Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2008/436 E. 2008/443 K. 18.06.2008 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2008/436
KARAR NO : 2008/443
KARAR TARİHİ : 18.06.2008

MAHKEMESİ : Samsun 1. İş Mahkemesi
TARİHİ : 17/03/2008
NUMARASI : 2007/463-2008/189
Taraflar arasındaki “rucuan alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Samsun 1. İş Mahkemesince davanın …….Ltd. Şti. yönünden reddine, diğer davalılar yönünden kısmen kabulüne dair verilen 03.05.2007 gün ve 1128-532 sayılı kararın incelenmesi davacı ile davalılardan E..D..ve A..S..vekilleri tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 25.09.2007 gün ve 16690-14530 sayılı ilamı ile,
“1-Sigortalının, sürekli işgöremezlik durumuna girmesine yol açan olayın iş kazası olduğunun tespitine yönelik dava sonucu verilen kararın onanmasına ilişkin ilamda, “Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle, davalı A..S..ile ….Limited Şirketi arasındaki hukuksal ilişkinin taşeronluk ilişkisine dayanmasına… göre yerinde görülmeyen bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA” karar verildiği halde, 506 sayılı Yasanın 87. maddesi de gözardı edilmek suretiyle, sorumluluğunun bulunmadığı gerekçesiyle davalılardan….Ltd. Şti. hakkındaki davanın reddine karar verilmesi,
2-Sigortalının % 42 olarak belirlenen meslekte kazanma güç kaybı oranına, davalı E..D..vekili tarafından yargılama sürecinde itiraz edilmiş olması karşısında, 506 sayılı Yasa’nın 109. maddesindeki prosedür işletilerek, öncelikle Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulu’ndan rapor alınması, Yüksek Sağlık Kurulu raporunun Kurum açısından bağlayıcı olmasına karşın davalının bu rapora da itiraz hakkı bulunduğu gözetilerek, itirazı halinde Adli Tıp Kurumu veya tıp fakültelerinin konuya ilişkin anabilim dalı uzmanlarından oluşturulan kurullardan rapor alınmak suretiyle, uğradığı iş kazasına bağlı olarak sigortalının meslekte kazanma güç kaybı oranının kesin biçimde belirlenmesi; meslekte kazanma güç kaybı oranı konusunda ortaya çıkacak değişikliğin bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değerine etkisinin bulunup bulunmadığının araştırılmamış olması,
3-Dava, iş kazasından doğan rücu tazminatı istemine ilişkin olup, davanın yasal dayanaklarından 506 sayılı Kanunun 26. maddesindeki “Halefiyet” ilkesi uyarınca, kurumun rücu alacağı, hak sahiplerinin tazmin sorumlularından, isteyebileceği maddi zarar (Tavan) miktarı ile sınırlı iken; Anayasa Mahkemesinin 23.11.2006 gün ve 2003/10 Esas ve 2006/106 sayılı kararı ile anılan yasa maddesinin birinci fıkrasında yer alan “…sigortalı veya hak sahibi kimselerin işverenden isteyebilecekleri miktarla sınırlı olmak üzere…” bölümünün Anayasa’ya aykırılık nedeniyle iptaline karar verilmiştir.
Anayasanın 152 ve 153. maddelerinde öngörülen düzenlemelere göre; “Anayasa Mahkemesinin iptal kararları’nın” Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmesi ile birlikte, elde bulunan ve kesinleşmemiş tüm davalarda uygulanmasının zorunlu olması karşısında, “iptal kararının” Resmi Gazetede yayınlandığı 21.03.2007 tarihinden sonra; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 76. maddesi uyarınca, yürürlükteki yasaları uygulamakla yükümlü bulunan mahkemelerin ve giderek Yargıtay’ın, iptal kararı ile keenlemyekun (yok hükmünde) olan ve böylece yürürlükten kalkan bir yasa maddesine dayanarak inceleme yapma ve karar verme yetkilerinin bulunmadığının kabulü doğal olup, bu yönde bir uygulama yapılmasına cevaz yoktur. (İBBGK.nun 1960/21 Esas ve 9 sayılı kararı; HGK’nun 21.01.2004/10-44 Esas ve 19 Sayılı; ayrıca 07.04.2004 gün, 214 E ve 19 sayılı ve 2004/448 Esas ve 461 sayılı kararları)
Gerçekten de, usuli kazanılmış hak gereğince uygulanması gereken bir kanun hükmü, sonradan (karar kesinleşmeden önce) Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse; artık usuli kazanılmış hakka göre değil; aksine, usuli kazanılmış hakkın istisnası olarak; iptal kararından sonra oluşan yeni hukuki duruma göre karar verilmesi gereği vardır. (Kuru, S.4784)
Şu hale göre; 26. maddede sayılan koşullarda kurumu sigortalının ardılı (halefi) olarak kabul eden anılan yasa maddesinin 1. fıkrasındaki “itiraz konusu” kuralın iptalinden sonra bu madde uyarınca açılan davalarda artık “halefiyet ilkesine” dayanılamayacağı, kurumun rücu hakkının hukuki temelinin (halefiyet değil) bundan böyle; yasadan doğan, sigortalı ya da hak sahibi kimselerin alacaklarından bağımsız, kendine özgü “Basit Rücu” hakkına dönüşmüş olmasının kabulüyle; bu aşamadan sonra; zararlandırıcı sigorta olayı nedeniyle, sigortalı veya hak sahiplerine kurum tarafından bağlanan gelirin (başladığı tarihteki ) ilk peşin sermaye değerinin, tazmin sorumlularının (işverenin) kusuruna isabet eden miktarıyla sınırlı şekilde hüküm kurulması gerekir. Nitekim bu yönler, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının gerekçesine yansıdığı şekilde “…kanuna uymayan eylemi nedeniyle, hukuksal yaptırıma maruz kalan ve bunun sonucu olarak da bağlanan gelirlerin sermaye değerini kuruma ödeyen, böylece olayla bağlantısı (ilişkisi) kesilen işverenin; kanun, kanun hükmünde kararname ve kararlarla getirilen katsayılarla, sigortalıya önceden bağlanan gelirlerde sonradan yapılacak artışlardan ve bu artışların peşin sermaye değerinden sorumlu tutularak; sürekli dava tehdidi altında bulundurulması, Sosyal Güvenlik Kuruluşlarına ait olması gereken risklerin, işverene yükletilmesi; hakkaniyet ve sorumluluk ilkeleriyle bağdaşmadığı gibi “Sosyal Hukuk Devleti” prensiplerine de aykırılık oluşturur…” denilerek; gelirlerdeki artışların tazmin sorumlularından (işverenlerden) istenemeyeceği; kesin bir anlatımla ortaya konmuştur.
Anayasa Mahkemesi kararlarının gerekçeleriyle (konuyu açıklayıcı özelliği itibariyle, her kesimi bu arada mahkemeleri) de bağlayıcı olduğu hususu gözetildiğinde; iptal kararı ile birlikte ortaya çıkan, bu yeni hukuki durum itibariyle; konuya uygulama açısından açıklık getirmek gerekirse; öncelikle, kurumun rücu hakkının hukuksal temeli halefiyete değil kanundan doğan (basit) rücu hakkına dayandığının kabul edilmesiyle birlikte; artık ilk peşin değerli gelirlerin (bağlandığı tarih itibariyle) her bir hak sahibi yönünden tazmin sorumlularının kusuruna isabet eden miktarla sınırlı şekilde hüküm kurulması gereği vardır. Bu durumda, ilk peşin sermaye değerli gelirlerdeki artışların istenemeyeceğinde kuşku ve duraksamaya yer yoktur.
Hemen belirtmek gerekirse, bundan sonra, 506 sayılı yasa uyarınca açılan rücuan tazminat davalarına ilişkin olarak süregelen uygulamada olduğu üzere; maddi zarar (tavan) hesabı yapılması gerekmediği gibi; 506 sayılı yasanın 10. maddesinin uygulanmasını gerektiren durumlarda da Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önceki, süregelen içtihadlarla oluşturulup uygulanan prensiplerde temel farklı bir yaklaşım bulunmamaktadır. Ancak, 10. madde uygulamasında artık, tavan zarar hesabı yerine, kurumun sigortalıya başlangıçta bağladığı ilk peşin sermaye değeri üzerinden hesaplama yapılmasında herhangi bir tereddüt olmamalıdır. Ayrıca yapılan tüm hesaplama uygulamalarında; tazmin sorumlusunun, sigortalıya ya da haksahiplerine yapmış olduğu, her türlü ödeme ve ibranın da kurumun rücu alacağından düşülmesine imkan bulunmadığı göz önünde tutulmalıdır.
Öte yandan, kurumun bundan böyle artık (halef sıfatı olmadığı) sigortalının alacağından bağımsız, kanundan doğan rücu hakkına sahip olduğu gözetilerek; sigortalı veya haksahipleri tarafından tazmin sorumluları aleyhine açılan tazminat davasında alınan kusur ve hesap raporu, rücu davasında bağlayıcı olmayıp; güçlü delil niteliğinde sayılması gerekir. Ancak, bu aşamada, kesinleşen önceki rücu davalarında hükmolunan miktarın mahsubu yapılırken, sigortalıya bağlanan gelirin ilk peşin sermaye değerinin esas alınması gerektiğinin; şayet ilk peşin sermaye değerli gelirle birlikte artışlara da hükmedilmişse, artışların hükmolunacak rücu tazminatından mahsup edilmesine olanak bulunmadığı da göz ardı edilmemelidir. Bu çevrede meseleye fiili ödemeler açısından bakıldığında ise, fiili ödemenin mevcudiyeti halinde, kurumun talep edebileceği miktarın hesabının da aynı şekilde gerçekleştirilmesi gerekmekte olup; şayet ilk peşin sermaye değerli gelirin kusur karşılığı, fiili ödeme miktarından düşük ise o taktirde ilk peşin sermaye değerine itibar edilmeli; aksine fiili ödeme miktarı peşin değerden düşük ise o taktirde de fiili ödeme miktarı esas alınmalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı ile ortaya çıkan bu maddi ve hukuki olgular ile 506 sayılı Yasanın 10.maddesi koşullarının gerçekleşip gerçekleşmediği yönü üzerinde de durulmak suretiyle; iş kazası sonucu sigortalıya bağlanan gelirlerin ilk peşin sermaye değerinin açıklanan ilkeler doğrultusunda tazminine olanak bulunan kısmının tespiti ile sonucuna göre karar verilmesi gereğinin gözetilmemiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, tarafların bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.”
Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davacı Kurum ile davalılar E..D.., A… S..ve A..M.. Ç.. vekilleri.

HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, 506 sayılı Kanunun 10, 26 ve 87. maddelerine dayalı rücuan alacak istemine ilişkindir.
Yerel mahkemece; davalı şirket yönünden davanın reddine, diğer davalılar yönünden ise istemin kısmen kabulüne dair verilen hüküm, Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçelerle bozulmuş, Yerel Mahkemece; bozma kararının (1) ve (2) numaralı bentlerinde gösterilen bozma nedenlerine direnilmesine, (3) numaralı bentte gösterilen bozma nedenine uyulmasına karar verilmiştir.
Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasındaki uyuşmazlık; zararlandırıcı olayının iş kazası olduğunun tesbitine yönelik olarak açılan bir diğer davada, Yerel Mahkemece davalı şirket hakkında verilen “red” kararını onayan Özel Daire ilamında geçen “… ve özellikle, davalı A..S..ile ….Ltd. Şirketi arasındaki ilişkinin taşeronluk ilişkisine dayanmasına ve davalı Kurum davayı yöntemince kabul etmemiş bulunmasına göre…” ifadesinin, onama kararı ile oluşan maddi anlamda kesin hükme etkisinin bulunup bulunmadığı; 506 sayılı Kanunun 109. maddesinde geçen “ilgililer” tanımlamasının davalı işvereni içerip içermediği noktalarında toplanmaktadır.
I-Yerel Mahkemenin aynı yöndeki önceki kararını temyiz etmemiş olan davalı A..M.. Ç.. vekilinin direnme kararını temyiz etmekte hukuki yararı bulunmadığından, temyiz dilekçesinin reddi gerekir.
II- Onama kararı, Yerel Mahkeme kararında belirtilen gerekçe ve hüküm fıkrasının, temyiz nedenleri ve temyiz edenlerin sıfatı da dikkate alınarak, usul ve yasaya uygunluğunun mahkemece belirlenmesi halidir.
Temyiz olunan kararın, kanunun olaya uygulanmasında hata edilmiş olmasından dolayı bozulması gerektiği ve kanuna uymayan husus hakkında yeniden yargılama yapılmasına ihtiyaç duyulmadığı takdirde Yargıtay, kararı değiştirerek ve düzelterek onayabilir. Karar, usule ve kanuna uygun olup da gösterilen gerekçe doğru bulunmazsa, gerekçe değiştirilerek ve düzeltilerek onanır.
Yukarıda belirtilen yönler dışında, onama ilamında yer verilecek ifadeler, onama ilamı ile oluşan maddi anlamda kesin hükmün sonuçlarına etkisi bulunmamaktadır.
Anılan onama ilamının dayanağını oluşturan davada; meydana gelen zararlandırıcı olayın iş kazası olduğunun tesbiti istenmektedir. Eldeki davanın davacı ve davalıları, anılan davada da taraf durumundadır. Yerel mahkemece; davalılardan ….Ltd. Şti’nin somut uyuşmazlıkla “ilgi ve alakasının olmadığı” belirtilerek, hakkında açılmış olan davanın “husumetten reddine” karar verilmiştir.
Davacı Kurum, iş kazası nedeniyle sigortalıya yapılan sigorta yardımlarının davalılardan rücuan tahsilini istemektedir. Zaralandırıcı olayın iş kazası niteliğinde bulunması rücuan alacak davası yönünden ön koşul oluşturmaktadır. Kesin hükme bağlanmış bir davanın konusu başka bir davada ön sorun oluşturuyorsa, bu ikinci davayı inceleyen mahkemece farklı bir karar verilemez. Bu konuda ilk davada benimsenen şekilde sorunun çözümü ile hüküm verilmelidir.
Somut uyuşmazlıkta; bu davanın taraflarının yer aldığı kesinleşen tesbit davasında; anılan davalı şirketin iş kazasına konu sigorta olayı ile ilgisinin, bu kapsamda olmak üzere, zararlı sigorta olayının oluşumunda işverenlik sıfatının bulunmadığı belirlenmiştir.
Birinci davada verilmiş hüküm, iki davanın konuları farklı bile olsa, iki davanın da temelini oluşturan aynı hukuki ilişkinin mevcut olup olmadığı hakkında ikinci davada bağlayıcı olduğu kabul edilmelidir. Aksi düşünce, çelişki yasağının ihlali sonucunu doğurabilecektir. Tesbit davasında belirlenen hususlar, (önceki kesinleşen davada da taraf olan) Kurum tarafından bu iş kazasına dayalı olarak açılan rücu davasında dikkate alınmalıdır.
Yukarıda belirtilen maddi ve yasal olgular gözetildiğinde, Yerel Mahkemenin, Özel Daire bozma kararının (1) nolu bendine yönelik direnme kararı usul ve yasaya uygun olup, (davalı …..Ltd. Şti hakkında verilen davanın reddine ilişkin direnme kararının) onanması gerekir.
III- 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 25 ve 109. maddelerinde sürekli işgöremezlik oranına her zaman için itiraz ve yeniden kontrol olanağı öngörülmüş olup, yapılan inceleme sonucunda ortaya çıkan değişikliklerin gelir bağlama kararlarına yansıtılması zorunluluğu bulunmaktadır. Bu anlamda, itirazda bulunan ilgilinin sıfatı yönünden herhangi bir sınırlamaya yer verilmediği gibi, yasa kapsamında güvence altına alınan temel sigortalılık haklarının gerçeğe uygun olarak tespiti ve bununla uyumlu hak sağlanması, yasanın ve sosyal hukuk devleti anlayışının gereklerindendir (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 23.03.2005 gün ve 2005/10-129 Esas ve 2005/197 sayılı Kararı).
Rücu davası açılmışsa, verilecek kararın davalı işverenin hak alanını da doğrudan etkileyecek olması karşısında, işverenin de “ilgililer” kavramı içerisinde ele alınarak Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, aksi düşünceye dayalı olarak Özel Daire bozma kararının (2) nolu bendine direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Belirtilen yöne ilişkin direnme kararı bozulmalıdır.
IV-Yerel mahkemece, bozma kararının (3) nolu bendinde belirtilen bozma nedenine uyularak verilen karar yeni hüküm niteliğinde bulunduğundan, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenebilmesi için dosyanın Özel Dairesine gönderilmesi gerekir.
SONUÇ:1- (I) nolu bentte açıklanan nedenlerle; davalı A..M.. Ç..’ın, Yerel Mahkemenin 1 ve 2 nolu bozma nedenlerine direnilerek verilen kararı temyizde hukuki yararı bulunmadığından, anılan yönlere ilişkin olarak temyiz dilekçesinin reddine,
2- (II) nolu bentte açıklanan nedenlerle; taraf vekillerinin temyiz itirazının reddi ile, davalı ….. Ltd. Şti hakkındaki davanın reddine ilişkin direnme kararının ONANMASINA,
3- (III) nolu bentte açıklanan nedenlerle, davalılar vekilinin temyiz itirazının kabulü ile, bozma kararının (2) nolu bendinde gösterilen bozma nedenine karşı verilen direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,istek halinde temyiz peşin harcının temyiz edenlere iadesine,
4- (IV) nolu bentte gösterilen nedenlerle, yeni hükme yönelik temyiz itirazlarının incelenebilmesi için dosyanın Yüksek 10. Hukuk Dairesine gönderilmesine, 18.06.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.