Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2008/60 E. 2008/94 K. 06.02.2008 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2008/60
KARAR NO : 2008/94
KARAR TARİHİ : 06.02.2008

MAHKEMESİ : Çanakkale Sulh Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 25/07/2007
NUMARASI : 2006/1393-2007/703
Taraflar arasındaki alacak (istirdat) davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Çanakkale Sulh Hukuk Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 8.5.2006 gün ve 2006/241-403 sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 3. Hukuk Dairesinin 30.10.2006 gün ve 2006/11904-13710 sayılı ilamı ile, (…Davada, tapu kaydındaki vakıf şerhi nedeniyle ödenmek zorunda kalınan taviz bedelinin iadesi istenilmiş; mahkemece, 10 yıllık hak düşürücü süreden sonra tek taraflı şerh oluşturulduğu gerekçesiyle istemin kabulüne karar verilmiştir.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak iş bu dava 16.1.2006 tarihinde açıldığına ve kural olarak her dava açıldığı tarihte yürürlükte bulunan yasalar uyarınca görülüp sonuçlandırılacağına göre, uyuşmazlığın çözümünde 3402 sayılı yasada değişiklik yapan ve 3.3.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5304 sayılı yasanın 11. maddesi uygulanmalıdır. Dolayısı ile 3402 sayılı yasanın 12/3. maddesindeki 10 yıllık hak düşürücü süre bu davada dikkate alınmamalıdır.
Bu durumda mahkemece, kök tapu tüm tedavülleriyle birlikte dosyaya alınıp bilirkişi tarafından, şerhe konu vakfın sahih olup olmadığı yönünde rapor temin edilip, gayri sahih vakıf olduğunun tespiti halinde tavize tabi olmadığı değerlendirilerek ödenen bedelin iadesine, aksi takdirde talebin reddine karar verilmelidir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsizdir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle,yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davalı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava; vakıf şerhine dayanılarak davalı tarafından davacıdan alınan taviz bedelinin istirdadı istemine ilişkindir.
Davacı M..C.., paydaşı olduğu taşınmazın tapu kaydında 10 yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra konulmuş vakıf şerhi bulunduğunu, yasal olmayan bu şerh nedeniyle davalıya taviz bedeli ödediğini, davalının hiçbir yasal dayanağı bulunmadığı halde, vakıf şerhini koymak ve sonrasında da taviz bedeli almak suretiyle sebepsiz zenginleştiğini ileri sürerek, ödediği 2.562.000.000 TL.nin 28.2.2006 ödeme tarihinden itibaren yasal faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Vakıflar Genel Müdürlüğü vekili, davaya konu vakfın, zamanının meri hukuki mevzuatına uygun şekilde sahih vakıf statüsünde tesis edildiğini, 4722 S.K.nun 1. maddesine göre, TMK. nun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukuki sonuçlarına, o olayların gerçekleştiği tarihteki kanun hükümlerinin uygulanması gerektiğini, kök tapu kaydında taşınmazın vakıf yeri olduğunun açıkça belli bulunduğunu, davacı tarafın taviz bedelini rıza ile ödediğini ve ödemenin 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 27. ve 28. maddelerine uygun olduğunu; Yargıtay H.G.K.nun 1990/1-332-415 ve 1996/4-560-784 sayılı kararlarında, aslının vakıf taşınmaz olduğunun anlaşılması halinde, vakıf şerhinin sonradan işaret edilmesinin veya dayanaksız olarak bu şerhin silinmesinin maliki taviz bedeli ödeme sorumluluğundan kurtarmayacağının belirtildiğini, yine Yargıtay’ın son kararlarına göre, uyuşmazlığa 5304 sayılı Kanunun 11. maddesi hükmünün uygulanması gerektiğini cevaben bildirmiştir.
Yerel Mahkemece verilen; Vakıflar İdaresinin tek taraflı beyanıyla 10 yılık süre geçtikten sonra vakıf şerhinin konulmasının hukuka uygun bulunmadığı, bu şekilde konulan vakıf şerhi nedeniyle Vakıflar İdaresinin taviz bedeli almakla sebepsiz zenginleştiği gerekçesine dayalı; davanın kabulüne, 2.562,00 YTL.nin dava tarihinden itibaren yasal faiziyle birlikte davalıdan tahsiline dair karar Özel Dairece metni yukarıda bulunan ilamla bozulmuş; Yerel Mahkeme gerekçesini tekrar ederek ve genişleterek önceki kararında direnmiş, direnme kararını da davalı vekili temyiz etmiştir.
Davacının paydaşı olduğu, Çanakkale ..Mahallesi, .. ada, ..parsel nolu ‘Altında kahvehane ve dükkanı olan ..katlı kargir ev ile .. katlı ..daireli bahçeli kargir ev” vasfıyla kayıtlı taşınmazın, 1969 yılında kesinleşen kadastro tespitine istinaden tapuya tescil edildiği, tespit tutanağında taşınmazın herhangi bir vakıfla ilgisini gösteren beyan ve açıklama bulunmadığı, sonradan, Çanakkale Vakıflar Müdürlüğünce, Çanakkale Tapu Sicil Müdürlüğü’ne gönderilen 25.09.1991 tarihli yazı üzerine, taşınmazın tapu kaydına “Fatih Sultan Mehmet Vakfı” şerhinin konulduğu, dosya kapsamından anlaşılmaktadır.
Öncelikle, uyuşmazlıkla ilgili hukuksal durum hakkında şu açıklamaların yapılmasında yarar vardır.
Bilindiği gibi, Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 02.04.2004 tarih ve Esas: 2003/1, Karar 2004/1 sayılı kararında “Vakıf Şerhinin Tapu Sicilinden silinmesi yada tapu siciline yazılmasına ilişkin istemleri içeren davalarda 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerektiği…” sonucuna varılmıştır. İçtihatların Birleştirilmesine konu 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12. maddesinin 3. fıkrasında, “Tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” hükmü bulunmaktadır.
Anılan İçtihadı Birleştirme Kararından sonra, 03.03.2005 tarihinde yürürlüğe giren Kadastro Kanununda Değişiklik Yapılması Hakkındaki 5304 sayılı Kanunun 11.maddesi “Tapu kayıtlarında icareteyn veya mukataalı olduğuna dair vakıf şerhi bulunan taşınmazlarda 12.maddenin 3.fıkra hükümleri uygulanmaz” hükmünü içermektedir.
Görülmekte olan dava, vakıf şerhinin tapu sicilinden silinmesine ilişkin davalarda 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3.maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması olanağını ortadan kaldıran bu değişik hükmün yürürlüğe girmesinden sonra, 13.03.2006 tarihinde açılmıştır.
Açıklanan maddi ve hukuki olgular ile bozma ve direnme kararlarının kapsamları itibariyle uyuşmazlık; dava tarihinden önce yürürlüğe giren 5304 Sayılı Kanun’un yukarıda değinilen 11. maddesindeki hükmün eldeki davaya etkili olup olmayacağı, bir başka ifadeyle, uyuşmazlığın çözümünde 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3. maddesinin mi, yoksa 5304 sayılı Kanun’un 11. maddesinin mi uygulanması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12. maddesinin 3. fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin hak düşürücü süre olduğu konusunda, uygulama ile öğreti arasında tam bir fikir birliği bulunmaktadır. Hak düşürücü süre, doğrudan doğruya hakim tarafından kendiliğinden göz önünde tutulması gereken, davada “itiraz” olarak başvurulması zorunlu olan ve zamanaşımı gibi “kesme” ve “durma” hükümlerine bağlı olmayan, uyulmama halinde “hakkın” kaybına yol açan, yani, hakkın özünü ortadan kaldıran süredir. Anılan maddede öngörülen süre ile, tapu sicilinin kararlılık kazanması, sicillerin bozulmaması, belli bir süre geçtikten sonra yargı organlarınca bu sicillerin tartışma konusu yapılmaması amaçlanmıştır (Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 02.04.2004 tarih, 2003/1 E. 2004/1 sayılı kararının gerekçesinden).
3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12.maddesinin 3.fıkrası ile ilgili hükümet gerekçesi de “…Kadastro işlemlerinin eski olaylara dayanılarak süresiz olarak askıda bırakılmasının kamu düzenini ters yönde etkileyeceği ve kamu zararı doğuracağı gerçeğinden hareketle kadastro tutanaklarının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanılarak dava açılamayacağı…” şeklindeki bir açıklamayı içermekte; bu gerekçe ile de, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12. maddesinin 3. fıkrasında öngörülen on yıllık sürenin, hak düşürücü süre olduğu vurgulanmaktadır.
Böylece, Kadastro tespiti sırasında uygulanan kayıtlarda Vakıf Şerhi yazılı olsa dahi, bu şerh tapu kütüğüne aktarılmamış ise; kadastro tespitinin kesinleştiği tarihten itibaren on yıllık hak düşürücü sürenin geçmesinden sonra, hakkın özü ortadan kalkacaktır.
Görüldüğü üzere, dava konusu taşınmazın tapulama tutanaklarının şerhsiz olarak kesinleştiği 22.12.1969 tarihi ile, Vakıf Şerhinin tapu siciline işlendiği 25.09.1991 tarihi arasında, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması; bir taraftan tapu kayıt malikine haklar kazandırırken, diğer yanın haklarını ortadan kaldırıp, hakkın kaybına yol açmış; buna paralel olarak Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 02.04.2004 tarih, 2003/1 E. 2004/1 sayılı kararında ise, vakıf şerhinin yazılması veya sicilden silinmesi davalarında on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması gerektiği ilkesi benimsenmiştir.
Ne var ki; dava tarihinden önce ve fakat on yıllık hak düşürücü sürenin geçmesinden sonra, 3402 Sayılı Kadastro Kanununda 5304 sayılı Kanunla değişiklik yapılmış ve tapu kayıtlarında icareteyn veya mukataalı olduğuna dair vakıf şerhi bulunan taşınmazlar hakkındaki vakıf şerhinin tapu sicilinden silinmesine ilişkin davalarda, 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12/3 maddesinde öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin uygulanması olanağı ortadan kalkmıştır.
Şu hale göre sorunun çözümü, somut olaydaki gibi; tapu maliki yararına oluşmuş ve tamamlanmış bir hukuki durumun gerçekleşmesinden sonra yürürlüğe giren Kanun hükmüyle bu hakkın ortadan kalkıp kalkmayacağı konusunda, eş söyleyişle, Kanunların geriye yürümesiyle ilgili bir değerlendirme yapılmasını zorunlu kılmaktadır.
İlke olarak, herhangi bir yasa veya düzenleyici kural, hukuksal sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da, yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır. Yasaları uygulama durumunda bulunanlar, başta mahkemeler olmak üzere, onları geriye yürür sonuçlar doğuracak yolda yorumlamamakla yükümlüdürler. Hukuk güvenliği bunu gerektirir. Kanun koyucu bu kaidenin aksine düzenleme yapabilir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun; 09.03.1988 tarih ve 1987/2-860 E, 1988/232 K; 13.10.2004 gün ve 2004/10-528 E, 2004/533 K; 06.04.2005 tarih ve 2005/10-183 E, 2005/241 K. sayılı kararları da aynı yöndedir.
Bundan ayrı, devam eden uyuşmazlıklarda, tamamlanmamış hukuki durumlara yeni yasa veya düzenleyici kural, “derhal yürürlüğe girme” (I’effet immediat de la loi nouvelle) niteliği nedeniyle uygulanacak ve hukuki sonuçlarını doğuracaktır.
Tamamlanmış hukuki durumların yeni yasa veya düzenleyici kuraldan etkilenmemesi, kazanılmış hakların saklı tutulması gereğinden kaynaklanan bir sonuçtur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2. maddesi hükmüne göre, Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir hukuk devletidir. Kazanılmış hak kavramı her ne kadar açık bir biçimde Anayasada düzenlenmemiş ise de, bunun hukuk devleti kavramının temel taşlarından biri olduğu ve Anayasa’nın bünyesinde mündemiç bulunduğu, Türk Kamu Hukukunda, öğretide ve yargısal kararlarda benimsenmektedir.
Yasaların zaman içerisinde uygulanmaları esasları ile ilgili olarak yukarıda açıklanan temel ilkeler yanında, Yasa Koyucu, Anayasa’nın 87. maddesinde belirlenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kanun koyma, değiştirme ve kaldırmayı görevleri arasında sayan yetkisi uyarınca, dilediği alanı düzenleme veya düzenlememekte serbest oluşu nedeniyle, bir yasayı genel ilkeden ayrılarak geriye de yürütebilir.
Ancak, Yasama Organının bu yetkisi, Anayasal esaslar ile sınırlandırılmış bulunmaktadır. Bu sınırlardan bir tanesi de, kazanılmış hakların saklı tutulmasıdır. Bu, az önce açıklandığı üzere Hukuk Devleti olmanın zorunlu bir gereğidir.
Öte yandan, kamu düzeni ve genel ahlaka ilişkin kurallar ile, yargılama hukukunu düzenleyen kanunların geçmişe etkili oldukları, bir başka ifadeyle kanunların geriye yürümemesi ilkesinin istisnasını teşkil ettikleri kuşku ve duraksamadan uzaktır (Prof. Dr. Necip Bilge, Hukuk Başlangıcı, 14.Bası, Ankara 2000, s:193-194; Prof.Dr.A.Şeref Gözübüyük, Hukuka Giriş ve- Hukukun Temel Kavramları, 18. Bası, Ankara 2003, s:73).
Tüm açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde: Dava konusu taşınmazın kadastro tutanaklarında herhangi bir vakıf şerhi mevcut olmayıp, bu haliyle kadastro tespiti 29.05.1970 tarihinde kesinleşmiş ve sonradan tapu siciline Vakıf Şerhinin işlendiği 25.09.1991 tarihine kadar, 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü süre geçmekle, tapu kayıt maliki olan davacı yararına tamamlanmış bir hukuki durum oluşmuştur.
3402 Sayılı Kadastro Kanununda 5304 sayılı Kanun ile yapılan değişikliğin geçmişe etkili olacağına dair, anılan Kanunda bir hüküm bulunmadığı gibi; olayda, az yukarıda belirtilen istisnalardan her hangi biri de söz konusu olmadığından, sonradan yürürlüğe giren 5304 sayılı Kanunun 11. maddesinin uyuşmazlığa uygulanması, eş söyleyişle, bu hükmün davacı yararına gerçekleşen kazanılmış hakkı etkilemesi mümkün değildir.
Nitekim, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun; 09.03.1988 Tarih ve 1987/2-860 E, 1988/232 K; 20.12.1989 gün ve 1989/12-539 E, 1989/662 K; 06.03.2002 Tarih, 2002/1-119 E, 2002/135 K; 26.06.2002 gün ve 2002/14-517 E, 2002/554 K; 23.10.2002 Tarih ve 2002/11-633 E, 2002/847 K; 23.03.2005 gün ve 2005/14-172 E, 2005/195 K; 12.07.2006 gün ve 2006/4-519 E, 2006/527 K; 14.3.2007 gün ve 2007/3-121E, 2007/128 K; 5.12.2007 gün ve 2007/3-921 E, 2007/939 K. sayılı kararlarında da aynı ilke benimsenmiştir.
Yine, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 25.05.2005 gün, E: 2005/5-288, K: 2005/352 sayılı kararında; kazanılmış hakların saklı tutulması ilkesinden hareketle, Kamulaştırma Kanunu’nun 38. maddesinde öngörülen 20 yıllık hak düşürücü süre geçtikten sonra idare yararına gerçekleşmiş ve tamamlanmış bir hukuki durumun varlığı kabul edilerek, anılan maddenin sonradan Anayasa Mahkemesince iptal edilmesinin, idarenin kazanılmış mülkiyet hakkını etkilemeyeceği sonucuna varılmıştır.
Sonuç olarak; 3402 sayılı Kadastro Kanununun 12.maddesinin 3.fıkrasında öngörülen on yıllık hak düşürücü sürenin, anılan Kanunda 5304 sayılı Yasayla yapılan değişiklikten önce dolmuş olması, 5304 sayılı Kanunun 11. maddesindeki değişiklik hükmünün geçmişe etkili şekilde uygulanmasına hukuken olanak bulunmaması, idarenin, hakkın özü ortadan kalktıktan sonra tek taraflı irade ile bu hakkı tesis ettirme yetkisine sahip olmaması karşısında, davaya konu taviz bedelinin davacıdan haksız ve hukuki dayanaktan yoksun bir şekilde alındığının, o nedenle de iadesi gerektiğinin kabulü zorunludur.
Yerel Mahkemenin, aynı gerekçeye dayalı, davanın kabulü yönündeki direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, onanmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda dökümü yazılı (125.25 YTL) harcın temyiz edenden alınmasına, 6.2.2008 gününde oyçokluğu ile karar verildi.