Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2016/1788 E. 2019/941 K. 24.09.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2016/1788
KARAR NO : 2019/941
KARAR TARİHİ : 24.09.2019

MAHKEMESİ :İş Mahkemesi

Taraflar arasındaki “tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Diyarbakır 3. İş Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 07.05.2014 tarihli ve 2013/167 E., 2014/244 K. sayılı karar davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 21. Hukuk Dairesinin 05.05.2015 tarihli ve 2014/14652 E., 2015/9955 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, davacının emekli aylığına hak kazandığının tespiti ile tahsis talebinin zımnen reddine dair Kurum işleminin iptali istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulü ile, “davacının son prim borcunu ödediği 30/03/2001 tarihini takip eden aybaşı itibariyle yaşlılık aylığı almaya hak kazandığının tespitine” karar verilmiştir.
Dosyadaki kayıt ve belgelerden, 01/04/1950 doğum tarihli olan davacının 15/02/1985 tarihinden itibaren bakkallık faaliyetine dayanan vergi kaydına istinaden Esnaf Bağ-Kur sigortalılığının gerçekleştirilmiş olduğu, 15/02/1985-20/07/2000 tarihleri arasında toplam 15 yıl 5 ay 5 gün Bağ-Kur sigortalılığının bulunduğu, en son olarak sigortalılık prim borcu ödemesini 31/05/2001 tarihinde yapmış olup bu tarih itibariyle sigortalılık prim borcunun bulunmadığı, davacıya ait bağ-kur sicil dosyasının Kurum nezdinde mevcut olmamasından dolayı davacının tahsis talebinde bulunup bulunmadığının tespit edilemediği, yargılama esnasında Kurum’un 01/03/2013 tarihli yazı cevabı ile “davacının 5555 gün prim gün sayısının olması, 63 yaşında olması nedeniyle 4/1-b kapsamında emekliliğe hak kazandığının tespit edildiği”nin Mahkemeye bildirilmiş olduğu, alınan bilirkişi raporunun dosyaya sunulduğu anlaşılmaktadır.
1479 sayılı Kanuna 4447 sayılı Kanunla eklenen Geçici 10. maddesi hükmünde; Bağ-Kur sigortalılarının tam yaşlılık aylığı ve kısmî yaşlılık aylığına hak kazanmalarına ilişkin istisna ve geçiş dönemi koşulları düzenlenmiş olup, bu yönde; 4447 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce yürürlükte bulunan hükümlere göre, anılan Kanunun yürürlüğe girdiği tarihi takip eden aybaşı (01.10.1999) itibarîyle aylık bağlanmasına hak kazananlarla, aylık bağlanmasına hak kazanmalarına iki tam yıl veya daha az süre kalan sigortalıların önceki hükümlere göre tam veya kısmî yaşlılık aylığı hakları saklı tutulmuştur. Yine tam yaşlılık aylığına ilişkin geçiş dönemi özel koşulları 4447 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce sigortalı olup da 01.10.1999 tarihi itibariyle bayan sigortalı ise 20, erkek sigortalı ise 25 tam yıl prim ödeme süresinin dolmasına, 2 ila 10 tam yıl arasında, kalan sürenin fazlalığına bağlı olarak artan şekilde yaş koşulu da getirilmek suretiyle dokuz kademeli olarak düzenlenmiştir. Tam yaşlılık aylığına ilişkin geçiş dönemi hükümlerinin Anayasa Mahkemesince iptal edilerek, bu iptal kararının 23.05.2002 tarihinde yürürlüğe girmesi üzerine, yeni yasal düzenlemede 01.06.2002 yürürlük tarihli 4759 sayılı Kanunla yapılmıştır. Buna göre davacı tarafından son olarak sigortalılık prim borcunun ödendiği tarih olan 31/03/2001 tarihinde yürürlükte bulunan 1479 sayılı Yasa’nın 35. maddesidir.
1479 Sayılı Yasanın 35. maddesinde yaşlılık aylığından yararlanma şartları gösterilmiştir. Buna göre yaşlılık aylığından yararlanabilmek için sigortalının; yazılı talepte bulunması, talepte bulunduğu tarihte prim ve her türlü borçlarını ödemiş olması, şartı getirilmiştir. Somut olayda davacının tahsis talebi kabul edilen son sigortalılık prim borcunun ödenme tarihi olan 31/03/2001 tarihi itibariyle yaşlılık aylığı koşullarının taşıdığı gözetilerek sonuca gidilmiş ise de 1479 sayılı Kanun’un 35. maddesinden yararlanabilmek için tahsis başvurusunda bulunmak gerekmekte olup başvurusunu takip etme yükümlülüğünü yerine getirmeyen davacı, 10(on)yıla yakın bir süre geçtikten sonra yapmış olduğunu iddia ettiği başvurunun akıbetini sormuş ve 06/05/2011 tarihinde eldeki davasını açmıştır. Davacının yaşlılık aylığına hak kazandığının tespiti için aradan 10(on) yıl geçtikten sonra dava açması iyiniyet kurallarına aykırıdır. Bu durumda, davacının geçmişe yönelik olarak yaşlılık aylığına hak kazandırılması mümkün değildir.
Bu yönü ile davadaki yasal dayanağın MK. 2. maddesinde düzenlenen “objektif iyiniyet kuralı” olduğu, kişinin kendi kusuru bulunduğu takdirde de bu ilkeden yararlanamayacağı açıktır.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir.
O halde, davalı Kurum’un bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI

Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, yaşlılık aylığına hak kazandığının tespiti istemine ilişkindir.
Davacı vekili; müvekkilinin 05.07933818 Bağ-Kur sicil numarasında kayıtlı olup, şartlarını sağlaması nedeniyle yaşlılık aylığı talebinde bulunduğunu, Kurumun yaklaşık 10 yıl boyunca tahsis talebine cevap vermediğini, defalarca müracaat etmesine rağmen şifahen kendisini oyaladığını ve en son Kurum tarafından sicil dosyasının kaybedildiğini ileri sürerek tahsis talebinin reddine dair Kurum işleminin iptaline ve müvekkilinin son prim borcunu ödediği tarihte yaptığı tahsis talebi uyarınca yaşlılık aylığına hak kazandığının tespitine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili; müvekkili Kurum tarafından davacının şahsi sicil dosyasının bulunamadığını, ancak bu durumun davacı lehine değerlendirilemeyeceğini, davanın kamu düzenine ilişkin olması nedeniyle davacıya ait vergi-sicil-oda kayıtlarının araştırılıp, Bağ-Kur sigortası kapsamında olup olamayacağının değerlendirilmesi gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece; davacının 15.02.1985- 20.07.2000 tarihleri arasında 15 yıl 5 ay 5 gün sigortalı çalışması bulunduğu, 01.04.1950 doğumlu olan davacının terk tarihinde 50 yıl 3 ay 19 gün yaşında olduğu ve yaşlılık aylığı yönünden kanunen aranan şartları yerine getirdiği gerekçesiyle prim borcunun bittiği 30.03.2001 tarihini takip eden aybaşı itibariyle davacıya yaşlılık aylığı bağlanmasına karar verilmiştir.
Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekilinin temyizi üzerine karar Özel Dairece yukarıda başlık bölümünde açıklanan gerekçelerle bozulmuştur.
Yerel mahkemece; davacının son prim borcunu ödediği tarih itibari ile başvuruda bulunmasına rağmen dosyasının kaybolduğu belirtilerek kendisine cevap verilmediği, kusurlu olan tarafın dosyaları düzenli tutmayan ve kaybeden Kurum olduğu, okur yazar olmayan davacının Kuruma başvuru yaptığı ve bu başvurunun akıbetini şifahen sorduğu yönündeki beyanlarının aksinin ispatlanamadığı, sadece uzun süre geçtikten sonra dava açmış olması nedeni ile kötü niyetli sayılamayacağı gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme kararı davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; şahsi sicil dosyasının Kurum nezdinde kaybolması nedeniyle iddia ettiği tahsis talebi resmî olarak gözükmeyen davacının on yıla yakın bir süre sonra dava açarak tahsis talebinden itibaren yaşlılık aylığı müracaatında bulunmasının iyi niyet kurallarına aykırı olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre davacının son prim borcunu ödediği tarihi takip eden aybaşı itibariyle yaşlılık aylığına hak kazanıp kazanmadığı noktasında toplanmaktadır.
Konunun açıklığa kavuşturulması için öncelikle dürüstlük ve iyi niyete ilişkin hususların açıklığa kavuşturulması açısından bu konuda yer alan yasal düzenlemelerin incelenmesinde yarar bulunmaktadır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) “Dürüst davranma” başlıklı 2. maddesinde;
“Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz.” hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre;
Dürüstlük kuralı, herkesin uyması gerekli olan genel ve objektif bir davranış kuralıdır. Genel olarak dürüstlük kuralı kişilerin tarafı oldukları hukuki ilişkilerde dürüst, namuslu, ahlâklı ve diğer kişilerde yaratılan güvenle tutarlı şekilde davranmalarını ifade eder. Buna göre belirli bir hukuki ilişkide dürüstlük kuralına uygun davranış; toplumdaki dürüst, namuslu ve orta zekâlı bir kişinin, genel ahlâk, doğruluk ve karşılıklı güven esaslarına uygun davranış biçimidir. Dürüstlük kuralına uygun bu davranışın belirlenmesinde, toplumda geçerli olan genel ahlâk kuralları, günün adet ve uygulamaları, davranışın söz konusu olduğu hukuki ilişkilerin içerik ve amaçları da dikkate alınacaktır (DURAL, M./SARI, S.: Türk Özel Hukuku 6. Baskı, İstanbul 2011, s. 226-227).
Diğer bir anlatımla dürüst davranma “bir hak sahibinin hakkını kullanırken veya bir borçlunun borcunu yerine getirirken iyi ve doğru hareket etmesi yani dürüst, namuslu, makul, fiilinin neticesini bilen, orta zekalı her insanın benzer hadiselerde takip edecek olduğu yolda hareket etmesi” anlamındadır.
TMK’nın 2. maddesinde, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı bütün hakların kullanılmasında göz önünde tutulması ve uyulması gereken iki genel ilkeye yer verilmektedir: Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı hukuk düzeni, kişilere tanıdığı her bir hakkın kapsamı ile bunların kullanılmasının şartlarını ve şeklini ilgili hak yönünden özel olarak düzenlemiştir. Ancak, hayatın sonsuz ihtimallerinin önceden öngörülmesinin ve bunların en küçük ayrıntılara kadar düzenlenmesinin imkânsızlığı karşısında, bütün hakların kullanılmasında dikkate alınacak genel bir sınırlama koyma ihtiyacı duyulmuştur. Dürüstlük kuralı ve hakkın kötüye kullanılması yasağı, bu açıdan uyulması gerekecek genel kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır (DURAL / SARI, s. 225).
TMK’nın 2. maddesinde, hakların dürüstlük kuralına uygun kullanılması gerektiği ifade edilmiş, ardından hakların açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeninin korumayacağı belirtilmiştir. Bu ifade şeklinden yola çıkarak; bir hakkın kullanılmasında dürüstlük kuralına uyulmamasının müeyyidesinin, bu hakkın açıkça kötüye kullanılmış sayılması ve hukuken korunmaması olduğu kabul edilebilir (DURAL / SARI, s. 225).
Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması suretiyle başkasına bir zarar verilmesi hakkın kötüye kullanımını oluşturur. TMK’nın 2/I. maddesi herkesin haklarını, toplumda geçerli doğruluk dürüstlük ve iş ilişkilerinin gerektirdiği karşılıklı güven anlayışına uygun olarak kullanmasını emreder. Hakkın kullanımı ölçütünü Türk Medeni Kanununa göre dürüstlük kuralları verir. Bunun yanında ayrıca hak sahibinin başkasını ızrar kastıyla hareket etmiş olup olmadığını araştırmaya gerek yoktur. Önemli olan başkasına zarar vermek kastı değil, hakkın dürüstlük kurallarına aykırı olarak kullanılması sonucunda başkasının zarar görmüş olmasıdır.
Bunun yanında aynı Kanun’un “İyiniyet” başlıklı 3. maddesinde de:
“Kanunun iyi niyete hukukî bir sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyi niyetin varlığıdır. Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimse iyi niyet iddiasında bulunamaz.” düzenlemesi yer almaktadır.
İyi niyet kavramına, Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu’nun değişik maddelerinde yer verilmiş olmakla beraber, bu hükümlerin hiçbirinde iyi niyetin tam bir tanımı yapılmış değildir. Ancak TMK’nın 3. ve 1024. maddeleri başta olmak üzere, yasal hükümlerin içeriğinden hareketle, iyi niyetin genel bir tanımının yapılması mümkündür. Buna göre iyi niyet, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmemek ve hâlin gerektirdiği özen gösterilse dahi bilecek durumda olmamaktır. İyi niyetin tersi olan kavramı kötü niyet oluşturur. Kötü niyet de, bir hakkın kazanılması veya bir hukuki sonucun doğması yönünden mevcut bir engeli, bir eksikliği veya benzeri bir olguyu bilmek veya hâlin gerektirdiği özen gösterildiğinde bilebilecek durumda olmak şeklinde tanımlanabilir.
Bu tanımlar ve tanımların dayandığı kanun hükümleri dikkate alındığında, iyi niyet ve kötü niyet; belirli bir olay veya olguya ilişkin olarak, bir kişinin bilgisine ve inancına yönelik yapılan bir değerlendirmeyi ifade etmektedir. Bu değerlendirme sonucuna göre bir kişinin belirli bir durum karşısında iyi niyetli veya kötü niyetli olduğundan söz edilmektedir. Bu açıdan, iyi niyet kişiye özel olup, subjektif bir nitelik taşır. Bununla beraber, günlük hayatta ve bazı kararlarda iyi niyetli olma, kötü niyetli olma bir davranış şekli olarak ele alınmakta; kişilerin iyi niyetli veya kötü niyetli hareket ettiğinden bahsedilmektedir. Bu şekilde kullanımın, Medeni Kanunda iyi niyet ve kötü niyet kavramlarına verilen anlama uygun olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Bununla beraber bu tarz bir kullanımda, yürürlükten kalkan 743 sayılı Medeni Kanunun “herkes haklarını kullanmakta ve borçlarını ifada hüsniniyet kaidelerine riayetle mükelleftir” şeklindeki 2. maddesinin de etkisi vardır. Halbuki hakların kullanılması ve borçların ifasında geçerli davranış kuralları, herkes yönünden uygulanacağından, objektif bir nitelik taşımaktadır. Bu gerçeği göz önünde bulunduran 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK), 2. maddede herkesin “haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorunda” olduğu belirtilmiş, söz konusu davranış kurallarını, dürüstlük kuralı kavramı ile ifade etmiştir. Her ne kadar farklı kavramlar olsalar da, dürüstlük kuralı ve iyi niyetin temelinde namuslu, doğru ve dürüst davranma kuralı yer alır (DURAL / SARI, s. 218-219).
Ancak TMK’nın 2. maddesinde yer alan dürüstlük kuralı, aynı Kanunun 3. maddesinde düzenlenen iyi niyet ile birebir aynı niteliği de taşımamaktadır.
Medeni Kanun’un 3. maddesinde düzenlenen iyi niyet “hakların kazanılması” ile ilgili olduğu hâlde, Medeni Kanun’un 2. maddesinde yer alan dürüst davranma “hakların kullanılması” ve “borçların yerine getirilmesinde” söz konusu olur.
İyi niyet, Medeni Kanun’un 3. maddesinde ifade edildiği üzere hakların kazanılmasında kazanmaya engel bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir. İyi niyette objektif olarak haksız bir davranış vardır, fakat haksızlık yaptığı bilinci bulunmadığı için hukuk düzeni, bu iyi niyeti korumaktadır. Bu sebeple kanunda belirtilen hâllerde hak kazanan şahsın olumsuz durumu, elverişsiz durumu kaldırılmakta, bertaraf edilmekte, onun hakkı kazanması sağlanmaktadır. Yanlış bir durum doğduğu hâlde, Medeni Kanun’un 2. maddesinde ifadesini bulan güvenin korunması düşüncesi ile iyi niyetin korunması gerekmektedir. Başka bir deyişle, iyi niyetin korunması, temelindeki dürüstlük kuralı gereği olan güvenin korunmasına dayalıdır. Mesela emin sıfatı ile zilyetten bir menkulün mülkiyetinin kazanılmasında, devredenin tasarruf yetkisine sahip olmadığını bilmeme (yani iyi niyetli olma) başka deyişle tasarruf yetkisinin varlığına güvenme korunmaktadır. İşte bu güveni koruma, dürüstlük kuralı temeline dayanmaktadır. Ancak işaret etmek gerekir ki, bu yakınlık iki kurum arasında dürüstlük kuralı ile iyi niyet arasında mevcut farklılığı ortadan kaldırmaz. Dürüstlük kuralı ahlâki temele dayalı, orta vasıfta, makul ve dürüst bir insanın davranışını göstermektedir. İyi niyet ise sadece bir hakkın veya hukuki durumun kazanılmasına engel olabilecek bir durumu bilmemek ve bilmesi gerekmemektir (AKYOL, Ş.: Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı, İstanbul 1995, s.10-11).
Objektif iyi niyet olarak da tanımlanan ve dürüstlük kuralını düzenleyen TMK’nın 2. maddesi, bütün hakların kullanılmasında dürüstlük kuralı çerçevesinde hareket edileceğini ve bir kimsenin başkasını zararlandırmak ya da güç duruma sokmak amacıyla haklarını kötüye kullanmasını Kanun’un korumayacağını belirtmiştir. Aynı maddenin ikinci fıkrasında düzenlenen, hakkın kötüye kullanılması yasağı kuralının amacı, hâkime özel ve istisnai hâllerde (adalete uygun düşecek şekilde) hüküm verme olanağını sağlamaktadır.
Dürüstlük kuralı, bir kimseden dürüst bir insan olarak beklenen davranışı ifade eder. Bir davranışın bu nitelikte olup olmadığı, toplumda geçerli ahlâk ölçülerine gelenek ve göreneklere, karşılıklı uygulana gelen teamüllere ve hakları sağlayan ilişkilerin amacına göre tayin edilir.
Diğer yandan, hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığı belirlenirken; o kişinin hakkın kullanılmasında geçerli ve haklı bir yararının varlığı, hakkın kullanılmasının sağlayacağı yarar ile başkalarına vereceği zarar arasında aşırı oransızlığın olmaması, bir kimsenin kendi ahlâka aykırı davranışına dayanmaması ve uyandırılan güvene aykırı davranışta bulunmaması gibi ölçütler hakkın kötüye kullanılıp kullanılmadığını belirler (OĞUZMAN, M. K.: Medeni Hukuk-Temel Kavramlar, 5. B, İstanbul 1985, s. 154 vd).
Bütün hakların kullanılmasında ve borçların ifasında uyulması gereken dürüstlük kuralı ve hakların genel sınırlarını oluşturan hakkın kötüye kullanılması yasağı, kamu düzeni ihtiyaç ve gerekleri nedeniyle konulmuş kurallardır. Bu nedenle, Medeni Kanun’un 2. maddesinin her iki fıkrası da emredici niteliktedir. Tarafların aralarındaki ilişkide dürüstlük kuralının ve hakkın kötüye kullanılması yasağının uygulanmayacağının kararlaştırmaları mümkün değildir. Dürüstlük kuralına veya hakkın kötüye kullanılması yasağına aykırı bir davranış, doğrudan hakkın mevcudiyetini ortadan kaldırdığından bir itiraz teşkil eder. Bu nedenle, dava dosyasındaki bilgi ve belgelerden hâkim, dürüstlük kuralına aykırı, hakkın kötüye kullanılması oluşturan davranışı tespit ediyorsa, ilgili tarafından ileri sürülmemiş olsa bile, kendiliğinden (resen) bunu dikkate almalıdır (DURAL / SARI, s. 243-244).
Yukarıda yapılan bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; davacının 30.03.2001 tarihinde toplu şekilde son prim ödemesinin mevcut olduğu ve Kurumun 16.07.2012 havale tarihli yazısından davacının şahsi sicil dosyasının uzun süredir bulunamadığı anlaşılmaktadır. Sosyal hukuk devletinin somut göstergelerinden biri olan sosyal güvenlik hakkının yer aldığı 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 60. maddesinin 1. fıkrasında, “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir.” denilmektedir. Bu hüküm bireylere yaşlılık, hastalık, kaza, ölüm ve malullük gibi sosyal riskler karşısında asgari ölçüde bir yaşam düzeyi sağlamayı amaçlamaktadır. Aynı maddenin 2. fıkrasında da “Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” denilerek bu görevin, Devlet tarafından oluşturulacak kuruluşlar yoluyla yerine getirilmesi öngörülmektedir. Davacı tarafından davaya konu yaşlılık aylığının bağlanması için tahsis talebinde bulunulup bulunulmadığının delili davacının şahsi sicil dosyası olmakla birlikte, bu dosyanın Kurumun ihmali nedeniyle kaybolduğu konusunda şüphe bulunmamaktadır. Bu durumda yaşlılık aylığı bağlanması için yazılı müracaat dışında diğer şart olan prim ve her türlü borçlarını ödemiş olması şartını yerine getiren davacının prim ödemesini takiben tahsis talebinde bulunduğunun kabulü gereklidir. Davacının son prim ödemesinden itibaren on yıla yakın bir süre sonra dava açması iyi niyetli olmadığını göstermez. Hiç kimse dava açmaya zorlanamayacağı gibi, davacının Kurum tarafından yerine getirilmeyen talebi için on yıla yakın süre sonra dava açması aradan uzun bir zaman dilimi geçtiği gerekçesiyle kusur olarak kabul edilemez. Kurumun davacının şahsi sicil dosyasını kaybetmesinin sonuçlarından davacının sorumlu tutulması mümkün değildir. Bu durumda davacının 30.03.2001 tarihinde toplu şekilde prim ödemesi yapması nedeniyle toplu prim ödemesini yaşlılık aylığını alabilmek amacıyla yaptığını, prim ödemesini takiben yaşlılık aylığı için yazılı müracaatta bulunduğunu, kabul etmek gereklidir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında, sigortalı yaşlılık aylığı talebinde bulunmuş olsaydı on yıla yakın bir süre dava açmak için beklemeyeceği, yaşlılık aylığı almadan ve çalışmadan on yıla yakın bir sürenin geçirilmesinin hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, bu nedenlerle yerel mahkeme kararının yerinde olmadığı ve bozulması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
O hâlde, yerel mahkemenin okur yazar olmayan davacının Kuruma başvuru yaptığı ve bu başvurunun akıbetini şifahen sorduğu yönündeki beyanlarının aksinin ispatlanamadığı, sadece uzun süre geçtikten sonra dava açmış olması nedeni ile kötüniyetli sayılamayacağı gerekçesiyle verdiği direnme kararı yerindedir.
Diğer taraftan, her ne kadar gerekçeli karar başlığında dava tarihi 06.05.2011 yerine 20.07.2015 olarak gösterilmiş ise de bu yanlışlık mahallinde düzeltilebilir bir hata olarak kabul edildiğinden bozma nedeni yapılmamıştır.
Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre davanın esasına yönelik yazılı müracaatta bulunma şartı dışında olan hususlar yönünden temyiz incelemesi yapılmamıştır.
Hâl böyle olunca, davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekilinin davanın esasına ilişkin temyiz itirazları ile ilgili inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan davalı Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı vekilinin davanın esasına ilişkin temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 21. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 24.09.2019 tarihinde oy çokluğu ile kesin olarak karar verildi.