Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2021/70 E. 2022/785 K. 08.12.2022 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2021/70
KARAR NO : 2022/785
KARAR TARİHİ : 08.12.2022

Kararı veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 282-221

Taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve bir kişinin yaralanmasına neden olma suçundan sanık …’nun TCK’nın 85/2, 62, 50/4, 52/4 ve 63. maddeleri uyarınca 40.950 TL adli para cezasıyla cezalandırılmasına, taksitlendirmeye ve mahsuba ilişkin Erzurum 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 30.06.2015 tarihli ve 282-221 sayılı hükmün sanık müdafisi tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 13.01.2020 tarih, 2222-411 sayı ve oy çokluğu ile onanmasına karar verilmiş,
Daire Üyeleri K. Hamurcu ve …;
“Olay tarihinde sanık …’nun yönetimindeki araç ile seyir hâlinde iken olay yerindeki kavşağa girdiği sırada diğer araç sürücüsü …’ın yönetimindeki araçla çarpışması sonucu aracı kullanan …’ın yaralandığı, bu araçta yolcu olarak bulunan ve 35 haftalık hamile olan eşi …’ın öldüğü, annenin ölümünden sonra bebeğin sezeryan ile anne karnından alındığı, bebeğin takip ve tedavisinin devam ettiği 13. günde öldüğü şeklinde gerçekleşen olayda sanığın anne ve bebeğin ölümüne taksirle neden olmak suçundan sorumlu tutulmasına ilişkin sayın çoğunluğun görüşüne aşağıdaki gerekçelerle katılmıyoruz.
1- Türk hukuk sisteminde kişiliğin tanımı 4721 sayılı Türk Medeni Kanun’un 28. maddesinde yapılmıştır. Buna göre; kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer. Bu tanıma göre; kişilik tam ve sağ doğumun başladığı andan itibaren kazanılmaktadır. Trafik kazası sırasında, anne karnında olan bebeğin Türk Medeni Kanun’un 28. maddesi uyarınca henüz kişilik kazanmadığı ortadadır.
2- Taksirle öldürme suçu, 5271 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap, ‘İkinci Kısım’ bölümünde ‘Kişilere Karşı Suçlar’ başlığı altında düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre, taksirle öldürme suçu ancak hukuki anlamda ‘kişi’ olana karşı işlenebilmektedir. TMK’nın 28. maddesi uyarınca olay anında anne karnında olan bebeğin henüz tam ve sağ doğumu gerçekleşmediği için bu aşamada ‘kişi’ olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
3- Öğretide de insan öldürme suçunun ancak hayatta olan birine karşı işlenebileceği kabul edilebilmektedir. … ve …’nun Türk Ceza Kanunun Yorumu (İkinci Baskı Cilt:3 Sayfa: 4369) ile Tezcan/Erdem/Önok’un Teorik ve Pratik Ceza Hukuku (2006 sayfa:203) isimli eserlerinde, suçun maddi konusunun bir insan olduğu ve hareketin de bir insana yönelmesi, suç kurbanının hayatta olan bir insan olması gerektiği belirtilmiştir. Vaktinden önce canlı olarak doğan çocuk, anneye karşı işlenen kasten yaralamaya bağlı olarak doğduktan sonra ölecek olursa, insan öldürme suçu yaşayan bir kişiye karşı işlenebileceğinden ayrıca kasten veya taksirle insan öldürme suçundan faile ceza verilemeyeceği değerlendirilmiştir.
4- Yüksek Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 15.01.2014 tarihli, 2013/6933 Esas ve 2014/491 Karar sayılı ilamında da, İstanbul Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulunun 03.07.2010 tarihli raporunda, annenin geçirdiği kaza ile bebeğin ölümü arasında illiyet bağı bulunduğu belirtilmiş ise de; sanığın eylemi sırasında bebeğin henüz anne karnında olduğu, sağ ve tam doğmamış bebeğin kişilik kazanmadığı dikkate alındığında; sanığın yalnız yaya Gülay Aksu’nun ölümünden sorumlu olacağı belirtilmiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, somut olayda sanığın sadece anne …’ın ölümünden ve …’ın yaralanmasından sorumlu tutularak hüküm tesisi gerektiği düşüncesi ile sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyoruz.” görüşüyle karşı oy kullanmışlardır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 08.03.2020 tarih ve 316477 sayı ile;
“…Anne Bahar’ın geçirdiği kaza ile bebeğinin ölümü arasında illiyet bağı bulunduğu ve bebekte meydana gelen ağır beyin hipoksisi ve gelişen multi organ yetmezliği sonucunda öldüğünün belirtilmiş ise de; sanığın eylemi sırasında bebeğin henüz anne karnında olduğu, Türk Medeni Kanunu’nun 28 maddesi hükmü uyarınca sağ ve tam doğmamış olduğu ve hukuken kişilik kazanmadığı dikkate alınmalıdır.
Sanık …’ın, yalnız …’ın ölümünden ve katılan …’ın yaralanmasından sorumlu tutulması gerektiği, kaza sırasında henüz doğmamış kişilik kazanmamış bebek Karadaş hakkında kasten veya taksirle insan öldürme suçundan sorumlu olamayacağının kabul edilmesi gerekmektedir.
Nitekim bu konuda, Yüksek Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 15.01.2014 tarihli, 2013/6933 Esas ve 2014/491 Karar sayılı ilamında da belirtildiği üzere, sağ ve tam doğmamış bebeğin kişilik kazanmadığı kabul edilmiştir.
Bu itibarla, sanık …’ın, yalnız …’ın ölümünden ve katılan …’ın yaralanmasından sorumlu tutulması gerektiği ve bu çerçevede, kaza sırasında henüz doğmamış kişilik kazanmamış bebek Karadaş hakkında sorumlu tutulamayacağı gözetilerek sanık hakkında, TCK’nın 3. maddesi ile TCK’nın 61. maddesi kapsamında, cezada orantılılık ilkesi ile adalet ve hakkaniyet kurallarına uygun bir cezaya hükmedilmesi gerektiği, sanık hakkında alt sınırdan fazla uzaklaşılarak teşdidin derecesinde yanılgıya düşülmek suretiyle sanık hakkında fazla ceza tayini usul ve yasaya aykırıdır.” görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK’nın 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 25.01.2021 tarih ve 776-601 sayı ile; itiraz nedeninin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanık hakkında taksirle ölüme ve yaralamaya neden olma suçundan hüküm kurulurken, sanığın yalnızca …’ın ölümü ve katılan …’ın yaralanmasından mı sorumlu olduğu, yoksa adı geçenlerle birlikte ayrıca kaza sırasında henüz doğmamış ve kişilik kazanmamış bebeğin ölümünden de sorumlu tutulup tutulmayacağının belirlenmesine ilişkin ise de, Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle, suç tarihinde ambulans şoförü olarak çalışmakta olan sanığın, idaresindeki ambulansla hasta nakli için seyir hâlinde olduğu sırada meydana gelen kaza ile ilgili olarak yargılanabilmesi için, 4483 sayılı Kanun’un 2. maddesine göre izin alınmasının gerekip gerekmediği, bu bağlamda eksik araştırma ile hüküm kurulup kurulmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;
112 Acil Servisinde ambulans şoförü olarak çalışan sanık …’nun, hasta nakli sırasında yönetimindeki araç ile seyir hâlinde iken olay yerindeki kavşağa girdiği sırada katılan …’ın yönetimindeki araçla çarpışması neticesinde adı geçen katılanın yaralandığı, bu araçta yolcu olarak bulunan ve 35 haftalık hamile olan katılanın eşi …’ın ağır yaralı olarak kaldırıldığı hastanede beyin ölümünün gerçekleşmesi üzerine sezaryen yoluyla bebeğinin alındığı, bebeğin tam ve canlı olarak dünyaya geldiği ancak kazadan iki hafta sonra bebeğin de trafik kazasına bağlı olarak oluşan yaralanması sonucunda hayatını kaybettiği,
Adli Tıp Kurumu Ankara Adli Tıp Grup Başkanlığı Trafik İhtisas Dairesince düzenlenen 11.03.2015 tarihli rapora göre; ambulans şoförü olan sanığın asli, katılanın tali, ölen …’ın ise alt düzeyde tali kusurlu olduğu,
Erzurum Valiliği İl Sağlık Müdürlüğünün 25.11.2014 havale tarihli yazısına göre; sanığın İl Ambulans Servisi Başhekimliği emrinde (657 Sayılı Kanuna göre memur) şoför olarak görev yaptığı,
Sanık hakkında düzenlenen sosyal ve ekonomik araştırma tutanağına göre; sanığın İl Sağlık Müdürlüğünde ambulans şoförü olduğu,
Cumhuriyet savcılığınca izin alınmaksızın yürütülen soruşturma sonucunda sanık hakkında kamu davası açıldığı, Yerel Mahkemece sanığın mahkûmiyetine karar verildiği ve Özel Dairece de hükmün onandığı,
Anlaşılmaktadır.
Katılan …; olay tarihinde kazada vefat eden eşi de yanında olduğu hâlde yönetimindeki otomobil ile Dadaşkent’ten anayol üzerindeki köprüyü kullanarak yolun diğer tarafına geçeceği sırada kazanın meydana geldiği “Tarıklar Kavşağı” olarak bilinen ışıklı kavşağa gireceği sırada kendisine yeşil ışığın yandığını hatırladığını, sonrasında gözünü hastanede açtığını, öncesinde ambulansın siren sesini duymadığını, kazada eşinin vefat ettiğini, hamile olan eşinin karnından bebeklerinin sezaryen ile alındığını ancak bebeklerinin de hayatını kaybettiğini, şikâyetçi olduğunu ifade etmiş,
Sanık …; Erzurum 112 Ambulans Merkezinde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabii memur olarak ve ambulans şoförü sıfatı ile çalıştığını, olay sırasında geçici yetki ile Karayazı ilçesinde görev yaptığını, mevzuat gereği anonstan itibaren 30 saniye içinde hareket etmek ve uzaklığına bakılmaksızın 10 dakika içerisinde vakaya ulaşmak zorunda olduklarını, kazanın olduğu tarihte de Ilıca TOKİ evlerinde bir hasta olduğundan bahisle ihbar yapıldığını ve vakanın olduğu yere giderek hastayı aldıklarını, Dadaşkent ilçe merkezinden Erzurum Dadaşkent ana yoluna çıkıp bu yolu takiben Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesine doğru ilerledikleri sırada ambulansta hastanın yanında bulunan görevli tanık Kemal Peksöz’ün hastanın durumunun acil olduğunu, acele edilmesi gerektiğini söylediğini, olay sırasında havanın kapalı ve yağışlı olduğunu, ana yola çıkmak üzere seyir hâlinde kazanın olduğu sırada olay yerindeki kavşağa gelmeden önce hızını azalttığını, kavşakta o anda ışıkların yanmadığını, kavşağa girdiğinde sol taraftan bir arabanın hızla kendilerine doğru geldiğini görünce sağ tarafa kaçtığını, ancak buna rağmen ölenin içinde bulunduğu aracın kullandığı ambulans aracının sol ön tarafa çarptığını, kazadan sonra kullandığı aracın bir tüp arabasına çarptığını, kavşağa girmeden önce kavşağı kontrol ettiğini, boş olduğunu gördüğünü, mevzuata göre kontrollü olarak ışık ihlâli yapma haklarının bulunduğunu, ayrıca siren ve tepe lambasını kavşağa girmeden önce yok diye ses çıkaran kornayı çaldığını, kusurunun olmadığını savunmuştur.
11.05.2000 tarihli ve 24046 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Acil Sağlık Hizmetler Yönetmeliği’nin 1. maddesinde; “Bu Yönetmeliğin amacı; acil sağlık hizmetlerinin yurt sathında eşit, ulaşılabilir, kaliteli, süratli ve verimli olarak yürütülmesini sağlamak maksadıyla, sağlık hizmeti sunan ve sağlık hizmeti ile ilgili olan bütün kurum ve kuruluşların uymakla mükellef oldukları esaslar ile bu kuruluşlar arasında koordinasyon temin edilmesine ve Bakanlık tarafından yürütülecek olan acil sağlık hizmetlerinin sevk ve idaresine dair usul ve esasları belirlemektir.” şeklindeki düzenlemeyle Yönetmelik’in amacı açıklanmış, 2. maddesinde; “Bu Yönetmelik, Millî Savunma Bakanlığı hariç olmak üzere acil sağlık hizmeti sunan ve bu hizmetin sunulması ile ilgili olan bütün kamu kurum ve kuruluşlarını, özel hukuk tüzel kişilerini ve gerçek kişileri ve bunlar tarafından kurulan sağlık kurum ve kuruluşlarını ve bunların hizmetle ilgili olan bütün faaliyetlerini kapsar.” biçimindeki düzenlemeyle de kapsamı tespit edilmiş, “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinin “n” bendinde de (Değişik RG 24.03.2004-25412) ekip; “Hastaya veya yaralıya gerekli tıbbi müdahalede bulunmak, olay yerinde gerekli tedbirleri almak üzere görevlendirilen; acil sağlık hizmetleri konusunda eğitim almış sağlık personeli ile şoförü” şeklinde belirtilmiştir.
07.12.2006 tarihli ve 26369 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Ambulanslar ve Acil Sağlık Araçları ile Ambulans Hizmetleri Yönetmeliği’nin “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde şoför; “Kullanacağı araca uygun sürücü belgesine sahip, temel ilkyardım eğitimi sertifikası almış personel” olarak belirtilmiş, Sağlık Hizmetlerinin Yürütülmesi Hakkında Yönerge’nin “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde birinci basamak tedavi hizmetleri ise; “Hastaların evde ve ayakta tedavileridir. Bu hizmetler esas olarak yataksız sağlık kuruluşlarında ve koruyucu hizmetlerle bir arada verilir.” şeklinde tanımlanmıştır.
Öte yandan memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yargılanmasına ilişkin usuller, 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un 1. maddesinde; “Bu Kanunun amacı, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri suçlardan dolayı yargılanabilmeleri için izin vermeye yetkili mercileri belirtmek ve izlenecek usulü düzenlemektir”, 2. maddesinde; “Bu Kanun, Devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürüttükleri kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevleri ifa eden memurlar ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri suçlar hakkında uygulanır.
Görevleri ve sıfatları sebebiyle özel soruşturma ve kovuşturma usullerine tabi olanlara ilişkin kanun hükümleri ile suçun niteliği yönünden kanunlarda gösterilen soruşturma ve kovuşturma usullerine ilişkin hükümler saklıdır.
Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali genel hükümlere tabidir.
Disiplin hükümleri saklıdır.
765 sayılı Türk Ceza Kanununun 243 ve 245 inci maddeleri ile 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 154 üncü maddesinin dördüncü fıkrası kapsamında açılacak soruşturma ve kovuşturmalarda bu Kanun hükümleri uygulanmaz.” şeklinde düzenlenmiştir.
765 sayılı TCK’nın uygulaması yönünden kimlerin memur sayılacağı, anılan Kanun’un 279. maddesinde hüküm altına alınmış, belirtilen maddenin birinci fıkrasında iki bent hâlinde yapılan düzenlemeyle “kamu görevi” yapanlar, aynı maddenin ikinci fıkrasında iki bent hâlinde yapılan düzenlemeyle de “kamu hizmeti” yapanlar şeklinde bir ayırıma yer verilmiştir. Bu düzenleme ile “kamu görevi” yapanların Ceza Kanunu uygulamasında memur sayılacakları, buna karşın “kamu hizmeti” yapanların “memur” sayılmayacakları ilke olarak benimsenmiştir.
5237 sayılı TCK’da ise, 765 sayılı TCK’nın uygulamasında duraksamalara neden olan “kamu görevi” ve “kamu hizmeti” gibi ikili ayırımı reddeden görüş benimsenerek, 765 sayılı TCK’daki “memur” tanımının doğurduğu sakıncaları gidermek amacıyla, memur kavramını da kapsayacak biçimde “kamu görevlisi” tanımına yer verilmiş, 5237 sayılı TCK’nın 6. maddesinin 1. fıkrasının ( c ) bendinde; “Kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi” denilmek suretiyle de “kamu görevlisi”nin tanımı yapılmıştır. Yapılan bu tanıma göre, kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak ölçüt, görülen işin bir kamusal faaliyet olmasıdır.
Yapılan yeni tanıma göre, kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak yegâne ölçüt, gördüğü işin bir kamusal faaliyet olmasıdır.
Kamusal faaliyet de, anılan maddenin gerekçesinde; “Anayasa ve kanunlarda belirlenmiş olan usullere göre verilmiş olan bir siyasal kararla, bir hizmetin kamu adına yürütülmesidir.” şeklinde tanımlanmış ve “Kamusal bir faaliyetin yürütülmesinin ihaleye dayalı olarak özel hukuk tüzel kişilerince üstlenilmesi durumunda, bu kişilerin kamu görevlisi sayılmayacağı” belirtilmiştir.
Ayrıca kamuya ait yetki ve gücü kullanacak organların bu kamusal faaliyetlerine genel idare esaslarına göre katılan ve yardım edenlerin de “kamu görevi” yaptıklarının kabulünde zorunluluk vardır.
Bu nedenle; 5237 sayılı TCK’nın 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendindeki “kamu görevlisi” tanımında yer alan “katılan kişi” ibaresi ile, madde gerekçesinde yer alan “kamusal faaliyet” açılımından hareketle, bir kimsenin Ceza Kanunu uygulamasında “kamu görevlisi”, yapılan faaliyetin de “kamusal faaliyet” sayılabilmesi için, kamu adına yürütülen bir hizmetin bulunması, bunun da Anayasa ve kanunlarda belirlenmiş usullere göre verilmiş bir siyasal karara dayalı olması ve ayrıca faaliyetin kamuya ait güç ve yetkilerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmesi gerekmektedir.
Diğer yandan Ceza Kanunu bakımından kamu görevlisi sayılan her kişinin 4483 sayılı Kanun kapsamında ceza kovuşturmasında da kamu görevlisi (memur) sayılmasına imkân yoktur. Zira Ceza Kanunu’nun kamu görevlisi saydığı kişiler devlet veya kamu kuruluşu çalışanı olabileceği gibi devlete veya böyle bir kuruluşa bağlı olmadan çalışan kimseler de olabilir. Örneğin, 5237 sayılı TCK’nın, “kamu görevlisi” kavramının tanımının yapıldığı 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinin gerekçesinde belirtildiği üzere tanıklar, tanıklık faaliyeti kapsamında kamu görevlisi sayıldıkları hâlde, bu kişiler hakkındaki ceza soruşturma ve kovuşturması 4483 sayılı Kanun’a göre yapılmayacaktır.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 11.03.2021 tarihli ve 1197-102 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında ön soruna ilişkin uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Sağlık Bakanlığının gerek merkez gerekse taşra teşkilatında ambulans şoförlüğü yapma şeklinde sunulan hizmetler, birinci basamak acil yardım ve tedavi sağlık hizmetleri olup Bakanlığın acil yardım şeklindeki hizmetlerini, ambulans şoförünün de dâhil olduğu personel eliyle yürütmesi, bu hizmetlerin niteliği itibarıyla süreklilik arz etmesi, kişilerin sağlığı yönünden vazgeçilmez, ertelenemez ve ikame edilemez olması, ambulans şoförlerinin bu hizmetleri belirli bir eğitimden geçerek, kapsamlı ve devamlı olarak, tam gün çalışma esasına göre sunmaları, bu hizmetlerin ücretsiz olarak verilmesinin ve bir başka kişinin ambulans şoförlüğü hizmetini üstlenmesinin mümkün bulunmaması, bu görevin sadece bu konuda görevlendirilen kişilerce yerine getiriliyor olması, birinci basamakta gerçekleştirilmesi gereken her türlü nakil işlerinin bu kişilerce yerine getirilmesi, bu hizmetlerin yerine getirilmesi sırasında düzenlenen tüm kayıt, evrak ve belgelerin resmî kayıt ve evrak niteliğinde olması, ambulans şoförlerinin mevzuat ve genel idare esaslarına göre hizmet görme ve diğer konularda Bakanlık, ilgili mülki idare ve sağlık idaresinin denetimine tabi olmaları, genel idare esaslarına göre atanmaları ve görev sebebiyle işledikleri veya kendilerine karşı işlenen suçlarda devlet memuru gibi kabul edilmeleri ile incelemeye konu olay özelinde bu hususun Erzurum Valiliği İl Sağlık Müdürlüğünün 25.11.2014 tarihli yazısı ile de belirtilmesi hep birlikte gözetildiğinde; anılan görevlerin Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler olduğu kabul edilmelidir.
Bu nedenle, Erzurum İl Ambulans Servisi Başhekimliğine bağlı olarak ambulans şoförü olarak görev yapan ve kazaya karışan ambulansı kullanan sanığın kamu görevlisi olduğu ve CMK’nın 2/1-j maddesinde tanımı yapılan suçüstü hâli olarak kabulü mümkün bulunmayan bir kamusal faaliyetin yürütümü sırasındaki inceleme konusu eyleminden dolayı yargılanabilmesi için 4483 sayılı Kanun hükümleri uyarınca ilgili merciden izin alınması zorunludur.
Bu itibarla, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle kabulüne karar verilmelidir.
Ulaşılan bu sonuç karşısında diğer uyuşmazlık konusu değerlendirilmemiştir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE,
2- Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 13.01.2020 tarihli ve 2222-411 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,
3- Erzurum 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 30.06.2015 tarihli ve 282-221 sayılı mahkûmiyet hükmünün, sanığın, 4483 sayılı Kanun’a göre görevi sebebiyle görevi sırasında işlediği suçtan dolayı izin alınması gerektiğinden bahisle eksik inceleme dayalı hüküm kurulması isabetsizliğinden BOZULMASINA,
4- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 08.12.2022 tarihinde yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.