YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2010/4
KARAR NO : 2010/56
KARAR TARİHİ : 03.02.2010
MAHKEMESİ : Ankara 5.Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 09.04.2009
NUMARASI : 2009/55 E-2009/85 K.
Taraflar arasındaki “elatmanın önlenmesi ve kal” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 5.Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 15.05.2008 gün ve 2007/248 E.- 2008/167 K. sayılı kararın incelenmesi davalılar vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 01.12.2008 gün ve 2008/13519 E.-2008/14809 K. sayılı ilamı ile;
(“…Dava, davacı dernek tarafından yaptırılan cami üzerine davalılar arasındaki anlaşma uyarınca kurulmuş olan cep telefonu baz istasyonunun kaldırılması isteğine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş ve karar davalılarca temyiz edilmiştir.
633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanunun 35. maddesinde, cami ve mescitlerin Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile açılıp Başkanlıkça yönetileceği, gerçek ve tüzel kişilerce yapılarak izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan camilerin yönetiminin üç ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığına devredileceği hükmü bulunmaktadır. Bu yasal düzenleme karşısında kamunun yararlanmasına mahsus kamu malı niteliğindeki cami ve müştemilatlarının kamu tüzel kişileri dışında özel ve tüzel kişilerin (dernek, vakıf vs.) mülkiyetine konu olması mümkün bulunmadığı gibi bu yerlerin yönetim ve tasarrufu da özel ve tüzel kişilere bırakılamaz. Bu duruma göre uzun süredir ibadete açık olduğu anlaşılan cami ve müştemilatının yönetimi davacıya değil Diyanet İşleri Başkanlığına aittir. Bu nedenle dava konusu taşınmaz davacı adına kayıtlı olsa bile camilerin mülkiyeti özel veya tüzel kişilere ait olması mümkün olmadığından mülkiyet iddiasına dayanarak dava açmakta aktif husumet ehliyeti bulunmadığından davanın bu nedenle reddedilmesi gerekir. Mahkemece bu yön üzerinde durulmadan yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun olmadığından kararın bozulması gerekmiştir…”)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalılar vekilleri
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K.2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava; mülkiyet hakkına dayalı elatmanın önlenmesi ve kal istemine ilişkindir.
Davacı K….. Camii Yaptırma ve Yaşatma Derneği vekili, mülkiyeti derneğe ait taşınmazda bulunan caminin üzerine kurulu baz istasyonu ve tesisinin izin alınmadan kurulması nedeniyle davalıların haksız elatmalarının önlenmesi ve baz istasyonu ile tesisinin kaldırılmasını istemiştir.
Davalı Dini ve Sosyal Hizmetler Vakfı (Eski T…. Camii Vakfı) vekili, cami üzerindeki tasarruf yetkisinin Diyanet İşleri Başkanlığında bulunması nedeniyle aktif husumet yokluğundan davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.
Davalı Avea İletişim Hizmetleri A.Ş. vekili, müvekkili şirket ile Dini ve Sosyal Hizmetler Vakfı(Eski T….. Camii Vakfı) arasında kira sözleşmesi bulunduğunu belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Yerel mahkeme, davacının mülkiyet hakkı bulunan taşınmazına davalıların elatmalarını ve baz istasyonu kurmalarını haklı gösterir bir sebebin bulunmadığı gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiştir.
Hüküm, davalılar vekillerinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıya aynen alınan gerekçeyle bozulmuş, Yerel mahkemece direnme kararı verilmiştir. Hükmü temyize davacı vekili getirmektedir.
Davalılar arasında, 07.10.2002 başlangıç tarihli ve 10 yıl süreli olmak üzere, baz istasyonunun kurulmasına ilişkin kira sözleşmesi bulunmaktadır.
Davaya konu caminin üzerinde bulunduğu taşınmazın mülkiyetinin dosyada bulunan tapu kaydına göre, davacı dernek adına gözüktüğü uyuşmazlık konusu değildir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 633 sayılı Kanunun 35.maddesine göre yönetimi Diyanet İşleri Başkanlığına ait olan caminin üzerinde bulunduğu taşınmazın tapuyla maliki durumundaki davacı derneğin; el atmanın önlenmesi ve kal istemli davada, taraf sıfatının (aktif husumet ehliyetinin) bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle, dava ehliyeti ve taraf sıfatı kavramları üzerinde durulmalıdır:
Dava ehliyeti, kişinin bizzat veya vekili aracılığıyla bir davayı davacı veya davalı olarak takip etme ve usuli işlemleri yapabilme ehliyetidir. Dava ehliyeti, medeni hakları kullanma ehliyetinin usul hukukunda büründüğü şekildir; dolayısıyla, medeni hakları kullanma ehliyetine (fiil ehliyetine) sahip gerçek ve tüzel kişiler dava ehliyetine de sahiptirler.
Taraf sıfatına gelince: Bir hakkı dava etme yetkisi (dava hakkı) kural olarak o hakkın sahibine aittir (İstisnalar için, örnek: C.Savcısının kamu yararının bulunduğu durumlarda bazı hukuk davalarını açabilmesi). Bir hakkın sahibinin kim olduğu, dolayısıyla o hakkı dava etme yetkisinin kime ait olduğu, (o davada davacı sıfatının kime ait olacağı) tamamen maddi hukuk kurallarına göre belirlenir. Ancak, bir davanın davacısının o dava yönünden davacı sıfatına sahip bulunmadığının belirlenmesi halinde, mahkeme dava konusu hakkın mevcut olup olmadığını inceleyemeyeceği ve sıfat yokluğundan davanın reddine karar vermek zorunda olduğu için, taraf sıfatı usul hukukunun da düzenleme alanındadır.
Eş söyleyişle, Sıfat, dava konusu sübjektif hak (dava hakkı) ile taraflar arasındaki ilişkidir. Taraf ehliyeti, dava ehliyeti ve davayı takip yetkisi, davanın taraflarının kişilikleriyle ilgili olduğu halde, taraf sıfatı dava konusu sübjektif hakka ilişkindir (Kuru, Baki-Arslan, Ramazan-Yılmaz, Ejder: Medeni Usul Hukuku, Yetkin Yayınları, Ankara 1995, 7.baskı, s.231).
O halde, dava konusu şey üzerinde kim veya kimler hak sahibi ise, davayı da bu kişi veya kişilerin açması gerekir. Davayı açabilmek için gerekli sıfat, dava konusu şey üzerinde hak sahibi olan kişiye aittir. Bir kimsenin davacı veya davalı sıfatına sahip olup olmadığı tıpkı hakkın mevcut olup olmadığının tayininde olduğu gibi maddi hukuka göre belirlenir(Kuru, Baki-Arslan, Ramazan-Yılmaz, Ejder: a.g.e., s.231-232; Üstündağ, Saim: Medeni Yargılama Hukuku, Alfa Basım Yayım Dağıtım, İstanbul 1997, s.307).
Mahkemenin taraflar arasında dava konusu hakkın esası hakkında bir karar verebilmesi için, bu kişilerin o davada gerçekten davacı ve davalı sıfatlarına sahip olmaları gerekir. Bir davada taraf olarak gösterilen kişiler, taraf ve dava ehliyetine ve davayı takip yetkisine sahip olsalar bile, taraflardan birinin o davada gerçekten davacı ve davalı sıfatı yoksa, davanın esası hakkında bir karar verilemez; dava, sıfat yokluğundan (husumetten) reddedilir.
Görüldüğü üzere, taraf sıfatı usul hukuku sorunu olmayıp, dava konusu sübjektif hakkın özüne ilişkin bir maddi hukuk sorunu olduğundan taraf sıfatının yokluğu, davada taraf olarak gözüken kişiler arasında dava konusu hakkın doğumuna engel olduğu için def’i değil, yargılamanın her aşamasında taraflarca ileri sürülmesi mümkün ve mahkemece de kendiliğinden nazara alınması zorunlu bir itiraz niteliğindedir.
Nitekim aynı ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 23.06.2004 gün ve 2004/4-371 E. 2004/375 K.; 18.04.2007 gün ve 2007/5-233 E., 2007/221 K.; 04.03.2009 gün ve 2009/10-34 E. 2009/104 K.; 04.11.2009 gün ve 2009/2-402 E., 2009/484 K. sayılı kararlarında da benimsenmiştir.
Bunun yanında, “Taşınmazlarda hak karinesi” başlığını taşıyan T.M.K.’nun 992. maddesinde aynen; “Tapuya kayıtlı taşınmazlarda, hak karinesinden ve zilyetlikten doğan dava açma hakkından yalnız adına tescil bulunan kimse yararlanır.” hükmünü içermektedir.
Görülmektedir ki, öncelikle ortada dava konusu edilmeye uygun bir hak bulunmalı ve dava, o hakkın sahibi durumunda olan ve dava ehliyetine sahip bulunan kişi tarafından açılmış olmalıdır.
Açıklanan maddi olgu ve kurallar karşısında, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin daha iyi ortaya konulabilmesi için, davada dayanılan mülkiyet hakkına ve bu hakkın kullanılmasına ilişkin ilke, kavram ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmasında yarar vardır.
Mülkiyet, ayni hakların en önemli tipidir. İsviçre-Türk Medeni Kanunu, Alman Medeni Kanununu örnek alarak, “mülkiyet” kavramı hakkında tarif vermekten kaçınmıştır. Gerçekten kanunumuz, 618.maddesinde (4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m.683), mülkiyet hakkını tarif etmemiş, sadece bu haktan doğan yetkileri belirtmekle yetinmiştir (Tekinay/ Akman/ Burcuoğlu/ Altop:Tekinay Eşya Hukuku, Cilt 1, Filiz Kitabevi, İstanbul 1989, sahife 467).
Mülkiyet, yürürlükteki hukuk düzeninin olduğu kadar, hukuk felsefesinin, sosyoloji ve iktisat bilimlerinin ve nihayet politik faaliyetlerin en canlı konularından birini teşkil etmektedir. Hemen hemen bütün tarih çağlarında, fertler, kavimler, zümreler ve hatta milletler arasındaki mücadelelerin belli başlı sebeplerinden biri de mülkiyet olmuştur. Bu mücadelelerin zaman zaman en korkunç ve kanlı safhalara vardığı sık sık görülmüştür ve görülmektedir. Bu gün, içinde yaşadığımız dünyayı-biri kapitalist, diğeri sosyalist-iki kampa bölen felsefi, hukuki, iktisadi ve siyasi ayrılığın temelinde mülkiyet probleminin yattığını söylemek, abartılı olmayacaktır(Tekinay/ Akman/ Burcuoğlu/ Altop: a.g.e., s. 469).
Mülkiyet hakkının mahiyetini ve ana hatları ile özelliğini Medeni Kanun çizer. Bu hakkın muhtevasını, kapsamını ise daha ziyade kamu hukuku alanındaki kanunlar belirtir.
1982 Anayasasının “Temel Haklar Ve Ödevler” başlığını taşıyan ikinci kısmın, “Kişinin Hakları Ve Ödevleri” başlığını taşıyan ikinci bölümünde yer alan ve “Mülkiyet Hakkı” başlığını taşıyan 35.maddesi; “Herkes, mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” hükmünü içermektedir.
Anılan madde hükmüyle “mülkiyet hakkı” Anayasal bir kurum olarak; diğer temel haklar gibi ve onlar derecesinde düzenlenmiş ve Anayasa güvencesine bağlanmıştır. Malik sıfatını taşıyan gerçek ve tüzel kişiler, bu Anayasal güvenceden yararlanırlar ve onu dermeyan edebilirler. Bu teminat, hukuk devletinin gereğidir. Bu teminat, mülkiyetin kamu yararı amacıyla sınırlandırılmasına engel değildir (1982 Anayasasının 35.maddesinin gerekçesinden; Şakar, Müjdat: 1982 Anayasası ve Önceki Anayasalar, Beta Yayınları, İstanbul 1994, Sahife 60–61–62).
Öte yandan, mülkiyet hakkı, bir insan hakkı olması nedeniyle, uluslararası belgelerde de yer almaktadır.
27 Mayıs 1949 tarih ve 7217 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (Bildirisi)’nin 17.maddesinde; “ 1-Her şahıs tek başına veya başkalarıyla birlikte mal ve mülk sahibi olmak hakkını haizdir. 2-Hiç kimse keyfi olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.”(Gündüz, Aslan: Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Teşkilatlar Hakkında Temel Metinler, Beta Yayınları, 2.Baskı, İstanbul 1994, Sahife 183.) şeklindeki hükmüyle mülkiyet hakkının insan hakları açısından önemi vurgulanmıştır.
Ayrıca, iç hukukumuzun bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne (İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’ye) Ek Protokolü’n(Paris, 20.03.1952) “mülkiyetin korunması” başlığını taşıyan 1/1.maddesinde ise; “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve Uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. ”(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Adalet Bakanlığı Yayınları, Ankara 2004, Sahife 31–32) denilmek suretiyle mülkiyet hakkı, garanti altına alınmıştır.
Her ne kadar, maddede “mal dokunulmazlığından” söz edilmekte ise de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, İngiltere’ye karşı “Handyside” ve Belçika’ya karşı “Marckx” kararlarında, söz konusu ifadeye “mülkiyet dokunulmazlığı” olarak geniş bir anlam vermiştir. Sözleşme uygulamasında mülkiyet, özerk bir kavram olarak yorumlanmakta, fizik varlığa sahip her türlü taşınır ve taşınmaz mal yanında malvarlığına dahil her türlü ekonomik değeri de içeren bir anlam verilmektedir(Tezcan, Durmuş-Erdem, Mustafa Ruhan-Sancaktar, Oğuz: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, Adalet Bakanlığı Yayınları, Ankara 2004, Sahife 320).
Buraya kadar ki, açıklamalardan sonra özel hukukta mülkiyet hakkının nasıl düzenlendiğine bakılacak olursa;
Öğretide mülkiyet hakkı, bir mal üzerinde sahibine en geniş hakimiyet (hakkın sağladığı yetki) sağlayan bir ayni hak olarak tanımlanmıştır(Bertan, Suat: Ayni Haklar, Cilt 1, Ankara 1976, Sahife 30; Ertaş, Şeref: Eşya Hukuku, D.E.Ü.H.F. Yayınları, 2. Bası, Ankara 1995, Sahife 169; Oğuzman, M.Kemal-Seliçi, Özer-Özdemir, Saibe Oktay: Eşya Hukuku, Filiz Kitabevi, İstanbul 2006, Sahife 18,229). Mülkiyet hakkı, sahibine hakkın konusu olan şeyden kullanma (usus), ürünlerinden yararlanma (fructus) ve malı tüketme, eski deyimle sarf ve istihlak edebilme (abusus) yetkilerini sağlar (Oğuzman, M.Kemal-Seliçi, Özer-Özdemir, Saibe Oktay: a.g.e., s.18; Ertaş, Şeref: a.g.e., s.170).
Mülkiyet hakkı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 683 ila 778.maddeleri arasında düzenlenmiş olup, açık bir tanımı yapılmış değildir. Mülkiyetin unsurlarını belirten T.M.K.’nun 683.maddesi aynen:
“Bir şeye malik olan kimse, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir.
Malik, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir.”
Hükmünü içermektedir.
Bu madde hükmü dikkate alındığında; mülkiyetin sağladığı aktif yetkiler (mülkiyetin müspet unsurları da denilmektedir), “o şeyde hukuk düzeninin sınırları içinde dilediği gibi tasarruf etme hakkı”dır. Bu tasarruf, malın fiilen kullanılması, semerelerin toplanması, malda değişiklik yapılması, malın tahrip ve tağyir edilmesi gibi fiili tasarrufları içine aldığı kadar, malı başkasına devretme, üzerinde hak tesis etme gibi hukuki tasarrufları da içine alır. Mülkiyeti koruyucu yetkiler (mülkiyetin menfi unsurları da denilmektedir) ise, malikin, malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebilir. Maddede belirtilen iki dava doğrudan doğruya mülkiyet hakkına ait yetkilerdir. Bu talepler mülkiyet hakkından kaynaklanır ve varlıklarını mülkiyet hakkına ayrılmaz bir biçimde bağlı olarak sürdürürler (Oğuzman, M.Kemal-Seliçi, Özer-Özdemir, Saibe Oktay: a.g.e., s.229,230,231; Ertaş, Şeref: a.g.e., s.171).
Yine, aynı Kanunun 684.maddesinde, mülkiyet hakkının kapsamı belirlenmiş; bu maddede “Bir şeye malik olan kimse, o şeyin bütünleyici parçasına da malik olur.” hükmüne yer verilmiştir.
Taşınmaz mülkiyetinin içeriğinin düzenlendiği maddede, arazi üzerindeki mülkiyetin, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını kapsayacağı, bu mülkiyetin kapsamına, yasal sınırlamalar saklı kalmak üzere yapıların, bitkilerin ve kaynakların da gireceği belirtilmiştir ( T.M.K. m.718).
Şu durumda, arsa vasıflı taşınmaz üzerindeki cami ve minaresinin bütünleyici parça (mütemmim cüz) olduğunda ve malikinin her türlü haksız elatmanın önlenmesini de dava edebileceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Mülkiyet hakkına ilişkin bu genel açıklamalar yanında, üzerinde bulundukları taşınmazın mülkiyetleri başkasına, yönetimleri ise 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun gereğince Diyanet İşleri Başkanlığına ait bulunan camilerin, hukuki durumlarının da irdelenmesi gerekmektedir.
Yine, buna bağlı olarak, üzerindeki mütemmim cüzün yönetiminin kanunla bir başka kişi ya da makama verilmiş olmasının, zemin üzerinde mülkiyet hakkı bulunan gerçek veya tüzel kişilerin bu hakka dayanarak açacakları el atmanın önlenmesine yönelik davalarda, dava ve taraf sıfatlarına etkisinin ne olacağı sorunu da çözüme kavuşturulmalıdır.
Anılan sorunların çözümüne yönelik olarak, 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanunun ilgili hükümlerine değinmekte de yarar bulunmaktadır.
Anılan Kanunun “Görev” başlığını taşıyan 1.maddesinde;
“İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
Aynı Kanunun “Camilerin ibadete açılması ve yönetimi” başlığını taşıyan 31.07.1998 tarih ve 4379 Sayılı Kanunun 1.maddesiyle değişik 35.maddesinde ise;
“Cami ve mescitler Diyanet İşleri Başkanlığının izni ile ibadete açılır ve Başbakanlıkça yönetilir. Hakiki ve hükmi şahıslar tarafından yapıldığı halde izinli veya izinsiz olarak ibadete açılmış bulunan cami ve mescitlerin yönetimi 3 ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığına devredilir. Diyanet İşleri Başkanlığınca buralara imkânlar nispetinde kadro tahsis edilir. Kadro tahsis edilinceye kadar buralarda görev yapanların mesleki ehliyetleri ile ilgili esas ve usuller yönetmelikle düzenlenir.”
hükümlerine yer verilmiştir.
Bu hükümler de ortaya koymaktadır ki, anılan yasal düzenleme, sadece cami ve mescitlerle ilgili olarak oluşturulmuş bir yönetim varsa bunun üç ay içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmesini düzenlemekte; ne (cami yaptırma ve yaşatma dernekleri gibi) tüzel kişilerin varlıkları ve ne de bu kişilerin veya gerçek kişilerin cami inşa ettikleri özel mülkiyetlerine dahil taşınmazların mülkiyetinin devri veya niteliğinin değiştirilmesi ile ilgili bulunmamaktadır.
Yeri gelmişken, açıklanan hükümlerin ilişkin bulunduğu “ibadet yerlerinin (cami ve mescitler vb) yönetimi” kavramından ne anlaşılması gerektiği üzerinde de durulmalıdır.
Konuya ilişkin, Diyanet İşleri Başkanlığı Görev ve Çalışma Yönergesinde camilerin yönetim yetkisi ile camilerin yönetimi ile ilgili işlerin ayrıntılı olarak düzenlendiği görülmektedir.
Yönergenin 90.maddesinde hakiki ve hükmi şahısların mülkiyetinde bulunan bütün cami ve mescitlerin yönetimi ve denetlenmesi görevi müftülüklerin görevleri arasında sayılmış; Yönergenin 107 ve 118.maddelerinde de, camilerin yönetimi ve sorumluluğunun imam-hatiplere ait olduğu belirtilmiştir.
Yönergenin diğer maddelerinde de bu yönetim ve sorumluluğun kapsamı; namaz öncesi ve sonrası Kur’an okunması; turistlerin cami ziyaretlerinde cami adabına uygun kıyafetle girmelerinin sağlanması; camilerde film çekme, hat ve tezhip gibi sanat eserleri ile tarihi tabloları görüntüleme, araştırma ve inceleme konularında alınan izin üzerine yardımcı olunması; minarelerden fotoğraf çekmek isteyen kişilerin cami görevlilerinin nezaretinde resim çekmelerinin sağlanması; yeni inşa edilecek camilerin kıble istikametlerinin belirlenmesi; gereksiz aydınlatma ve ısıtmadan kaçınılması ve tasarrufa dikkat edilmesi; imam-hatip ve müezzinler arasında nöbet usulünün düzenlenmesi; camilerin bahçelerini ve bahçe duvarlarını kirleten ve kötü görünüm arzeden hususların giderilmesi; cemaati rahatsız eden her türlü seyyar satıcı, dilenci ve ayakkabı boyacılarının cami önlerinden uzaklaştırılmaları konusunda gerekli tedbirlerin alınması; cami temizliği; camilerde hırsızlık olaylarının önlenebilmesi amacıyla camilerin içine ve dışına güvenlik kameralarının yerleştirilmesi; camilerdeki seslendirme cihazlarının kullanımı ve periyodik bakımlarının sağlanması; camilerde yangın olaylarına karşı yangın söndürme tüplerinin konulması ve benzeri konularda alınacak tedbirler olarak sıralanmaktadır.
Şu durumda, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görev alanına giren yönetim işlerinden hiçbiri, mülkiyet hakkı kapsamında bulunan “taşınmaz üzerinde tasarruf yetkisinin kullanılması” anlamına gelmemekte; malikin taşınmaz üzerindeki “tasarruf yetkisini” daraltacak mahiyet de taşımamaktadır.
Hal böyle olunca, cami ve mescitlerin Diyanet İşleri Başkanlığınca yönetiminden maksat, sadece din hizmetlerinin yönetimi ve düzenli şekilde yürütülmesine ilişkin bir takım mali ve idari tedbirlerin alınmasıdır ve mülkiyet hakkı kapsamında düşünülebilecek herhangi bir unsur içermemektedir.
Hemen belirtilmelidir ki, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 16/A maddesinde yer alan hüküm karşısında, kamunun ortak kullanımına ayrılan camilerin, hizmet malı niteliğinde kamu malı olduğu her türlü duraksamadan uzaktır. Bu gibi kamu malları kayıt, belge veya özel kanunlarına göre Hazine, kamu kurum ve kuruluşları, il, belediye, köy veya mahalli idare birlikleri tüzel kişiliği, adlarına tespit olunur.
Bu arada, üzerinde durulması gereken konulardan biri de, tapu kaydına bağlanan ve böylece tüzel kişi adına mülkiyet hakkı oluşturulan kamu malı niteliğindeki caminin üzerinde bulunduğu yere ait tapunun niteliğinin belirlenmesi gereğidir.
Belirtilmesinde yarar vardır ki, 5253 sayılı Dernekler Kanununun 22.maddesine göre, tüzel kişiliği haiz derneklerin, taşınmaz mal edinebileceklerinde ve Devlet tarafından verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı tapu ile sağlanan mülkiyet hakkına değer verileceğinde kuşku bulunmamaktadır.
Böyle bir yerin temel vasfı, yani kamu malı niteliği , değişmemekle birlikte, derneğin söz konusu tapuya dayalı hakkının korunması da gerekmektedir.
Nitekim, Hukuk Genel Kurulu’nun 11.05.1988 gün ve 1987/1-826 E., 1988/399 K. sayılı kararında da, tapu kaydının iptal edilinceye kadar geçerliliğini koruyacağı ve el atmanın önlenmesini isteme hakkını bahşedeceği benimsenerek, mülkiyet hakkına değer verilmiştir.
Yukarıda yapılan tüm açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:
Davaya konu caminin üzerinde bulunduğu taşınmazın davacı dernek tarafından 31.05.2007 tarihinde Ankara Belediyesinden satın alınarak, kayden taşınmaz mülkiyetinin kazanıldığı dosya kapsamı ile sabittir. O halde, bu taşımaza yapılan haksız el atmalara karşı, mülkiyet hakkına dayanarak dava açma hakkı kural olarak, taşınmazın kayden maliki olan davacı derneğe ait bulunmaktadır.
Taşınmaz üzerindeki camii de mütemmim cüz olmakla mülkiyet hakkına dahildir ve bu caminin yönetiminin kanunla ve yukarıda ayrıntısıyla açıklanan şekilde mali ve idari açıdan Diyanet İşleri Başkanlığına verilmiş olması, davacının mülkiyet hakkından kaynaklanan haklarını ortadan kaldırmayacağı gibi dava hakkını kullanmasına da engel teşkil etmemektedir.
Eldeki davada, davalıların kendi aralarındaki kira sözleşmesine dayanarak, davacının maliki olduğu taşınmazda bulunan caminin üzerine, onun bilgi ve onayı da olmadan cep telefonu baz istasyonu ve tesisi kurdukları belirlenmiş olup; bunun mülkiyet hakkına haksız el atma niteliğinde olduğu açıktır.
Davalıların kendi aralarında yaptıkları kira sözleşmesine dayanarak, bu sözleşmeye taraf olmayan ve rıza da göstermeyen tapu kayıt malikinin, üstün hakkını bertaraf edecek nitelikte bir haklarının varlığını ileri sürmeleri ve bunun hukuken kabul görmesi de olanaklı değildir.
Bu açık durum karşısında, doğrudan mülkiyet hakkını ilgilendiren böyle bir el atmanın önlenmesine yönelik dava hakkının, mülkiyet hakkı sahibi davacıya ait olduğunun ve aktif dava ehliyetinin bulunduğunun kabulü gerekir.
Yerel mahkemenin bu yöne ilişkin direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, yerindedir.
Ayrıca, dosya kapsamı ile yerel mahkemenin “davacının mülkiyet hakkı bulunan taşınmazına davalıların elatmalarını ve baz istasyonu kurmalarını haklı gösterir bir sebebin bulunmadığı” gerekçesiyle davanın kabulüne karar vermiş olması da doğrudur.
O halde, usul ve yasaya uygun bulunan direnme kararı onanmalıdır.
S O N U Ç: Davalılar vekillerinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alınmış olduğundan başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 03.02.2010 gününde oyçokluğu ile karar verildi.