Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2010/221 E. 2010/241 K. 28.04.2010 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2010/221
KARAR NO : 2010/241
KARAR TARİHİ : 28.04.2010

MAHKEMESİ : Tire Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 19/03/2009
NUMARASI : 2009/40-2009/125
Taraflar arasındaki “Boşanma” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Tire Aile Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 13.03.2007 gün ve 2006/442 E., 2007/69 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 2. Hukuk Dairesinin 22.09.2008 gün ve 2007/12398 E., 2008/12263 K. sayılı ilamı ile;
(…Davalıya 25.11.2006 tarihinden itibaren delillerini sunması için 10 günlük kesin süre verilmiş, ancak gerek ara kararında gerekse çıkarılan davetiyede tanık ücretleri ve davetiye giderleri belirtilmemiştir. Bu suretle verilen kesin süre sonuç doğurmaz. Davalı tanık listesi sunmuştur. Bu tanıkların da Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 253 maddesi ve devamı maddeleri uyarınca dinlenip, sonucu uyarınca karar vermek gerekirken, eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı bulunmuştur…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalı vekili

HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Davacı vekili, Tarafların 1964 senesinde evlendiklerini, ayrı yaşadıklarını, evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle tarafların boşanmalarına karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı, davalının davacıyı dövmesinin, kötü davranmasının söz konusu olmadığını, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, belirtilen kesin süre içinde davalının delillerini sunmadığı, süre geçtikten sonra 15.01.2007 tarihinde davalı vekilince sunulan delillerin ise davacı tarafın muvafakat etmemesi nedeniyle toplanmadığı gerekçesi ile davanın kabulü ile tarafların boşanmalarına dair verdiği karar; Özel Daire’ce, yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş; Yerel Mahkemece, önceki kararda direnilmiştir. Hükmü temyize davalı vekili getirmektedir.
Açıklanan maddi olgu, bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; mahkemece, cevabını bildirmesi ve delillerini sunması için davalıya verilen kesin sürenin usulüne uygun olarak verilip verilmediği; buradan varılacak sonuca göre davalının sunduğu delillerin toplanmasına gerek bulunup bulunmadığı noktalarında toplanmaktadır.
Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde, karara ulaşmak bakımından, mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler vardır ve her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile normatif bir değer kazanan bu zaman aralıklarına süre denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ve mahkemenin arzularına, inisiyatifine bırakılmamış olmaktadır.
1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’ndaki sürelerden bir kısmı taraflara, bir kısmı da mahkemelere hitap etmektedir. Mahkemeler için öngörülen sürelerin taraflar için öngörülen sürelerden farkı; sürenin geçirilmiş olmasının, o sürede yapılması öngörülen işlemin yapılma olanağını ortadan kaldırmamasıdır. Yani hakim gecikmeli de olsa süreye bağlanmış olan işlemi yapabilir. Dolayısıyla, gecikerek de olsa yapılan işlem, oluşturulan karar hukuken geçerlidir, süresinde yapılmış gibi hukuki sonuç doğurur.
Gerçekten de bir uyuşmazlık, mahkemeye taşınmış olmakla kamu alanına, yani toplumun da çıkarını ilgilendiren bir platforma aktarılmış olmaktadır. Bu nedenle bir davanın makul sürede sona erdirilmesinde en az taraflar kadar toplumun da yararı vardır.
Zaten yargılama ilkelerinden olan usul ekonomisinin üç unsurundan biri olan “çabukluk” unsurunda bu ikili amaç yuvalanmış bulunmaktadır.
Şu halde, süreye ilişkin normların kabulüyle medeni usul hukukunda gerçekleştirilmek istenen amaçlar; adaletin bir an önce sağlanması, keyfiliğin önlenmesi, mahkemenin aynı işle uzun süre meşgul olmasının, başka ifadeyle, diğer dava ve işlere yeterince zaman ayıramaz duruma düşürülmesinin önlenmesi, uluslar üstü ve ulusal nitelikteki emredici normlar uyarınca davanın makul sonuçlandırılmasının sağlanması, yargılamanın belli bir düzen ve kestirilebilir bir zamansallıkla yürütülmesi, başka bir anlatımla yargılamanın adil şekilde yapılmasının sağlanması, olarak özetlenebilir.
Yukarıda sayılan amaçların gerçekleşmesi, doğal olarak belli bir yaptırım hükmüyle mümkündür. Nitekim 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK.)’nun 163.maddesinin, 1.cümlesinde; (kesin) sürelerde yapılması gerekli işlemin yapılmaması halinde, işlemin ilişkin olduğu hakkın düşeceği (sakıt olacağı) belirtilmiştir.
Kural olarak hakimin verdiği süre kesin değildir. Kesinlik için şu iki koşuldan biri gerçekleşmelidir.
İlk koşul, hakimin kesin olduğunu belirtmeksizin verdiği ilk sürede işlemin yapılmaması nedeniyle ilgili tarafın yeniden süre talep hakkının varlığı karşısında, bu talep üzerine hakimin verdiği ikinci sürenin kesin olması, bu kesinliğin yasadan kaynaklanmasıdır(HUMK.m.163, 4.cümle). Bu halde, ikinci kez verilen sürenin kesin olduğu belirtilmemiş, ihtar edilmemiş olsa bile sonuç değişmez.
İkincisi ise, yasaya göre hakimin, tayin ettiği ilk sürenin kesin olduğuna da karar verebilmesi (HUMK.m.163/3.cümle) ancak, kesin sürenin hukuki sonuç doğurabilmesi için buna ilişkin ara kararının yasaya ve içtihadi hukuk ilkelerine uygun şekilde oluşturulması ve sonuçlarının da ilgili tarafa ihtar edilmiş olması gereğidir.
Yargısal kesin süreyle sadece taraflar değil hakim de bağlıdır. Zira kesin süreye ilişkin ara kararının verilmesiyle karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak doğmaktadır; dolayısıyla hakimin bu tür bir ara kararından dönmesi hukuken geçersizdir.
Hakim, tayin ettiği süreyi azaltıp çoğaltabileceği gibi, süre geçtikten sonra da tarafın isteği üzerine yeni bir süre tanıma yoluna da gidebilir.
Hakimin tayin ettiği kesin sürelerin hukuki sonucu, yasal süreler için belirtildiği gibi, kesin sürede yapılmayan işleme ilişkin hakkın düşmesidir ( HUMK.m.163/2. cümle). Bu sonuç ise, hakim tarafından resen gözetilmelidir.
İster kanun, ister hakim tarafından tayin edilmiş olsun kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesine olanak yoktur. Böylelikle kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, bazen davanın kaybedilmesine neden olmaktadır.
Bu durumda geciken adaletin, adaletsizlik olduğu düşünülerek, davaların uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere getirilen kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır.
Diğer taraftan kesin süre tarafların yanında hakimi de bağlayacağından uyulmaması halinde gereği hakim tarafından hemen yerine getirilmelidir.
Hakim süre ve kesin süre ile ilgili bir ara kararı verirken şu yönleri gözden uzak tutmamak zorunluluğundadır: Süreye ilişkin ara kararları da öteki kazai kararlar gibi kolaylıkla anlaşılabilecek derecede açık olmalıdır. Hakim, ulus adına emir vermek yetkisi olan bir kişi olup; neyi emrettiğini, hangi şeyin yapılmasını istediğini, herkes, özellikle taraflar ve infaza memur edilen kimseler tereddüde düşmeden ve rahatlıkla anlayabilmelidir. Mahkeme kararlarının ipham ve tereddüde yer vermeyen, karanlık yönü bulunmayan, çelişkili yanları olmayan açıklık ve kesinlik taşıyan yargısal yapıtlar olması gereklidir.
Hakim, gerekirse tarafları dinleyerek, işin özelliğini ve tarafların durumlarını ve çevre koşullarını göz önünde tutarak ilgililerin neleri yapmaları lazım geldiğini kendilerini dar ve zor duruma düşürmeden tespit etmek suretiyle mehil vermeli, mehle –süreye- riayet edilmemesi halinde ilgilinin uğrayacağı sonucun ne olacağını açıklayarak uyarmalıdır. Ancak bu kadar duyarlık, titizlik ve açıklıkla verilen, davayı “baştan atma” şaibesi taşımayan bir ara kararı bağlayıcı ve geçerli olabilir. Yargıtay’ın bu konudaki uygulaması hassasiyete dayanmaktadır. Özellikle hakim tarafından verilen süreye riayetsizlikten ötürü davanın reddi halinde, daireler uyuşmazlığın üzerine dikkatle eğilmekte, amaç dışı yapılan uygulamaları önlemeye çalışmaktadır.
Yargısal uygulamada kesin süre tayininde bulunması gereken özellikler; kesin süre amacına uygun olarak kullanılmalı; kesin süre yeterli uzunlukta olmalı; kesin sürede hangi işlemin yapılacağı açıkça belirtilmeli; kesin sürede yapılması öngörülen işlem ilgili tarafça yapılabilecek nitelikte bir edim olmalı; kesin süreye ilişkin ara kararlarının açık ve anlaşılır olmalı; kesin sürenin hukuki sonuçları taraflarca ve temsilcilerine ihtar edilmeli şeklinde kabul edilmiştir (Mehmet Akif Tutumlu, Delillerin Gösterilmesi ve Toplanmasında Kesin Süre,Seçkin Yayınevi, s.25-78).
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 26.01.2000 gün ve 2000/1-23 E. 2000/17 sayılı kararında da bu ilkeler benimsenmiştir.
Kesin süre verilmesinin temel amacı; tarafların savsaklayıcı, davayı uzatıcı ve hükmü geciktirici tutum ve davranışlarını önlemektir. Böyle bir yaptırım gücünün olmaması halinde bir davanın, bırakın geç bitirilmesini, bitirilmesinden bile söz etmek kolay olmayacaktır.
Hak kaybına yol açmak gibi ağır hukuki sonuçlar doğuran kesin süre kurumunun hakim tarafından dikkatli, duyarlı bir şekilde kullanılması gereklidir. Burada tarafların yargılamadaki tutumları, süreye konu işlemin özelliği önem kazanır. Kesin süre; bir takım önyargılarla, ön kabullerle, soyut varsayımlarla değil; somut olgulara, yargılama yaşantılarına, tavırlarına göre kullanılması gereken bir usul aracıdır. Tarafların eylem ve tavırlarıyla somutlaşan niyetleri önemli bir ölçüttür. Bu bağlamda, usulü yükümlülüklerini dürüstlükle yerine getirmeye çalışan bir tarafa, bir hususta ilk kez kesin süre verip ardından işlemin yapılmaması nedeniyle davanın kesin süreden reddi sonucuna gidilmesi adil bir yargılama pratiği olarak algılanmayabilir.
Hukuk Yargılamasına ilişkin kurallar, yargılamanın düzenli yapılması ve hakkın olabildiğince çabuk elde edilmesi amacını gerçekleştirmek için getirilmiştir. İşte hakkın elde edilmesi için birer araç olan bu kurallar amaca uygun somut bir görevin varlığı halinde uygulama alanı bulurlar. Aksi halde araçla ulaşılması istenilen amaç arasında gerçek ve esaslı bağın bulunmaması anlamsızlığı (şekilcilik) ortaya çıkarır. Mahkemelerin amacı, ne olursa olsun uyuşmazlıkları ortadan kaldırmak değil, pozitif hukukun ölçüsünde, hakkı belirleyerek sonuca ulaşmaktadır.
Diğer taraftan, HUMK.’nun 163.maddesinde getirilen kural, davayı uzatmayı önlemek için getirilmiş bir araçtır; bu yoldaki davranışlar, çoğu davalıdan gelir.
Kesin sürenin doğurduğu hukuki sonuçlar ise; kesin süre karşı taraf için usulü kazanılmış hak doğurduğundan, hakimin buna ilişkin ara kararından dönememesi; kesin sürede yapılmayan işlem için ilgili tarafa yeniden süre verilememesi; kesin sürede yerine getirilmeyen işleme ilişkin hakkın düşmesi, şeklinde sıralanabilir.
Yine hakim, davanın süratli bir şekilde bitirilmesini temel amaç kabul edip, kesin süre kurumunu bu amacın hizmetine vermemelidir. Zira davanın makul sürede bitirilmesi adil yargılama hakkının bir unsuru ise de, bu temel insan hakkı, diğer usulü hakların feda edilmesiyle gerçekleştirilebilecek bir hak değildir. Esasen usulü yetkilerin gerçek amaçlarından saptırılarak uygulanması, adil yargılanma hakkını derinden sarsan bir pratik biçimidir.
Şu halde, tarafların belge ve delillerini sunmaları için onlara gerekli imkanı tanımak amacıyla, usulüne uygun şekilde kesin süre tayin edilmeli, bu suretle yargılamaya hız kazandırmalıdır.
Somut olayda; mahkemece, tensip kararıyla ilk duruşmanın 16.11.2006 tarihinde yapılmasına karar verilerek duruşma gününü bildiren ve içerisinde dava dilekçesi bulunan tebligat evrakının 23.9.2006 tarihinde davalıya tebliğ edildiği; yargılamanın ilk celsesine davalının katılmadığı; bu celse verilen ara kararı ile yargılamanın 15.01.2007 tarihine bırakıldığı ve bu kararın 2. bendinde; “davalıya davacı delil listesi tebliğinden sonra karşı delil ve beyanlarını sunmak üzere 10 günlük kesin süreli davetiye çıkarılmasına” karar verildiği; içerisinde davacının delil listesi bulunan ve karşı delil listesini sunması için 10 günlük kesin sürenin verildiği ihtarını içeren davetiyenin davalıya 25.11.2006 tarihinde tebliğ edildiği; 15.1.2007 tarihli ikinci celsede ise davalı vekilinin cevap dilekçesini ve delillerini sunarak tanık olarak Abdülhalim Ter, Haluk Çavaş, Hakkı Çavaş ve Erol Çavaş’ı gösterdiği hususlarında uyuşmazlık bulunmadığı gibi dosya kapsamı ile de belirgindir.
Kural olarak, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 163.maddesi uyarınca, kesin süreye ilişkin ara kararında, yapılması gereken işlerin neler olduğunun ve her bir iş için ne miktar ücret yatırılacağının belirtilmesi, bilhassa tanınan sürenin yeterli ve elverişli olması, tanınan süre içinde yapılması istenen işlerin ne olduğunun hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanması, kesin süreye uymamanın doğuracağı sonucun açık olarak anlatılması ve anlatılanların tutanağa geçirilmesi, bunlara uyulmaması durumunda mevcut kanıtlara göre karar verilip, gerektiğinde davanın reddedilebileceğinin yine açıkça bildirilmesi suretiyle ilgili tarafın uyarılması, gerektiği her türlü duraksamadan uzaktır.
Yukarıda ayrıntısıyla açıklandığı üzere, kesin sürenin temel amacı yargılamada “çabukluğu” sağlamak; öteki deyişle, “taraflarca yargılamanın lüzumsuz yere uzatılmasının önüne geçmek” tir.
Bu durum gözetildiğinde somut olayda, delillerini sunması için 10 günlük kesin sürenin verildiği evrakın davalıya tebliğinden itibaren kesin süre tarihinden sonra ve fakat hemen takip eden duruşma gününde davalının delillerini ve tanık listesini mahkemeye sunduğu, anlaşıldığına göre, davalının tanık listesini mahkemeye kesin süreden sonra vermesinin yargılamayı uzatmadığı apaçık ortadadır.
Her ne kadar, mahkemenin verdiği kesin süre şekli anlamda usulüne uygun ise de, yukarıda da açıklandığı üzere yargılamayı uzatmadığı sürece, savunma hakkının kutsallığının içeriğine dokunmadan kullanılması gereken bir usul hukuku yöntemi olduğu da dikkate alındığında, verilen kesin süre usul hukukuna konuluş amacına uygun kullanılmadığından, yöntemine uygun değildir ve bu suretle verilen kesin süre hukuki sonuç doğurmaz.
Diğer taraftan, Özel Daire kararında “ Davalıya … gerek ara kararında gerekse çıkarılan davetiyede tanık ücretleri ve davetiye giderleri belirtilmemiştir…” şeklindeki belirleme bozmaya dayanak alınmış ise de; davalı delillerini henüz sunmadığından, davalının hangi delillere dayandığı, tanık deliline dayanıp dayanmayacağı veya tanıkların nerede oturdukları gibi hususlar, henüz bilinemeyeceğinden, bu nedenle giderlerin ne olduğu belli olmadığından bu bozma nedeni Hukuk Genel Kurulunca benimsenmemiş; direnme kararının açıklanan değişik gerekçelerle bozulması gerektiği kabul edilmiştir.
Çünkü taraflar delillerini ibraz için verilen süre ile, delillerin ibrazından sonra bu delillere göre yapılması gereken işlemlerle ilgili süreler birbirinden tamamen farklıdır ve deliller ibraz edilmeden yatırılacak ücretle ilgili verilen süre bu nedenle hukuki bir sonuç doğurmayacaktır.
Hal böyle olunca; mahkemece, davalının sunduğu delillerin toplanması, bildirdiği tanıkların Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 253.maddesi ve devamı maddeleri uyarınca dinlenip, sonucu dairesinde bir değerlendirme yapılarak uygun sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken; aksine gerekçelerle direnme kararı verilmesi hatalıdır.
Açıklanan nedenlerle, direnme kararı usul ve yasaya aykırı olup; bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda gösterilen değişik gerekçelerle HUMK.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halin temyiz peşin harcının geri verilmesine 28.04.2010 gününde oybirliğiyle karar verildi.