır. Zira sözleşmenin her iki hükmü de hukuki sebep niteliğini taşımakta olup hukuki sebeplerden birisi önceki kararda tartışılmamış olsa dahi, yeni bir dava sebebi olarak kabul edilmeyecektir.
Bu açıklamalardan sonra somut olaya baktığımızda, davacı önceki davada, büro personeli olmasına rağmen dışarıda çalıştığını, bu nedenle toplu iş sözleşmesi hükümlerinden yararlanması gerektiğini belirterek alacak talebinde bulunmuş, davalı taraf davacının büro personeli olduğunu ve toplu iş sözleşmesi hükümlerinden yararlanamayacağını savunmuş mahkemece yapılan yargılama sonunda davacının dışarıda çalışmayıp büro personeli olarak çalıştığı ve bu nedenle toplu iş sözleşmesi hükümlerinden yararlanamayacağı kabul edilerek davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı bu davada ise büro personeli olduğunu, diğer bazı büro personelleri toplu iş sözleşmesinden yararlandırıldığı için kendisinin de yararlanması gerektiğini belirterek alacak talebinde bulunmuştur.
Toplu iş sözleşmesi hükümleri 3. maddesindeki düzenleme nedeniyle büro personeline uygulanmamaktadır. Bu hüküm maddi vakıa olmayıp önceki davada incelenmiş olan hukuki sebeptir. Bu sözleşme hükmüne rağmen bazı büro personellerine uygulanmış ise eşit işlem borcu nedeniyle davacının da toplu iş sözleşmesinden yararlanması gerekip gerekmediği önceki davada ileri sürülmemiş olsa da ödevi gereği hakim tarafından hukuki sebep kapsamında incelenmiş olması gerekirdi. Hukuki sebebin önceki davada bu yönüyle incelenmemiş olması sonraki davada bu hususun yeni bir dava sebebi olarak ileri sürülebileceği anlamına gelmez. Çünkü önceki davada incelenen vakıalardan oluşan dava sebebi aynı ise başka bir hukuki sebebe dayanılarak aynı talep konusu hakkında yeni bir dava açılabilmesi mümkün değildir.
Tüm bu nedenlerle önceki davada büro personeli olarak çalıştığı için davacının toplu iş sözleşmesi hükmünden yararlanamayacağı hukuki sebebine (sözleşme hükmü) dayalı olarak davanın reddine dair verilen önceki karar bu davada kesin hüküm oluşturmaktadır. Çünkü eşit işlem borcuna aykırılık nedeniyle büro personellerinin de toplu iş sözleşmesinden yararlanması gerekip gerekmediği hususu dava sebebi sayılan maddi vakıa olmayıp ileri sürülen yeni bir hukuki sebep niteliğindedir. Önceki davada 21.07.2009 tarihine kadar olan dönem için talep edilen alacak ile bu davada aynı tarihleri kapsayan bölümü yönünden dava konusu ve taraflar da aynı olduğu için kesin hüküm bulunduğunu belirten daire kararı doğru olup aynı gerekçeyle direnme kararının bozulması gerektiğini düşündüğümden, dava sebebindeki farklılık nedeniyle kesin hüküm oluşmadığı yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.