YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2010/9
KARAR NO : 2010/116
KARAR TARİHİ : 03.03.2010
MAHKEMESİ : Yatağan Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 07/07/2009
NUMARASI : 2009/343-2009/622
Taraflar arasındaki “İşçi Alacağı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Yatağan Asliye Hukuk Mahkemesince davanın “reddine” dair verilen 6.2.2007 gün ve 2006/46-24 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesinin 8/10/2007 gün ve 19448-29312 sayılı ilamı ile;
(…Davalıya ait işyerinde 12.09.1984-08.08.1988 ve 26.03.1990 – 13.08.2004 tarihleri arası iki dönem halinde çalışan ve emekli olmak sureti ile iş sözleşmesi sona eren davacı işçi, ilk dönem çalışma süresinin kıdem tazminatı hesabında dikkate alınmadığını belirterek, fark kıdem tazminatı isteğinde bulunmuştur.
Davalı işveren vekili, davacının ilk dönem iş sözleşmesinin 1475 sayılı İş Kanunu’nun 17/2 maddesi uyarınca haklı nedenle feshedildiğini, ilk dönem çalışmasının kıdem tazminatına hak kazanamayacak şekilde sona ermesi nedeni ile sonraki dönemle birleşemeyeceğini, davanın reddi gerektiğini savunmuştur.
Mahkemece, davacının iş sözleşmesinin hakkında kamu davası açılmasını gerektiren ancak delil yetersizliği nedeni ile beraat etmesine karar verilmesine neden olan hırsızlık eylemi nedeni ile feshedildiği, feshin haklı nedene dayandığı, önceki sürenin daha sonra kıdem tazminatı ödenen süre ile birleştirilemeyeceği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 120. maddesi hükmüne göre yürürlükte bırakılan 1475 sayılı yasanın 14. maddesinde kıdem tazminatına hak kazanabilmek için işçinin işverene ait işyerinde en az bir yıl çalışmış olması gerekir. 1475 sayılı yasanın 14/2. maddesi, işçinin aynı işverene bağlı olarak bir ya da değişik işyerlerinde çalıştığı sürelerin kıdem hesabı yönünden birleştirileceğini hükme bağlamıştır. O halde kıdem tazminatına hak kazanmaya dair bir yıllık sürenin hesabında da işçinin daha önceki fasılalı çalışmaları dikkate alınır. Bununla birlikte, her bir fesih şeklinin kıdem tazminatına hak kazanacak şekilde gerçekleşmesi hizmet birleştirmesi için gerekli bir koşuldur. İşçinin önceki çalışmaları sebebiyle kıdem tazminatı ödenmişse, aynı dönem için iki defa kıdem tazminatı ödenemeyeceğinden tasfiye edilen dönemin kıdem tazminatı hesabında dikkate alınması mümkün olmaz. Ancak aynı işverene ait bir ya da değişik işyerlerinde çalışılan süre için kıdem tazminatı ödenmemişse, bu süre aynı işverende geçen sonraki hizmet süresine eklenerek son ücret üzerinden kıdem tazminatı hesaplanmalıdır.
Belirtmek gerekir ki, Ceza hukuku ve Medeni Hukuk arasındaki ilişki Borçlar Kanununun 53. maddesinde; “Hakim, kusur olup olmadığına yahut haksız fiilin faili temyiz kudretini haiz bulunup bulunmadığına karar vermek için ceza hukukunun mesuliyete dair ahkamıyla bağlı olmadığı gibi, ceza mahkemesinde verilen beraat kararıyla de mukayyet değildir. Bundan başka ceza mahkemesi kararı, kusurun takdiri ve zararın miktarını tayin hususunda dahi hukuk hakimini takyit etmez.” şeklinde düzenlenmiş ve kural olarak bağımsızlık ilkesi benimsenmiştir. Madde bu yönüyle irdelendiğinde; Hukuk hakimi kural olarak ceza mahkemesinin beraat kararı ile bağlı değildir. Ancak; aynı olay nedeniyle ceza yargılamasında hükme dayanak yapılan maddi olgular ile bağlıdır. Hukuk hakiminin ceza mahkemesi kararındaki maddi olgularla bağlılığının ölçüsü; beraat kararında suçun sanık tarafından işlenip işlenmediğinin kesin olarak delilleriyle tespit edilip edilmediği olmalıdır. Yasadaki açık düzenleme, yerleşen yargısal uygulama ve bilimsel görüşler karşısında; Kusurun ve zarar miktarının takdiri hususundaki kararın, diğer söyleyişle fiilin işlendiği sabit olduğu halde kusurluluğa ya da kusursuzluğa ilişkin saptamanın tek başına Hukuk Hakimini bağlayacağını kabule olanak bulunmamaktadır. Diğer yönüyle ispat hukuku açısından bakıldığında da; HUMK. 237,295 maddeleri ışığında beraat kararı konusu olduğu vakıanın mevcut olup olmadığını delillerle kesin biçimde tespit etmediği için hukuk mahkemesindeki tazminat davasında bu ceza kararının kesin hüküm ya da kesin delil olarak kabul edilemeyeceği de bir gerçektir. Hemen belirtilmelidir ki, Hukuk Hâkiminin bu bağımsızlığı sınırsız değildir. Gerek öğretide ve gerekse Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarında, Ceza Hâkiminin tespit ettiği maddi olaylarla ve özellikle “fiilin hukuka aykırılığı” konusu ile Hukuk Hâkiminin tamamen bağlı olacağı kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla, maddi olayları ve yasak eylemleri saptayan Ceza Mahkemesi kararı, taraflar yönünden kesin delil niteliğini taşır. Bundan ayrı, Hukuk Mahkemesinin, Ceza Mahkemesinde görülmekte olan bir ceza davasının sonuçlanmasının bekletici sorun yapması halinde, Ceza Mahkemesinin bu konuda vereceği kararı peşinen kabul etmiş olacağından, bekletici sorun yapılan ceza davası hakkında verilen karar, Hukuk davasında kesin delil teşkil eder.
Dosya içeriğine göre, davacının şoför olarak görev yaptığı araçta, işveren ait iki adet lastiğin kaybolduğu, bilahare Cizre ilçesinde bir lastik satıcısında yakalandığı, araçta davacı ile birlikte başka bir işçinin görev yaptığı, fark kıdem tazminatına konu edilen ilk dönemde iş sözleşmesinin disiplin kurulu kararı ile 1475 sayılı İş Kanunu’nun 17/2 maddesi uyarınca feshedildiği, davacı ile birlikte diğer işçi ve lastiği alan kişi hakkında hırsızlık ve hırsızlık mali bilerek satın almak suçundan kamu davası açıldığı, açılan kamu davası sonunda Cizre Asliye Ceza Mahkemesinin 26.01.1990 gün ve 1988/180 Esas, 1990/14 Karar sayılı ilamı ile delil yetersizliğinden davacı ve diğer sanıkların beraatlarına karar verildiği, beraat kararını alan davacı işçinin işe tekrar dönmek için başvuruda bulunduğu, işverence işe başlatıldığı ve davacının ikinci dönem çalışmasının bu şekilde başladığı ve davacının 13.08.2004 tarihinde emekli olduğu, emeklilik nedeni ile davacıya ilk dönem çalışması hariç kıdem tazminatının ödendiği anlaşılmaktadır.
Somut uyuşmazlıkta davacının ilk dönem hizmeti, hırsızlık suçunu işlediği gerekçesi ile davalı işveren tarafından 1475 sayılı İş Kanunu’nun 17/2 maddesi uyarınca haklı nedenle feshedilmiştir. Ancak davacı hırsızlık suçundan açılan kamu davasından beraat etmiştir. Her ne kadar beraat kararı delil yetersizliğine dayalı ve ceza hâkiminin kararı bu şekli ile hukuk hâkimini bağlamayacağı kabul edilse bile, ispat yükü kendisinde olan davalı işveren bu ilk dönem hizmetinin haklı nedenle sona erdiğini kanıtlayamamıştır. Ayrıca beraat kararı alan davacıyı tekrar işe almıştır. Bir anlamda, davacı işçiyi affetmiş, önceki iş ilişkisini tekrar tesis etmiş ve devam ettirmiştir. İş ilişkisi tekrar aynı işverene bağlı işyerinde devam edip, davacı işçi emekli olmak sureti ile iş sözleşmesini sona erdirdiğinden, kıdem tazminatı hesabında ilk dönem çalışmasının da dikkate alınması gerekir. Bilirkişinin bu döneme ilişkin fark kıdem tazminatı hesap raporu bir değerlendirmeye tabi tutularak anılan tazminatın kabulü gerekirken yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi hatalıdır…)
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN:Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava; fark kıdem tazminatı istemine ilişkindir.
Mahkemece verilen kısa karar 07.07.2009 tarihinde taraf vekillerinin yüzüne karşı verilmiştir.
Gerekçeli karar temyiz eden davacı vekiline 30.09.2009 tarihinde tebliğ edilmiş; 16.10.2009 tarihinde harcı yatırılarak temyiz isteminde bulunulmuştur.
Davacı vekili, kısa ve gerekçeli kararların HUMK m.388’e aykırı olduğunu ve bu nedenle temyiz süresinin tefhimden değil, tebliğden itibaren başlatılması gerektiğini ifadeyle, temyizinin süresinde kabul edilerek incelenmesini istemiştir.
Dosya kapsamından, davanın iş mahkemesi sıfatıyla açılmasına ve önceki hükümler iş mahkemesi sıfatıyla verilmesine karşın; mahkemece, son bozma kararını takiben düzenlenen tensip ve kısa karara ilişkin tutanak ile gerekçeli karar başlığında davanın iş mahkemesi sıfatı ile görüldüğünün yazılmadığı anlaşılmıştır.
Her ne kadar, davanın iş mahkemesi sıfatıyla görüldüğünün tutanaklarda ve karar başlığında açıkça belirtilmesi zorunlu ise de; son bozmadan önceki duruşma tutanakları ile mahkemece verilen ilk kararda “davaya iş mahkemesi sıfatıyla bakıldığı” açıkça anlaşıldığından, direnme kararında bu hususun yazılmaması sonuca etkili görülmemiştir. Bu haliyle kararın, sözlü yargılama usulü gereğince tefhimden itibaren, 8 günlük sürede temyiz edilmesi gerektiği açıktır.
Şu durumda; direnme kararının, sözlü yargılama usulüne tabi davalar için öngörülen, 8 günlük yasal süre geçirildikten sonra temyiz edildiği her türlü duraksamadan uzaktır.
Kaldı ki; davanın Asliye Hukuk Mahkemesi sıfatıyla görülüp, sonuçlandırıldığı bir an için kabul edilse dahi, bu mahkemelerde uygulanan yazılı yargılama usulünün gerektirdiği tebliğden başlayan 15 günlük yasal süre içinde de kararın temyiz edilmediği belirgindir.
Hal böyle olunca; az yukarıda açıklanan 8 ve 15 günlük yasal süreler geçirildikten sonra verilen temyiz dilekçesinin süre yönünden reddi gerekir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz dilekçesinin süre yönünden REDDİNE, peşin harcın istek halinde iadesine, 03.03.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.