YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2007/850
KARAR NO : 2007/854
KARAR TARİHİ : 14.11.2007
MAHKEMESİ : Ankara 25. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 14/06/2007
NUMARASI : 2007/189-2007/217
Taraflar arasındaki “manevi tazminat“ davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara 25.Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 30.6.2004 gün ve 2004/123 E. 2004/289 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 21.9.2005 gün ve 2004/13560 E, 2005/9664 K. sayılı ilamı ile, (…Dava, yayın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş olup hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, yapılan yayının hukuka aykırı olması nedeniyle kişilik haklarının saldırıya uğradığı savı ile manevi tazminat isteminde bulunmuştur.
Davalılar yayının, Basın Yasasının tanıdığı sınırlar dışına çıkılmadan, özle biçim arasındaki denge korunarak verildiğini bu nedenle davanın reddedilmesi gerektiğini savunmuşlardır.
Mahkemece, istem reddedilmiş, karar davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, yayın yoluyla kişilik haklarının saldırıya uğradığı savına dayanmaktadır. Diğer bir anlatımla dava, yapılan yayında yer alan açıklamaların kişilik değerlerine saldırı içerdiği ve böylece hukuka aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Böyle bir uyuşmazlığın çözüme kavuşturulmasında, genel durumlardaki hukuka aykırılık teşkil eden eylemlerden farklı bir yöntemin izlenmesi ve ayrı ölçütlerin koşul olarak aranması gerekmektedir.
Bunun nedeni, Anayasanın 28. maddesindeki basının özgür olduğu güvencesine ve bu ilkeyi güçlendiren 5680 sayılı Basın Yasasının 1. maddesindeki düzenlemedir. Bu düzenlemede basının özgürce yayın yapmasının güvence altına alındığı görülmektedir. Basına sağlanan güvencenin nedeni; toplumun sağlıklı, mutlu ve güven içinde yaşayabilmesi içindir. Bunun için de kişinin, dünyada ve özellikle içinde yaşadığı toplumda meydana gelen ve toplumu ilgilendiren konularda bilgi sahibi olması ile olanaklıdır. Diğer bir anlatımla basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yayın yaparken, yaptığı yayından dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemden farklılıklar taşır. İşte bu farklılık ve ayrık durum gözetilerek yapılan yayının hukuka aykırılık veya uygunluk sınırı belirlenmelidir. Basın dışı bir olaydaki davranış biçiminin hukuka aykırılık oluşturduğu kabul edildiği durumlarda, basın yoluyla yapılan bir yayındaki olay hukuka aykırılık oluşturmayabilir. İşte basının bu nedenle ayrı bir konumu bulunmaktadır.
Ne var ki basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Bundan dolayıdır ki, yayınlarında kişilik haklarına saygı göstermesi ve gerek Anayasanın Temel Hak ve Özgürlükler bölümünde yer alan ve gerekse MK.nun 24 ve 25. maddesinde ve yine özel yasalarda güvence altına alınmış bulunan kişilik haklarına saldırıda bulunmaması da yasal ve hukuki bir zorunluluk ve gerekliliktir.
Açıklanan bu yasal düzenlemelerden ve yargısal uygulamalardan da anlaşılacağı üzere, basının özgürlüğü ile kişilerin, kişilik değerlerinin karşı karşıya geldiği, diğer bir anlatımla, hukuk düzenince koruma altına alınan yararların birbirine karşı çatışma içinde bulundukları biçiminde bir görünümün var olduğu kanısı uyanmaktadır.
Halbuki hukuk düzeninin, çatışan iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Aksi halde hukukun kendisi, kendi kuralları ile çatışmış olur. Aslında, yapılan düzenleme, hukukun diğer temel kavramları ile birlikte incelendiğinde, iki yararın aynı anda ve aynı olayda birbiri ile çatışmadıkları, somut olaydaki olgular itibariyle koruma altına alınmış bulunan bu iki değerden birinin diğerine üstün tutulması gerektiği anlaşılacaktır. Bunun sonucunda da, daha az üstün olan yarar, daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında, o olayda ve o an için hukuk düzenince korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir.
Bunun için temel ölçüt, kamu yararıdır. Diğer bir anlatımla yayın, salt toplumun yararı gözetilerek yapılmalıdır. Toplumun çıkarı dışında hiçbir kişisel çıkar, gerçeklerin yanlış olarak sunulmasına neden olmamalıdır. Haber olduğu biçimi ile verilmeli ve kişisel katkı yer almamalıdır. Gerek yazılı ve gerekse görsel basının bu işlevini yerine getirirken, özellikle yayının gerçek olmasını, yayında kamu yararı bulunmasını, toplumsal ilginin varlığını, konunun güncelliğini ve haber verilirken özle biçim arasındaki dengeyi de korumalıdır. Bu ilke ve kurallar gözetilmeden yapılan yayın hukuka aykırılığı oluşturur ve böylece kişilik hakları saldırıya uğramış olur. Aksi bir yayının ise, gerek Anayasa ve Basın Yasası ve gerekse basının genel işlevi karşısında hukuka uygun olduğu, kişilik değerlerine saldırı teşkil etmediği kabul edilmelidir.
Yine basın, objektif sınırlar içinde kalmak suretiyle yayın yapmalıdır. O an için o olay veya konu ile ilgili olan, görünen bilinen herşeyi araştırmak, incelemek ve olayları olduğu biçimi ile yayınlamalıdır. Bu işlevi ile gerek yazılı ve gerekse görsel basın, somut gerçeği değil, o anda belirlenen ve var olan ve orta düzeydeki kişilerce de yayının yapıldığı biçimi ile kabul edilen olguları yayınlamalıdır. O anda ve görünürde var olup da sonradan, gerçek olmadığı anlaşılan olayların ve olguların yayınından basın sorumlu tutulmamalıdır.
Davaya konu edilen 8.11.2003 günlü Hürriyet gazetesinde davalı E. Ö.tarafından kaleme alınan “ Resepsiyon çıkışında bir sohbet ” başlıklı yazıda; ‘ mantıklı iki insan konuştuğu zaman ulaşılan nokta aynı oluyor, bana göre Türkiye’nin içine düştüğü zavallı tartışma ortamının gerçek nedeni de bu sohbette saklı artık saçma sapan kargaşaya gerçekçi bir teşhis koyma zamanı geldi, tartıştığımız bu ajandayı bize, kendinden başka kimseyi düşünmeyen egoist bir azınlık empoze ediyor. Çünkü bu azınlığın tek gıdası düşmanca kamplara ayrılmış bir Türkiye. Bu Türkiye’yi sömürerek yaşayabiliyorlar. Bizler de toplumu geren bütün olaylara bu azınlığın empoze ettiği psikolojiyle giriyoruz. Yani bu iklimi yaratan bir avuç azgının kölesi olarak yaşamaya devam ediyoruz. Şu geldiğimiz noktaya bakın. Bu ülkede bundan 15- 20 yıl önce türbanlı kızlar üniversiteye girebiliyordu. Bugün giremiyor. “Azınlığın ajandası” …Geçen yıla kadar türbanlı kadınlar Çankaya da ki resepsiyona davet ediliyordu. Bugün edilmiyor. Ve son nokta .Düne kadar türbanlı kadınlar mahkemelere girebilirken, şimdi bu kapı da kapatılmak isteniyor: Üstelik insana iyice mantıksız gelen bir gerekçe ile kapanıyor: “ Mahkeme kamusal alandır.” 15-20 yıl önce bu toplumun gündeminde türban diye bir şey yoktu. Halkın yüzde 98’inin gündeminde hala böyle bir sorun yok. “ İnadına ideolojisi ” …Ama bir avuç insan ve bunları pompalayan medya mensubu bu olayı her gün burnumuzun üstüne yumruk gibi indiriyor. Öyleyse dün yapmadığımız bir çok saçmalığı bugün niye yapıyoruz ? Çünkü dini sembollerin bir avuç fanatik tarafından yıllar boyunca sömürülmesine karşı bir şey yapamadık. “ İmam hatipler arka bahçemizdir” diyen siyasi zihniyet , bu okullara giden bir çok masum çocuğun geleceğini kararttı. Gençler üzerinden siyaset yaparak, bindirilmiş türbanlı kıtaları üniversite kapısına dayayanlar, gerçek inanç sahibi genç kızların eğitim imkanını yok etmekten başka bir şey başaramadılar. Sonuç ta, “ inadına” zihniyetini meclis kürsülerine taşıyanlar, kendileri gibi “inadına” davranan karşıtlarını yarattılar. Geldiğimiz son nokta ise saçmalığında zirvesi oldu. Türbanlı diye insanları mahkeme salonuna sokmadık. Türkiye şimdi bu iki “inadına” zihniyetin esiri olarak oradan oraya sürükleniyor. Söyleyin bu ülkeye bundan daha büyük kötülük yapılabilir mi ? Bundan daha kötü bir egoizm olabilir mi? Sevgili okurlar, ülkemizi bu noktaya getirenler inanın bir avuç fanatikten ibarettir. Bizler,onların bu egoist duyguları tatmin olsun diye bu saçma sapan gerginlikleri yaşıyoruz. Hayatımız bu bir avuç türban taciri ile ona aynı egoizmle cevap veren karşıtları tarafından karartılıyor. Sonunda bu maçı taraflardan hangisi kazanırsa kazansın, mutlaka bir mağlubu olacaktır. Bu defa onun rövanş duyguları hayatımızı karartmaya başlayacaktır. Yani kaybeden bu ülkenin ana gövdesi olacaktır.’,
Yine dava konusu edilen, 9.11.2003 günlü Tercüman gazetesinde davalılardan H. Ö. tarafından yazılan Türkiye’nin her yeri kamusal alan oldu” başlıklı yazıda da; ‘Yargıtay 4. Dairesi Başkanı Yüksek Yargıç F. İ.’ın mahkeme salonunu “türbana kapatması” na ilk destek Yargıtay Başkanı E.Ö.’dan geldi. Gözün aydın Türkiye uzunca süre iştigal edeceğimiz bir gündemimiz daha var. Şu sıralar öyle maç falan da yok Yargıtay başkanı E.Ö. diyor ki ‘türbanla ,kamusal alan mahkemelere girilmez’ AK parti ise soruyor: hastaneye de mi almayacaklar? Hastaneye alırlar mı almazlar mı, onu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Biz bu güne bakalım ve gelin bu konuda gazeteciler ne diyor ona bakalım.’ denildikten sonra E. Ö.tarafından yazılan yukarıya alınan yazının “geldiğimiz son nokta ise saçmalığın da zirvesi oldu. Türbanlı diye insanları mahkeme salonuna sokmadık. Türkiye şimdi bu iki “inadına” zihniyetin esiri olarak oradan oraya sürükleniyor. Söyleyin bu ülkeye bundan daha büyük kötülük yapılabilir mi? Bundan daha kötü bir egoizm olabilir mi? Sevgili okurlar ülkemizi bu noktaya getirenler inanın bir avuç fanatikten ibarettir. Bizler onların bu egoist duygularını tatmin olsun diye bu saçma sapan gerginlikleri yaşıyoruz. Hayatımız bu bir avuç türban taciri ile ona aynı egoizmle cevap veren karşıtları tarafından karartılıyor. Sonunda bu maçı taraflardan hangisi kazanırsa kazansın, mutlaka bir mağlubu olacaktır.” bölümü eklenmiştir.
Dosyadaki bilgi, belge ve anlatımlardan; davacının başkanı olduğu Yargıtay 4. Ceza Dairesi’nde yapılan 6.11.2003 tarihli duruşma sırasında, türbanlı olarak duruşma salonuna giren bir sanığın başını açması için dışarıya çıkarılması olayına ilişkin olarak dava konusu yayınların yapıldığı, her ne kadar 8.11.2003 tarihli yayında davacının isminden bahsedilmiyor ise de yayının, 6.11.2003 tarihindeki duruşmadaki olaydan iki gün sonra yazılmış olması gözetildiğinde; yayında bilinen bu olayın konu edilmesinden, olayın geçtiği yerin de davacının başkanı bulunduğu Yargıtay Ceza dairesi olduğundan yayının davacıya yönelik olduğunun kabul edilmesi gerektiği, nitekim dava konusu edilen 9.11.2003 tarihli ikinci yayında davacının ismi de bildirilerek aynı sonuca varıldığı anlaşılmaktadır. İlk yayında davacıya yönelik olarak yazılan “ inadına davranan, inadına zihniyet, ülkeye kötülük yapan, egoizm, fanatik, hayat karartan” sözcükleri ile eleştiri sınırının aşıldığı, ikinci yayında ise ilk yayındaki aynı sözcüklerin tekrar edilerek hukuka aykırılığa iştirak edildiği, davacının belirli bir grubun adamı gibi gösterildiği gözetildiğinde dava konusu edilen her iki yayının da davacının kişilik hakkına saldırı oluşturduğu sonuç ve kanaatine varılmıştır. Yerel mahkemece açıklanan yönler gözetilerek davacı yararına manevi tazminat takdir edilmesi gerekirken yerinde görülmeyen gerekçe ile istemin tümden reddedilmiş olması doğru olmadığından kararın bozulması gerekmiştir…) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre,Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken,önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile,direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429. Maddesi gereğince BOZULMASINA,istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 14.11.2007 gününde oyçokluğu ile karar verildi.