YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2011/148
KARAR NO : 2011/303
KARAR TARİHİ : 11.05.2011
MAHKEMESİ : İzmir 10. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 25/11/2010
NUMARASI : 2010/500-2010/449
Taraflar arasındaki “kamulaştırmasız el atma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 10. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 15.06.2009 gün ve 2007/207-211 sayılı kararın incelenmesi taraf vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, karar önce Yargıtay 5.Hukuk Dairesinin 09.03.2010 gün ve 2009/17360-2010/3580 sayılı kararıyla onanmış; taraf vekillerinin karar düzeltme istemi üzerine Yargıtay 5. Hukuk Dairesinin 27.09.2010 gün ve 2010/9565-15717 sayılı ilamı ile;
( Dosyada bulunan kanıt ve belgelere, kararın dayandığı gerekçelere göre davalı idareler vekillerinin tüm, davacılar vekilinin aşağıdaki bent dışında kalan sair karar düzeltme istekleri HUMK.nun 440 maddesinde yazılı nedenlerden hiçbirine uymadığından yerinde değildir. Ancak;
Dava konusu taşınmazın tamamı imar planında kısmen yolda, kısmen de park alanında kaldığı, imar planında yol olan bölümüne fiilen el atılarak, davalı idare tarafından imar uygulamasının fiilen başlatıldığı anlaşıldığından, park alanı olarak ayrılan bölümün hangi Belediyenin sorumluluğunda olduğu belirlenip, bu bölümün bedeline de hükmedilmesi gerektiği halde, imar planında park olan kısmına fiilen el atılmadığı gerekçesiyle bedeline hükmedilmemesinin doğru olmadığı bu kez yapılan incelemede anlaşıldığından, davacılar vekilinin karar düzeltme isteminin kabulü ile Dairemizin 09.03.2010 gün ve 2009/17360-2010/3580 sayılı onama kararının kaldırılmasına, hüküm yukarıda açıklanan nedenlerle bozulmasına…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davacılar vekili ve Davalı Bornova Belediye Başkanlığı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
I-Davalı Bornova Belediye Başkanlığı vekilinin temyiz itirazlarının incelenmesinde;
Bilindiği üzere, hukuki yarar dava şartı olduğu kadar, temyiz istemi için de aranan şartlardandır.
İlk hükmü temyiz etmiş olan davalının tüm temyiz itirazları reddedilmekle hüküm onun bakımından kesinleşmiştir.
Bu durumda tüm temyiz itirazları reddedilen davalının direnme kararını temyizde hukuki yararı bulunmamaktadır.
O halde, davalı belediye vekilinin direnme hükmüne yönelik temyiz dilekçesinin reddine karar verilmelidir.
II-Davacılar vekilinin temyiz itirazlarına gelince;
Davacılar vekili dava dilekçesinde; davacıların hissedar oldukları 2269 parsel sayılı taşınmaza yol, yeşil alan ve park yapılmak sureti ile davalı idareler tarafından el konulduğunu iddia ederek taşınmazın tamamının bedeli üzerinden hisse oranında belirlenen tazminatın davalılardan tahsilini istemiştir.
Davalı Bornova Belediyesi vekili cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmazın İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin yetki ve sorumluluk alanı içinde kaldığını belirterek öncelikle müvekkili belediye hakkındaki davanın husumet yönünden reddedilmesini, esas yönünden ise taşınmazın mevcut imar planında yol ve yeşil alana isabet eden kadastro parseli konumunda olduğunu, ikinci beş yıllık kamulaştırma programı içinde de bulunmadığını ifadeyle esastan da reddini istemiştir.
Mahkemece, taşınmazın imar planında yol ve yeşil alana ayrıldığı, kısmen el atılmakla birlikte tamamının bedelinin ödenmesi gerektiği iddiası ile tazminat istenilmiş ise de yeşil alan olarak ayrılan taşınmazın alanının çok fazla olması ve bu kısma hiçbir el atmanın bulunmaması göz önünde bulundurularak bu kısma ilişkin isteğin yerinde olmadığı, yol olarak ayrılan bölüme ise kısmen el atılmış olsa da yol olarak ayrılan kısmın tamamına ilişkin isteğin kabulü gerektiği gerekçesi ile istemin kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Tarafların temyiz istemi üzerine, özel dairece önce mahkeme kararı onanmış, karar düzeltme istemi sonrasında ise yukarıda belirtilen gerekçe ve oyçokluğu ile mahkeme kararı bozulmuştur.
Mahkeme; dava konusu taşınmazın imar planında yol ve yeşil alana ayrılmış olup, yol olarak ayrılan kısma davalı belediyeler tarafından kısmen el atılmasına rağmen imar planında yeşil alan olarak ayrılan ve açıkça bu durumu belli olan kısma hiç bir el atmanın bulunmadığı, imar planında yeşil alan olarak ayrılan bölüm açıkça belirlenmekle bu kısma ilişkin isteklerin yerinde bulunmadığı, sadece imar planında yol olarak belirlenen kısma kısmen el atılmış olduğundan taşınmazın tamamının bedelinin istenmesinin mümkün olmadığı, gerekçesi ile önceki hükümde direnilmiştir.
İzmir İli, Bornova İlçesi, Altındağ Mahallesi, 24 pafta, 2269 parselde kayıtlı taşınmazın metrekare olduğu, asıl davadaki davacıların toplam 3704/5760, birleşen dosyadaki davacıların da toplam 1720/5760 paylarının bulunduğu, taşınmazı tapulama yolu ile 21.5.1963 tarihinde edindikleri, üzerinde 48 adet zeytin ağacı bulunduğu, imar planına göre taşınmazın büyük kısmının 35.00 ve 20.00 metrelik yol ile park alanında kaldığı, küçük bir kısmının da 7.00 m genişliğindeki imar yolunda kaldığı, mevcut imar planında tamamının yol ve yeşil alana isabet etmekte olduğu, belediye kamulaştırma programında bulunmadığı çekişmesizdir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; imar planında kısmen yol, kısmen de park alanı olan yerin yol olan kısmına filen el atıldığı, ancak park alanı olan yere fiilen el atılmadığı dikkate alındığında park alanı içinde kalan kısmın bedeline hükmedilip hükmedilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Konunun özelliği gereği aşağıda başlıklar halinde irdeleme yapılması uygun olacaktır:
A) İLGİLİ HUKUKSAL DÜZENLEMELER:
a-Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, “Mülkiyet Hakkı” başlıklı 35. maddesi:
MADDE 35. – Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
b- Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın, “Kamulaştırma” başlıklı 46. maddesi:
MADDE 46. – (Değişik: 3.10.2001-4709/18 md.) Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.
c) Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Eki Birinci Protokolün Birinci Maddesi:
MADDE 1 – Mülkiyetin Korunması
Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.”
d) 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “Mülkiyet Hakkının İçeriği” başlıklı 683. maddesi:
A – Mülkiyet Hakkının İçeriği
MADDE 683. – Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.
Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir.
e) 3194 sayılı İmar Kanunu’nun İlgili Maddeleri:
Planların Hazırlanması Ve Yürürlüğe Konulması:
MADDE 8. – Planların hazırlanmasında ve yürürlüğe konulmasında aşağıda belirtilen esaslara uyulur.
b) İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. Belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. Bu planlar onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde bir ay süre ile ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar.
İmar Programları, Kamulaştırma Ve Kısıtlılık Hali:
MADDE 10. – Belediyeler; imar planlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde, bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlarlar. Beş yıllık imar programlarının görüşülmesi sırasında ilgili yatırımcı kamu kuruluşlarının temsilcileri görüşleri esas alınmak üzere Meclis toplantısına katılır. Bu programlar, belediye meclisinde kabul edildikten sonra kesinleşir. Bu program içinde bulunan kamu kuruluşlarına tahsis edilen alanlar, ilgili kamu kuruluşlarına bildirilir. Beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşları, bu program süresi içinde kamulaştırırlar. Bu amaçla gerekli ödenek, kamu kuruluşlarının yıllık bütçelerine konulur.
İmar programlarında, umumi hizmetlere ayrılan yerler ile özel kanunları gereğince kısıtlama konulan gayrimenkuller kamulaştırılıncaya veya umumi hizmetlerle ilgili projeler gerçekleştirilinceye kadar bu yerlerle ilgili olarak diğer kanunlarla verilen haklar devam eder.
İmar Planlarında Umumi Hizmetlere Ayrılan Yerler:
Madde 13 – Resmî yapılara, tesislere ve okul, cami, yol, meydan, otopark, yeşil saha, çocuk bahçesi, pazar yeri, hal, mezbaha ve benzeri umumî hizmetlere ayrılan alanlarda inşaata ve mevcut bina varsa esaslı değişiklik ve ilaveler yapılmasına izin verilmez. Ancak imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şekli devam eder (İptal fıkra: Anayasa Mahkemesinin 29/12/1999 tarih ve E. 99/33, K. 99/51 sayılı kararı ile. R.G.: 29/06/2000 – 24094).
İmar programına alınan alanlarda kamulaştırma yapılıncaya kadar emlak vergisi ödenmesi durdurulur. Kamulaştırmanın yapılması halinde durdurma tarihi ile kamulaştırma tarihi arasında tahakkuk edecek olan emlak vergisi, kamulaştırmayı yapan idare tarafından ödenir. Birinci fıkrada yazılı yerlerin kamulaştırma yapılmadan önce plan değişikliği ile kamulaştırmayı gerektirmeyen bir maksada ayrılması halinde ise durdurma tarihinden itibaren geçen sürenin emlak vergisini mal sahibi öder.
Ancak, parsel sahibi imar planlarının tasdik tarihinden itibaren beş yıl sonra müracaat ettiğinde imar planlarında meydana gelen değişikliklerden ve civarın özelliklerinden dolayı okul, cami ve otopark sahası ve benzeri umumî hizmetlere ayrılan alanlardan ilgili kamu kuruluşunca yapımından vazgeçildiğine dair görüş alındığı takdirde, tüm belirli çevredeki nüfus, yoğunluk ve donatım dengesini yeniden irdeleyerek hazırlanacak yeni imar plânına göre inşaat yapılır. Bu Kanunun yayımı tarihinden önce yapılan imar planlarında, bahsedilen beş yıllık süre bu Kanunun yürürlük tarihinden itibaren geçerlidir (İptal fıkra: Anayasa Mahkemesinin 29/12/1999 tarih ve E. 99/33, K. 99/51 sayılı kararı ile. R.G.: 29/06/2000 – 24094).
Onaylanmış imar planlarında, birinci fıkrada yazılı yerlerdeki arsa ve arazilerin, bu Kanunda öngörülen düzenleme ortaklık payı oranı üzerindeki miktarlarının mal sahiplerince ilgili idarelere bedelsiz olarak terk edilmesi halinde bu terk işlemlerinden ayrıca emlak alım ve satım vergisi alınmaz.”
f- 16.5.1956 gün ve 1/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı:
“Usulü dairesinde istimlak muamelesine tevessül edilmeksizin gayrimenkulü yola kalbedilen şahsın, esas itibariyle, gayrimenkulünü yola kalbeden amme hükmi şahsiyeti aleyhine meni müdühale davası açmağa hakkı olduğuna, ancak dilerse bu fiili duruma razı olarak, mülkiyet hakkının amme hükmi şahsiyetine devrine karşılık gayrimenkulünün bedelinin tahsilini de dava edebileceğine ve isteyebileceği bedelin de mülkiyet hakkının devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki bedel olduğuna 16.05.1956 tarihinde ilk toplantıda ittifakla karar verildi.”
B) GEREKÇE
Gerek 6830 sayılı İstimlak Kanunu’nda, gerekse bu Kanunu kaldırarak, kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemiştir.
Taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, tazminat verilmesini de isteyebileceği, 16.05.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmıştır.
Kamulaştırmasız el atma müessesesi, kaynağını ve dayanağını Anayasa ve yasalardan almayan, mülkiyet hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Kamulaştırmada, yöntem olarak Anayasa ve yasalara uygun bir kamulaştırma işlemi yapılması söz konusu iken, kamulaştırmasız el koymada usulüne uygun bir kamulaştırma işleminden söz edilmesi olanaklı değildir.
Ancak, kamulaştırmasız el atma ile kamulaştırmanın, konu, amaç ve yetki yönüyle benzer yönleri bulunmaktadır; her iki müessesenin de oluşması için, kamulaştırma yapmaya yetkili devlet kamu tüzel kişileri veya kamu kurumları tarafından kamulaştırma işleminin yapılması veya kamulaştırmasız el atılmış olması gereklidir. Kamulaştırmasız el koymada da, kamulaştırmada olduğu gibi, taşınmazın edinilmesinde kamu yararının bulunması zorunludur. Gerek kamulaştırmanın, gerekse kamulaştırmasız el koymanın konusu sadece özel mülkiyette bulunan taşınmaz mallardır.
Az yukarıda açıklandığı üzere, kamulaştırmasız el koyma müessesesi mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip olmakla birlikte, çağdaş bir yaklaşımla ve sosyal devlet ilkesi gereği olarak uygulamada, taşınmaz malikine, dava yoluyla mülkiyetin bedele çevrilmesi ya da idarenin hakkın özünü zedeleyen el koyma eylemine son verilmesi yolu açılmıştır.
Kamulaştırmasız el atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanununa uygun hareket etmeden, ferdin malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmaktadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır (11.02.1959 gün, E:1958/17, K:1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı gerekçesinden).
1982 Anayasası da, mülkiyet hakkına saygılı ve bu hakkı koruyan bir rejimi öngörmektedir. Anayasanın mülkiyet hakkını düzenleyen ve aynı başlığı taşıyan 35. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir” denilerek bu hakkın varlığı anayasal bir hak olarak saptanmıştır.
Kutsal, sınırlamasız ve kısıtlamasız görünen bu hak anılan maddenin 2. ve 3. fıkraları ile genel bir sınırlamaya bağlı kılınmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasında : “Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir”. demek suretiyle hangi amaçla ve nasıl sınırlanabileceği ifade edilmiştir ki; kamu yararı olan yerde veya bu amaçla kullanma gereksiniminde mülkiyet hakkı sınırlanabilecektir. Ancak bu sınırlama da kanunla yapılabilecektir
Anayasa’nın 35. maddesinin İkinci fıkrasında kastedilen, kamu yararı nedeniyle mülkiyet hakkının sınırlanması, 46. maddede “Kamulaştırma” olarak ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. Ancak, anılan maddede öngörülen koşullar gerçekleştiğinde, mülkiyet hakkına sınırlama getirilmekte ve karşılığı ödenmek suretiyle malı elinden zorla alınmaktadır.
1982 Anayasasının 35. maddenin 3. fıkrası, mülkiyet hakkına bir sınırlama daha koymuştur. Bu fıkrada, “Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz” ifadeleriyle, mülkiyet hakkı sahibine kendi kendini sınırlaması koşulunun ne olduğunu gösterilmiştir.
Dikkat edilecek olursa; 1982 Anayasasında mal sahibinin kullanma hakkı, 35. maddenin 2. fıkrasında “kamu yararı”, 3. fıkrasında “toplum yararı” ile sınırlanmış ise de; her iki durumda da, taşınmazın mülkiyetine el uzatılamamakta, sadece kullanma hakkının hangi sınırlarla bağlı olduğu ifade edilmektedir.
743 sayılı Türk Kanunu Medenisi ve bu Kanunu ilga eden 4721 sayılı Türk Medeni Kanunun Dördüncü Kitabında, ilkin, mülkiyet hakkı düzenlenmiş; ne var ki 683. madde (743 sayılı TKM m.618) ile bir tanım verilmemiş, sağladığı yetkilerin belirtilmesiyle yetinilmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi (743 sayılı TKM m.618) uyarınca, malik, eşya üzerinde ancak hukuk düzeninin sınırları içinde tasarruf edebilecektir. Dolayısıyla mülkiyet, kişilere, eşya üzerinde en geniş yetkiler sağlamakla birlikte, ödevler de yükleyen bir hak olarak kabul edilmektedir. Bu hak, malikin gerek yetkilerini ve gerekse komşularla topluma karşı olan ödevlerini kapsamakta böylece mülkiyetin özü, yetki ve ödevlerden oluşmaktadır.
Malikin eşya üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş bulunmaktadır. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesine (743 sayılı TKM m.618) göre malik, eşyayı hukuka aykırı olarak elinde bulunduran ya da eşyaya el koyan kişilerden onun geri verilmesini isteyebileceği gibi, yine hukuka aykırı olarak zilyetliğine yapılan el atmaların önlenmesini, taşkınlıkların giderilmesini de isteme hakkına sahiptir.
Bu suretle, mülkiyet hakkının sağladığı yetkilerin müeyyidesi olan dava hakları malike tanınarak mülkiyet korunmuştur. Kanunun deyimiyle, “istihkak ve elatmanın önlenmesi” istemleri mülkiyet hakkından doğup, varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler.
O halde malik mülkiyet hakkına dayanarak, mülkiyete ilişkin yetkilerin kullanılmasında, hukuksal bir nedene dayanılmadan üçüncü kişilerin engellemesi ile karşılaştığı takdirde, el atmanın önlenmesi davası açabilecektir. Açıktır ki, bu gibi davranışlarla ihlal edilen, Anayasal ve yasal bağlamda teminat altına alınmış bulunan, mülkiyet hakkıdır.
İmar planlarının hukuk kuralları arasındaki yeri, imar planlarına hakim olan İlkeler ve doğurduğu hukuki sonuçlara gelince :
Bir idari fonksiyon olarak planlama, “içeriği ne olursa olsun, önceden saptanmış hedef ya da hedeflere, yine önceden saptanmış sürede ulaşmak için izlenecek yön ve yöntemleri belirleme eylemi” olarak tanımlanmaktadır (Ö. B.., T. E.., S. S.., Kamu Yönetimi Sözlüğü, 1. Basım, Ankara 1998, s.206).
Niteliklerine göre planlar, emredici, özendirici ve yol gösterici olmak üzere üçe ayrılırlar. Emredici planlarda; idare, plan ile amaçladığı hedeflere ulaşılmasını şart koşar ve tüm kesimler buna uymak zorundadır.
3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8. maddesi gereğince, belediye ve mücavir alan sınırları içerisinde belediyeler, dışında ise valiliklerce (İl Özel İdarelerince) yapılması zorunlu kılınan imar planları (nazım ve uygulama imar planları) emredici planlardandır (H. Kalabalık, İmar Hukuku, Ankara 2005, s.63).
İmar planlamasının amacı, belediye ve mücavir alanlar ile bu alanların dışında, kamu ve toplum yararını gerçekleştirecek hukuki çerçevenin oluşturulmasıdır.
Tüm hukuk sistemlerinde yerel planların yapılması ve uygulanması sırasında uyulması gerekli görülen ilkeleri taşıması gerekli olup; “açıklık”, “genellik”, “üst dereceye bağlılık”, “kamu yararı”, “esneklik”, “geniş kapsamlılık”, “uzun süreli olma”, “bilimsellik” ve “katılım” ilkelerinin yanı sıra, “hukuk devleti” ve “zorunluluk” ilkeleri ayrıca önem arz etmektedir.
Hukuk devleti ilkesi gereğince, imar planları ve bunları uygulanması amacıyla idarece yapılan düzenlemeler keyfi ve indi olmamalı; makul bir şekilde, meşru ve kamusal amaçların gerçekleştirilmesiyle ilgili, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmalıdır. Ayrıca, idare imar planları ve bunları uygulamak amacıyla idari işlemler yaparken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olarak, Anayasa ve kanunlarca belirlenen usullerin takip edilmesi gereklidir (H. Kalabalık, age, s.101).
Zorunluluk ilkesi gereğince de, onaylanmış imar planlarının dışına çıkılması olanaklı değildir. Bu planlar, herkes için uyulması zorunlu belgelerdendir. Diğer bir ifadeyle, kesinleşen yerel planlar, idare ve vatandaşlar açısından bağlayıcı hukuki sonuç doğurur. Kent ya da kasabaların mevcut durumunda bir takım değişiklikler meydana getirmek amacında olan yerel planların bu amaca ulaşılabilmeleri için, planlarca getirilen yükümlülüklerin ilgili idareler, vatandaşlar ve devlet tarafından mutlaka yerine getirilmeleri zorunludur. Yerel planların kabul edilmesinden sonra ilgili idare için bunları uygulamak zorunluluğu doğar (H. Kalabalık, age, s.118-119).
Gerçekten, 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesinin ilk fıkrasında, imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç üç ay içinde, belediyelerce, imar planının uygulanması amacıyla 5 yıllık imar programının hazırlanacağı ve bu programların belediye meclisince kabul edildikten sonra kesinleşeceği hükme bağlanmıştır.
Denilebilir ki, imar planları onaylanarak bağlayıcılık kazandıktan sonra, idare ve bireyler açısından bir takım hukuki sonuçlar doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle imar planları, idare ve halk açısından kimi yükümlülükler meydana getirmekte ve haklarına sınırlamalar koymaktadır. İdare açısından en belirgin yükümlülük, imar planına aykırı davranışta bulunulamamasının yanı sıra, planların uygulanması için gerekli olan imar programlarını ve yönetmelikleri, Kanunda öngörülen süre içerisinde hazırlamaktır (İK m10). Belediyelerin, imar programı yapma yükümlülüğünü hiç yerine getirmemeleri halinde bunun müeyyidesi, İmar Kanununda öngörülmemiştir.
Özel hukuk gerçek ve tüzel kişileri açısından ise, imar planlarının onaylanmasından sonra, imar sınırları içinde girecekleri her türlü imar ve yapı faaliyetlerinde imar plan ve imar programlarına uygun davranmak, her türlü yapı için ilgili idareden izin almak ve izin ilkelerine uygun olarak yapı inşa etmek yükümlülüğü doğmaktadır.
İmar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerde kişilerin taşınmaz malları üzerindeki haklarına, imar programı süresince bir takım kısıtlamalar getiren 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin birinci fıkrası ile; üçüncü fıkrası, Anayasa Mahkemesi’nin 29.12.1999 gün ve 1999/33 Esas 1999/51 Karar sayılı kararı ile iptal edilmiştir.
Gerekçesi özellikle Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine dayandırılan İptal kararında;
“Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı düzenlenmiştir. Kişinin bir şey üzerindeki hakimiyetini ifade eden mülkiyet hakkı, malike dilediği gibi tasarruf olanağı verdiği ve ona özgü olduğundan mutlak haklar arasındadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde, ‘Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz’ kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırını gösteren 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, millî egemenliğin, Cumhuriyetin, millî güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlâkın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacağı, bu maddede yer alan genel sınırlama sebeplerinin temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu belirtilmiştir.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
3194 sayılı Yasa’nın 13. maddesinin itiraz konusu birinci fıkrasında imar plânlarında, resmi yapı, okul, cami, yol, meydan gibi umumi hizmetlere ayrılan yerlerin, imar programına alınıncaya kadar mevcut kullanma şeklinin devam edeceği öngörülmüştür. Yasa’nın 10. maddesinde de belediyelerin, imar plânlarının yürürlüğe girmesinden en geç 3 ay içinde bu planı uygulamak üzere 5 yıllık imar programlarını hazırlayacakları belirtilmiş, ancak Yasa’da bu plânların tümünün hangi süre içinde programa alınarak uygulanacağına ilişkin bir kurala yer verilmemiştir.
13. maddenin birinci fıkrası uyarınca imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan yerlerin mevcut kullanma şekillerinin ne kadar devam edeceği konusundaki bu belirsizliğin, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlamaya neden olduğu açıktır.
İmar plânlarının uygulamaya geçirilmesindeki kamusal yarar karşısında mülkiyet hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gerekleriyle çelişen bir yönü bulunmamakta ise de, itiraz konusu kuralın neden olduğu belirsizliğin kişisel yarar ile kamu yararı arasındaki dengeyi bozarak mülkiyet hakkını kullanılamaz hale getirmesi, sınırlamayı aşan hakkın özüne dokunan bir nitelik taşımaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi de 23.09.1981 günlü Sporrong ve Lonnroth kararında, kamulaştırma izni ile inşaat yasağının uzun bir süre için öngörülmüş olmasının, toplumsal yarar ile bireysel menfaat arasındaki dengeyi bozduğu sonucuna varmıştır.” İfadeleri ile iptali istenen maddelerin Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
Ne var ki; Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararında, kişilerin mülkiyet hakları üzerinde süresi belli olmayan bir sınırlama” olarak nitelendirilen imar plan ve programlarının hangi sürede tamamlanacağına ilişkin mevcut yasal belirsizlik devam etmekte olup; 3194 sayılı Kanunun 13. maddesinin iptal edilen fıkralarında yer alan kısıtlamaların, eylemli olarak uygulandığı açıktır.
Esasen, imar planlarında umumi hizmetlere ayrılan alanlarda bulunan parsel maliklerinin mağduriyetlerine neden olunduğu düşüncesiyle, 3194 sayılı İmar Kanununun 13. maddesinin halen yürürlükte bulunan İkinci Fıkrasında, kamulaştırma yapılıncaya kadar emlak vergisi ödemeleri durdurulmuştur. Bu uygulamanın, mal sahibin tasarruf hakkının, dolayısıyla mülkiyetinin sınırlandırılması sonucu oluşan mağduriyetin giderilmesine yönelik olduğu kuşkusuzdur.
Bir diğer açı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları ışığında olaya bakıldığında: Türkiye’nin 18 Mayıs 1954 tarihinde onaylamış olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi başlangıçta mülkiyete ilişkin bir kural içermemekle birlikte, Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce mülkiyet hakkının da yer almasına yönelik bir protokol oluşturulmuş ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye Ek Protokol imzalanmıştır.
Protokolün birinci maddesi mülkiyetin korunmasını düzenlemekte olup; bu madde üç kuraldan oluşmaktadır. Bu kuralların ilki mülkiyet hakkına saygı duyulması biçiminde genel ilkedir. İkincisi mülkiyet hakkından kamu yararı nedeniyle hukuka uygun olarak yoksun bırakılmasının meşruluğu ilkesidir ve nihayet üçüncüsü, mülkiyet hakkının kamu yararına uygun olarak kullanılmasının düzenlemesinin yine meşru bir müdahale sayılacağı ilkesidir.
Bu bağlamda kamulaştırmasız el atma iddiaları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde ileri sürüldüğü zaman, mahkeme meşru müdahalelerin olup olmadığını incelemekte, meşru bir müdahale yoksa mülkiyet hakkına saygı duyulmadığına ve hakkın ihlal edildiğine karar vermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 23.09.1982 tarihli Sporrong ve Lönnroth Kararında, kamulaştırma yapılacağı gerekçesiyle yapı yasağı getirilen Sporrong’a ait taşınmazın yirmi beş yıl, Lönnroth’a ait taşınmazın ise on iki yıl boyunca inşaat yasaklarına konu olduğu, bu izin ve yasaklar sonucunda taşınmazı satma, kiralama, kullanma, yararlı değişiklikler yapma gibi mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkileri kullanma konusunda sıkıntı çektikleri ileri sürülerek yapılan başvuruda, “olayda mülkiyet hakkına doğrudan el konulmadığı ama verilen izin ve getirilen yasakların el konulma sonucunu doğurduğu, bunun da hakkın özüne dokunduğu” sonucuna ulaşmıştır.
C) SONUÇ:
Dava konusu taşınmaz tapuda davacılar adına müşterek mülkiyet üzere kayıtlı olup, davacıların mülkiyet hakkı bulunmaktadır.
Dosya içerisinde bulunan Bornova Belediye Başkanlığına ait 10.06.2007 gün ve 4238 sayılı imar durumunu gösteren plana göre park ve yol olarak ayrılmıştır.
Bornova Belediye Başkanlığı’nın 5.9.2008 günlü yazı ile taşınmazın kamulaştırma programına alınmadığı ancak taşınmazın bir kısmına yol olarak el atıldığı yeşil alan olan bölüme ise herhangi bir müdahale olmadığı belirlenmiştir
3194 sayılı İmar Kanununun 10. maddesinin birinci fıkrası hükmü uyarınca Bornova Belediye Başkanlığı imar planının yürürlük tarihinden itibaren en geç 3 ay içerisinde planın tatbiki için 5 yıllık imar programını hazırlamakla yükümlü olup, yatırımcı kuruluşun da bu çalışmalara katılması taşınmazın kamulaştırılması yasa gereğidir.
Buna rağmen, 2007 yılından bu yana imar planında yeşil alan ve yol olarak bulunan dava konusu taşınmaz amacına uygun olarak imar programlarına alınmamış, kamulaştırılmamıştır. İlgili idarelerin pasif ve suskun kalarak, amacına uygun işlem tesis etmemek suretiyle, davacı taşınmaz mal sahibinin mülkiyet hakkını, süresi belli olmayan bir sınırlamaya tabi tuttukları belirgindir.
Bu cümleden olarak, imar planlarında yeşil alan olarak tahsis edilmiş bulunan dava konusu arsaya herhangi bir müdahale yapılmamış olsa da arsa üzerinde davacının, ileriye yönelik inşaat yapma gibi kişisel tasarruflarda bulunma, rayiç değeri üzerinden satma, kiralama, yararlı değişiklikler yapma gibi, mülkiyet hakkının sahibine verdiği yetkileri kullanma hakkı kısıtlanmıştır.
İdare, kamu yararı nedeniyle, kamusal amaçların gerçekleştirilmesi için bir takım işlemler yaparken, Anayasanın ikinci kısmında yer alan temel hak ve hürriyetlerle uyumlu, özellikle 35. maddesi ile güvence altına alınan mülkiyet hakkına saygılı olmalıdır.
Buradan hareketle, imar planlarında uzunca bir süre yeşil alan olarak tahsis edilmiş bulunan dava konusu taşınmazı kamulaştırmayarak veya takas yoluyla davacıya başka bir yerden taşınmaz vermeyerek pasif kalmak suretiyle tasarrufunu engelleyen davalı idarenin, Anayasada yer alan temel hak ve hürriyetlerle, bireyin mülkiyet hakkına saygılı olduğundan söz edilemez.
Dahası, böyle bir durumda idarece, kamu yararı savında bulunulamaz. Eş söyleyişle, imar planlarında yeşil alan gibi umumi hizmetlere ayrılan alanların uygulamaya dökülmemiş olması ve bunun da süregelen bir hal alması, ortada bir kamu yararının bulunmadığının kabulünü gerektirir.
Öte yandan, davacının taşınmazından, mülkiyet hakkının kendisine verdiği yetkilerle donatılmış olarak, dilediği gibi tasarrufta bulunmasının idarece yıllarca engellenmiş olmasının, “Hukuk Devleti” ilkesinin en önemli unsurlarından biri olan “hukuk güvenliği”ni zedelediği, her türlü duraksamadan uzaktır.Kaldı ki taşınmazın bir bölümünün fiilen yol olarak kullanılması bir kısmının yeşil alana ayrılması durumunda artık taşınmazın tamamına fiilen el atılmış sayılacağı da kuşkusuzdur.
Mülkiyet hakkına kamusal yarar sebep gösterilerek getirilen sınırlama, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılmaz hale getirerek bir hukuk devletinde kişinin hak ve özgürlükleri ile kamu yararı arasında bulunması gereken dengenin bozulmasına yol açarak hukuk güvenliğini yok etmektedir.
Tüm bu açıklamalar çerçevesinde; 2007 yılından bu yana programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarenin, malikin taşınmaz üzerindeki tasarruf hakkını belirsiz bir süre için kullanılamaz hale getirdiği, dolayısıyla malikin taşınmazdan mülkiyet hakkının özüne uygun şekilde yararlanma olanağı kalmadığı, taşınmaz malikinin mülkiyet hakkının hukuksal bir nedene dayanılmadan İdarece engellendiği çok açıktır.
Yukarıda açıklandığı üzere, malikin taşınmaz üzerindeki egemenliği hukuk düzeninin sınırları içinde üçüncü kişilere karşı korunmuş ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde malike, hukuka aykırı olarak müdahalenin önlenmesini isteme hakkı tanınmıştır. Bir kişinin taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen veya kısmen kullanılmasına engel olunması ile, imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibari ile bir fark bulunmamakta her ikisi de kişinin mülkiyet hakkının sınırlandırılması anlamında aynı sonucu doğurmaktadır. Ancak, bundan da öte; yıllarca programa alınmayan imar planının fiilen hayata geçirilmemesi nedeniyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı İdarece, pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiği; bu haliyle idarenin eyleminin, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve onu ortadan kaldıran bir niteliğe sahip bulunan kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığı için yeterli bulunduğu, her türlü izahtan varestedir.
Nitekim aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulu’nun 15.12.2010 gün ve 2010/5-662 E. 2010/651 sayılı kararında da vurgulanmıştır.
Bu itibarla, kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının doğal sonucu, idarenin hukuka aykırı eylemiyle mülkiyet hakkı engellenen taşınmaz mal sahibi davacının, dava yoluyla kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda mülkiyetin bedele çevrilmesini, eş söyleyişle idareden değer karşılığının verilmesini isteyebileceği açıktır.
Hal böyle olunca; kamulaştırmasız el koyma olgusunun varlığının kabulüyle, davalı İdarenin kamulaştırmasız el koyma hükümleri doğrultusunda sorumlu bulunduğuna ilişkin Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ:1)-Yukarıda (I.) bentte yer alan nedenlerle, davalı Bornova Belediye Başkanlığı vekilinin direnmeyi temyize ilişkin dilekçesinin hukuki yarar yokluğundan REDDİNE,
2)-Yukarıda (II) bendin (a) fıkrasında belirtilen nedenlerle, davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında ve yukarıda gösterilen nedenlerden dolayı HUMK’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, 11.5.2011 gününde, oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Dava İzmir İli Bornova İlçesi,Altındağ mah.24 pafta,2269 parsele ilişkindir.Taşınmazın yüzölçümü 7580 m2 dir.Uygulama imar planında bu parselin çok büyük bir bölümü PARK(uygulamayı büyükşehir belediyesi yapacaktır),küçük bir kısmı SOKAK(uygulamayı ilçe belediyesi yapacaktır),küçük bir kısmı da CADDE (uygulamayı büyükşehir belediyesi yapacaktır)dir.Somut olayda sokak ve cadde niteliğinde yol olarak planda gösterilen kısımlara eylemli olarak el atılıp yol haline getirildiği anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık,tek bir parselin uygulama imar planında yol,park,sağlık amaçlı yapılaşma alanı,eğitim amaçlı yapılaşma alanı gibi farklı kamusal alanlara ayrıldığı, imar uygulaması ve yapılacak kamulaştırmadan farklı yönetimlerin sorumlu olduğu bir durumda;ayrılmış alanlardan birine eylemli olarak kamulaştırmasız el atıldığı durumda;taşınmazın tümüne el atılmış sayılıp sayılamayacağı noktasında toplanmaktadır.
Sayın Daire ve Yüksek Genel Kurulun tamamına yakın çoğunluğu;taşınmazın küçük bir kısmına imar uygulaması ve kamulaştırmayı yapmaya yetkili yönetimlerden biri tarafından kamulaştırmasız el atıldığında;imar uygulamasının başlamış ve taşınmazın tümüne el atılmış sayılması,taşınmazın tamamının bedeline hükmedilmesi ve ilgili tüm yönetimlerin bedelden sorumlu tutulması gerektiği düşüncesindedir. Bu kabulün sonucu olarak; ilgili bakanlık,il özel idaresi,büyükşehir belediyesi,ilçe belediyesi gibi kendilerine göre yönetsel bağımsızlığı ve bütçesi olan yönetimler, tek bir yönetim olarak değerlendirilmiş olacaktır. Her yönetimin,her bütçe yılı için ayırdığı ödenekleri bellidir.El atmadığı halde,diğer yönetimin el atması nedeniyle,bir başka yönetimin kamulaştırmasız el atmış sayılması, ne derece doğru olacaktır?Bu durum bütçe olanakları sınırlı olan -özellikle küçük belediyeler gibi- yönetimleri çalışamaz ve yüklendiği diğer kamu hizmetlerini yürütemez hale getirecek;yönetimlerin bütçe planlaması ve uygulamasını işlevsiz hale getirecektir.Ayrıca böyle bir uygulama,yönetimler arası politik çekişme ortamına yol açabilecek,kötüye kullanmaya elverişli bir durum da yaratabilecektir.Kuşkusuz ilgili yönetimlerin,kişinin özel mülkünü imar planında kamusal alan olarak ayırarak uzun yıllar uygulamayı yapmaması davranışı; mağduriyet yaratma potansiyeline sahiptir.Ancak, bu mağduriyetin giderilmesi,açıklanan şekilde küçük bir bölüme el atılması durumunda,taşınmazın tümüne el atılmış sayılmayı gerektirmemelidir. Mülkiyet hakkı kutsanacak değil, korunması gereken bir haktır.Bu şekilde mülkiyet hakkına el atma ya da kısıtlanmasıyla oluşacak mağduriyetlerin giderilmesinde;kamulaştırmasız el atma uygulamasının yargısal yorumla genişletilmesi yerine; kanımca “imar kirası”, “imar ecri misili” gibi yaratılabilecek zararın tazmin yöntemlerinin,kamulaştırma ve imar uygulamasının temelinde yatan “fedakarlığın denkleştirilmesi anlayışı”na uygun olacağını düşünüyorum.
Açıklanan nedenlerle,yerel mahkemenin direnme hükmünün isabetli olduğu ve hükmün bu nedenle onanması gerektiğini düşünüyorum.