Yargıtay Kararı Hukuk Genel Kurulu 2006/550 E. 2006/570 K. 27.09.2006 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Hukuk Genel Kurulu
ESAS NO : 2006/550
KARAR NO : 2006/570
KARAR TARİHİ : 27.09.2006

MAHKEMESİ : Ankara 13. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 10/05/2006
NUMARASI : 2006/135-176
Taraflar arasındaki “manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Ankara Asliye 13.Hukuk Mahkemesince davanın kısmen kabulüne dair verilen 21.09.2004 gün ve 2004/59-440 sayılı kararın incelenmesi Davalılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 10.11.2005 gün ve 2004/15361-2005/11911 sayılı ilamı ile; (….Dava, yayın yoluyla kişilik haklarına saldırı nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Davacı, Cumhuriyet Gazetesi’nin 31/12/2003 tarihli sayısında yayınlanan “İki Bir Numara” başlıklı yayın nedeniyle manevi tazminat isteminde bulunmuş, davalılar davacının Cumhuriyet’in temel ilkelerine açıkça karşı olduğunu ve devletin dinsel temeller üzerine oturtulması gerektiğini ifade eden konuşmaları nedeniyle eleştirildiğini, kişilik haklarına yönelen saldırı söz konusu olmadığından davanın reddini savunmuşlar, yerel mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Dava konusu yayın incelendiğinde davacının dini görüşlerini siyasete yansıtması, Cumhuriyetin temel ilkelerine karşı olduğu ve devletin dinsel temeller üzerine oturtulması gerektiğini savunan açıklama ve yayınlarından söz edilmiş ve yorumlar yapılmıştır. Dosyada mevcut deliller incelendiğinde davacının makale haline getirilmiş “21. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” başlıklı ve Sivas’ta düzenlenen sempozyumda yaptığı konuşmada “…Başlangıçta kurulurken ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk için ve halk adına yönetim diye tarif edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de mümkündür. İnsanlar giderek daha çok demokrasiyi, daha çok katılımı ister hale gelmişlerdir” “..son değişme ve gelişmeler karşısında insanlarda bağımsızlık duygusunu temayülünün artmasıdır veya devlet yönetimine yönelik olarak katılma taleplerinin çoğalmasıdır. Yine bunu aslında ilkeler açısından göz önüne aldığımız takdirde Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece TC’nin başlangıçta ortaya koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, Cumhuriyet ve milliyetçilik gibi birçok ilkenin yerini daha çok katılımcı, daha adem-i merkezi, daha Müslüman bir yapıya devretmesi zorunluluğu ve artık bunun zamanının geldiği düşüncesini taşıyorum” şeklinde siyasi ve devlet yönetimine egemen olması gereken kurallar yönünden görüşlerini açıkladığı görülmektedir.
Davacı 3 Kasım 2002 genel seçimlerinden sonra Başbakan tarafından devletin üst düzey bürokratlığı olan Başbakanlık Müsteşarlığı görevine getirilmiştir. Devletin çok önemli bir mevkiinde görev yapan kişi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve çağdaş yapısına tümü ile aykırı düşünceler taşıması, islami kuralların devlet yapısında egemen olması gerektiğini net bir şekilde ifade etmesi konumu itibariyle onu eleştirilerin odağı haline getirmiştir. Yayında Cumhuriyetin ve laikliğin yerini Müslüman bir yapıya devretmesi gerektiğini savunan düşüncelerinden alıntılar yapılarak davacının siyasi ve devlet yönetimine ilişkin görüşlerini tartışmasız savunduğu ve dinsel temelli bir devlet yönetimi anlayışını telkin etmesi nedeni ile de dava dilekçesinde yer alan sofla, bağnaz, yobaz ve mürteci sözcükleriyle nitelendirdiği görülmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Başbakanlık Müsteşarlığı görevini yürüten davacının Atatürk İlke ve İnkılaplarının değişmesine yönelik, laiklik ilkesini zedeleyerek ve rejimin islami rejime dönüşmesi yönündeki beyanları nedeniyle eleştirilmesi ve bu eleştirilerin ağır olması kaçınılmazdır. Davacı, dava konusu yayınını yapılmasına kusuru ile neden olmuştur. Yerel mahkemece yayınının eleştiri niteliğinde olması nedeniyle hukuka aykırılık taşımadığı gözetilerek davanın reddine karar verilmesi gerekirken yukarıda açıklanan şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirmiştir…. ) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN : Davalılar vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davalılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı H.U.M.K.nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine 27.09.2006 gününde, oyçokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Davacı Başbakanlık Müsteşarı Profösör Doktor Ömer Dinçer, Üniversite Öğretim Üyesi sıfatıyla 19-21 Mayıs 1995 tarihinde gerçekleştirilen “…21.Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam …” konulu sempozyoma konuşmacı bir bilim adamı olarak katılıp düşünce ve görüşlerini ifade etmiş, bu görüşleri sonradan “Bilgi ve Hikmet” isimli derginin 1995 yılı 12.sayısında yayınlanmıştır.
Davacı, davalılar tarafından yayın yoluyla kişilik haklarına saldırıldığını açıklayarak manevi tazminat talebinde bulunmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 28.maddesine göre basın hürdür. Yine 5680 sayılı Basın Kanununun 1.maddesi de basının özgürce yayın yapmasını güvence altına almıştır. Basın, olayları izleme, araştırma, değerlendirme, yayma ve böylece kişileri bilgilendirme, öğretme, aydınlatma, yönlendirme yetki ve sorumluluğuna sahiptir. Bunun içindir ki basının yayın yaparken, yaptığı yayından dolayı hukuka aykırılık teşkil edecek olan eylemi, genel olaylardaki hukuka aykırı olan eylemlerden farklılık taşır. Basının bu ayrıcalık taşıyan konumu ve özgürlüğü, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız değildir. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Basın hürriyetini düzenleyen 28.maddesinin 3.fıkrası, Basın hürriyetinin sınırlanmasında Anayasanın 26.maddesi hükümlerinin uygulanacağını belirtmiştir. Anayasanın 28.maddesinin atıf yaptığı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 26.maddesinin 2.fıkrası da “…başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının …” korunması amacıyla sınırlandırma yapılabileceğini göstermektedir. Bundan dolayıdır ki Basın, yayınlarında kişilik haklarına saygı gösterme, Anayasanın temel hak ve özgürlükler bölümünde yer alan hükümlerine ve TMK.nun 24 ve 25.maddesinde ve özel yasalarda güvence altına alınan kişilik haklarına saldırı da bulunmama mecburiyetindedir.
Davacının 1995 yılında yaptığı konuşmasındaki düşünceleri davalı köşe yazarı ve toplumun büyük bir kesimi tarafından benimsenmeyebilir. Ancak davacı bu konuşmasıyla Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9 ve 10; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 25 ve 26. maddelerine uygun bir biçimde düşüncelerini açıklamıştır. Gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve gerekse Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının anılan bu hükümlerine göre; herkes düşünce, vicdan, din ve kanaat hürriyetine sahiptir. Ayrıca kişiler düşünce ve kanaatlerini açıklama ve de ifade etme hürriyetine de sahiptirler. Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini kabul etmiş ve 8.8.1949 tarihinden geçerli olmak üzere de Avrupa Konseyi Üyesi olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90.maddesine göre usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Bu nedenle düşünce ve ifade hürriyeti Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Kanunlarla korunmaktadır. Davacının bu yasal düzenlemeler çerçevesinde yapılan bir Sempozyomda bilim adamı sıfatıyla düşüncelerini ifade etmiş olmasından dolayı kınanıp kamuoyu önünde küçük düşürülmesi doğru olmamıştır. Düşünce özgürlüğünün en önemli unsuru serbestçe açıklanabilmesidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi öteden beri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10.maddesinin sağladığı korumanın yalnızca sorunsuz olarak kabul edilebilecek düşünceler için değil, fakat aynı zamanda Devleti veya halkın bir bölümünü incitici veya rahatsız edici düşünceler içinde geçerli olduğunu vurgulamaktadır. Düşünce açıkça dışarıya ifade edilmedikçe anlamsızlaşır. Düşünceyi açıklama özgürlüğü, aynı zamanda başkalarının öğrenme ve bilgilenme haklarının kaynağıdır. Bu kaynak, bu haklardan en çok istifade etmesi gereken Basın tarafından hakaret ve küçük düşürme yoluyla tıkanmamalıdır. Serbest bir kamuoyu oluşturmak bütün tercihlerin özgürce tartışılmasını sağlamakla mümkündür.
Davacı tarafından yapılan konuşmayı benimsememek davalılara yayın yoluyla hakaret hakkı vermez. Kişilik hakları ve kişiliğin korunmasının dayanağı Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerdir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 12 ve 17.maddelerine göre; herkes, kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı vardır. TMK.nun 24. ve 25. maddeleriyle, BK.41.maddesi bu hakkı koruma altına almış, kişilik hakkı zedelenen kimselerin başvuracağı yasal yolları düzenlemiştir.
Davalılardan Cumhuriyet Gazetesinin 31.12.2003 tarihli nüshasında davalı İlhan Selçuk’un “ Pencere “ isimli köşe yazısında davacıya “ bağnaz”, “yobaz”, “softa” ve de “gözü kara mürteci” denmesi davacının yaptığı konuşmayı eleştirme amacını aşmıştır. Kişilik haklarına yapılan saldırılardan doğan manevi zararın tazmini konusundaki ilkelerden olan konuyla ifade ( öz ile biçim ) arasında bağlılık yoktur. Davalılar anılan bu sözleri kullanmadan da davacıyı eleştirebilir, onun gerçek niyetlerini kamuoyuna duyurabilirler. Esasen davalı yazar köşe yazısında hakaret içeren sözler dışında amacına da ulaşmıştır. Yine tazminat hukuku ilkelerinden olan eleştiri hakkı, kamuoyunun olumlu yönde oluşması ve toplumun daha ileriye götürülmesi amacıyla kullanılmalıdır. Davaya konu yazıda eleştiri hakkı sınırları aşılarak davacı kamu oyunda küçük düşürülmüş, nezaket sınırları ve amaç aşılmış, haksız bir kötüleme sergilenerek davacının manevi varlığı zedelenmiştir. Kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir muameleye tabi tutulamaz. Hele düşüncesini açıkladı diye kınanamaz, hakarete uğrayamaz. Kişinin manevi varlığı; onun duygu ve düşünce dünyası, haysiyeti, şerefi,ün ve saygınlığı kamu içindeki durumu olup mutlak suretle korunmalıdır. Davacının bu açıklamalar karşısında manen zarara uğratılmadığı söylenemez.
Yukarıda açıklanan nedenlerle yerel mahkemece davacı lehine manevi tazminata hükmedilmesi ve eski hükümde direnilmesi doğrudur. Mahkeme kararı onanmalıdır. Hukuk Genel Kurulu çoğunluğunun Bozma yönündeki görüşlerine katılmıyorum.
KARŞI OY
Davaya konu edilen yazı, davacının 1995 yılında Sivas’ta yapılan bir sempozyumda, “21.Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam” konulu tebliğindeki düşüncelerden dolayı kaleme alınmıştır. Tebliğin davaya konu edilen bölümü şu şekildedir; “…iktidara gelmek yolun sonu değildir. Yeni bir başlangıçtır. İktidara gelince yapılması gerekenler bitmiş gibi düşünülürse, İslam iktidara geliş aracı gibi kullanılmış, istismar edilmiş gibi olur. İktidara gelince, tüm dünya müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da, müslümanın kavgası münkire, harama ve kötüye karşı devam eder…”
Davalı, yazıdan bu alıntıyı yaptıktan sonra, davacıya yönelik olarak “böyle bir bağnaz, yobaz ve softa ne Suudi Arabistan’da ne de İran”da bulunur” değerlendirmesinde bulunmuş, devamında ise, böylesine “gözü kara mürteci” denileceğini belirtmiştir.
Davacı tarafından sunulan tebliğin son bölümünde şu sözlere yer verilmekte; “….Netice itibariyle, ülkemizde İslam adına, buradaki halkın eski gücünü ve onurunu kazanabilmesi adına büyük bir enerji birikimi söz konusudur. Türkiye’nin değişimi ve dünyada yeni bir güç olarak ortaya çıkabilmesi, bu biriken enerjiyi kullanabilmesine bağlıdır. Eğer bugünkü bürokrasi, bu dinamizmin önünü tıkamayıp yönlendirecek olursa, Türkiye çok büyük umutlar vaadediyor diyebiliriz. Aksi halde, kötü günler devam edecek demektir. Bu enerjiyi iktisadi alanda kısmen kullanabilen Turgut Özal’ın başarısı, varsa eğer, burada yatar. Bugünkü Refah’lı belediyelerin başarısının arkasında yine bu enerjiyi görmek mümkündür. Başarıyı Refah’lı başkanların sadece kişiliklerine bağlamak doğru olmaz aynı zamanda halkla iç içe olan belediyelerin halkın gücünü ve desteğini almış olmalarında aramak gerekir. Ancak, iktidara gelmek yolun sonu değildir. Yeni bir başlangıçtır. İktidara gelince yapılması gerekenler bitmiş gibi düşünülürse İslam iktidara geliş aracı gibi kullanılmış, istismar edilmiş gibi olur. İktidara gelince de, tüm dünya müslüman olsa da, düşmanlara karşı üstünlük sağlansa da müslümanın kavgası münkere, harama ve kötüye karşı devam eder” denilmektedir.
Davacı genel olarak, bir İslam ülkesi olan Türkiye’de büyük bir halk enerjisi olduğunu, bürokrasinin bu dinamizmin önünü tıkamayıp yönlendirecek olursa, Türkiye’nin büyük umutlar vaat ettiğini, bu enerjinin T..Ö..tarafından kısmen kullanıldığını ve bunun Refah Partili belediye başkanlarına da yansıdığını, bu başkanların halkın gücünü ve desteğini de arkalarına aldıklarını belirttikten sonra, davaya konu edilen bölümü kaleme almıştır. Bu bölüm yazının bütünü ile birlikte değerlendirildiğinde özet olarak, İslam’a dayanmanın İslam’ın kötüye kullanılması sonucunu doğuracağı, ancak bunun dahi yeterli olmayıp tüm dünya müslüman olsa ve müslümanlar üstün de gelse yine kötülerle ve yanlışlarla savaşmak gerektiği ifade edilmektedir.
T.C.Anayasası’nın “Düşünce ve kanaat hürriyeti” başlığı altındaki 25. maddesi aynen şu şekildedir; Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.Her ne amaçla olursa olsun kimse düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz.Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
İç Hukukumuzun bir parçası haline gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile diğer uluslararası sözleşmelerde de benzer düzenlemeler mevcuttur.Örneğin; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre de, temel hak ve özgürlüklerden biri olan düşünceyi açıklama özgürlüğü, demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden ve toplumun ilerlemesi ve her bireyin özgüveni için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10. maddesinin ikinci fıkrasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince yapılan yorumunda; “bu hürriyet, toplumda beğenilen, kabul gören, zararsız veya kayıtsızlık içeren bilgiler veya fikirler için değil aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerlidir. Bu da demokratik bir toplumun olmazsa olmaz unsurlarından olan çok seslilik, tolerans ve hoşgörünün gereğidir” denilmektedir.
Bu düzenlemeler nazara alındığında, davacının tebliğindeki sözleri sistemin eleştirisine dair bir düşünce açıklaması mahiyetindedir. Davacının değerlendirmeleri pek çok kişi tarafından uygun görülmeyebilir ise de sistemin eleştirilmesi doğal karşılanmalıdır. Davacının konuşmaları bu nedenle düşünce ve düşündüğünü açıklama hakkı çerçevesi içinde değerlendirilmelidir
Davalının gazetede yer alan dava konusu yazısı da bir düşünce açıklamasıdır.Davalının davacının tebliğinde geçen sözleri eleştirmesi, buna karşı başka düşüncelerin ileri sürülmesi de son derece doğaldır. Hatta karşı düşünce sert de olabilir. Karşı düşüncenin bu düşünceyi eleştirmesi de yine düşünce açıklaması sınırları içinde kalınmak suretiyle yapılmalıdır. Ancak davalı yazar davaya konu edilen yazıda, karşı düşünce açıklamasında davacı için “bağnaz”, “yobaz” “softa” “gözü kara mürteci” nitelemelerinde bulunmuştur. Bu nedenle davalının yazısında eleştiri sınırlarının aşıldığı, davacıya hakaret edildiği, aşağılandığı görülmektedir.Bu bakımdan hukuka aykırılık gerçekleşmiştir.
Yerel mahkeme de; “davacının kişilik haklarına saldırının gerçekleştiğini,davalının gazetede yer verilen açıklama ve suçlamalarının eleştiri sınırlarını aştığını, davacıyı halkın hakaret ve husumetine maruz kılacak mahiyette olduğunu, yazının davacının kişiliğine yönelik biçimde ve davacıyı toplum nezdinde küçük düşürme amacıyla kaleme alındığını” gerekçesinde belirterek bu nedenle basın özgürlüğü ve eleştiri hakkından söz edilemeyeceği sonucuna varmış ve 10 milyarlık manevi tazminat talebinin kısmen kabulü ile 5 milyar TL manevi tazminata hükmetmiştir.Yerel mahkemenin kararı isabetli olup kararın bozulması Dairemizin uygulamaları ile çelişmektedir.
Yukarıda belirtilen gerekçelerle kararın onanması gerektiği düşüncesinde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma görüşüne katılmıyorum.