Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2012/1826 E. 2013/1298 K. 11.09.2013 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2012/1826
KARAR NO : 2013/1298
KARAR TARİHİ : 11.09.2013


Taraflar arasındaki “Kamulaştırmasız elatma nedeniyle tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İstanbul 20.Asliye Hukuk (Kapatılan Sarıyer 2.Asliye Hukuk) Mahkemesi’nce davanın kısmen kabulüne dair verilen 25.01.2011 gün ve 2009/343 E., 2011/32 K. sayılı kararın incelenmesi taraf vekillerince istenilmesi üzerine, Yargıtay 5. Hukuk Dairesi’nin 18.10.2011 gün ve 2011/7655 E., 2011/16558 K. sayılı ilamı ile;
(…Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş, hüküm taraf vekillerince temyiz edilmiştir.
Dosyada bulunan kanıt ve belgelere göre, davacı vekilinin temyiz itirazları yerinde değildir.
Davalı idare vekilinin temyizine gelince;
Dava konusu taşınmazın Kültür Bakanlığı, İstanbul III numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 15.11.1995 gün ve 7755 sayılı kararı ile İstanbul Kuzey Kesimi Karadeniz Kuşağı doğal sit alanı olarak ilan edildiği anlaşılmıştır.
2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 5. maddesi gereğince, özel hukuk hükümlerine tabi gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmazların bizatihi kendisi değil, bu taşınmazlarda varlığı bilinen veya daha sonra ortaya çıkacak olan korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıkları Devlet malı niteliğindedir.
Aynı yasanın 11/2 maddesinde de; maliklerin bu varlıkların üzerindeki mülkiyet haklarının tabii icabı olan ve bu kanunun hükümlerine aykırı bulunmayan bütün yetkilerini kullanabilecekleri de düzenlenmiştir. Dolayısıyla taşınmazın sit alanı olarak ilan edilmesi Anayasa’nın mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlanabileceğini düzenleyen 35. maddesi uyarınca 2863 sayılı yasadan kaynaklanan bir durum olup, davalı idarenin mülkiyet hakkını ortadan kaldıran bir işlemi niteliğinde değildir.
Bu durumda, dava konusu taşınmaza kamulaştırmasız el atıldığından söz edilmesi mümkün olamayacağından, davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı gerekçelerle kabulüne karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K.2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedelinin tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; müvekkilinin Türkiye Denizcilik İşletmeleri A.Ş.’ye ait olan İstanbul ili Sarıyer ilçesi Rumelifeneri köyünde kain 5 pafta 150 parsel sayılı 79.840 m² yüzölçümüne sahip taşınmazın kapalı teklif-açık pazarlık usulü ile açık arttırmada 04.10.1994 tarihli teklifi kabul edilerek taşınmazı satın aldığını; taşınmazı satın aldığı tarihte tapu kaydında hiçbir sınırlama bulunmadığı gibi, açık arttırma şartnamesi ve eklerinde de hiçbir sınırlamanın olmadığını, 1995 yılında taşınmazın Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından doğal sit alanı ilan edildiğini, eldeki davanın, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından sit alanı olarak ilan edilen ve imar planları ve kanunla da kesin inşaat ve tasarruf yasağı getirildiği halde bedeli ödenmeyen müvekkile ait 45.898,00 m² arsaya ilişkin olduğunu; başka bir ifade ile müvekkilinin taşınmazının bir kısmına devletin başka bir kuruluşu olan Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun kararı ile fiilen el atılıp, bu durumun yürürlüğe giren uygulama imar planları ile de kesinleştiğini ileri sürerek, müvekkilinin fiilen el atılan 45.898,00 m²’lik kısmının tapusunun iptali ile kamuya terkinine, terkin edilen 45.898,00 m² lik kısmının dava tarihi itibari ile değeri olan 29.833.700,00 TL’nin müvekkiline ödenmesine karar verilmesini talep ettiklerini belirterek, şimdilik fazlaya dair hakları saklı kalmak kaydıyla 10.000 TL’nin dava tarihinden sonra işleyecek ticari faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Kültür ve Turizm Bakanlığı’na izafeten İstanbul Muhakemat Müdürlüğü vekili cevap dilekçesinde özetle; husumetin yanlış yöneltildiğini, doğal sit alanı ilanının taşınmaz malikinin mülkiyet hakkını kısıtlamadığını, fiilen elatma olgusunun bulunmadığını, dolayısıyla tazminat hakkının doğmayacağını savunarak, davanın usule ve esasa ilişkin nedenlerle reddine karar verilmesini cevaben bildirmiştir.
Mahkemenin, “Davacıya ait iş bu taşınmazda 46.475 m²’lik alan İstanbul 3 nolu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 15.11.1995 gün ve 7755 sayılı kararı ile İstanbul Kuzey Kesimi Karadeniz Kuşağı doğal sit alanı olarak ilan ettiği, sit alanı olarak ilan edilen bu yerin imar planları ve kanunla da kesin inşaat ve tasarruf yasağı getirildiği, bu yerde davacının hiçbir tasarruf hakkının kalmadığı” gerekçesiyle, “davanın kısmen kabulü ile, 10.000.TL kamulaştırmasız el atma bedelinin dava tarihinden itibaren, 24.002.703,00 TL’nin ise ıslah tarihi olan 25.1.2011 tarihinden itibaren işleyecek faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine, dava konusu Sarıyer Rumelifeneri köyü, 5 pafta, 150 parselde kayıtlı fen bilirkişisi tarafından düzenlenen 25.01.2010 tarihli krokide belirlenen 46.475 m² lik, İstanbul Kuzey Kesimi Karadeniz Kuşağı Doğal Sit Alanı kapsamında kalan yerin kooparatif adına tapu kaydının iptali ile, bu kısmın tamamının doğal sit alanı olarak hazine adına kamuya terkinine” dair verdiği karar, taraf vekillerinin temyizleri üzerine Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiştir.
Davacının tapuda kayden maliki olduğu dava konusu İstanbul İli, Sarıyer İlçesi, Rumelifeneri Köyü 5 pafta 150 parsel sayılı 87.840 m² yüzölçümünde, tarla ve fundalık niteliğindeki taşınmazın, 11.01.2010 onay tarihli ve 1/1000 ölçekli Kilyos-Demirciköy-Rumelifeneri Bölgesi Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planında 19.215 m² si “günübirlik turizm” alanında, 15 m’lik “yol” alanında, 10.980 m² si “kumsal + park” alanında, 35.495,46 m² si “jeolojik yönden sakıncalı” alanda kaldığı; dava konusu Rumelifeneri köyü 5 pafta 150 parsel numaralı taşınmazın, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından sit alanı olarak ilan edilen ve imar planları ve kanunla da kesin inşaat ve tasarruf yasağı getirilen kısmın = kumsal + park alanında + jeolojik yönden sakıncalı alan = 10.980 m² + 35.495 m² = 46. 475 m² olduğu, davalı idarece taşınmaza fiilen elatılmadığı dosya kapsamıyla belirgindir.
Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının içerik ve kapsamları itibariyle uyuşmazlık; dava konusu taşınmazın, 1/1000 ölçekli Kilyos-Demirciköy-Rumelifeneri Bölgesi Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planında 19.215 m² si “günübirlik turizm” alanında, 15 m’lik “yol” alanında, 10.980 m² si “kumsal + park” alanında, 35.495,46 m² si “jeolojik yönden sakıncalı” alanda kalan ve davaya konu taşınmazın Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından birinci derecede doğal sit alanı olarak ilan edilen ve imar planları ve kanunla da kesin inşaat yasağı getirildiği bildirilen 46.475 m²’lik bölümüne davalı idarece kamulaştırmasız elatma olgusunun gerçekleşip gerçekleşmediği, noktasında toplanmaktadır.
Konuya ilişkin genel bir açıklama yapılmasında yarar vardır.
a- Kamulaştırmasız Elkoyma Kavramı ve Niteliği:
Kamulaştırmasız el koyma kavramı 6830 sayılı İstimlak Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki olgular için söz konusu olup; bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961 gününde kabul edilen 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile “Kamulaştırılmış” sayılmıştır.
Gerek 6830 sayılı İstimlak Kanunu’nda, gerekse bu Kanunu kaldırarak, kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemiştir.
Taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, tazminat verilmesini de isteyebileceği, 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmıştır.
Bu noktada, 08.11.1983 gününde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 38. maddesinde, kamulaştırmasız el koymadan kaynaklanan davalara süre yönünden bir sınırlama getirilmiş ise de; bu hükmün, Anayasa Mahkemesi’nin 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 10.04.2003 gün ve E:2002/112, K:2003/33 sayılı kararıyla iptal edilmesi sonucu, idarenin kamulaştırmasız el koyma işlemine karşı hak sahiplerinin dava hakkını yirmi yıl ile sınırlayan hak düşürücü süre ortadan kalkmıştır.
Şu durumda, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihinden sonra ve bu tarihten önceki yirmi yıl içinde taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların, idare aleyhine tazminat ve elatmanın önlenmesi istemiyle süreye bağlı olmaksızın dava açmalarının önünde yasal bir engel bulunmadığı gibi; iptal kararının yürürlüğe girdiği tarihten önceki yirmi yıldan daha önce taşınmazlarına kamulaştırmasız el konulanların hak ve durumları da, 30.06.2010 tarihinde yürürlüğe giren 18.06.2010 gün ve 5999 sayılı “Kamulaştırma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile düzenlenmiş ve malikçe tazmin talebinde bulunulması hâlinde öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi, uzlaşma temin edilemeyen hâllerde dava yoluna gidilebileceği öngörülmüştür.
Görüldüğü üzere; kamulaştırmasız el atma müessesesi, kaynağını ve dayanağını Anayasa ve yasalardan almayan, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Kamulaştırmada, yöntem olarak Anayasa ve yasalara uygun bir kamulaştırma işlemi yapılması söz konusu iken, kamulaştırmasız el koymada usulüne uygun bir kamulaştırma işleminden söz edilmesi olanaklı değildir.
Ancak, kamulaştırmasız el atma ile kamulaştırmanın, konu, amaç ve yetki yönüyle benzer yönleri bulunmaktadır; her iki müessesenin de oluşması için, kamulaştırma yapmaya yetkili devlet kamu tüzel kişileri veya kamu kurumları tarafından kamulaştırma işleminin yapılması veya kamulaştırmasız el atılmış olması gereklidir. Kamulaştırmasız el koymada da, kamulaştırmada olduğu gibi, taşınmazın edinilmesinde kamu yararının bulunması zorunludur. Gerek kamulaştırmanın, gerekse kamulaştırmasız el koymanın konusu sadece özel mülkiyette bulunan taşınmaz mallardır.
Az yukarıda açıklandığı üzere, kamulaştırmasız el koyma müessesesi mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip olmakla birlikte, çağdaş bir yaklaşımla ve sosyal devlet ilkesi gereği olarak uygulamada, taşınmaz malikine, dava yoluyla mülkiyetin bedele çevrilmesi ya da idarenin hakkın özünü zedeleyen el koyma eylemine son verilmesi yolu açılmıştır.
Kamulaştırmasız el atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanununa uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmuş durumdadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır (11.02.1959 gün, E:1958/17, K:1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden).
b) Mülkiyet Hakkı, Kavram ve İçeriği:
Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkı yetki ve ödevlerden oluşmaktadır. Malikin hem yetkileri, hem de yakınlarına ve topluma karşı ödevleri bulunmaktadır. Modern mülkiyet anlayışına göre, hakkın kapsamında yer alan ödevler, mülkiyet hakkına yabancı, ona dıştan ve sonradan yükletilen sınırlamalar olarak kabul edilmemeli, aksine bunları, kamu yararı amacıyla malike yükletilen ve mülkiyet hakkını oluşturan ödevler olarak düşünmelidir.
Görülmektedir ki, mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz. Mülkiyet ancak kanunla ve kamu yararı amacı ile sınırlandırılabilir. Başka bir deyişle, kanun koyucunun malikin yetkilerini sınırlamak yetkisi, 1982 Anayasası’nın 35/2. maddesinde sınırlandırılmıştır. Bu sınırlandırmanın özü “kamu yararı”, şekli ise “kanun” dur. Kanun koyucunun mülkiyet üzerinde yaptığı sınırlamalar bu hakkın özüne dokunamaz.
1982 Anayasasında modern mülkiyet anlayışı benimsenmiştir.
1982 Anayasası, mülkiyet hakkına saygılı ve bu hakkı koruyan bir rejimi öngörmektedir. Anayasanın mülkiyet hakkını düzenleyen ve aynı başlığı taşıyan 35. maddesinde, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” hükmü bulunmaktadır. 35. madde de mülkiyet hakkı üç aşamalı bir anlatımla açıklanmıştır:
Birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir” denilerek bu hakkın varlığı anayasal bir hak olarak saptanmıştır. Böyle bir hak sahibi bu şeylerin mülkiyetini kazanabilir. Ona sahip olabilir. Mülkiyetinde olan şeyi dilediği gibi kullanabilir. Başkalarının o şeye el atması durumunda onun el atmasının önlenmesini ve bu hakkının korunmasını isteyebilir. Dava edebilir.
Mülkiyet hakkının bu görünümü sınırsız ve kısıtlamasızdır.
Kutsal, sınırlamasız ve kısıtlamasız görünen bu hak anılan maddenin 2. ve 3. fıkraları ile genel bir sınırlamaya bağlı kılınmıştır.
İkinci fıkra uyarınca: “Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir”. Demek ki kamu yararı olan yerde veya bu amaçla kullanma gereksiniminde mülkiyet hakkı sınırlanabilir. Ancak bu sınırlama da kanunla yapılabilir. Kanunsuz olarak burada kamu yararı vardır, denilerek herhangi bir kamu kurumu veya tüzel kişisi mülkiyet hakkına herhangi bir sınırlama koyamaz. Öyle ise bu fıkranın içeriğine göre ancak kamu yararı bulunduğu durumlarda ve kanuna tutunarak sınırlama yapılabilir, yasal bir dayanak olmadan kamu yararı olsa bile mülkiyet hakkına el uzatılamaz. Yasanın olanak tanıdığı yerde de kamu yararı bulunmalıdır.
Anayasa’nın 35. maddesinin İkinci fıkrasında kastedilen, kamu yararı nedeniyle mülkiyet hakkının sınırlanması, 46. maddede “Kamulaştırma” olarak ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Ancak, anılan maddede öngörülen koşullar gerçekleştiğinde, mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte ve karşılığı ödenmek suretiyle malı elinden zorla alınmaktadır.
1982 Anayasasının 35. maddenin 3. fıkrası, mülkiyet hakkına bir sınırlama daha koymuştur. Bu fıkrada, “Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ifadeleriyle, mülkiyet hakkı sahibine kendi kendini sınırlaması koşulunun ne olduğunu göstermiştir.
Dikkat edilecek olursa; 1982 Anayasasında mal sahibinin kullanma hakkı, 35. maddenin 2. fıkrasında “kamu yararı”, 3. fıkrasında “toplum yararı” ile sınırlanmış ise de; her iki durumda da, taşınmazın mülkiyetine el uzatılamamakta, sadece kullanma hakkının hangi sınırlarla bağlı olduğu ifade edilmektedir.
Anayasanın “mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağını” içeren 35. maddesi ile Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi (743 sayılı TKM m.618) hükümlerinin birlikte incelenmesinden varılacak sonuç, Türk Hukukunda mülkiyet hakkının sosyal (modern) mülkiyet anlayışıyla düzenlenmiş olduğudur.
Öyleyse, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi (743 sayılı TKM m.618) uyarınca, malik, eşya üzerinde ancak hukuk düzeninin sınırları içinde tasarruf eder. Dolayısıyla mülkiyet, kişilere, eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte, ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Bu hak, malikin gerek yetkilerini ve gerekse komşularla topluma karşı olan ödevlerini kapsar. Böylece mülkiyetin özü, yetki ve ödevlerden oluşur.
Mülkiyet hakkının olumlu içeriğine göre malik, eşyayı eylemli olarak dilediğince kullanma, ondan ve semerelerinden yararlanma, eşyayı zilyedinde bulundurma, satış, bağışlama, nesnel haklar kurma, kişisel haklarla sınırlama gibi, eşya üzerinde dilediğince tasarrufta bulunma yetkileriyle donatılmıştır.
Malikin eşya üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş bulunmaktadır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesine (743 sayılı TKM m.618) göre malik, eşyayı hukuka aykırı olarak elinde bulunduran ya da eşyaya el koyan kişilerden onun geri verilmesini isteyebileceği gibi, yine hukuka aykırı olarak zilyetliğine yapılan el atmaların önlenmesini, taşkınlıkların giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.
Bu suretle, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin müeyyidesi olan dava hakları malike tanınarak mülkiyet korunmuştur. Kanunun deyimiyle, “istihkak ve elatmanın önlenmesi” istemleri mülkiyet hakkından doğup, varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler.
Mülkiyet hakkının içeriğine giren ödevler ise; yapmama, katlanma ve yapma ödevleridir. Komşuluk hukukuna ilişkin ödevler yapmama ödevine, kar, yağmur ve tutulamayan kaynak sularını kabule zorunluluk katlanma ödevine, taşınmaz mallar için vergi, resim ve harç ödeme yükümlülüğü de yapma ödevine örnek olarak gösterilebilir.
Bütün bu anlatılanların ortaya koyduğu sonuç şudur; mülkiyet, toplum yararı ile sınırlı, sahibine gerek yetki ve gerekse ödevler yükleyen kamu ve özel hukuk karakterli kendine özgü bir haktır.
O halde, malik mülkiyet hakkına dayanarak, mülkiyete ilişkin yetkilerin kullanılmasında, hukuksal bir nedene dayanılmadan üçüncü kişilerin engellemesi ile karşılaştığı takdirde, el atmanın önlenmesi davası açabilecektir. Açıktır ki, bu gibi davranışlarla ihlal edilen, Anayasal ve yasal bağlamda teminat altına alınmış bulunan, mülkiyet hakkıdır.
Burada, davranışların haksız olması ve bir hakka dayanmaması yeterli olup, kusurun bulunması gerekli değildir. Malikin, mülkiyet hakkını, engellemenin varlığını ve nedensellik bağının bulunduğunu ispatlaması gerekli ve yeterlidir (Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 gün ve E:2010/5-662, K:2010/651 sayılı ilamı).
Az yukarıda vurgulanan Anayasa hükmüne (m.35) paralel olarak yasakoyucu taşınmaz mülkiyetinin kullanımına, 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ile sınırlama getirmiştir.
Anılan Kanun’unun 5.maddesi gereğince, özel hukuk hükümlerine tabi gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmazların bizatihi kendisi değil, bu taşınmazlarda varlığı bilinen veya daha sonra ortaya çıkacak olan korunması gerekli taşınır ve taşınmaz kültür ve tabiat varlıklarının Devlet malı niteliğinde olduğu belirtilmiş; aynı Kanun’nun 11/2.maddesinde ise, maliklerin bu varlıkların üzerindeki mülkiyet haklarının tabii icabı olan ve bu kanunun hükümlerine aykırı bulunmayan bütün yetkilerini kullanabilecekleri düzenlenmiştir.
c-İmar Planlarının Hukuk Kuralları Arasındaki Yeri, İmar Planlarına Hakim Olan İlkeler ve Doğurduğu Hukuki Sonuçlar:
Bir idari fonksiyon olarak planlama, “içeriği ne olursa olsun, önceden saptanmış hedef ya da hedeflere, yine önceden saptanmış sürede ulaşmak için izlenecek yön ve yöntemleri belirleme eylemi” olarak tanımlanmaktadır (Ö. Bozkurt, T. Ergun, S. Sezen, Kamu Yönetimi Sözlüğü, 1. Basım, Ankara 1998, s.206).
Niteliklerine göre planlar, emredici, özendirici ve yol gösterici olmak üzere üçe ayrılırlar. Emredici planlarda; idare, plan ile amaçladığı hedeflere ulaşılmasını şart koşar ve tüm kesimler buna uymak zorundadır.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8. maddesi gereğince, belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde belediyeler, dışında ise valiliklerce (İl Özel İdarelerince) yapılması zorunlu kılınan imar planları (nazım ve uygulama imar planları) emredici planlardandır (H. Kalabalık, İmar Hukuku, Ankara 2005, s.63).
İmar planlamasının amacı, belediye ve mücavir alanlar ile bu alanların dışında, kamu ve toplum yararını gerçekleştirecek hukuki çerçevenin oluşturulmasıdır.
Bu amacın gerçekleştirilmesinde hukuki boyut, başta Anayasa olmak üzere, İmar Kanunu, diğer ilgili kanunlar ve imar yönetmelikleri olup; planlama mevzuatının amacı, Anayasanın belirlediği ilke ve hedefler doğrultusunda kamu yararını sağlamak olmalı, planlar da aynı ilke ve hedefler doğrultusunda uygulanmalıdır.
İmar planları, hemen hemen tüm hukuk sistemlerinde yerel planların yapılması ve uygulanması sırasında uyulması gerekli görülen ilkeleri taşıması gerekli olup; “açıklık”, “genellik”, “üst dereceye bağlılık”, “kamu yararı”, “esneklik”, “geniş kapsamlılık”, “uzun süreli olma”, “bilimsellik” ve “katılım” ilkelerinin yanı sıra, “hukuk devleti” ve “zorunluluk” ilkeleri ayrıca önem arz etmektedir.
Hukuk devleti ilkesi gereğince, imar planları ve bunları uygulanması amacıyla idarece yapılan düzenlemeler keyfi ve indi olmamalı; makul bir şekilde, meşru ve kamusal amaçların gerçekleştirilmesiyle ilgili, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmalıdır. Ayrıca, idare imar planları ve bunları uygulamak amacıyla idari işlemler yaparken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak, Anayasa ve kanunlarca belirlenen usullerin takip edilmesi gerekir (H. Kalabalık, age, s.101).
Zorunluluk ilkesi gereğince de, onaylanmış imar planlarının dışına çıkılması olanaklı değildir. Bu planlar, herkes için uyulması zorunlu belgelerdendir. Diğer bir ifadeyle, kesinleşen yerel planlar, idare ve vatandaşlar açısından bağlayıcı hukuki sonuç doğurur. Kent ya da kasabaların mevcut durumunda bir takım değişiklikler meydana getirmek amacında olan yerel planların bu amaca ulaşılabilmeleri için, planlarca getirilen yükümlülüklerin ilgili idareler, vatandaşlar ve devlet tarafından mutlaka yerine getirilmeleri zorunludur. Yerel planların kabul edilmesinden sonra ilgili idare için bunları uygulamak zorunluluğu doğar (H. Kalabalık, age, s.118-119).
Denilebilir ki, imar planları onaylanarak bağlayıcılık kazandıktan sonra, idare ve bireyler açısından bir takım hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle imar planları, idare ve halk açısından kimi yükümlülükler meydana getirmekte ve haklarına sınırlamalar koymaktadır.
İdare açısından en belirgin yükümlülük, imar planına aykırı davranışta bulunulamamasının yanı sıra, planların uygulanması için gerekli olan imar programlarını ve yönetmelikleri, Kanunda öngörülen süre içerisinde hazırlamaktır (İmar Kanunu m.10). Belediyelerin, imar programı yapma yükümlülüğünü hiç yerine getirmemeleri halinde bunun müeyyidesi, İmar Kanununda öngörülmemiştir.
Özel hukuk gerçek ve tüzel kişileri açısından ise, imar planlarının onaylanmasından sonra, imar sınırları içinde girecekleri her türlü imar ve yapı faaliyetlerinde imar plan ve imar programlarına uygun davranmak, her türlü yapı için ilgili idareden izin almak ve izin ilkelerine uygun olarak yapı inşa etmek yükümlülüğü doğmaktadır.
İmar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerde kişilerin taşınmaz malları üzerindeki haklarına, imar programı süresince bir takım kısıtlamalar getiren 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin; imar plânlarında, resmî yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanlarda, inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmeyeceği, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceğine dair düzenlemeyi içeren birinci fıkrası ile; imar plânlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra parsel sahibinin, başvuruda bulunarak imar plânlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumi hizmetlere ayrılan alanların yapımından ilgili kamu kuruluşunca vazgeçildiğine dair görüş alması koşuluyla tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar plânına göre inşaat yapabileceğini öngören üçüncü fıkrası, Anayasa Mahkemesi’nin 29.12.1999 gün ve 1999/33 Esas 1999/51 Karar sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Gerekçesi özellikle Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine dayandırılan, iptal kararında;
“Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiştir. Kişinin bir şey üzerindeki hakimiyetini ifade eden mülkiyet hakkı, malike dilediği gibi tasarruf olanağı verdiği ve ona özgü olduğundan mutlak haklar arasındadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde, ‘Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz’ kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırını gösteren 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacağı, bu maddede yer alan genel sınırlama sebeplerinin temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu belirtilmiştir.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
3194 sayılı Yasa’nın 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar plânlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasa’nın 10. maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir.
13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.
İmar plânlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de 23.09.1981 günlü Sporrong ve Lonnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.” İfadeleri ile iptali istenen maddelerin Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır (Bkz.HGK’nun 15.12.2010 gün ve E:2010/5-662, K:2010/651 sayılı ilamı).
d-Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Göre Kamulaştırmasız El Atma:
Türkiye’nin 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başlangıçta mülkiyete ilişkin bir kural içermemekle birlikte, Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce mülkiyet hakkının da yer almasına yönelik bir protokol oluşturulmuş ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol imzalanmıştır.
Protokolün birinci maddesi mülkiyetin korunmasını düzenlemekte olup; bu madde üç kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların ilki mülkiyet hakkına saygı duyulması biçiminde genel ilkedir. İkincisi mülkiyet hakkından kamu yararı nedeniyle hukuka uygun olarak yoksun bırakılmasının meşruluğu ilkesidir ve nihayet üçüncüsü, mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasının düzenlemesinin yine meşru bir müdahale sayılacağı ilkesidir.
Bu bağlamda kamulaştırmasız el atma iddiaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürüldüğü zaman, mahkeme meşru müdahalelerin olup olmadığını incelemektedir, meşru bir müdahale yoksa mülkiyet hakkına saygı duyulmadığına ve hakkın ihlal edildiğine karar vermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi; “Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.) davasında başvurucular, Roma’ya yakın bir yerde yüzölçümü 27 bin metrekare olan ve imar planlarında yapılaşmaya açılmış bir arazinin sahibidirler. Bakanlar Kurulu 1994 yılında bu araziyi arkeolojik bölge alanı olarak ilan etmiş ve her tür yapılaşmayı yasaklamıştır. Bu işleme karşı başvurucuların başvurdukları hukuki yollar bir sonuç vermemiştir. Mahkeme, başvurucuların sahip olduğu taşınmaz hakkında alınan 1994 tarihli arkeolojik bölge alanı kararını, üçüncü kural çerçevesinde bir müdahale olarak değerlendirmiş ve davayı bu kuralın ışığında incelemiştir. Ancak Mahkeme’ye göre bu davada adil denge bozulmamıştır; çünkü ilk olarak, başvurucular ulusal mahkemelere bu karar sonrasında bu taşınmazın kullanımında bir değişikliğe gitmek zorunda kaldıklarını kanıtlayamamışlardır. İkinci olarak, başvurucular bu karar öncesinde yapılaşmaya müsait olan taşınmazları üzerinde herhangi bir inşaat girişiminde bulunmamışlardır.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başka bir kararında ise; “Sinan Yıldız ve Diğerleri – Türkiye kabuledilemezlik kararında Mahkeme, SİT alanları konusunda bir karar vermiştir. Başvurucuların Hakkâri’de 1564 m² imara açık ve üzerinde bir ev bulunan bir taşınmazları vardır. Bu taşınmaz, 11 Kasım 1999 tarihinde birinci derece arkeolojik SİT alanı kapsamına alınmıştır. Taşınmazın kamulaştırılması girişimlerinin sonuçsuz kalması üzerine başvurucular kamulaştırmasız el atma iddiasıyla tazminat davası açmışlardır. Ancak bu dava reddedilmiştir. Mahkeme bu davada başvurucuların taşınmazının SİT alanı ilanını mülkiyet hakkına bir müdahale olarak nitelendirmiştir. Bu müdahale, 1. maddenin ikinci fıkrası kapsamında değerlendirilmiştir. Ancak Mahkeme, İtalya’ya karşı benzer davalarda geliştirdiği içtihadı izleyerek (Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.); Longobardi ve Diğerleri – İtalya (k.k.)), bu davada adil dengenin bozulmadığı ve mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme bu sonuca varırken, ilk olarak bu müdahalenin yasal bir temele dayanmakta olduğunu ve önemli arkeolojik kalıntıları barındıran bir ülkenin bu arkeolojik varlığını koruma meşru amacına hizmet ettiğini söylemiştir. Herhangi bir tazminat ödenmemesi konusunda ise Mahkeme, başvurucunun mülkiyet hakkının tümden ortadan kalkmadığını belirtmiştir. İlk olarak mutlak bir inşaat yasağı öngörülmemiştir. Ayrıca başvurucu gerekli izinleri alarak taşınmazda değişiklik yapma veya satma imkânına sahiptir. Diğer yandan Mahkeme, SİT alanı ilan edilmeden önce başvurucuların taşınmaz üzerinde bir yapı yapma izni için başvurmamış olmalarını da dikkate almıştır. Nihayet Mahkeme’ye göre kanun, birinci derece SİT alanı ilan edilen taşınmazlar için eşdeğer bir taşınmazla değişim imkânını da öngörmektedir.” (Yukarıda atıf yapılan kararlar için bakınız. Osman Doğru/Atilla Nalbant:İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi, Açıklama ve Önemli Kararlar, Cilt:2, Yüksek Yargı Kurumlarının Avrupa Standartları Bakımından Rollerinin Güçlendirilmesi Ortak Projesi, Avrupa Konseyi-Yargıtay Başkanlığı Yayını, Ankara 2013, Sahife:677, 678).
Somut olaya gelince;
Dava konusu taşınmaz tapuda davacı kooperatif adına kayıtlı olup, davacının mülkiyet hakkı bulunmaktadır. Dava konusu İstanbul İli, Sarıyer İlçesi, Rumelifeneri Köyü 5 pafta 150 parsel sayılı 87.840 m² yüzölçümünde, tarla ve fundalık niteliğindeki taşınmazın, 11.01.2010 onay tarihli ve 1/1000 ölçekli Kilyos-Demirciköy-Rumelifeneri Bölgesi Koruma Amaçlı Uygulama İmar Planında kısmen “günübirlik turizm”, “yol”, “kumsal + park” ve “jeolojik yönden sakıncalı” alanda kaldığı; dava konusu Rumelifeneri köyü 5 pafta 150 parsel numaralı taşınmazın, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından sit alanı olarak ilan edilen ve imar planları ve kanunla da kesin inşaat ve tasarruf yasağı getirilen kısmın “kumsal + park + jeolojik yönden sakıncalı alan” olduğu, dosya kapsamıyla belirgindir.
Yukarıda yapılan tüm açıklamalar ve özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “Sinan Yıldız ve Diğerleri – Türkiye”, “Perinelli ve Diğerleri – İtalya (k.k.)”, “Longobardi ve Diğerleri – İtalya (k.k.)” davalarında verdiği kararların gerekçesinde belirttiği üzere, idarece, taşınmazın SİT alanı olarak ilanı, mülkiyet hakkının özünü ortadan kaldırmadığı gibi, imar planında öngörülen kısıtlamaların taşınmazın amacına uygun kullanımını da engellememektedir.
Ayrıca, 2863 Sayılı Kanun’un 5.maddesi gereğince taşınmazın SİT alanı olarak ilanı ve imar planında belirtilen yasadan kaynaklanan kısıtlamalar, kamulaştırmasız elatma olgusunun varlığını kabule elverişli değildir.
Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmede bir kısım üyelerce, 11.06.2013 tarihinde yürürlüğe giren 6487 Sayılı Kanunun 21.maddesiyle değişik 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici 6.maddesinin 10.fıkrasının 2.cümlesi (“Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır.”) hükmü gereğince, eldeki davanın idari yargı yerinde görülmesi gerektiği ileri sürülmüş ise de; çoğunlukça, yukarıda belirtilen gerekçelerle somut olayda kamulaştırmasız elatma olgusunun gerçekleşmediği, bu nedenle de eldeki davada adli yargı mercilerinin görevli olduğu benimsenmiştir.
O itibarla mahkemece, yukarda belirtilen maddi ve hukuki olgular gözetilmeksizin kamulaştırmasız elatmanın varlığına ilişkin hatalı kabulle yazılı biçimde karar verilmesi doğru değildir.
Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı Kültür ve Turizm Bakanlığı’na izafeten İstanbul Muhakemat Müdürlüğü vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre davacı kooperatif ve davalı vekillerinin sair temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, aynı Kanunun 440.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 11.09.2013 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI

Dava konusu uyuşmazlık sebebinin İstanbul III. numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 2863 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde gerçekleştirdiği tek taraflı idari nitelikteki bir tasarrufuyla ilgili olması ve 2942 sayılı Kanunun Geçici 6. maddesinin 10. fıkrasında yer alan, bu tür işlemlere karşı idari yargı yoluna başvurulabileceği şeklindeki açık hüküm karşısında, öncelikle yargı yolu bakımından görevsizlik kararı verilmesi gerekirken işin esasına girilerek karar verilmesinin usul ve yasaya aykırı olduğu düşüncesiyle sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyoruz.