Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2016/2639 E. 2020/165 K. 18.02.2020 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2016/2639
KARAR NO : 2020/165
KARAR TARİHİ : 18.02.2020

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

1. Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Ankara 3. İş Mahkemesince verilen davanın kısmen kabulüne ilişkin karar taraf vekilleri tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 22. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı vekili 15.03.2012 tarihli dava dilekçesinde; müvekkilinin davalı iş yerinde 13.02.2006 tarihinden itibaren sosyal güvenlik destekleme primi ödemek suretiyle emekli statüsünde çalışmaktayken 16.02.2011 tarihinde davalı işveren tarafından iş sözleşmesinin feshedildiğini, ikramiye ve yıllık izin ücretinin eksik ödendiğini, müvekkilinin 15.02.2011 tarihli dilekçesi ile kurumsal alacakları ve kanuni hakları ödenerek iş sözleşmesinin 16.02.2011 tarihinden itibaren sona erdirilmesini talep ettiğini, davalı ile imzalanan belgeyle tarafına 2011 yılı Şubat ayına ait 16 günlük ücreti, 36 günlük yıllık izin ücreti, vergi iadesi ve ikramiye tutarı olmak üzere toplam 16.550,64TL ödeme yapılarak iş sözleşmesinin feshedildiğini, müvekkili ile davalı arasında imzalanan bu belgenin ikale sözleşmesi olduğunu, bu sözleşme ile ödenmesi kararlaştırılan miktarın eksik ödendiğini, kıdem ve ihbar tazminatlarının ödenmediğini, 36 günlük yıllık izin ücreti ödenmesine rağmen kullandırılmayan diğer yıllık izin ücretinin ödenmediğini ileri sürerek kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti ve fazla çalışma ücreti alacaklarının davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Davalı Cevabı:
5. Davalı vekili 06.04.2012 tarihli cevap dilekçesinde; davacının iş sözleşmesinin feshedilmesini kendisinin talep ettiğini, sulh ve ihbarname sözleşmesini de kendi el yazısı ile kayıt düşerek imzaladığını, bu nedenle ihbar tazminatına hak kazanamayacağını, ayrıca yine sulh ve ihbarname sözleşmesinde kabul ettiği şekilde yıllık izin ücretinin ödendiğini ve buna ilişkin davacının ihtirazı kaydının bulunmadığını, yıllık izin talep formlarında da görüleceği üzere davacının 64,5 gün yıllık izin kullandığını, yıllık izin alacağının bulunmadığını, davacı kendi talebi ile işten ayrıldığından kıdem tazminatı hakkının doğmadığı düşüncesiyle anılan tazminatının müvekkili tarafından ikramiye adı altında ödendiğini, ödenen miktar incelendiğinde kıdem tazminatı miktarının tam karşılığı olduğunun anlaşılacağını, davacının da sulh ve ihbarname sözleşmesini imzalarken kıdem tazminatını alamadığına ilişkin ihtirazı kayıtta bulunmadığını, müvekkilinin benzer iş sözleşmelerinin sona ermesinde ikramiye ödemesi olmadığını, davacının hak kaybına uğramasını önlemek için iyi niyetle bu ödemeyi yaptığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı:
6. Ankara 3. İş Mahkemesinin 10.10.2013 tarihli ve 2012/213 E., 2013/1008 K. sayılı kararı ile; davacının davalı iş yerinde 13.02.2006-16.02.2011 tarihleri arasında brüt 4.232,62TL ücretle çalıştığı, yemek, servis ve market alışverişi sosyal yardımlarından faydalandığı, kıdem ve ihbar tazminatına hak kazandığı, sulh ve ihbarname anlaşması ile 36 günlük yıllık izin bedelinin ödendiği anlaşıldığından davacının 28 günlük yıllık izin ücreti alacağının bulunduğu gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
7. Ankara 3. İş Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 22. Hukuk Dairesince 09.06.2015 tarihli ve 2014/4661 E., 2015/20063 K. sayılı kararı ile; “…1-Davacı temyizi yönünden; taraflar arasında uyuşmazlık, işçinin kullandırılmayan izin sürelerine ait ücretlere hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır. Somut olayda; davacının yıllık izin talebine ilişkin alacakları için mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporuna göre; dosyada bulunan ibranamede geçen sürelerin mahsubu ile davacının her yıl için on dört gün üzerinden yıllık izin alacağı olduğu kabul edilerek hesaplama yapılmıştır. Ancak davacı 1954 doğumludur. 4857 sayılı İş Kanunu’nun 53. maddesine göre; on sekiz ve daha küçük yaştaki işçilerle elli ve daha yukarı yaştaki işçilere verilecek yıllık ücretli izin süresi yirmi günden az olamaz hükmü gereği davacının her yıl için izin alacağının yirmi gün üzerinden hesaplanması gerekmektedir.
2-Davalının temyizine gelince; dosyada yer alan davacının imzalamış olduğu ibraname ve sulh başlıklı belgeye göre davacıya 10.500,00 TL ikramiye ödemesi yapılmıştır. Mahkemece, bu ödeme ikramiye ödemesi olarak kabul edilerek hükmedilen dava konusu alacaklardan mahsubu yapılmamıştır. Davalı iş yerinde ikramiye uygulaması olmadığı dosya kapsamı itibariyle sabittir. Davalı işverenin yapmış olduğu 10.500,00 TL ödemenin kıdem tazminatına mahsuben yapıldığı, bu ödemenin ikramiye ödemesi olarak belirtilmesinin maddi hatadan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yapılan bu ödemenin bilirkişi tarafından hesaplanan kıdem tazminatından mahsup edilerek hüküm kurulması gerekir…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
9. Ankara 25. İş Mahkemesinin 20.04.2016 tarihli ve 2016/812 E., 2016/205 K. sayılı kararı ile; bozma öncesi karara aynen yer verildikten ve Özel Daire bozma kararı içeriği özetlendikten sonra direnildiği belirtilerek karar verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
10. Direnme kararı süresi içinde taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.

II. UYUŞMAZLIK
11. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda;
a-Yıllık izin ücreti alacağının hesabı yönünden, davacının her yıl için yıllık izin ücreti alacağının yirmi gün üzerinden hesaplanıp hesaplanamadığı,
b-“Sulh ve ihbarname” başlıklı belgeye göre davacıya ödenen 10.500,00TL tutarındaki ödemenin kıdem tazminatından mahsubunun gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

III. ÖN SORUN
12. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce, direnme kararının Anayasanın 141. ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 297. maddeleri hükümleri karşısında gerekçe içerip içermediği ön sorun olarak tartışılıp değerlendirilmiştir.

IV. GEREKÇE
13. 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın 297. maddesi bir mahkeme hükmünün kapsamının ne şekilde olması gerektiğini açıklamıştır. Buna göre;
“(1) Hüküm “Türk Milleti Adına” verilir ve bu ibareden sonra aşağıdaki hususları kapsar:
a) Hükmü veren mahkeme ile hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin ad ve soyadları ile sicil numaraları, mahkeme çeşitli sıfatlarla görev yapıyorsa hükmün hangi sıfatla verildiğini,
b) Tarafların ve davaya katılanların kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyeti kimlik numarası, varsa kanuni temsilci ve vekillerinin ad ve soyadları ile adreslerini,
c) Tarafların iddia ve savunmalarının özetini, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususları, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delilleri, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesini, sabit görülen vakıalarla bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebepleri,
ç) Hüküm sonucu, yargılama giderleri ile taraflardan alınan avansın harcanmayan kısmının iadesi, varsa kanun yolları ve süresini,
d) Hükmün verildiği tarih ve hâkim veya hâkimlerin ve zabıt kâtibinin imzalarını,
e) Gerekçeli kararın yazıldığı tarihi,
(2) Hükmün sonuç kısmında, gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin, taleplerden her biri hakkında verilen hükümle, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların, sıra numarası altında; açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.”
Hükmü öngörülmüştür.
14. Bu düzenleme uyarınca bir mahkeme hükmünde tarafların iddia ve savunmalarının özetinin, anlaştıkları ve anlaşamadıkları hususların, çekişmeli vakıalar hakkında toplanan delillerin, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesinin, sabit görülen vakıalarla, bunlardan çıkarılan sonuç ve hukuki sebeplerin birer birer şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gereklidir.
15. Bu kısım, hükmün gerekçe bölümüdür. Gerekçe, hâkimin (mahkemenin) tespit etmiş olduğu maddi vakıalar ile hüküm fıkrası arasında bir köprü görevi yapar. Gerekçe bölümünde hükmün dayandığı hukuki esaslar açıklanır. Hâkim, tarafların kendisine sundukları maddi vakıaların hukuki niteliğini (hukuk sebepleri) kendiliğinden (resen) araştırıp bularak hükmünü dayandırdığı hukuk kurallarını ve bunun nedenlerini gerekçede açıklar.
16. Hâkim, gerekçe sayesinde verdiği hükmün doğru olup olmadığını, yani kendini denetler. Üst mahkeme de, bir hükmün hukuka uygun olup olmadığını ancak gerekçe sayesinde denetleyebilir. Taraflar da ancak gerekçe sayesinde haklı olup olmadıklarını daha iyi anlayabilirler. Bir hüküm, ne kadar haklı olursa olsun, gerekçesiz ise tarafları doyurmaz (Kuru, B./ Arslan, R./ Yılmaz, E.: Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı, Ankara 2011, s. 472).
17. Anayasanın 141. maddesi gereğince bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olması gereklidir. Gerekçenin önemi anayasal olarak hükme bağlanmakla gösterilmiş olup, gerekçe ve hüküm birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
18. Yasanın aradığı anlamda oluşturulacak kararların hüküm fıkralarının açık, anlaşılır, çelişkisiz, uygulanabilir olmasının gerekliliği kadar; kararın gerekçesinin de sonucu ile tam bir uyum içinde o davaya konu maddi olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyacak; kısaca maddi olgular ile hüküm arasındaki mantıksal bağlantıyı gösterecek nitelikte olması gerekir.
19. Zira tarafların o dava yönünden, hukuk düzenince hangi nedenle haklı veya haksız görüldüklerini anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için ortada, usulüne uygun şekilde oluşturulmuş; hükmün hangi nedenle o içerik ve kapsamda verildiğini ayrıntılarıyla gösteren, ifadeleri özenle seçilmiş ve kuşkuya yer vermeyecek açıklıktaki bir gerekçe bölümünün ve buna uyumlu hüküm fıkralarının bulunması zorunludur.
20. Nitekim Hukuk Genel Kurulunun 19.06.1991 tarihli ve 1999/323 E., 1999/391 K.; 10.09.1991 tarihli ve 1991/281 E.,1991/415 K.; 25.09.1991 tarihli ve 1991/355 E.,1991/ 440 K.; 19.04.2006 tarihli ve 2006/4-142 E., 2006/229 K.; 05.12.2007 tarihli ve 2007/3-981 E., 2007/936 K.; 23.01.2008 tarihli ve 2008/14-29 E., 2008/4 K.; 19.03.2008 tarihli ve 2008/15-278 E., 2008/254 K.; 18.06.2008 tarihli ve 2008/3-462 E., 2008/432 K.; 21.10.2009 tarihli ve 2009/9-397 E., 2010/453 K.; 24.02.2010 tarihli ve 2010/1-86 E., 2010/108 K.; 28.04.2010 tarihli ve 2010/11-195 E., 2010/238 K.; 22.06.2011 tarihli ve 2011/11-344 E., 2011/436 K.; 29.02.2012 tarihli ve 2011/9-754 E., 2012/102 K.; 31.05.2017 tarihli ve 2015/22-1236 E., 2017/1044 K.; 06.11.2018 tarihli ve 2017/12-2826 E., 2018/1619 K.; 06.12.2018 tarihli ve 2017/11-101 E., 2018/1869 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
21. Ayrıca 07.06.1976 tarihli ve 1976/3-4 E., 1976/3 K. sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçesinde yer alan “Gerekçenin ilgili bilgi ve belgelerin isabetle takdir edildiğini gösterir biçimde geçerli ve yasal olması aranmalıdır. Gerekçenin bu niteliği yasa koyucunun amacına uygun olduğu gibi, kararı aydınlatmak, keyfiliği önlemek ve tarafları tatmin etmek niteliği de tartışma götürmez bir gerçektir.” şeklindeki açıklama ile de aynı ilkeye vurgu yapılmıştır.
22. Bütün mahkemelerin her türlü kararlarının gerekçeli olarak yazılması gerektiğini öngören Anayasanın 141. maddesinin üçüncü fıkrası ve ona koşut bir düzenleme içeren HMK’nın 297. maddesi işte bu amacı gerçekleştirmeye yöneliktir.
23. Öte yandan mahkeme kararlarının taraflar, bazen de ilgili olabilecekleri başka hukuki ihtilaflar yönünden etkili ve bağlayıcı kabul edilebilmeleri, başka bir dava yönünden kesin hüküm, kesin veya güçlü delil oluşturup oluşturamayacağı gibi hukuksal değerlendirmeler de bu kararların yukarıda açıklanan nitelikte bir gerekçeyi içermesiyle mümkündür.
24. Mahkemelerin direnme kararları da bir davayı sona erdiren (nihai), temyizi mümkün son kararlardan olup, mahkemece bozmaya uyulması yönünde oluşturulan karar ise, bozma lehine olan taraf yararına usulü kazanılmış hakkın gerçekleşmesine neden olmaktadır.
25. Bu nedenle, bir davanın taraflarının o dava yönünden, mahkemece hangi nedenle haklı veya haksız bulunduklarını anlayıp değerlendirebilmeleri ve Yargıtay’ın hukuka uygunluk denetimini yapabilmesi için ortada usulüne uygun şekilde oluşturulmuş kuşkuya yer vermeyecek bir açıklık taşıyan direnme ya da uyma kararının bulunması zorunludur.
26. 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile HMK’ya eklenen geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen 429/2. maddesinde, “…Mahkeme, temyiz edenden 434. madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir.” yönünde düzenleme bulunmaktadır.
27. Bu açık düzenleme karşısında, mahkemece tarafların beyanlarının alınmasından sonra yapılacak iş; açıkça bozma nedenlerine uyulması ya da eski kararda direnilmesine dair ara kararı oluşturmak olmalıdır. Bunun yanında mahkeme, 1086 sayılı HUMK’un 429. maddesindeki yetkisini kullanırken, bozma nedenlerinden her birine, ne sebeple uyduğunu ya da uymadığını gerekçesiyle ortaya koymakla ödevlidir.
28. Zira direnme kararlarının hukuksal niteliklerinin doğal sonucu ve gereği olarak, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun yapacağı inceleme ve değerlendirme, bozma üzerine yerel mahkemelerce verilmiş direnme kararlarına münhasır olduğundan inceleme sırasında gözeteceği temel unsurlardan birini bozmaya karşı tarafların beyanlarının tespiti ile uyulup uyulmama konusunda verilen ara kararları ile sonuçta hüküm fıkrasını içeren kısa ve gerekçeli kararların birbiriyle tam uyumu ve buna bağlı olarak kararın ortaya konulan sonucuna uygun gerekçesi oluşturmaktadır. Bunlardan birisinde ortaya çıkacak farklılık ya da aksama çelişki doğuracaktır ki, bunun açıkça usul ve yasaya aykırılık teşkil edeceği kuşkusuzdur.
29. Başka bir ifadeyle, mahkemece düzenlenecek kısa ve gerekçeli kararlara ilişkin hüküm fıkralarında Özel Daire bozma kararına hangi açılardan uyulup hangi açılardan uyulmadığının hüküm fıkrasını oluşturacak kalemler yönünden tek tek ve anlaşılır biçimde kaleme alınması, kararın gerekçe bölümünde bunların nedenlerinin ne olduğu, bozmanın niçin yerinde bulunmadığı ve dolayısıyla mahkemenin bozulan önceki kararının hangi yönleriyle hukuka uygun olduğunun açıklanması kararın yargısal denetimi açısından aranan ön koşuldur.
30. Direnme kararları yapıları gereği yasanın hukuka uygunluk denetimi yapmakla görevli kıldığı bir Yargıtay Dairesinin bu denetimi sonucunda hukuka aykırı bularak, gerekçesini açıklamak suretiyle bozduğu mahkeme kararının aslında hukuka uygun bulunduğuna, dolayısıyla bozmanın yerinde olmadığına ilişkin iddiaları içerdiklerinden o iddiayı yasal ve mantıksal gerekçeleriyle birlikte ortaya koymak zorundadırlar (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 21.10.2009 tarihli ve 2009/9-397 E., 2009/453 K.; 19.03.2008 tarihli ve 2008/15-278 E., 2008/254 K.; 22.06.2011 tarihli ve 2011/11-344 E.,2011/436 K. ile 29.02.2012 tarihli ve 2011/9-754 E., 2012/102 K. sayılı kararları).
31. Anılan husus kamu düzeni ile ilgili olup, gözetilmesi yasa ile hâkime yükletilmiş bir ödevdir. Aksine düşünce ve uygulama gerek yargı erki ile hâkimin, gerek mahkeme kararlarının her türlü düşünceden uzak, saygın ve güvenilir olması ilkesi ile de bağdaşmaz.
32. Ayrıca Yargıtayca bozulan mahkeme kararı ortadan kalkar ve hukuki geçerliliğini yitirir. Bozulan karar sonraki kararın eki niteliğinde olmadığından bu karara atıf yapılarak hüküm kurulması isabetsiz olduğu gibi, bozulan karardaki gerekçeye atıf yapılması da yasal dayanaktan yoksundur (Hukuk Genel Kurulunun 22.06.2011 tarihli ve 2011/11-344 E., 436 K.; 29.02.2012 tarihli ve 2011/9-754 E., 2012/102 K. sayılı kararları).
33. Yukarıdaki açıklamalar ışığında somut olayın değerlendirilmesine gelince; mahkemece verilen ilk kararın Özel Dairece, davacının her yıl için izin alacağının yirmi gün üzerinden hesaplanması ve davalı tarafça yapılan ödemenin bilirkişi tarafından hesaplanan kıdem tazminatından mahsup edilerek hüküm kurulması gerektiği gerekçesiyle bozulduğu, mahkemece bozulan önceki karar gerekçesine ve akabinde Özel Daire bozma kararına yer verildikten sonra direnme ile ilgili herhangi bir gerekçe oluşturulmadan direnildiği belirtilirek direnme kararı verdiği, Özel Daire bozma kararının hangi neden ya da nedenlerle yerinde olmadığına ilişkin açıklama ve gerekçeye yer verilmediği görülmüştür.
34. O hâlde, mahkemece yapılacak iş, Anayasanın 141/3. ve ona koşut bir düzenleme içeren HMK’nın 297. maddelerindeki hükümler gözetilerek ve özellikle bozma kararında yer verilen bozma gerekçelerine karşı, direnmenin gerekçesini de (gerekirse yeni bir hüküm oluşturmayacak şekilde yasal sınırlarda genişleterek) açıkça kaleme alarak kararda göstermek olmalıdır.
35. Hâl böyle olunca, yukarıda açıklanan yasal düzenleme ve ilkeler gözetilerek anlaşılabilir ve denetlenebilir nitelikte direnme kararı verilmek üzere direnme kararının usulden bozulmasına karar verilmelidir.

V. S O N U Ç:
Açıklanan nedenlerle;
Taraf vekillerinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince usulden BOZULMASINA,
Bozma nedenine göre taraf vekillerinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına,
İstek hâlinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine,
Karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere18.02.2020 tarihinde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.