Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2019/656 E. 2021/324 K. 30.06.2021 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2019/656
KARAR NO : 2021/324
KARAR TARİHİ : 30.06.2021

Kararı veren
Yargıtay Dairesi : Ceza Genel Kurulu
Mahkemesi :Ceza Dairesi

Sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 52371 sayılı CMK’nın 223/2-a uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1. maddesi uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1. maddesi uyarınca 7 yıl hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1. maddeleri uyarınca 10 yıl 6 ay hapis; sanık …’nın; Hükümete karşı suçtan 52371 sayılı CMK’nın 223/2-a uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl 10 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık … …’nın; Hükümete karşı suçtan 52371 sayılı CMK’nın 223/2-a uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1. maddesi uyarınca 6 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1. maddesi uyarınca 8 yıl hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1.maddeleri uyarınca 12 yıl hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 52371 sayılı CMK’nın 223/2-a uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5271 sayılı TCK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etmeye teşebbüs etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 35/2. maddesi uyarınca 5 yıl 3 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1.maddeleri uyarınca 12 yıl hapis; sanık …’nun; Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5271 sayılı TCK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etmeye teşebbüs etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 35/2. maddesi uyarınca 4 yıl 6 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1.maddeleri uyarınca 10 yıl 15 ay hapis; sanık …’ın; Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’nun; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl 10 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 10 yıl hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçundan 5271 sayılı TCK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etmeye teşebbüs etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1, 5/2 ve 62. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’in; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl 10 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme ve Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçlarından 5271 sayılı CMK’nın 223/2-e maddesi uyarınca beratine, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1 maddeleri uyarınca 7 yıl 15 ay hapis; sanık …’nın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 4 yıl 2 ay hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl 10 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 9 yıl 4 ay 15 gün hapis; sanık …’in; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’in; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçundan 5271 sayılı TCK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etmeye teşebbüs etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1, 35/2 ve 62. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçundan 5271 sayılı TCK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etmeye teşebbüs etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1, 35/2 ve 62. maddeleri uyarınca 3 yıl 9 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2 ve 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçundan CMK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine, 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 35/2. maddesi uyarınca 3 yıl 9 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, sanık …’nin; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-e maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etmeye yardım etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1, 39/2-c ve 62. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklamaya yardım etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1, 39/2-c ve 62. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis, sanık …’ın; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’nin; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5237 sayılı TCK’nın 327/1 ve 62. maddeleri uyarınca 5 yıl hapis, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5237 sayılı TCK’nın 329/1 ve 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 8 ay hapis, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis; sanık …’nin; Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatine, Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme ve Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçlarından 5237 sayılı TCK’nın 223/2-e maddesi uyarınca beraatine, silahlı terör örgütüne üye olma suçundan 5237 sayılı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1 ve TCK’nın 62. maddeleri uyarınca 6 yıl 3 ay hapis; cezasıyla cezalandırılmalarına mahkûmiyetlere konu tüm suçlar yönünden TCK’nın 53/1-5, 58/9 ve 63. maddeleri uyarınca hak yoksunluğuna, cezalarının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ve mahsuba; sanık …’ın Devletin güvenliğine ilişkin belgeleri temin etme suçundan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-e maddesi uyarınca beraatine, Hükümete karşı suç, Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama suçundan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-b maddesi uyarınca beraatine; sanıklar …, …’in, …, …, …, …, …, … …’nün ve …’ın Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatlerine, siyasal veya askeri casusluk ve gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçlarından 5271 sayılı CMK’nın 223/2-c maddesi uyarınca beraatlerine; sanıklar, …’nun, Hükümete karşı suçtan 5271 sayılı CMK’nın 223/2-a maddesi uyarınca beraatlerine; sanıklar … ve …’ın siyasal veya askeri casusluk ve gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçlarından 5271 sayılı CMK’nın 223/2-c maddesi uyarınca beraatlerine; sanık … hakkında açılan tüm kamu davalarının tefrikine; sanıklar …, …, …, …, …, …, … ve … hakkında siyasal veya askeri casusluk ve gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçlarından açılan kamu davalarının tefrikine ilişkin ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 16. Ceza Dairesince 28.06.2019 tarih ve 1-4 sayı ile karar verilmiştir.
Hükmün Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, katılan Türkiye Cumhuriyeti … vekili, bir kısımı sanıklar ve bir kısım sanıklar müdafiileri tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının “temyiz talebinin reddi, onama ve bozma” istemli 25.12.2019 tarihli ve 97877 sayılı tebliğnamesiyle Yargıtay Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Temyiz incelemesi yapan Ceza Genel Kurulunca dosya incelenip görüşülerek gereği düşünüldü:
Katılan … vekilinin tüm sanıklar bakımından 01.01.2014 ve 19.01.2014 tarihli eylemlerin, siyasi ve askeri casusluk ve gizli kalması gereken bilgileri açıklama suçunu oluşturduğu ayrıca sanıkların TCK’nın 312. maddesinde düzenlenen Hükümete karşı suçtan cezalandırılması gerektiğinden bahisle kararı temyiz ettiği; dilekçe içeriği itibariyle silahlı terör örgütüne üye olma suçundan açılan davalara ilişkin kurulan hükümlere yönelik temyizinin bulunmadığı ayrıca sanıklar … ve … hakkında Hükümete karşı suçtan açılmış bir dava bulunmadığı anlaşılmış olup bu çerçevede inceleme yapılmıştır.
Gerekçeli karar başlığında “Suçlar” bölümünde; “Devletin Güvenliğine İlişkin Bilgileri Temin Etme” ve “Devletin Güvenliğine ve Siyasal Yararlarına İlişkin Bilgileri Açıklama” yerine “silahlı terör örgütüne üye olma” suç isimlerinin yazılmaması mahallinde düzeltilebilir maddi hata olarak kabul edilmiştir.
Bir kısım sanıklar ve bir kısım sanıklar müdafilerinin duruşmalı inceleme istemlerinin temyiz incelemesinin duruşmalı olarak yapılmasını gerektirir bir neden görülmediğinden CMK’nın 299. maddesi uyarınca takdiren reddine karar verilmiştir.
Ceza Genel Kurulunca sanıklar hakkında kurulan hükümlerin isabetli olup olmadığına ilişkin temyiz incelemesi yapılacaktır.
I) TEMYİZ KONUSU EYLEMLERE İLİŞKİN GENEL ANLATIM
01.01.2014 TARİHLİ EYLEM
01.01.2014 tarihinde saat 15.29.57’de Antakya Köprübaşı (Limanburger ve Özsüt yakını, eski Hatay künefe binası yanı) künefeciler meydanındaki “21….” numaralı telefon kulübesinden, Hatay 156 Jandarma İmdat İhbar Merkezini arayarak, adının … olduğunu beyan eden erkek sesli bir şahsın ihbarı üzerine, 156 ihbar merkezi görevlileri… ve…. tarafından düzenlenen ihbar kayıt formunda; ihbarın saat 15.38’de “155” polis imdat hattına, saat 15.40’da Jandarma İstihbarat Şube Müdürü sanık …’a, saat 15.42’de Jandarma Asayiş Şube Müdürüne, saat 15:44’te İl Jandarma Komutan Yardımcısına, saat 15.46’da İl Jandarma Komutanına, saat 15.48’de Jandarma KOM Şube Müdürüne, saat 15.50’de Reyhanlı İlçe Jandarma Komutanına, saat 15.54’de Kumlu İlçe Jandarma Komutanına, saat 15.56’da Kırıkhan İlçe Jandarma Komutanına, saat 15.58’de Antakya İlçe Jandarma Komutanına, saat 16.00’da Topboğazı ve Güzelce Jandarma Karakol Komutanlığına, bildirilmesi üzerine tüm bağlantı yolları üzerinde emniyet ve kontrol faaliyetlerine saat 16.15 itibari ile başlanıldığı, otomobilin Bölge Trafik radar ekibi tarafından Reyhanlı – Kırıkhan arasında, Yalangoz Kavşağı, Hamamat Oteli yakınında durdurulduğu ve araçlar içindeki şahısların MİT personeli olduklarını beyan ettiklerinin bildirilmesi üzerine bu durumunun sıralı olarak İstihbarat Şube Müdürüne, Asayiş Şube Müdürüne, İl Jandarma Komutan Yardımcısına, Kırıkhan İlçe Jandarma Komutanına saat 16.48’de iletildiği ayrıca sanık …’ın da olay yerine intikal ettiği, saat 17:44′ de ise İstihbarat Şube Müdürü sanık …’ın aranarak İl Jandarma Komutanının emri ile (1) istihbarat unsuru ile beraber Kırıkhan İlçe Jandarma Komutanlığına destek verme ve olay ile ilgili araştırma yapmak üzere Kırıkhan İlçe Jandarma Komutanlığına gitmesi hususundaki İl Jandarma Komutanı emrinin telefon ile bildirildiğinin, polis memurları olan tanık …, … ve…… tarafından saat 16.45’te düzenlendiği belirtilen tutanakta araçlarda bulunan şahısların MİT personeli olduklarını beyan ettiklerinin belirtildiği, 01.01.2014 tarihli ihbara ilişkin sanık … tarafından düzenlenen ve imzalanan arama talep formunda; terör örgütleri ya da TMK’nın (mülga) 10. maddesiyle yetkili Cumhuriyet savcılarının görev alanına giren suçların işlendiğine ilişkin başka herhangi bir ibareye yer verilmeden yalnızca silah kaçakçılığı iddiasının bulunduğu, sanık … …..imzalı arama kararı ve talebinde de herhangi bir ibareye yer verilmeksizin arama kararı verildiği, Hatay MİT Bölge Başkanlığı’nın Hatay Valiliği’ne hitaben yazdığı araçların MİT ‘e ait olduğuna ilişkin 01.01.2014 tarihli yazısı üzerine Hatay Valiliğince Kırıkhan Kaymakamlığı’na hitaben yazılan, Kırıkhan Kaymakamlığınca da Kırıkhan İlçe Jandarma Komutanlığına gönderilerek, Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürü aracılığıyla olay yerinde bulunan sanık …’a tebliğ edilen, durdurulan araçların MİT’e ait olduğuna ilişkin 01.01.2014 tarihli ve 92725089-889-02/01 sayılı talimat yazısında, “Muhtelif kanallardan Valiliğimize intikal eden bilgilere göre; MİT’e bağlı görev yapan personel ile araçların Kırıkhan İlçe Jandarma Komutanlığı’nca alıkonulduğu anlaşılmaktadır. Bahsi geçen görevlilerin bağlı oldukları 2937 Sayılı Kanun’a göre personelin özel statüleri ve doğrudan Başbakanlığa bağlı olarak çalışmaları dolayısıyla, usulüne uyulmaksızın alıkonulmaları cezai sonuç doğuracağından, ilgililerin kimliklerinin belirlenip serbest bırakılmalarını önemle rica ederim” şeklinde olduğu, yazının olay tarihinde Hatay Valisi olan tanık… … tarafından imzalandığı, sanık … tarafından düzenlenen adli aramanın yapılamadığına dair tutanakta; sanığın Adana’dan yola çıkmadan önce saat 17.00 sıralarında cep telefonundan MİT Hukuk Dairesi yetkilisi olduğunu beyan eden Ulvi Canikli tarafından aranarak, arama kararına konu olan olay yerindeki personelin MİT personeli ve TIR’ın da MİT’e ait olduğunun, yapılmak istenen arama işleminin usulsüz olduğunun belirtildiği olay yerine gitmesine rağmen aramanın tamamlanamadığı,
Anlaşılmaktadır.
2- 19.01.2014 TARİHLİ EYLEM
06.11.2013 tarihli “El-Kaide terör örgütü ile iltisaklı şahısların faaliyetleri, çalıntı araçlar” konulu haber kaynağı tutanağında, kategori dışı şahıs B.G. ile yapılan görüşmede Ankara’da bir hırsızlık çetesinin olduğu, İstanbul’dan çalınan araçları Ankara üzerinden Suriye’ye götürdükleri, bu araçları çok uygun fiyatlara sattıkları, araçların genellikle kamyonet tarzı pikaplardan oluştuğu, sürekli güzergâh olarak otobanı kullandıkları, plakalarının da sahte olabileceği, bu hırsızların genellikle pikap tarzı açık kasa araçları tercih etme sebeplerinin El-Kaide (IŞID ve Nusra) unsurlarınca personel teçhizat ve malzeme taşınmasında kullanılmasından kaynaklandığı, bu hırsızlık çetesinin İstanbul-Ankara-Hatay bağlantılı olarak çalıştığı bilgisinin geçtiği, irtibat şekli ve zamanının yazılı olmadığı ama tarihin belirtildiği, şube müdürü kısmında 07/11 sicilli görevlinin imzasının olduğu,
11.11.2013 tarihinde haber kaynağı ile telefon irtibatının kurulduğu ve görüşmede, kategori dışı şahıs B.G. ile yapılan görüşmede; “Suriye’deki iç savaş çıkmasından sonra Ankara Ulus’ta ikamet eden O. G.isimli kişinin kardeşi, babası, eşi sözde cihat maksadı ile sık sık Suriye ülkesine gidip geldiğini O. G.’nin ilk defa gidecek kişilere yardımcı olduğu, yine Ankara’dan O.Ç. isimli şahsın da sık sık sözde cihat maksadıyla Suriye’ye gidip geldiği, Ankara’dan gidecek kişilere kuryelik yaptığı, … ve …’nın çevresine Türkiye’nin Dar’ül harp olduğunu, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kafir devlet olduğunu, Cuma namazının kılınamayacağını, devletten alınan maaşın haram olduğunu, vergi verilmesinin günah olduğunu, çocukların okula gönderilmemesi gerektiğini telkin ettiğini ayrıca bu tarz kişilerin faaliyet alanları ile ilgili para temin edebilmek için hırsızlık, kaçakçılık gibi suçları işledikleri ve işleyebilecekleri bilgilerini bildirmiştir” şeklinde 2006-506 sicil nolu görevlinin imzasının bulunduğu,
13.01.2014 tarihli telefon ile yapılan irtibatta “El-Kaide terör örgütü ile iltisaklı şahısların faaliyetleri” konulu formda; kategori dışı şahıs B.G. ile saat 16.20 sıralarında cep telefonu ile yapılan görüşmede; “Çubuk ilçesinden Suriye’ye cihat etmek maksadıyla giden A.D. isimli şahsın Ankara’ya döndüğünü bildirdiği ve ‘B.G.’ isimli şahısla ‘T.D.’ isimli kişinin Ankara’daki faaliyetlerini bilgi alışverişi yapıldığı ayrıca Çubuk ilçesi nüfusuna kayıtlı emekli askeri personel ‘D.Ö.’nün hâlen Ankara’da ikamet ettiğini, emekli pilot olduğu, Çubuk ilçesinde akrabalarının olduğunun ve sürekli gelip gittiği, kendisinin Çubuk’ta akrabası olan belediyede otobüs şoförlüğü yapan İsa isimli kişi ile birlikte tarihi eser alım satım işleri yaptığı, bu işle ilgili olarak sürekli Çubuk’a gelip gittiğini hatta ‘D.Ö.’ nün 5-6 yıl önce Ege bölgesinde bir yerde tarihi eser kaçakçılığından yakalandığının, bu işi meslek hâline getirdiği bilgilerini vermesi üzerine görüşmenin sonlandırıldığı”na dair; tanzim edilen kısmında 2006-506 sicilli, şube müdürü kısmında 1995-116 ve 2006-105 sicilli görevlilerin imzasının olduğu,
20.02.2014 tarihli “El-Kaide terör örgütü ile iltisaklı şahısların faaliyetleri ve kaçak kazı olayları” konulu, kategori dışı şahıs “B.G.” ile Çubuk ilçesinde gerçekleştirilen görüşmede; “Çubuk ilçesi civarında kaçak kazı olaylarının arttığı, Çankırı ili, Şabanözü ilçesinden iki ekibin sürekli bölgeye gelerek kaçak kazı yaptıklarını duyduğu, şahısların kimlik bilgisini bilmediğini, plakasını bilmediği beyaz renkli Toros Marka bir araçla Çit ve Sele Köyleri’nin arazisinde kaçak kazı yaptıkları, Çubuk ilçesi, Yıldırım Beyazıd Mahallesinde bir ahırın olduğu, burada bazı geceler at ve eşek keserek etini Ankara’daki bazı otel ve restaurantlara sattıkları, ama bölgenin polis sorumluluk bölgesinde olduğu bilgilerini verdiği”ne dair 2006-506 ve 2006-298 sicilli personellerce tanzim edilen formun bulunduğu, 2006-105 ve 1999/A- 62 sicilli şube müdürlerince imzalandığı,
12.12.2013 tarihinde yüz yüze yapılan “El-Kaide terör örgütü ile iltisaklı şahısların faaliyetleri ve kaçakçılık olayları” konulu saat 18.30’da “B.G.” ile Ankara İl Jandarma Komutanlığında yapılan görüşmede;” ‘B.G.’‘den 11.12.2013 tarihinde Çubuk ilçesinde yapılan görüşmede ilçede bulunan Suriyeli şahıslar ile görüşme yapmasının istenildiği, ‘B.G’nin Çubuk ilçesinde işçi olarak çalışan Suriye uyruklu “…” ile görüştüğü, cihat bölgesine giden şahıslar hakkında daha sonra bilgi vereceğini ancak uyuşturucu madde konularında yaptığı araştırmada Hatay ilinde bir hastanede çalışan “0532 ..” numaralı telefonu kullanan “…”, Keçiören ilçesinde ikamet eden ve sürekli Hatay ve Suriye’ye gidip gelen “053…” numaralı telefonu kullanan ‘…’, …’ın arkadaşı olan ve ‘538..’ numaralı telefonu kullanan ‘…’, yine Ankara’da ikamet eden ‘530…’ numaralı telefonu kullanan “…” ile ismini bilmediği ‘0553…’ numaralı telefonu kullanan kişilerin olduğunu, bu kişilerin görüştüğü “…” ile birlikte ve ayrı ayrı Hatay iline gidip geldiğini söylediği ayrıca …’in önümüzdeki günlerde yine Hatay’a gideceğini, orada bulunan kişilerin de telefon numaralarını getireceğini söylemesi üzerine saat 20.00 sıralarında görüşmenin sonlandırıldığı” şeklindeki irtibat forumunun 2006-506 ve 2006-298 sicilli personellerce düzenlendiği, 1995-106 sicilli şube müdürünce de imzalandığı,
18.12.2013 tarihinde yüz yüze Ankara ili Demetevler Mahallesinde, “El-Kaide Terör Örgütü ile iltisaklı şahısların faaliyetleri kapsamında haber kaynağı irtibat formları”nda; 18.12.2013 tarihinde, saat 12.00 sıralarında görüşülen şahıs “B.G.” ile Demetevler 1. Cadde üzerinde bulunan “Gaziantep Sofrası” isimli lokantada buluşma gerçekleştirildiği, ” ‘B.G.’ isinli elemanın, Çubuk’ta inşaatlarda çalışan ve ara sıra Hatay iline gidip gelen Suriye uyruklu ‘…’ isimli kişinin Hatay’dan yeni döndüğünü, Hatay ili, Reyhanlı ilçesinde bulunan sınır kapısında sürekli TIR hareketliliğinin olduğunu, bu TIR’lardan bazılarının yardım kuruluşlarına ait TIR’lardan kaynaklandığını, birçoğunun ikinci el araç taşıyan TIR’lar olduğunu, Cilvegözü sınır kapısının Suriye tarafında kontrolün İŞİD tarafından sağlandığını, gelen geçen araçlardan haraç aldıklarını, Cilvegözü sınır kapısında bir eylem ihbarının geldiği durumlarda sınır kapısının kapandığını, kaçakçılık yapacak kişilerin genellikle Beşarslan Köyü’nü kullandıklarını, oradan Suriye tarafından Halim Kasabası’na geçtiklerini, sınır karakollarının herhangi bir denetimde bulunmadığını, kaçakçıların rahatlıkla giriş ve çıkış yapabildiklerini, sınır köylerinde yeterli denetiminin olmadığını, kaçakçıların ve Suriye tarafındaki silahlı terör örgütlerinin daha fazla söz sahibi olduğunu, burada geçişlerde söz sahibi olan ‘Korhan’ isimli şahsın ‘0532…’ numaralı telefonu kullandığını, yine aynı bölgede ismini bilmediği ‘507…’ numaralı telefonu kullanan bir kişinin bulunduğunu ve sınırdan geçiş yapacak kişilerin bu kişiler ile irtibat kurmadan sınırı geçemediğini, kendi başına geçen kişilerin sınırın Suriye tarafındaki ‘El-Nusra’ “İŞİD”, ‘Ceyşul-Hur’ gibi gruplar tarafından alıkonularak hapse atıldıkları bilgilerini ‘…’ isimli kişiden aldığını, …’in niçin Hatay’a gidip geldiğinin sorulduğunda; ailesinin yanına gittiğini söylemesi üzerine saat 13.50 sıralarında görüşmenin sonlandırıldığı” irtibat formlarının 2006-506 ve 2006-298 sicilli personellerce düzenlenerek, 1995-106 sicilli şube müdürlerince imzalandığı,
Belirtilen haber kaynağı irtibat formları ve araştırma raporları neticesinde, Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 07.01.2014 tarihli ve 51 sayılı, 14.01.2014 tarihli ve 122 sayılı, 17.01.2014 tarihli ve 144 sayılı iletişimin tespiti ve kayda alınması kararlarının alındığı, yapılan dinlemeler üzerine Ankara ili, Yenimahalle ilçesi, Demetevler Mahallesi, ……2/B sayılı adreste faaliyet yürüten ve Telekom kartı satan “Elit Kuruyemiş” isimli iş yerine yaklaşık 15 metre mesafede bulunan “031…….” numaralı ankesörlü kulübeden 19.01.2014 tarihinde saat 07.26.00’da Adana ili, Yüreğir ilçesi, Yavuzlar Mahallesi, …adresinde bulunan Adana İl Jandarma Komutanlığına ait “….272” numaralı telefon aranarak 55 saniye görüşme yapıldığı, aynı gün saat 07.27.00’da (ihbarın yapıldığı saat) Adana İl Jandarma ihbar hattına ait “0……00” aranarak 95 saniye yapılan görüşmede ihbarın yapıldığı, ihbara ilişkin ses kaydının dinlenmesi suretiyle 21.01.2014 tarihinde saat 14.00’da … …, sanıklar …, … ve … tarafından tutanak hazırlandığı, ihbarın saat 07.35’te Adana İl İstihbarat Şube Müdürü sanık …’a, saat 07.36’da Pozantı İlçe Jandarma Komutanlığı nöbetçi astsubayına, saat 07.40’ta Adana İl Jandarma Komutanı sanık …’a, saat 07.55’te İl Jandarma Komutan Yardımcısı sanık …’ye ve saat 08.00’de Adana İl Asayiş Şube Müdür vekili sanık …’a bildirildiğinin kayıt altına alındığı, sanık … tarafından imzalanan arama talep yazısında Hatay üzerinden yurtdışı bağlantılı El-Kaide terör örgütüne silah ve malzeme götürüldüğü bu nedenle Ceyhan Sirkeli gişelerinde arama ve elkoyma yapılmasının uygun olacağı ayrıca ihbarda geçmemesine rağmen El-Kaide Terör Örgütü ibaresinin arama kararı verilmesi talep yazısı içerisine eklendiği, bu şekilde hazırlanan arama talep yazısının sanık … tarafından üzerine el yazısıyla “2014/2 soruşturma dosyamız ile irtibatlı olabilir şerhiyle” havale edildiği, 01.01.2014 tarihinde Hatay ili, Kırıkhan ilçesinde MİT’e ait devlet sırrı kapsamında yardım faaliyeti gerçekleştiren TIR’ların durdurulması olayı ile ilgili TCK’nın 315. maddesi kapsamında yürütülen 2014/2 sayılı soruşturma dosyası üzerinden arama kararı verildiği, arama kararında ihbara konu araç içerisinde patlayıcı madde ve mühimmat bulunduğu, bu silahların yasadışı bir terör örgütüne gönderildiği, bu eylemin TCK’nın 315. maddesindeki suçu oluşturabileceği yönünde yeterli ve makul şüphe bulunduğu, araçların seyir hâlinde olduğu, Hakim kararı beklenir ise araçların uzaklaşabilecekleri ve bundan dolayı gecikmesinde sakınca bulunan hâl de söz konusu olduğundan CMK’nın 117 ile 119. maddeleri gereğince arama kararı verildiği, arama öncesinde TIR’lar durdurulmadan önce Jandarma personelinin telefonlarının toplandığı, arama faaliyeti sonrası teslim edildiği, ihbara konu TIR’larının 19.01.2014 tarihinde saat 12.30’da, Adana ili, Ceyhan-Sirkeli gişelerinde durdurulduğu ve bu tutanağın sanıklar …, … ve … tarafından imzalandığı, TIR’lar eskord araçla birlikte sirkeli gişelerinde durdurulur durdurulmaz doğrudan araçta bulunan görevliler etkisiz hâle getirilerek kelepçelendiği bir MİT mensubunun cebindeki kimliğin de görülmesi ve MİT mensubu olduğuna dair ikazlarına rağmen aramaya devam edildiği, bomba arama köpeğinin pozitif tepki vermesi sonucu sanık … tarafından dorselerdeki kapakların açıldığı, sanık …’nın talimatı üzerine araçların sözde güvenli bir yere çekilmesi için şehir merkezine doğru hareket ettirildiği ancak MİT mensubu görevlilerinin imkanları ölçüsünde direnmeye çalıştıkları, TIR’lardan ikisinin şehir merkezine ulaşmadan Kürkçüler mevkiinde durduruldukları, birisinin ise sanık … nezaretinde Bahçeşehir mevkiine götürüldüğü, sanık …’nın olay yerine gelerek bahse konu TIR üzerinde sanıklar … ve … nezaretinde numune aldırdığı, sanık … …ın da talimat üzerine Bahçeşehir’de bulunan duran TIR’a giderek ve sanık…..nin talimatı ile sanık … Şirin nezaretinde görüntü kaydı aldırdığı, daha sonra görüşmeler sonucunda araçların MİT Bölge Başkanına teslim edildiği, alınan numunelerin bir kısmı hakkında sanık … tarafından sanık …’nın talimatı üzerine fiziki inceleme raporu düzenlendiği, bir kısmının ise rapor tanzimi için sanıklar … ve …’ın talimat ve yazılarına istinaden kurye olarak sanık … vasıtasıyla Ankara Jandarma Kriminal Laboratuar Daire Başkanlığına gönderildiği, yapılacak inceleme ve düzenlenecek raporun MİT faaliyetine ilişkin malzeme ile ilgili olduğunun öğrenilmesi üzerine laboratuvar daire başkanı olan sanık … marifetiyle durumun sıralı komutanlara ve İçişleri Bakanlığı Müsteşarına iletildiği, konunun adli işlem kapsamında kaldığı değerlendirilerek gereğinin yapılması cevabı alındıktan sonra sanıklar …, …, …, … ve … tarafından tanzim edilen 23.01.2014 tarihli ve 2014/67 sayılı raporun sanıklar … ve M. … Yardımcı’nın parafladıkları üst yazı ile yine sanık … tarafından Adana’ya iade edildiği,
Anlaşılmaktadır.
II) TEMYİZ EDENLERİN SIFATI, BAŞVURULARIN SÜRESİ VE TEMYİZ NEDENLERİNE GÖRE YAPILAN İNCELEMEDE:
A) Uygulanacak Temyiz Hükümleri:
07.10.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5235 sayılı Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un 25 ve geçici 2. maddeleri uyarınca kurulan bölge adliye mahkemeleri, 07.11.2015 tarihli ve 29525 sayılı Resmî Gazete’de ilan edildiği üzere 20.07.2016 tarihinde tüm yurtta göreve başlamıştır. Bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçmesiyle birlikte istinaf kanun yolu uygulamaya girmekle birlikte 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 8. maddesi uyarınca, bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihi olan 20.07.2016 tarihinden önce verilen kararlar hakkında kesinleşinceye kadar 1412 sayılı CMUK’nın, bu tarihten sonra verilen kararlar hakkında ise 5271 sayılı CMK’nın temyize ilişkin hükümleri uygulanacaktır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Ek 7 nolu protokolün “Cezai konularda iki dereceli yargılanma hakkı” başlıklı 2. maddesinin “Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkûmiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dahil olmak üzere, yasayla düzenlenir. 2. Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle önem derecesi düşük suçlar bakımından ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı veya beraatini müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkûmiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir.” hükmü doğrultusunda, bazı kamu görevlilerin özel yetki kuralları uyarınca Yargıtayda veya Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesinde yargılanmaları halinde istisna getirebilme olanağına rağmen iç hukukumuzda, ilk derece olarak Yargıtayda yargılanacak kişiler bakımından verilen hükümlerin temyiz edilebileceği öngörülerek, iki dereceli sistem benimsenmiştir.
B) Temyiz Süresi ve Neden Bildirme Yükümlülüğü:
Hüküm fıkrasında, verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurma ve tazminat isteme olanağı bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı varsa süresinin, mercisi ve şekillerinin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilerek hazır bulunan sanığa ve müdafisine bildirilmesi gerekmektedir.
Temyiz istemi, tutuklu bulunan sanıklar hakkında CMK’nın 263. madde hükmü saklı kalmak üzere, hükmün açıklanmasından itibaren eğer temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa tebliğ tarihinden itibaren on beş gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt kâtibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılmasının gerekliliği, temyiz sebebinin ancak hükmün hukukî yönüne ilişkin olabileceği gözetilerek, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorunda olduğu, başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde bu nedenleri içeren bir ek dilekçe verilmesi gerekliliğine uyularak usulüne uygun başvuru yapıldığı anlaşılmakla işin esasına geçilmiştir.
C) Temyiz Nedenleri ve İncelemenin Kapsamı:
İstinaf mahkemelerinin Türk yargı sistemine dahil olmasıyla kanun yolu yargılamasında yeni bir anlayışı benimseyen kanun koyucu, istinaf başvurusunda Cumhuriyet savcısı dışındaki diğer kişiler bakımından sebep gösterme zorunluluğu öngörmezken, temyiz kanun yolunda, mülga 1412 sayılı CMUK’dan farklı şekilde resen temyiz tercihinden vazgeçerek, temyiz davasını açan ve sınırlayan temyiz dilekçesinde temyiz edenin, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini, temyiz sebeplerini göstermek zorunda olduğunu ve temyiz başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde hükmü temyiz olunan bölge adliye mahkemesine bu nedenleri içeren ek bir dilekçe vermesini öngörmüştür. Gerekçeli temyiz dilekçesi, (ek dilekçe, temyiz layihası) temyiz nedenlerinin gösterildiği dilekçedir. Temyiz dilekçesinde ya da daha sonradan verilen ek temyiz dilekçesinde temyiz denetiminin kapsamının belirlenmesi bakımından hangi hukuka aykırılıklara dayanıldığının anlaşılır bir şekilde gösterilmesi gerekir.
Bir muhakemede, çözümü amaçlanan iki temel sorun vardır. Bunlar, maddi sorun ve hukuki sorundur. Maddi sorun, “olgusal dünya”ya; hukuki sorun, “normatif dünya”ya aittir. Mahkemede önce maddi sorun, sonra hukuki sorun çözülür. Maddi sorunun çözümü geçmişte yaşanmış bir olayın temsili, nasıl gerçekleştiğinin tespitidir. Bu çözüm de sadece hukukun izin verdiği yöntemlerle gerçekleşecektir. Maddi olayın gerçeğe uygun temsil edilebilmesi öncelikle, eksiksiz soruşturma yapılması ve toplanan tüm delil araçlarının doğru değerlendirilmesine bağlıdır. Hâkim; delil araçlarını, akıl yürütmek ve bu arada tecrübe kurallarına başvurmak suretiyle, vicdanına göre değerlendirecektir. Yine akıl yürüterek boşlukları dolduracaktır. Dolayısıyla vicdani kanaate sezgilerle değil akıl yoluyla ulaşılacaktır.
Temyiz denetiminde, maddi olayın tespitinde ilk derece ve bölge adliye mahkemelerinin, sözlülük, doğrudan doğruyalık ve yüzyüzelik ilkeleri uyarınca elde edilen delilleri vicdani kanaatleri ile serbestçe takdir ederken, delillerle varılan sonucun hukuk kurallarına, akla, mantığa, genel hayat tecrübelerine ve bilimsel görüşlere uygun olup olmadığının tespiti bakımından somut dosya üzerinden görüşülüp incelenebileceği gibi maddi sorunla ilgili vaka değerlendirmelerindeki hukuka aykırılıkları da gerekçe üzerinden denetlenebilecektir.
Temyiz dilekçesinde bir temyiz nedeni var olmasına rağmen muhakeme hukukuna aykırılık iddiasının temyiz sebebi olarak gösterilmemesi ya da gösterilmekle birlikte hükme etki edecek nitelikte olmadığının anlaşılması durumunda usul hükümlerine uygunluk bakımından sadece 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesi kapsamındaki hukuka kesin aykırılık hâlleriyle sınırlı bir temyiz incelemesi yapılacak, inceleme sırasında tespit edilen ancak hükmü etkilemeyen muhakeme hukukuna aykırılıklar Yargıtay tarafından bozma nedeni yapılmayarak kararda bu aykırılıklara işaret edilmekle yetinilecektir.
Temyiz nedeninin, maddi hukuka aykırılık iddiasına dayanması hâlinde ise maddi hukuka aykırılık nedeniyle hükmün temyiz edilmesi yeterli olup cezai yaptırımların kişiler üzerindeki telafisi mümkün olmayan ağır sonuçları da gözetilerek somut olayda adaleti gerçekleştirme ve doğru bir hüküm oluşturma ile yükümlü olan Yargıtayca dosyaya yansıyan tüm maddi hukuka aykırılıklar tespit edilip temyiz edenin sıfatı da dikkate alınmak suretiyle bozma nedeni yapılması gerekecektir.
CMK’nın 289. maddesinde yazılı olan “Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da aşağıda yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık var sayılır” kuralı, hiçbir temyiz nedeni içermeyen bir temyiz başvurusunda, mutlak temyiz nedenlerinin kendiliğinden gözetileceği şeklinde anlaşılamaz. Bu noktada dilekçe yalnızca bir veya birden fazla nispî temyiz nedeni içeriyorsa, bu nedenler kabul edilmese dahi 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yer alan mutlak hukuka aykırılık hâllerinden birine dayanarak hükmün bozulması mümkündür.
III- KANUNİ DÜZENLEMELER
Uyuşmazlığın sağlıklı bir şekilde çözümlenmesi için sanıklara atılı suçlara ilişkin açıklamalarda bulunulacaktır.
1- ANAYASAYI İHLAL SUÇU
Devletin varlığı ya da bütünlüğü öncelikle Anayasa’da teminat altına alınan değerdir. Anayasa’nın 3. maddesinde, Türk Devleti’nin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu ifade edilmiş, 14. maddesinde, Anayasa’da yer alan hak ve özgürlüklerin, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak amacıyla kullanılamayacağı, üçüncü fıkrasında ise, bu amaca aykırı faaliyetlerin yaptırımlarının yasa ile belirleneceği hüküm altına almıştır.
Anayasayı ihlal suçu ise 5237 sayılı TCK’nın 309. maddesinde;
“(1) Cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılırlar.
(2) Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi hâlinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur.
(3) Bu maddede tanımlanan suçların işlenmesi dolayısıyla tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur.” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde gerekçesi ise;
“Anayasanın Başlangıç Kısmında aynen ‘Millet iradesinin mutlak üstünlüğü; egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiç bir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk dışına çıkamayacağı; Hiç bir faaliyetin Türk millî menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevî değerlerini, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;’ şeklindeki ifade ile siyasal iktidarın kuruluş ve işleyişine egemen olması gereken ilkeler gösterilmiş bulunmaktadır.
Siyasal iktidarın kuruluşu ve işleyişine egemen olan bu ilkeleri içeren kuralların bütünü, Anayasal düzeni teşkil etmektedir. Bu düzeni hukuka aykırı saldırılardan koruma amacını güden bu madde, Anayasa düzenini soyut olarak ve statik anlamda korumaktadır. Bu itibarla, madde ile korunmak istenen hukukî yarar, Anayasa düzenine egemen olan ilkeler ve istemlerdir.
Madde ile korunmak istenen hukukî yararın niteliği dikkate alınarak, sadece metin olarak Anayasayı ifade eden ve 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Kanun’un 146. maddesindeki ‘Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye Kanunu’ yerine ‘Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzen’ ibaresi kullanılmış, böylece korunmak istenen hukukî yarara açıklık getirilmiştir…” şeklinde ifade edilmiştir.
5237 sayılı Kanun’un 309. maddesinde ifadesini bulan “bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemek” tabiriyle, mülga 765 sayılı Kanun’un 146. maddesindeki ifadesiyle “tağyir”, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmak” tabiriyle “ilga”, “bu düzen yerine başka bir düzen getirmek” tabiriyle ise “tebdil” kastedilmek istenmiştir. Dolayısıyla yönelik olduğu hareketler bakımından mülga Kanun ile 5237 sayılı TCK arasında esaslı bir farklılık yoktur ancak 765 sayılı Kanun’un 146/2. fıkrasında ifade olunan; “…gerek yalnızca gerek bir kaç kişi ile birlikte kavli veya tahriri veya fiili fesat çıkararak veya meydan ve sokaklarda ve nasın toplandığı mahallerde nutuk irat veyahut yafta talik veya neşriyat icra ederek bu cürümleri işlemeğe teşvik edenler hakkında, yapılan fesat teşebbüs derecesinde kalsa dahi ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası hükmolunur Birinci fıkrada yazılı suça ikinci fıkrada gösterilenden gayri surette iştirak eden fer ’i şerikler hakkında beş seneden onbeş seneye kadar ağır hapis ve amme hizmetlerinden müebbeden memnuiyet cezası hükmolunur.” hükmüne 5237 sayılı TCK’nın ilgili maddelerinde haklı olarak yer verilmemiştir. Bu hüküm, özel iştirak hükümleri koymasının yanı sıra maddenin ikinci fıkrası gereği, “yapılan fesat teşebbüs derecesinde kalsa dahi ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası hükmolunur” ifadesiyle kalkışma suçunun “hazırlık hareketini” kalkışma suçunun cezasıyla cezalandırmaktadır.
Anayasayı ihlal suçunun faili Türk ya da yabancı, herkes olabilir . Ancak tüzel kişiler statüleri ile kişilik kazandıklarından suçun faili olamazlar. Öte yandan bu suçlarda, isnat yeteneğine sahip olmayan kimseler de fail olabilir .Anayasayı ihlal suçu tek faille işlenebilen bir suçtur. Ayrıca bu suç kamu gücünü, zor kullanma yetkisini elinde bulunduranlar, bir başka deyişle idare edenler tarafından işlenebileceği gibi idare edilen ve devletin cebir gücünü elinde bulundurmayanlar tarafından da işlenebilir. Suçun faili bakımından herhangi bir özgülük göstermemektedir. Başka bir deyişle, maddeye göre, anayasal düzeni değiştirmeye uygun şiddet ve cebir aracı kullanabilen herkes bu suçun faili olabilir. Faillik için herhangi bir kamu görevliliği veya siyasi bir konumda bulunmak koşulu bulunmamaktadır. Anayasayı ihlal suçunun (ya da anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs edenin) herhangi bir hukuka uygunluk sebebinden yararlanması mümkün değildir.
Anayasayı ihlal suçunun hukuki konusu anayasal düzenin devamına ilişkin kamusal menfaattir. Başka bir deyişle devletin varlığı veya menfaati meşru olmayan cebre ve şiddete karşı korunmaktadır. Suçun maddi unsuru, cebir ve şiddet yoluyla anayasal düzeni kaldırmaya veya yerine başka bir düzen getirmeye teşebbüs etmektir. Bu suç icra hareketleriyle işlenebilen bir suçtur ve icra hareketlerinin cebir ve şiddete dayanması gerekir.
Suçun mağdurundan söz edebilmek için bu mağdurun ya kişi statüsünde kabul edilebilmesi ya da hukukça tanınan bazı hak veya menfaatlerin hamili olabilen bir topluluk olması gerekmektedir. Bu suçun işlenmesi için önceden oluşturulmuş bir çete veya örgütün varlığı zorunlu değildir. Maddede “teşebbüs edenler” denilmiş olduğundan, suçun işlenmesi bakımından şahıs itibariyle ayırım yapılmadığı, korunan değeri zorla ihlal eden bir kimsenin konumuna bakılmaksızın bu suçun faili olabileceği görülmektedir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 07/07/1998 tarih, 9-187/272 karar). Anayasayla varlık kazanan, Anayasayı yürütme yetkisine sahip olan, Anayasa ve Kanunlarla tanınan belirli hak ve yetkilerin hamili olarak bir hukuki varlığa sahip olan ve dahası kanunla muayyen bazı kamusal menfaatlerin sahibi görülen organlar suçun mağduru olabilecektir.
TCK’nun 309. maddesinde ifade olunan “Anayasayı ihlal” suçunda fiil; “cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs etmektir”.
Anayasayı ihlal suçunda fiil hareketin kendisidir. Zira bu suçta hareketten meydana gelen, yani onunla nedensel bir neticenin gerçekleşmesi hukuken mümkün değildir. Dolayısıyla Anayasayı ihlal suçunda hareketin maksadına ulaşması hareketin neticesi değildir, 5237 sayılı TCK’da ifade olunan amaçlar, kalkışma suçunun fiil unsuru içinde erimekte ve hareketin elverişliliğini değerlendirirken göz önünde bulundurulmaktadır. Dolayısıyla Anayasayı ihlal suçu, doğrudan kastla işlenen “amaç suçu” özelliği göstermektedir. Öte yandan amaca yönelik hareketi cezalandırmak suretiyle yönelik olduğu amaca ilişkin olarak doğmuş bulunan tehlikenin kendisi bertaraf edilmek istendiğinden bu suçlar tehlike suçu özelliği gösterirler. Burada tehlikeden kastedilen, makul, gerçekleşmesi olası ve güncel olan bir tehlikedir. Dolayısıyla basit bir ihtimal Anayasayı ihlal suçuna vücut vermeye elverişli değildir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bu suçlarda cezalandırılanın, hukuken mümkün olmadığından zararın tehlikesi olmadığı, ama yöneldiği amacı açıkça belli eden tehlikenin kendisi olduğudur .Amaca yönelik bu hareket kendisi ayrıca bir suç teşkil etsin ya da etmesin, her türlü hareket olabilir. Bu sebeple Anayasayı ihlal suçu serbest hareketli bir suçtur. Suçu, amaca yönelik tek bir hareketle işlemek mümkün olduğu gibi aralarında amaçsal ve zamansal birlik bulunan birden fazla hareketle de işlemek mümkündür. Ancak bu suçta hareketin veya hareketlerin ya da bunların etkilerinin az çok devamlılık arzetmesi, suçu kesintisiz bir suç yapmaz. Dolayısıyla bu suç hareketin yapılmasıyla tüketilen ani suçlardandır. Her tüzel kişilik gibi Devlet tüzel kişiliğinin de hukuki varlığı, onun bir “statüye” sahip olmasına bağlıdır . Devletin statüsü, ona meşruiyetini veren kuruluş kanunu, bir başka deyişle mevcut siyasi düzenin üzerinde somutlaştığı metin, Anayasadır. Kalkışma suçlarında Anayasa ile anlaşılması gereken, devletin temel düzeni, anayasal yapının temel normlarıdır. Anayasanın 11. maddesi, “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” kenar başlığını taşımaktadır. Buna göre, Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Bu durumda anayasal hükümlerin bireyler tarafından da ihlali söz konusu olabilecektir. Anayasa’yı geçerliliğini aldığı ve ifadesini ilk üç maddesinde bulduğu temel norma aykırı olarak değiştirmeye, ilk üç maddeye aykırı olacak şekilde kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya ya da söz konusu ilkelerin fiilen uygulanmasına engel olmaya kalkışmak hukuka aykırı olup hiçbir toplumsal gereklilik böyle bir fiili, son tahlilde o ülkede geçerli iktidar düzeni ve mevcut hukuk sistemi ortadan kalkacağından, meşru hale getirmez. TCK’nın 309. maddesinde cezalandırılan gayrimeşru fiil, Anayasal düzenin, cebren, tamamen veya kısmen ortadan kaldırılmasına, değiştirilmesine ya da fiilen uygulanmasına engel olmaya kalkışmaktır. Maddenin gerekçesinde de; siyasal iktidarın kuruluşu ve işleyişine egemen olan ilkeleri içeren kuralların bütününün, Anayasal düzeni oluşturduğu ifade edilmektedir. Siyasal iktidarın kuruluşu ve işleyişine egemen olan ilkeler, Anayasanın ilk üç maddesinde ve ilk üç maddeye ilişkin diğer anayasal normlarda (ör. Anayasa, md. 6, 14) ifade edilmektedir.
5237 sayılı TCK’nın 309. maddesinde düzenlenen “Anayasayı ihlal suçu” kasten işlenebilen bir suçtur. Kast, doğrudan kasttır . Anayasayı ihlal suçunda kanun koyucu failin amacını, kusurluluğun varlık şartı olarak aramadığından bu suç özel kastla işlenen suçlar arasında yer almaz. Suçun kanuni tanımında adı geçen ve fiilin içinde eriyen amaçlara yönelik, doğrudan ve elverişli hareketlerle işlenen neticesiz bir suç olması nedeniyle olası kasta uygun değildir. Anayasayı ihlal suçunun suça kalkışmakla tüketilen neticesiz bir suç olması ve kalkışma hareketinin parçalara bölünme imkânının da bulunmaması nedeniyle, bu suça teşebbüs de mümkün değildir.
Anayasayı ihlal suçuna ilişkin olarak 5237 sayılı TCK’da getirilmiş özel iştirak hükümleri yoktur. Bu sebeple TCK’ndaki genel iştirak hükümleri Anayasayı İhlal suçunda da uygulanma kabiliyetini haizdir. Eğer bu suçu işlemek amacıyla örgüt kurulduysa silahlı ya da silahsız olmasına göre TCK’nın 220 veya 314. maddeleri gereği hem adı geçen maddelerde sevk edilmiş olan özel iştirak hükümlerine göre bu suçtan hem de örgüt kapsamında işlenen Anayasayı ihlal suçundan sorumluluk doğar. Anayasayı İhlal suçunda ne bir fiille kanunun birden fazla maddesi ihlal edildiği gerekçesiyle fikri içtima hükümleri uygulanabilir, ne de bu suçların işlenmesi sırasında işlenen ve ayrıca cezalandırılması gereken başka suçların mevcudiyeti söz konusu olabilir. Anayasayı ihlal suçu her ne kadar zincirleme suç şeklinde işlenebilirse de bu suçta pratikte cezanın ağırlaştırılması mümkün değildir. Zira bu suçun cezası ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıdır. Ancak yardım eden sıfatıyla suça iştirakin söz konusu olduğu durumlarda cezada indirim yapılacağından zincirleme suç hükümlerini uygulama imkânı olabilecektir.
Diğer taraftan uyuşmazlığın çözümü için ceza hukukunda “Tipiklik” ve “Nedensellik bağı” kavramlarının da ayrıca açıklanması gerekmektedir.
Suç teşkil eden haksızlığın temelini kanuni tipin gerçekleştirilmesi oluşturur. Fiilin haksızlık içeriği tipteki unsurlar içinde ifade edilmiştir. Olay hareket ve netice bakımından ifade ettiği değersizlik soyut olarak tipte gösterilmiştir. İşte bir davranışın kanuni tipteki haksızlığın tanımıyla örtüşmesi hâlinde, tipiklik gerçekleşmiş olur. Tipiklik kavramıyla suçta kanunilik ilkesi arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır. Anayasa (m. 38/1) ve Ceza Kanununda (m. 2/1) yer alan “kanunsuz suç olmaz” ilkesi, cezalandırılabilirliğin bağlantı noktasının kanundaki bir suç tipi olduğunu ortaya koymaktadır. Kanunilik ilkesi gereğince kanun koyucu hangi fiillerin suç teşkil ettiğini açık bir şekilde kanunda göstermelidir. Kanunda suç olarak tanımlanmayan bir fiilden dolayı kimsenin cezalandırılması mümkün değildir. Böylece ceza hukuku bakımından önem taşıyan hareketleri, önem taşımayanlardan ayırmak, tipikliğin önde gelen görevini oluşturmaktadır. Bunun önemli sonucu olarak, ceza hukukunu ilgilendiren hareketlerin belli normlar tarafından tarif edilmesi, hukuk düzeninin değerlendirme faaliyetinin bir parçasıdır. Bir başka deyişle, her bir suç tanımının yarattığı soyut hareket tipi, hukuk düzeninin bunlar hakkında yaptığı olumsuz değerlendirmenin konusunu oluşturur. Kısacası hareket, tipiklik yargısının konusudur (Koca … – Üzülmez İlhan, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, SeçkinYayınevi, Ankara, 2018, s 107.).
Keza hukuka aykırılık ve normatif anlamda kusurluluk yargılarının konusu da yine harekettir. Suçun bir unsuru olarak kastedilen tipiklik ise dar anlamda tipikliktir (haksızlık tipi). Her bir suça kendi özelliğini veren ve onun haksızlık içeriğini karakterize eden tanımdaki unsurlar dar anlamda tipikliği oluşturur. Haksızlık tipinin (dar anlamda tipikliğin) fonksiyonu, yasaklanmış davranışın tipik haksızlık içeriğini belirleyen, özel suç tiplerine şekil ve biçim veren unsurları göstermektir. Kanundaki her bir suç tanımı, cezayı gerektiren haksızlığın özel bir biçimini, yani “haksızlık tipini” oluşturur. Suçun kanuni tarifi (kanuni tip), bir fiilin tipik haksızlık içeriğini somutlaştıran unsurları bir araya getirme fonksiyonuna sahiptir. Böylece suç tipleri, kanun koyucunun cezaya layık olarak gördüğü davranış şekillerini belirler. Tipiklik, burada, vatandaşların tipleştirilen emir ve yasaklara göre kendilerini yönlendirmeleri fonksiyonunu yerine getirir. Buna “tipikliğin uyarı fonksiyonu” denir (Appellfunktion des tatbestandes ten alıntı Koca … – Üzülmez İlhan, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, SeçkinYayınevi, Ankara, 2018, s 108.).
Tipiklik, insan hareketlerinin soyut kavramlarla tanımlanmasıdır. Şayet somut hareket, daha önce yapılan bu soyut tanıma uygunsa, bu hareketin tipe uygunluğundan bahsedilir. Hareketin suç tipindeki fiile, hareket edenin de suç tipindeki faile uygun olması gerekir. Bu itibarla tipiklik, ceza kanununun özel kısmında tanımlanan tüm suçların taşıdıkları özellikleri bu suçlardan soyutlayarak gösteren, yani her suça uyabilen soyut, çerçeve bir model olmaktadır. Tipiklik, sadece bir suç tipinin değil, tüm suçların özelliklerini taşıyan soyut bir kavramdır. Failin tipe uygun davranmasıyla tipik haksızlık da gerçekleşmiş olur. Çünkü kanunda tanımlanan her bir suç, bu somut tanımıyla, tipik haksızlığı oluşturan davranış tarzlarını ortaya koymuş olmaktadır.
Nedensellik bağı kavramına gelince;
Dış dünyada meydana gelen değişikliğin (neticenin) bir kimseye yüklenebilmesi ve dolayısıyla onun sorumlu olabilmesi, söz konusu neticenin o kimsenin hareketinden meydana gelmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle, hareket ile netice arasında bir nedensellik bağı, bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmalıdır. Şayet hareket ile netice arasında böyle bir ilişki yoksa netice hareketten meydana gelmemişse, kısaca nedensellik bağlantısı bulunmuyorsa neticenin faile yüklenebilmesi mümkün değildir. (Artuk-Gökcen, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Turhan Kitapevi, Ankara-2007, s 412.). Hiç kimse, kendi hareketinin neden olmadığı, kendi hareketinin sonucu olmayan bir neticeden sorumlu tutulamaz. Bir neticeden dolayı sorumlu tutulabilmenin temelini, hareket ile netice arasındaki sebep-sonuç ilişkisini ifade eden nedensellik bağı oluşturur. Sırf hareket suçlarında, suçun oluşması için hareketin yapılması yeterli olduğundan, bu suçlarda nedensellik bağı problemi ortaya çıkmaz. Nedensellik bağı, kanuni tanımında hareketin yanı sıra neticeye de yer verilen suçlarda gerekli olan bir olgudur (Koca … – Üzülmez İlhan, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, SeçkinYayınevi, Ankara, 2018, s 131.).
Neticeli suçlarda, tamamlanmış bir suçun kabulü, tipe uygun neticenin gerçekleşmesine bağlıdır. Ancak bu suçlarda, sadece hareketin varlığının ve neticenin gerçekleştiğinin belirlenmesi yeterli olmayıp, hareket ile netice arasında belli bir bağın bulunması da gerekir. Şayet hareketle netice arasında nedensellik bağı yoksa, o netice faile yüklenemez.
Nedensellik bağı, neticeli suçlarda, suçun kanunda tanımlanmayan unsurları arasında yer almaktadır. Nedensellik bağı konusu, ceza hukukunda çoğu zaman bir sorun olarak karşımıza çıkmaz. Bu yüzden, ceza kanunları, genelde, nedensellik bağıyla ilgili olarak bir düzenlemeye gitmezler. Esasen bu konuda bir düzenlemeye gidilmesi gerekli de değildir. Zira nedensellik bağı, her neticeli suçta mutlaka bulunması gereken doğal bir olaydır. Bir başka deyişle, hareket ile netice arasındaki bağı ifade eden nedensellik, hukuki bir konu ve kavram olmayıp, doğa kanunlanna göre belirlenecek bir husustur. Nitekim hem mülga 765 sayılı TCK’da, hem de 5237 sayılı yeni TCK’da nedensellik bağına ilişkin genel bir hükme yer verilmemiştir. Özel kısımda yer alan suçların çoğunda da nedensellik bağına vurgu yapan bir açıklamaya rastlanmaz. Bununla birlikte, bazı suçların (netice sebebiyle ağırlaşmış yaralama, kasten yaralama.) tanımında bu bağı belirten kelimelere yer verilmektedir. (Koca … – Üzülmez İlhan, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, SeçkinYayınevi, Ankara, 2018, s 132.). Türk Ceza Hukuku sistematiğinde nedensellik bağlantısının tespitinde, sonuca etkili olan her şart dikkate alınmalı ve bu şartlar arasında neticeyi meydana getirmeye elverişli olan, en etkili şartla nedensellik bağı (maddi nedensellik) kurulmalıdır (Artuk-Gökcen, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Turhan Kitapevi, Ankara-2007, s 425.).
Anayasayı ihlal suçunda cezalandırılan hareket anayasal düzeni tehlikeye koyan icra hareketleridir. Ülkemizde de devletin birliğine ve bütünlüğüne, anayasal düzenine karşı işlenen fiiller, bu amaçla kurulmuş terör örgütlerinin faaliyeti çerçevesinde işlenmektedir. Bu tür terör örgütlerinin araç fiil olarak ifade edilen ve maddede belirtilen amaçlara yönelmiş olan adi suç niteliğindeki kasten öldürme, kasten yaralama, yağma, mala zarar verme vb. fiilleri işlemelerindeki gaye; kamu düzenini bozmak, kamu otoritesini zayıflatmak, toplumda kargaşa yaratmak, toplumun şiddet yoluyla siyasallaşması ve kutuplaşmasının yolunu açmak toplumun karşı koyma gücünü felce uğratmaktır. Fail için işlenen araç suçla ortaya çıkan somut zarar neticesi değil (yakın netice), bu fiilin toplum üzerinde meydana getirdiği etki (uzak netice) önem arz etmektedir. Fail, işlediği araç fiillerle devlet otoritesinin, ülkesinde yaşayan halkın güvenliğini koruma görevini gerçekleştiremediği, zayıfladığı ve işlerliğini yitirdiği imajını yaratmaya çalışarak devlete olan güveni sarsmayı amaçlar. Ülkede yaşanan kaos ortamı ve toplumda yaşanan korku ve endişe, yöneticilerde ve halkta istenileni vererek kaos ortamını bitirme iradesini doğurur, yöneticileri belli kararları almaya ya da politikalarını değiştirmeye zorlar ve bu da idari, siyasi, ekonomik ve toplumsal sistem değişikliklerini sonuçlar. Bu suretle de fail, esas gayesi olan devletin birliğini ve bütünlüğünü bozma ya da anayasal düzenini değiştirme amacına ulaşmaya çalışır. (N.K. Topçu Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar Sayfa 89, 90, Dönmezer Tedhişçilik sh.56). Söz konusu düzenlemeye esas itibariyle cezalandırılmak istenen, amaçların gerçekleştirilmesine yönelik araç fiil ile ortaya çıkan yakın netice değil, araç fiilin işlenmesi ile suçun konusunun zarara uğraması tehlikesidir. Yasa koyucunun düzenlemenin ikinci fıkrasında amaca yönelik araç fiillerinin ayrıca cezalandırılacağını kabul etmesi de bu hususu desteklemektedir. Söz konusu düzenleme dikkate alındığında; araç fiilin işlenmesine yönelik icra hareketinin, hem zarar ya da tehlike suçu niteliğindeki araç fiilin (TCK’nın 309/2. maddesi) hem de tehlike suçu niteliğindeki amaç suçun (TCK’nın 309/1. maddesi) “fiil” unsurunu teşkil ettiği görülmektedir.” (N.K. Topçu Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar Sayfa 89, 90). Suç teşkil eden her fiilin de amaç suçu oluşturmak için yeterli/elverişli olmadığı açıktır. Fiilin bu niteliği taşıyıp taşımadığı ise her olayın özelliğine göre; fiilin niteliği, işleniş biçimi, işlenme zamanı, toplumda meydana getirdiği etki, ortaya çıkan zarar ve tehlikenin ağırlığı, örgütün amacı, faaliyet alanı, ülke genelindeki organik bütünlüğü gibi ölçütler değerlendirilerek takdir edilecektir. Toplumda kaos ve tedirginlik oluşturacak, devlet otoritesine olan güveni sarsacak, kamu düzenini, toplum barışını bozarak devletin anayasal düzeni bakımından somut tehlike meydana getirecek yoğunluk ve ciddiyetteki eylemlerin amaç suç yönünden elverişli olduğu kabul edilmektedir. Güdülen amacın gereği olarak bu eylemlerin belli bir kişi ya da kitleye tevcih edilmesi gerekmez. Amaç tedhiş ortamı oluşturmak olduğuna göre hedefin muayyen veya gayrımuayyen olmasının da bir önemi yoktur. Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun 25.03.1983 tarihli 70-73 sayılı kararı ile suça teşebbüsün kabulü için aranan elverişli vasıtalarla cebri eylemlere başlanıp başlanmadığı araştırılırken ve vasıtanın elverişliliği takdir edilirken tek tek yapılan eylemlerle amaçlanan hedefler arasında doğrudan doğruya bağ kurmak yoluna gidilirse (mülga) TCK’nın 146. maddesinin (mer’i TCK madde 309) de hiçbir olaya uygulanamayacağı ortaya çıkar. Bu sebeple gerçekleştirilen eylemlerin ve bu eylemlerde kullanılan vasıtaların tehlikeyi doğuracak eylemin yapılmasına elverişli olup olmadığının takdiri yeterli kabul edilmiştir.
2- HÜKÜMETE KARŞI SUÇ
5237 sayılı TCK’nın “Millete ve Devlete Karşı Suçlar” kısmının beşinci bölümü olan “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar” başlığı altında, anayasal düzenin işleyişini sağlayan organlara karşı işlenen suçlar arasında yer alan “Hükümete Karşı suç” 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde;
“(1) Cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs eden kimseye ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilir.
(2) Bu suçun işlenmesi sırasında başka suçların işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı ilgili hükümlere göre cezaya hükmolunur.” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde gerekçesi ise;
“Madde, Türkiye Devletinin egemenlik unsurunun oluştuğu üç güçten yönetim gücünü temsil eden Hükûmetin, Anayasa hükümlerinin müsaade etmediği usullerle ve dolayısıyla Anayasa hükümlerine aykırı olarak ortadan kaldırılmasına veya böyle olmamakla birlikte görevini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs edenleri cezalandırmakta ve bu suretle 363 ve 365 inci maddeler Anayasa düzeninin temel organlarının ortadan kaldırılmasına veya görevlerinin engellenmesine yönelik teşebbüse ait icra hareketlerini tam suç gibi cezalandırmaktadır. Teşebbüsü meydana getirecek hareketlerin ne gibi bir nitelik taşıması gerektiği hususunda 363 üncü maddenin gerekçesine bakılmalıdır….” şeklinde olup maddenin uygulanmasına ilişkin gerekçe ise; “…soyut olarak Anayasa düzenine hâkim olan ilke ve sistemleri koruma amacını güderken bu madde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik unsurunun oluşturduğu üç güçten birini ve yasama gücünü oluşturan Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Anayasa kurallarına uygun bir biçimde görevlerini yerine getirebilmesi yeteneğini korumaktadır…” olarak ifade edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Hükumetini Cebren Iskat veya Vazife Görmekten Cebren Men Etme Suçu güncel dilde kısaca “darbe” olarak belirtilmektedir. Türk Dil Kurumu sözlüğünde darbe; “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya ordu gücü ile demokratik olmayan yollardan devlet yönetiminin ele geçirilmesi” (E.Teziç, Anayasa Hukuku, 20. Bası, s. 188) veya cebir ve şiddetle hükümeti istifa ettirme veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirme işi”, cunta ise; “bir ülkede yönetime el koyan kimselerden oluşan kurul” olarak tanımlanmaktadır. Gerekçe içerisinde “cunta” terimi yönetimi ele geçirmek isteyenleri de kapsayan geniş anlamda kullanılmıştır.
Gerek 765 sayılı TCK’nın 147. maddesi, gerekse 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesi ile Bakanlar Kurulunun fonksiyonları ile devletin yürütme gücünün icra organı olan hükumet, bir bütün olarak varlığına yönelen saldırılara karşı ağır cezai yaptırımlar getirilmek suretiyle korunmak istenmektedir.
Siyasi iktidar aleyhine işlenen cürümler, siyasi iktidarın ideolijik prensiplerinin, siyasi iktidar düzeninin, siyasi iktidarın hukuka uygun bir şekilde teşekkülünün, siyasi iktidarın prestijinin ve siyasi iktidar fonksiyonlarının himayesini sağlamaktadır.
5237 sayılı TCK’nın 312. maddesi de siyasi iktidar fonksiyonlarının himayesini temin eden hükümlerdendir. Siyasi iktidarın mevcudiyeti, milli iradeye dayanarak müşterek menfaatler doğrultusunda anayasanın tayin ettiği fonksiyonları icra etmesine bağlıdır. Siyasi iktidar fonksiyonları, amme hizmeti/kamu hizmeti olarak tezahur eder. Fonksiyon organın varlığını, mevcudiyet sebebini veren şeydir. Fonksiyonlar organa anayasa tarafından tanınmıştır. Bu durumda maddenin koruma mevzuunun bir bütün olarak fonksiyon olduğu aşikardır.Bir organın fonksiyonu, onun mevcudiyetini ifade eder. 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesi (mülga 765 sy. TCK’nın 146,147. maddesi), fonksiyonun gerçekleşebilmesi imkanını sağlamaya çalışmaktadır. Burada fonksiyon mücerret bir mahiyet taşımaktadır. Yani organın fonksiyonu serbestçe icra edebilme imkan ve hakimiyeti korunmaktadır. (Çetin Özek a.g.e. syf. 214, 215 ). İcra/Yürütme organı hem idari hem de icrai fonksiyonlar görmektedir. Yani icra organının fonksiyonları hem siyasi hem de idari iktidarı ilgilendirmektedir. Anayasamıza göre siyasi icra fonksiyonunu kullanan heyet Bakanlar Kuruludur. İcra fonksiyonu hükumet mefhumu ile birleşmekte ise de bu fonksiyonun siyasi karakterleri ile idari karakterleri birbirinden ayrılmakta ve merkezi teşkilatın kontrolü altında ayrı bir idari teşkilat ortaya çıkmaktadır. Netice itibariyle siyasi iktidarın bir parçası olan icra fonksiyonu, idari fonksiyonundan farklı bir kavramdır. 5237 sayılı TCK’nın 312. (mülga 765 sayılı TCK’nın 147.) maddesinin konusunun, siyasi iktidarın icra fonksiyonları olduğu söylenmelidir. Yoksa idari fonksiyon kapsamında kalan bakanlıklar veya sair kamu kurumlarının idari işlem ve eylemleri/ kamu hizmetleri değildir. Bu faaliyetlere/fonksiyonlara karşı ika edilen eylemler, Devlet/kamu idaresinin işleyişi aleyhine suçların konusu olabilir. TCK’nın 312. maddesinde tanımlanan suç yönünden önemli olan ölçüt, Anayasa ile düzenlenen bir kurumsal yapıya sahip olan Bakanlar Kurulunun işlevini yerine getirmeyi engelleme amacıdır (İzzet Özgenç, Suç Örgütleri 12. Bası, sh. 282). Fiilin bütün halinde Bakanlar Kurulu aleyhine işlenmesi gerekir. Bakanlar Bakanlar Kurulunun birer üyesi olarak siyasi icra iktidarını ellerinde bulundurmaktadırlar. Buna karşılık başı bulundukları hizmet hiyerarşisi içinde de idari fonksiyonu göstermektedirler. Bu mahiyetleri itibariyle de devlet kuvvetini devlet hakimiyetini kullanmaktadırlar. Fakat iktidarın muhtevası idaridir ve (765 sy TCK md.147) 312. maddenin himaye sınırına girmez. (Çetin Özek Age sayfa 253-262) 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde ifade edilen icra vekilleri heyetinden kasıt hükûmettir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 312. maddesi anlamında Hükûmet; suç tarihi itibariyle Bakanlar Kurulu olarak tecessüm etmektedir. (Anayasa madde 109) Ancak 21.01.2017 tarih, 6771 sayılı Kanunun 10 maddesi ile yapılan değişiklikten sonra ise Anayasanın 104 ve 106. maddeleri gereğince Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlardır.
Suçun konusu, Anayasal düzenin temel organlarından olan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik unsurunun oluştuğu üç güçten, yönetim gücünü temsil eden hükûmettir. Cebir kullanılarak Hükûmetin görevini yapamaz hale getirilmesinde Anayasal düzen bozulduğundan, Anayasayı ihlal suçu oluşmakta iken, Anayasal düzen bozulmadan da Bakanlar Kurulunun görevlerini yapmasının kısmen veya tamamen engellendiği durumlarda “Hükûmete karşı suç”tan söz edilebilecektir. Bu suç teşebbüs suçudur. Suçun oluşumu için Anayasa ile düzenlenen kurumsal yapıya sahip Hükûmetin işlevini yerine getirmeyi engelleme amacına yönelik cebir ve şiddet kullanılması gereklidir.
Hukuki değer, kanun koyucunun suç tipini düzenlerken göz önünde bulundurduğu ve korunmasını istediği irade olarak da anlaşılabilecektir, bu nedenle “Hükümete karşı suç”u düzenleyen TCK’nın 312. maddesinin gerekçesi incelendiğinde söz konusu suç bakımından korunan hukuki değer, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik unsurunu meydana getiren üç güçten yönetim gücünü temsil eden hükümetin, ortadan kaldırılması veya görev yapmasının engellenmesinin önlenmesidir. Bu şekilde hükümetin (ya da Bakanlar Kurulunun), Anayasaya uygun olarak görevini yerine getirmesinin sağlanması amaçlanmaktadır. Söz konusu amaç 1982 Anayasasının 8. maddesinde, “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu ta-rafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir” şeklinde düzenlenmiştir. Düzenleme ile, Hükümet ya da Bakanlar Kurulunu bir bütün hâlinde korunmaktadır. Bu nedenle tek bir bakanın ya da her biri ayrı görevler icra eden bakanlıkların, bu madde kapsamındaki korumadan yararlanamayacağı söylenebilir. Anayasal Düzen aleyhine işlenen suçla aynı hukuki değeri ihlal etmektedir. Devleti meydana getiren dinamik unsur siyasi iktidar olduğuna göre, bir devletin mevcudiyeti ve devamı iktidarın himayesine bağlıdır. Hukukun egemen olduğu eski dönemden bu yana siyasi kuvvetler himaye edilegelmiştir. Devletin otoritesinin mevcudiyeti siyasi iktidarın himayesi ile sağlanmaktadır.
Hükümete karşı suçun failinin, diğer suç tiplerinde olduğu gibi mutlaka gerçek kişi olması gerekir. Özgü suçlar olarak ifade edilen bazı suçlar bakımından ise failin insan olmasının yanında özel bir yükümlülük altında bulunması ve belli niteliklere sahip olması aranmaktadır. Hükümete karşı suçun faili olmak bakımından belli nitelikler (resmî veya siyasi sıfata sahip olmak, vatandaş olmak gibi) aranmamış olup, bu suçun faili herkes olabilir. Dolayısıyla hükümete karşı suç, özgü suç değil, genel suçtur. Hükümete karşı suçun faili, tek bir kişi olabileceği gibi birden fazla kişi de olabilir. Hükümete karşı suçun da aralarında bulunduğu bazı suçları işlemek amacıyla TCK’da “Silahlı örgüt” ve “Suç için nlaşma” başlıklarıyla düzenlenen 314 ve 316. maddelerdeki hükümlerin ihlali halinde failin tek bir kişi olamayacağını belirtmek gerekir. Suçun gerçekleştirilmesi için silahlı örgüt kurulması halinde TCK’nın 314/3. maddesinde de ifade edildiği gibi suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin hükümlerden yararlanılacaktır. Suç örgütlerini düzenleyen 5237 sayılı TCK’nın 220/1. maddesine göre, “örgütün varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması” gerekmektedir. Şu hâlde suçun işlenmesi için silahlı örgüt kurulması hâlinde en az üç failin varlığından söz edilebilecektir. Suç için anlaşma suçunu düzenleyen TCK’nın 316/1. maddesinde ise hükümete karşı suçun işlenmesi amacıyla iki veya daha fazla kişinin aralarında anlaşması ayrı bir suç tipi olarak düzenlenmiştir. Bu durumda en az iki failin bulunması gerekmektedir.
Ceza hukuku bakımından bir suçun varlığı ve suçtan sorumluluğun söz konusu olabilmesi için suç tipinde öngörülen hareketin gerçekleştirilmesi yeterli değildir. Manevi unsur olarak ifade edilen, fail ile fiil arasındaki manevi (psikolojik) bağın da kurulması gerekmektedir. Bu bağ suçun kasten veya taksirle işlenmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Hükümete karşı suçun, manevi unsuru kast olup, taksirle işlenmesi mümkün değildir. Zaten TCK’nın 312. maddesinde de tamamlanmış suç gibi kabul edilen ancak teşebbüs aşamasında kalan bir suçtan bahsedildiğinden ve taksirle bir suça teşebbüs edilemediğinden, bu suçun taksirle işlenmesi söz konusu olamayacaktır. Failin, söz konusu hükümde öngörülen fiili bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesi gerekmektedir. Dolayısıyla hükümete karşı suçun genel kastla işlenebileceği, suçun oluşması bakımından herhangi bir amaç veya saikin önemli olmadığı ifade edilmelidir. Bu noktada TCK’nın 312. maddesindeki düzenleme göz önünde bulundurularak, amaç veya saik hususuna ayrıca değinmek gerekmektedir. Bazı suç tiplerinde failin, fiilini bilerek ve isteyerek gerçekleştirmesinin yanında belirli bir amaç veya saik doğrultusunda hareket etmesi, o suçun manevi unsuru kapsamında değerlendirilmektedir. Bu suçlar bakımından fail, kasten hareket etmekle birlikte suç tipinde belirtilen amaç veya saikle hareket etmedikçe o suçun varlığından söz edilmemektedir. Failin amaç veya saikle harekete geçmesi doktrinde “özel kast” şeklinde ifade edilmektedir. 5237 sayılı TCK, genel kast-özel kast ayrımını kaldırmakla birlikte, doktrinde ve yargı kararlarında bu ayrıma değinilmesi, hükümete karşı suçun bu anlamda açıklanmasını gerektirmektedir. Düzenleme ve gerekçeden de anlaşılacağı gibi, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmektir. Tipik eylem açısından yukarıda yer verilen madde gerekçesinde yapılan açıklamalar nazara alınmalıdır. Suçun bir teşebbüs suçu olduğu görüldüğünden neticenin gerçekleşmesi aranmaz. Nihai amaca yönelen elverişli eylemlerin cebir veya tehdit kullanarak ika edilmesi gerekir. Kanunun aradığı cebrilikten maksadın fiziki/maddi cebir olduğu açıktır. Suç, cebir ve şiddet kullanılarak Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs edilmesi suretiyle işlenmektedir. 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde suçun tamamlanması için ıskat veya men neticelerinden birinin varlığı aranırken, 5237 sayılı TCK’nın 312. maddesinde maddi bir neticenin doğumu aranmamış, teşebbüs edilmesi yeterli görülmüştür. Suç, 3713 sayılı Kanunun 3. maddesinde sayılan mutlak terör suçlarındandır. Korunan değerlerin önemi ve kanun metninde sayılan amaçlara ulaşıldığında suçun cezalandırılabilirliğindeki güçlük/imkansızlık nedeniyle suç bir teşebbüs suçu olarak düzenlenmiş hatta suçun hazırlık hareketleri de yaptırıma bağlanmıştır. (TCK’nın 314, 316 md. gibi) Bu haliyle suç aynı zamanda bir somut tehlike suçudur. 765 sayılı TCK’nın 147. maddesinde suçun tamamlanması için ıskat veya men neticelerinden birinin varlığı arandığından suçun netice/zarar suçu olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu suçun oluşabilmesi için, işlenen fiilin cebri nitelikte olması ve bu amaçları gerçekleştirmeye elverişli bulunması gerekir.(Yargıtay CGK. 09.02.2010 t. 2009/9-103, 2010/22) Cezalandırılan hareket devletin hayatını tehlikeye koyan icra hareketleridir. “Tehlike suçunda ancak kast edilen neticenin gerçekleşebilme tehlikesini doğuran fiillerin teşebbüs kapsamında kaldığının kabulü gerekir. Bu nedenle fiilin kast edilen neticeyi elde etmeye uygun ve elverişli olması ve elverişli vasıtalarla zorlayıcı fiillere girişilmiş bulunması gerekmektedir. Fiilin elverişli olup olmadığı ise genel ve soyut bir belirleme dışında fiilin işlenme şekli, zamanı ve diğer bütün şartları birlikte değerlendirmek suretiyle tespit etmek gerekir.” (Yargıtay 9. Ceza Dairesi 12.05.1987 tarih, 738/2514). “Burada önemli olan ölçüt Anayasa ile düzenlenen bir kurumsal yapıya sahip olan Bakanlar Kurulunun işlevini yerine getirmeyi engelleme amacıdır. Bu itibarla belirli bir bakana karşı istifasını sağlamaya yönelik olarak cebir veya tehdit uygulanması halinde uygulanan cebir veya tehdit kurumsal olarak Bakanlar Kurulunun işlevini engellemeye yönelik olmadığı için TCK’nın 312. maddesinde tanımlanan hükümete karşı suç oluşmaz. Bu durumda TCK’nın 106. maddesinde tanımlanan tehdit veya 108. maddesinde tanımlanan cebir suçu oluşacaktır. Buna karşılık başbakana karşı istifasını sağlamaya yönelik olarak cebir veya tehdit uygulanması halinde uygulanan cebir veya tehdit kurumsal olarak Bakanlar Kurulunun işlevini engellemeye yönelik olduğu için TCK’nın 312. maddesinde tanımlanan hükumete karşı suç oluşur. Zira başbakanın istifası Anayasayla düzenlenen bir kurumsal yapıya sahip olan hükumetin istifasını sonuçlamaktadır.” (Suç Örgütleri, İzzet Özgenç, 13. Basım, Sayfa 296). “Bir bakan veya başbakan aleyhine işlenen fiil Bakanlar Kurulunun görev ifasına mani olacak mahiyette ise bu takdirde hükumet fonksiyonunun engellendiğini kabul etmek mecburiyeti mevcuttur.” (Çetin Özek, Siyasi İktidar Düzeni ve Fonksiyonları Aleyhine Cürümler, Sayfa 262). “Cebrin gayeye erişmek için vasıta olarak kabulü yeterlidir. Fakat cebri hareketin mevcudiyetinin failin esas fiilinde bulunması şart teşkil etmez. Cebrin faillerden her biri tarafından ika edilmiş olması da şart değildir. Bütün faillerin iradesinin zımnen veya sarahaten cebre matuf olması halinde birinin bilfiil cebri ika etmiş bulunması dahi cebir unsurunun tahakkuku yönünden yeterli sayılmak lazım gelir. …Nihayet cebir hareketin ikaı sırasında veya ikaından sonra teşekkül etmemiş olabilir. Harekete tekaddüm eyleyebilir.” (Çetin Özek, a.g.e. Sayfa 157). “Faildeki suç işlemek kastı ile cebir ve şiddete ilişkin elverişli vasıtaların sadece varlığını teşebbüs suçunun tamam olması bakımından yeterli gördüğümüzde, mağdur üzerinde cebir ve şiddet fiili olarak kullanılmaya başlanmasa bile suçun tamam olduğu kabul edilecektir…” (Prof. Dr. Ersan Şen, Dr. H. Sefa Eryıldız,Suç Örgütü, 4. Baskı, Sayfa 665). 5237 sayılı TCK’nın 312. Maddesindeki düzenlemede, teşebbüsün tamamlanmış suç gibi cezalandırılması nedeni ile suçun somut tehlike suçu olduğu söylenebilir. Ancak bu tespitin mutlak bir sınırlama olmadığı, cezalandırılabilir eylemin asgari aşamasına ilişkin bir belirleme olduğu gözetilmelidir. Amacın gerçekleşmesi halinde suçun bir zarar suçuna dönüşeceğinde kuşku yoktur. Teşebbüsü suç oluşturan fiilin, tamamlanmış halinin de evleviyetle/ a priori suç olacağı mantıki bir zarurettir. Azı suç olanın çoğunun suç olmayacağını ileri sürmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Tipik eyleminin hazırlık hareketi aşamasında kalıp kalmadığı sorunu bakımından ise, elverişli/vahim eylemin, hazırlık hareketi aşamasından icra hareketi safhasına geçmesi, en azından teşebbüs boyutuna ulaşması, “amaçlanan sonucu doğurabilecek icra hareketi olarak belirginleşmesi gerekir.” (Yargıtay CGK. 09.02.2010 t. 2009/9-103, 2010/22) Suç yolunda gerçekleştirilen hazırlık hareketlerinin tamamlanmış suç kabul edilip cezalandırılmadığı hâllerde eylemin hangi şartlarda icra hareketi sayılacağı sorunu ile karşılaşılır. Sorunun çözümü bağlamında ortaya konan ve 5237 sayılı TCK’nın 35. maddesinin gerekçesinde “Eğer failin kastının şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkmasıyla icranın başlayacağı yolundaki sübjektif ölçüt kabul edilirse, kişinin düşüncesi ve yaşam tarzı dolayısıyla cezalandırılmasına varabilecek bir uygulamaya yol açılacaktır. Çünkü hazırlık hareketleri aşamasında da kastın varlığının şüpheye yer vermeyecek biçimde tespit edilebilmesi mümkün olup, böyle bir ölçüt hazırlık–icra hareketleri ayrımı konusunu bir kanıtlama sorunu haline getirmektedir… Açıklanan bu nedenlerle, Tasarıdaki ‘kastı şüpheye yer bırakmayacak’ ölçütü madde metninden çıkartılmış ve bunun yerine “doğrudan doğruya icraya başlama” ölçütü kabul edilmiştir. Böylece işlenmek istenen suç tipiyle belirli bir yakınlık ve bağlantı içindeki hareketlerin yapılması durumunda suçun icrasına başlanılmış sayılacaktır.” denilmekle benimsenen, (Centel/Zafer Çakmut, (4), s. 455; Öztürk/Erdem, kn. 359; Hakeri, Ceza Hukuku, (15), s. 423 vd.; Özbek, Teşebbüs ve Kusurluluğa, s. 20.- Prof. Dr. … Koca ve Prof. Dr. İlhan Üzülmez Türk Ceza Hukuku Genel Hükümleri s. 408) Yargıtay tarafından da uygulanagelen (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 19.10.2010 tarih 1-153/206 sayılı kararı vb.) objektif teori- Frank formülüne göre; Suçun kanuni tarifinde unsur veya nitelikli hal olarak belirtilmiş hareketlerin gerçekleştirilmesi hâlinde icra hareketlerinin başladığını kabul etmek gerekir. Gerçekleştirilen bir hareketin icra hareketi teşkil edip etmediğinin belirlenmesinde, hareketin harici olarak değerlendirilmesiyle yetinilmemeli, özellikle bu hareketin suçun konusuyla yakın bağlantı içerisinde olup olmadığı ve suçun konusu bakımından tehlikeye sebebiyet verip vermediği de araştırılmalıdır. Bir hareket kısmi olarak tipik olmasa da mahiyeti itibariyle yapılan değerlendirmeye göre tipik harekete zorunlu olarak bağlı ise icra hareketi sayılmalıdır. (Prof. Fatih Selami Mahmutoğlu, İçel Ceza Hukuku Genel Hükümler Sayfa 503 ve devamı, s. 569-570; Centel/Zafer Çakmut, (4), s. 455; Öztürk/Erdem, kn. 359; Hakeri, Ceza Hukuku, (15), s. 423 vd.; Özbek, Teşebbüs ve Kusurluluğa, s. 20.- Prof. Dr. … Koca ve Prof. Dr. İlhan Üzülmez Türk Ceza Hukuku Genel Hükümleri s. 408). Hükumetin ortadan kaldırılması veya görevinin engellenmesi, failin suçla elde etmeye çalıştığı amaçtır. Amacını gerçekleştirmek için cebir ve şiddetle icraya başladığı takdirde suç oluşur. Fakat amaca yönelik olarak icrasına başlanılan hareketin, amaca yönelik tehlike oluşturmaya uygun ve elverişli bulunması gerekir. Elverişli hareketin belirlenmesinde hareketin ortadan kaldırma veya engelleme neticelerine elverişliliğini değil bu neticeler bakımından tehlike oluşturup oluşturmadığının incelenmesi gerekir. Failin korunan değeri tehlikeye düşürmeye elverişli bir hareketle icraya başlaması yeterlidir. Diğer yandan, suçun cebir ve şiddetle işlenmesi gerekliyse de icrasına başlanılan hareketin de mutlaka cebir ve şiddet içermesi zorunlu değildir. Failin amacına yönelik olarak başladığı icra hareketinden hareketi tamamlamaya yönelik biçimde devam edecek olan davranışlarının cebir ve şiddet içereceğinin anlaşılması yeterlidir.
Suçun mağduru bakımından ise, bazı suçlarda toplumu oluşturan herkes gibi, belirli kişi veya kişiler de mağdur olabilmektedir. Hükümete karşı suçu bu kapsamda ele almak gerekecektir. Zira yalnızca gerçek kişiler mağdur olduğundan, hükümet bu suçun mağduru olamayacaktır. Diğer yandan söz konusu suç bakımından, suçun konusunun belli bir kişi veya kişilere ait olduğu söylenebilir. Bu yönüyle, hükümete karşı suçun dar anlamda mağduru hükümet üyeleri olarak ifade edilebilir. Ancak hükümetin sadece belli kişilere ait olarak düşünülmesi ve mağdurun bu kişiler olarak görülmesi, bu suç bakımından korunan hukuki değerle bağdaşmamaktadır. Bu anlamda hükümete meşru olmayan müdaha¬lelerde bulunulması ve onun Anayasaya uygun olarak görevlerini yerine getirmesinin engellenmesi durumunda o toplumda yaşayan bireylerin tamamı mağdur olmaktadır. Dolayısıyla hükümete karşı suçun, geniş anlamda mağduru toplumda yaşama hakkına sahip olan herkestir.
Hükümete karşı suç bakımından TCK’da düzenlenen ve failin eylemini hukuka uygun hale getiren bir nedenden bahsetmek mümkün görünmemekte, sadece TCK’nın 26. maddesinde düzenlenen hakkın kullanılması, anayasal bir kurum olan güvenoyu mekanizmasıyla hükümetin düşürülmesi bakımından değerlendirilebilir. Ülkenin içinde bulunduğu koşulların darbe yapmayı zorunlu kıldığı, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun suç tarihinde mer’i 35. maddesindeki “Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesi; Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak” şeklindeki düzenlemenin Türk Silahlı Kuvvetlerine cumhuriyeti koruma ve kollama görevini verdiği savunulmakla, İç Hizmet Yasasındaki düzenlemenin, anayasal hükümler karşısındaki etkisinin değerlendirilmesi bakımından hukuka aykırılık ve uygunluk kavramları üzerinde durmak gerekecektir. Hukuka aykırılık genel bir ifadeyle, hukuka (hakka) karşı gelmek (Heinrich l kn 305) onunla çatışma halinde olmak demektir. Suçun unsuru olarak hukuka aykırılık ise, işlenen fiile hukuk düzeni tarafından cevaz verilmemesi, bütün hukuk düzeni ile çelişki ve çatışma halinde bulunması anlamına gelmektedir. (Koca, Üzülmez, A.g.e.s. 252)
Bir davranışın tipe uygunluğunun belirlenmesiyle suç teşkil eden haksızlık gerçekleşmiş olur. Bu davranışın, hukuka uygunluk sebeplerinden birinin bulunmasıyla hukuka uygun olup olmadığına da bakılmalıdır. Şayet olayda bir hukuka uygunluk nedeni yoksa, tipe uygun davranış aynı zamanda hukuka aykırı olacaktır. Suçun hukuka aykırılığını ortadan kaldıran ve dolayısıyla fiilin suç teşkil etmesini engelleyen bu nedenlere hukuka uygunluk sebepleri veya haksızlığı ortadan kaldıran sebepler denir. Türk Ceza Hukukunda, kanunun hükmünü yerine getirme veya görevin ifası (Mülga 765 sayılı TCK’nın 49/1, 5237 sayılı TCK’nın 24/l maddesi) bir hukuka uygunluk nedeni olarak yer almıştır. Kanunun hükmünü yerine getirme hâlinde, yetki doğrudan doğruya kanundan alınmaktadır. “Kanun” deyiminden yazılı hukuk kuralının anlaşılması gerekir. Bu nedenle kanunlara uygun şekilde yürürlüğe konulan tüzük ve yönetmelikler gibi düzenleyici işlemlerin de kanun kapsamında olduğu kabul edilmelidir. (Önder Ceza Hukuku Dersler s. 228) Şüphesiz “kanun hükmü” kavramına ceza kanunları dışındaki kanunlar da dahildir. (Koca -Üzelmez a.g.e. s. 262) Ancak burada önemli olan herhangi bir kanunun verdiği yetkiden doğan görevin, gereklerine uygun olarak yerine getirilmiş olmasıdır.
Türkiye’de idari yapının oluşmasında, tarihi gelişim ve deneyler sonucu merkezden yönetim ve yerinden yönetim biri birini tamamlayan ilkeler olarak ortaya çıkmış ve sürekli uygulama bulmuştur. Bunun sonucu olarak Devlet tüzelkişiliğinden başka, onun yanında, çeşitli kamu tüzelkişileri ortaya çıkmıştır. Bir başka deyimle, bugün kamu hizmetleri genel idare başta olarak üzere, mahalli idareler ve hizmet yerinden yönetim kuruluşları tarafından yürütülmektedir. (Yargıtay (Kapatılan) 16. Ceza Dairesinin 30.06.2021 tarihli ve 1223-4667 sayılı kararı). Maddede idarenin kuruluş ve görevleri bakımından bir bütün olduğu ilkesi getirilmek suretiyle, Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve Milletiyle bölünmez bütünlüğünün de bir sonucu olarak, idarenin yerine getirdiği çeşitli görevlerle bu görevleri yerine getiren kuruluşlar arasında birlik sağlanmaktadır. Dolayısıyla, nitelikleri gereği bazı hizmetler ayrı tüzelkişiler eliyle görülmek yoluna gidilse de, idarenin bütünlüğü ilkesinin gereği olarak bunlar denetime bağlı kalacaklardır. Ayrıca, bu tür kamu tüzelkişileri için, Anayasa ve kanunlarda özel hüküm bulunmayan durumlarda, Anayasanın idareye ilişkin genel ilke ve hükümleri uygulanacaktır. Ülkenin içinde bulunduğu koşulların darbe yapmayı zorunlu kıldığı, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun suç tarihinde mer’i 35. maddesindeki “Türk Silahlı Kuvvetlerinin vazifesi; Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini korumak ve kollamak” şeklindeki düzenlemenin Türk Silahlı Kuvvetlerine cumhuriyeti koruma ve kollama görevini verdiği savunulmakla, İç Hizmet Yasasındaki düzenlemenin, anayasal hükümler karşısındaki etkisinin değerlendirilmesi bakımından hukuka aykırılık ve uygunluk kavramları üzerinde durmak gerekecektir. Hukuka aykırılık genel bir ifadeyle, hukuka (hakka) karşı gelmek (Heinrich l kn 305) onunla çatışma halinde olmak demektir. Suçun unsuru olarak hukuka aykırılık ise, işlenen fiile hukuk düzeni tarafından cevaz verilmemesi, bütün hukuk düzeni ile çelişki ve çatışma halinde bulunması anlamına gelmektedir. (Koca, Üzülmez, A.g.e.s. 252)
3- SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ SUÇUNUN HUKUKİ NİTELENDİRİLMESİ:
Yargıtayın yerleşik uygulaması ve öğretideki ağırlıklı görüşlere göre örgüt kurma, yönetme ve üyelik suçları;
Genel Olarak:
Yapılanma biçimi ne olursa olsun kanunlarda suç olarak tanımlanan fiillerin işlenmesi amacıyla oluşturulmuş örgütlere suç örgütü denmektedir.
Örgüt kurma ve yönetme suçunda genel hükümlerden ayrı olarak kanun koyucu hazırlık hareketlerini suç sayarak kamu düzeninin ve güvenliğinin korunmasını sağlamak amacıyla bağımsız bir suç düzenlemesi yapmıştır. Bu suç somut tehlike suçudur.
Düzenleme ile amaç suçtan bağımsız olarak, hazırlık hareketlerini cezalandıran bir suç tipine yer verilmiştir.
Devletin şahsiyetine karşı cürümlere müteveccih çok kişinin iradesinin birleşmesinin doğuracağı ağır tehlikeyi ve ciddi bir suçun işlenmesi ihtimalinin muhakkaklığını göz önünde bulundurarak bu kolektif suç tehlikesini müstakil suç olarak cezalandırmış ve icra hareketlerine geçilmeden bir fiilin cezalandırılmayacağı prensibinden ayrılmıştır.
Devletin şahsiyetine karşı suçların çoğu teşebbüs suçudur, teşebbüs dahi tamamlanmış suç gibi kabul edildiğinden, zaten tehlike suçudur; bu bakımdan hazırlık hareketlerinin cezalandırılması “tehlike tehlikesinin cezalandırılması” şeklinde kabul edilmektedir. (Manzini, 1950, 606, atfen, Özek, ege. s. 348)

Örgüt kurma:
Örgüt, soyut bir birleşme olmayıp bünyesinde hiyerarşik bir yapının, ast-üst ilişkisinin, emir-komuta zincirinin hâkim olduğu yapılanmayı ifade eder. Böylece örgüt, mensupları üzerinde hakimiyet tesis eden bir güç kaynağı mahiyetini kazanmaktadır. Bu bağlamda bir organize güç aracından, organize güç enstrümanından söz edilebilir.
Suç örgütünün varlığından söz edebilmek için belli bir amaç, maksat etrafındaki bir fiili birleşme yeterlidir. Bu örgütler mahiyetleri itibariyle devamlılık arz ederler. Bu itibarla belli bir suçu işlemek için bir araya gelme hâlinde bir suç örgütünün varlığından bahsedilemez.
Suç işlemek amacıyla örgüt kurma, somut bir tehlike suçu olduğu için oluşturulan örgütün üye sayısı ve malzeme donanımı itibariyle güdülen amaçları gerçekleştirme açısından somut bir tehlike arzedip arzetmediği hâkim tarafından yapılacak değerlendirmeyle belirlenecektir. Somut zarar tehlikesini oluşturmaya uygunluk için “amacı gerçekleştirmeye yeterli üye”nin, “hiyerarşik örgüt yapısı”nın, “şiddete dayanan eylem programı”nın varlığını aramak gerekir.
Örgütün silahlı olup olmaması ve sahip olunan silahların cins, nitelik ve miktarı somut tehlikenin belirlenmesinde dikkate alınmalıdır. Örgütün, silahlı örgüt vasfını kazanması için mensuplarının silah sahibi olmaları gerekmez. Silahlar üzerinde gerektiğinde tasarruf imkanının olması gerekli ve yeterlidir.
Örgüt yönetme:
Fail, hiyerarşik olarak örgüt üyeleri üzerinde bulunuyor, geniş bir alanda iş bölümü yapabiliyor, örgüt üyeleri üzerinde sevk ve idarede bulunabiliyor, örgütsel faaliyetlerin organizasyonunda ve icrasında harekete geçiren, engelleyen veya durduran olarak rol üstlenebiliyor, bu faaliyetleri denetleyebiliyor ise yönetici olarak kabul edilebilecektir.
Örgüt yönetme, örgütün amaçları doğrultusunda örgütü idare etmeyi, emir ve direktif vermeyi, örgüt içinde inisiyatif ve karar verme gücüne sahip olmayı gerektirir. Örgütün varlığının, etkinliğinin ve gelişiminin sağlanması, hedeflerinin belirlenmesi, program ve stratejilerinin saptanmasını ifade eder. Ancak örgütün faaliyetleri çerçevesinde sadece belirli bir suçun işlenmesini organize edenler bu suçun işlenmesini planlayıp yönetenler örgüt yöneticisi olarak kabul edilemez.
Geniş bir alanda faaliyet yürüten örgütlerin yöneticileri, örgüt yapılanması da dikkate alınarak somut olayın özelliklerine, bu kişilerin örgütün hiyerarşik yapısı içerisindeki konum ve görevlerine göre belirlenmelidir. Bu tür örgütlenmelerde her yöneticinin örgütün tamamını yönetmesi mümkün olmadığından, örgütün bölge, il, ilçe sorumlularının yönetici olup olmadıklarının sorumluluk sahalarındaki örgütsel faaliyetlerin yoğunluğu da gözetilerek belirlenmesi gerekir.
Örgüt üyeliği:
Örgüt üyesi, örgüt amacını benimseyen, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olan ve bu suretle verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olmak üzere kendi iradesini örgüt iradesine terk eden kişidir. Örgüt üyeliği; örgüte katılmayı, bağlanmayı, örgüte hâkim olan hiyerarşik gücün emrine girmeyi ifade etmektedir. Örgüt üyesi örgütle organik bağ kurup faaliyetlerine katılmalıdır. Organik bağ; canlı, geçişken, etkin, faili emir ve talimat almaya açık tutan ve hiyerarşik konumunu tespit eden bağ olup üyeliğin en önemli unsurudur. Örgüte yardımda veya örgüt adına suç işlemede de örgüt yöneticileri veya diğer mensuplarının emir ya da talimatları vardır. Ancak örgüt üyeliğini belirlemedeki ayırt edici fark, örgüt üyesinin örgüt hiyerarşisi dahilinde verilen her türlü emir ve talimatı sorgulamaksızın tamamen teslimiyet duygusuyla yerine getirmeye hazır olması ve öylece ifa etmesidir.
Örgüt üyesinin bu suçtan cezalandırılması için örgüt faaliyeti kapsamında ve amacı doğrultusunda bir suç işlemesi gerekmez ise de örgütün varlığına veya güçlendirilmesine nedensel bir bağ taşıyan maddi ya da manevi somut bir katkısının bulunması gerekir. Üyelik mütemadi bir suç olması nedeniyle de eylemlerde bir süre devam eden yoğunluk aranır.
Bu ilkeler ışığında iç hukukumuzdaki düzenlemelere göz atıldığında;
Terör konusunu özel bir kanunla düzenleme yoluna giden kanun koyucu, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesinde terörü; “Cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.” aynı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasında terör suçlusunu; “Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi…” şeklinde tanımlamış, aynı maddenin ikinci fıkrasında ise terör örgütüne mensup olmasa da örgüt adına suç işleyenlerin de terör suçlusu sayılacağını hüküm altına almıştır.
Bu genel terör ve terör suçlusu tanımları dışında 3713 sayılı Kanun’un 3. maddesinde doğrudan terör suçları, 4. maddesinde de dolaylı terör suçları düzenlenmiştir.
TCK’nın 314. maddesi bakımından bir oluşumun veya yapılanmanın, silahlı terör örgütü sayılabilmesi için;
a) Yöntem: Terör örgütü, cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle hareket eden bir örgüt tipidir.
b) Amaç-Saik: Silahlı terör örgütü, siyasi maksatla faaliyet gösteren örgütleri ifade eder. Bu bakımdan 3713 sayılı Kanun’un birinci maddesinde sayılan amaca yönelik ve Devletin Anayasal düzenine veya güvenliğine karşı bir suç işlemek amacıyla faaliyet gösterir.
c) Elverişlilik: Silahlı terör örgütünün, TCK’nın İkinci Kitabının Dördüncü Kısmının Dördüncü ve Beşinci Bölümlerinde yer alan suçları amaç suç olarak işlemek üzere kurulmuş ve amaca matuf bir eylem gerçekleştirmeye yeterli derecede silahlı olması ya da bu silahları kullanabilme imkânına sahip bulunması gerekir. Amaca matuf kavramı ise silahlı terör örgütünün yapısının, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olmasını ifade eder.
d) Araç-gereç: Örgüt mensuplarının tamamı olmasa bile bir kısmının silahlı olması silahlı terör örgütünün oluşması için yeterlidir. Örgüt, bu silahları gerektiğinde kullanma imkanına sahip ise silahlı olduğu kabul edilmelidir. Silahlı terör örgütünün elinde bulunan silahın devlete ait olması ya da bu silahların hukuka aykırı yollardan elde edilmesi bu suçun oluşması açısından önem taşımaz.
Türk halkı 40 yılı aşkın süredir etnik, ideolojik veya dini temellere dayalı çeşitli terör örgütleri tarafından yapılan saldırılara muhatap olmuş, binlerce insan hayatını kaybetmiş veya ağır şekilde yaralanmıştır. İnsanların refahı için harcanması gereken parasal kayıp hesap edilemeyecek boyuttadır. Örgütün baskısı yüzünden bazı insanlar en temel hak ve özgürlüklerini kullanamaz hâle gelmiş, yaşadıkları yerleri terk etmek ya da örgütün talimatları doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmışlardır. Devlet, bu tehdidin devam ettiği zamanlarda dahi insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmeleri imzalayarak kişisel hak ve özgürlükleri korumak iradesini ortaya koymuştur. Nitekim bu sözleşmelerdeki hakların, hiyerarşik olarak kanunlar üstü biçimde uygulanacağına dair Anayasal hüküm kabul edilmiş olması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin yargı yetkisinin tanınması bu iradenin somut örneklerinden birisidir. 1991 yılında yürürlüğe giren Terörle Mücadele Kanunu’nda 29 kez genel olarak özgürlükleri genişletme yönünde değişiklik yapılmıştır. Amaç suçlar bakımından tehlikelilik hâlinin somutlaşıp yakınlaşması durumunda halkta oluşan güvenlik kaygısının artmasına paralel kısıtlayıcı tedbirlere başvurulduğu görülmekle birlikte kişilerin barış ve güven içinde yaşama hakkına yönelik tehdidin azaldığı dönemlerde özgürlükleri genişleten düzenlemeler hız kazanmıştır.
Terörle Mücadele Kanunu’nun terör örgütlerini tanımlayan 7/1. maddesinde 29.06.2006 tarihinde 5532 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle yapılan değişiklik sonrası oluşan hukuki durumun değerlendirilmesinde fayda görülmektedir. İlgili maddenin önceki hâli “Madde 7- “3 ve 4 üncü maddelerle Türk Ceza Kanununun 168. 169, 171, 313, 314 ve 315 inci maddeleri hükümleri saklı kalmak kaydıyla bu Kanunun 1 inci maddesinin kapsamına giren örgütleri her ne nam altında olursa olsun kuranlar veya bunların faaliyetlerini düzenleyenler veya yönetenler beş yıldan on yıla kadar ağır hapis ve ikiyüzmilyon liradan beşyüzmilyon liraya kadar ağır para cezası, bu örgütlere girenler üç yıldan beş yıla kadar ağır hapis ve yüzmilyon liradan üçyüzmilyon liraya kadar ağır para cezası ile cezalandırılırlar” şeklindeki iken 2006 yılında yapılan değişiklik sonrası “7/1. cebir ve şiddet kullanılarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 1 inci maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesi hükümlerine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.” hâlini almıştır.
Bu değişiklik karşısında; Terörle Mücadele Kanun’unda yapılan örgüt tanımı ile TCK’nın 314/1-2. maddesindeki örgüt tanımı çelişmekte midir; mevzuatta silahlı veya silahsız iki ayrı örgüt varlığını sürdürmekte midir soruları gündeme gelmektedir. Başka deyimle Terörle Mücadele Kanunu’nun 7/1. maddesinin, TCK’nın 314. maddesine atfının unsur atfı mı yoksa ceza yaptırımına mı olduğu ortaya konulmalıdır. Silahlı terör örgütü suçunun unsurlarına TCK’nın 314. maddesinde yer verilmiştir. Yukarıda izah edildiği şekilde örgüt kurma, yönetme ya da üye olma, amaç suç bakımından hazırlık hareketi niteliğinde somut tehlike suçudur. Somut tehlike suçları zarar suçu niteliğinde olmayıp hazırlık hareketlerini cezalandıran istisnai düzenlemeler olması nedeniyle cebir ve şiddet içeren faaliyetlerde bulunma zorunluluğu yoktur, yeter ki cebre yönelik bir irade ortaya konulsun. Zira 5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinin 1. bendinde örgüt kuran kişilerin, herhangi bir suç işlemeden örgütü dağıtmaları halinde cezai yaptırıma muhatap olmayacakları şeklindeki düzenleme bu görüşü doğrulamaktadır. Bu nedenle 3713 sayılı Kanun’un 7/1. maddesinde yapılan değişiklikle, failin örgüt üyesi olduğunun kabulü için cebir ve şiddet gerektiren fiili işlemesi zorunluluğu getirildiği ileri sürülemeyecektir. Bu değişiklik TMK’nın 1. maddesinde yazılı amaç suçların gerçekleştirilmesinde şiddetin gerekliliğini vurgulamanın yanında kurulan, yönetilen veya üyesi olunan örgütün cebir ve şiddeti araç olarak kullanma gerekliliğini ifade etmektedir. Aksi takdirde bu suçun tehlike suçu olma vasfını ortadan kaldırmış ve TCK’nın 220 ve 314. maddelerindeki unsurlarla çelişilmiş olacaktır.
Hata Hükümleri Çerçevesinde Silahlı Terör Örgüt Üyeliği Suçunun Değerlendirilmesi:
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün aşağıda açıklanan yapı ve görüntüsü itibariyle suçların manevi unsurunun tespiti bağlamında kusur ilkesi ve suçun kast unsurunun değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
5237 sayılı TCK’ya esas alınan suç teorisi üç ilkeye dayanmaktadır. Bunlar: kusur ilkesi, hukuk devleti ilkesi ve insanilik ilkeleridir.
Kusur ilkesi; kusursuz ceza olmaz prensibine dayanmaktadır. Failin işlemiş olduğu suçtan dolayı şahsen kınanabildiği hâllerde cezalandırılmasını ifade eder. İlke ile amaçlanan, cezanın kusuru gerektirdiği ve kusurlu hareket etmeyen kişinin cezalandırılmayacağıdır. Bu ilkeden çıkarılacak birinci sonuç, netice sorumluluğunun kaldırılmış olması; ikinci sonuç ise cezanın kusur derecesini aşmayacağı yani ceza hukukunda kusurla orantılı ceza tayininin esas alınacağıdır.
Hata (yanılma); genel olarak kişinin tasavvuru ve zihinden geçirdikleri ile gerçeğin birbirine uymaması anlamına gelen bir kavramdır. Hata kural olarak iradenin oluşum sürecine etki eder ve gerçeğin yanlış biçimde tasavvuru veya bilinmesi nedeniyle irade bozulmuş olarak doğar. Failin tasavvurunun konusu, dış dünyaya ait bir şeye ilişkin olabileceği gibi normatif dünyaya (kurallar alanına) dair de olabilir. Dış dünyayla ilgili şeyin olduğundan farklı bir biçimde algılanması hâlinde unsur yanılgısından (tipiklik hatası), normatif dünyaya ait gerçekliğin farklı biçimde değerlendirilmesi hâlinde ise yasak hatasından bahsedilir. Kısaca unsur hatası, bir algılama hatası olduğu hâlde; yasak hatası, bir değerlendirme hatasıdır.
Failin ceza sorumluluğuna gidilebilmesi için kusurlu olması şarttır. Kusur, kınanabilirliktir. Kusurun ifade ettiği değersizlik yargısı ile fail hukuka uygun davranmaması, haklı olan lehine karar verebilme ve hukuka uygun davranma imkanına sahip olmasına rağmen haksız olan davranışı tercih etmesi nedeni ile kınanmaktadır. Kusur yargısının temeli insanın özgür iradesidir. İnsan, özgür iradeye sahip bir varlık olması nedeniyle haklı olan davranış ile haksızlık arasında bir tercih yapma ve haklı olan davranış lehine karar verebilme, davranışlarını hukuk düzeninin gereklerine göre yönlendirebilme ve hukuk düzeninin yasakladığı davranışlardan sakınma yeteneğine sahiptir. Kusur yargısının temelini oluşturan irade özgürlüğü, haksızlık bilincinin varlığını gerekli kılar. Çünkü insanın haklı olan davranış ile haksızlık arasında tercih yapabilmesi için bunu bilmesi şarttır. Fail, haksızlık bilincine sahipse ve özgür iradesiyle haksız olan davranışı tercih ediyor ise kusurludur. Fakat yasak yanılgısı her zaman failin kusurunu tamamen ortadan kaldırmaz. İnsan, hukuk toplumunun bir üyesi olarak hukuka uygun davranmak ve haksız olan davranışlardan sakınmak yükümlülüğü altındadır. Failin açıkça yasak olduğunu bildiği davranışlardan sakınması bu yükümlülüğü yerine getirdiği anlamına gelmez. Fail, aynı zamanda davranışlarının hukuk düzeninin gerekleri ile uyumlu olup olmadığını sorgulamakla yükümlüdür. Fail bu husustaki şüphesini tefekkür etmek veya bir uzmana danışmak yoluyla bertaraf etmek zorundadır. Ayrıca fail vicdan muhasebesi de yapmalıdır. Failden beklenen vicdan muhasebesinin ölçüsü, somut olayın koşulları ile onun sosyal ve mesleki çevresidir. Fail kendisinden beklenen vicdan muhasebesine rağmen davranışının haksızlığını idrak etmeye muktedir değilse yanılgısı kaçınılmazdır. Bu durumda fail kusurlu addedilemez. Buna karşılık fail kendisinden beklenen vicdan muhasebesiyle davranışının haksızlığını idrak edebilecek idiyse yasak yanılgısı kusurunu tamamen ortadan kaldırmaz; fail kusurludur, ancak kusuru azalmıştır.
Hata, kastı ortadan kaldıran veya kusurluluğu etkileyen hata olmak üzere ikiye ayrılır. Suçun maddi unsurlarında (TCK’nın 30/1. maddesi), suçun nitelikli hâllerinde (TCK’nın 30/2. maddesi), hukuka uygunluk nedenlerinin maddi şartlarında (TCK’nın 30/1-3. maddesi) hata kastı kaldırır. Kusurluluğu ortadan kaldıran veya azaltan sebeplerin maddi şartlarında hata (TCK’nın 30/3. maddesi) ile haksızlık yanılgısı (yasak hatası) (TCK’nın 30/4. maddesi) kusurluluğu etkileyen hata şekilleridir. Kastı kaldıran hata türüne hukuka uygunluk nedenlerinin sınırındaki yanılgıyı da eklemek gerekmektedir. (TCK’nın 27/1. maddesi)
İlgisi nedeniyle suçun maddi unsurlarında hata (unsur yanılgısı) üzerinde durmak gerekecektir.
TCK’nın 30/1. maddesinde “suçun kanuni tanımındaki maddi unsurlara ilişkin bilgisizliğin kastı ortadan kaldıracağı” belirtilmiştir. Unsur yanılgısının konusunu suçun maddi unsurları oluşturmaktadır. Unsur yanılgısı kastı ortadan kaldırdığına göre, böyle bir yanılgı ancak kastın kapsamında kalan konular hakkında olabilir. Kast, suçun kanuni tanımındaki unsurların bilinmesini gerektirdiğinden, maddi unsurların bilinmemesi hâlinde kasten işlenen bir haksızlıktan bahsedilemez.
Unsur yanılgısı; haksızlığa temel teşkil eden, haksızlığı tipikleştiren objektif unsurlarda, yani suçun maddi unsurlarında yanılgıdır. Bu durumda haksızlığın kasten işlendiğinden söz edilemez. Fiilin taksirle işlenmiş şekli suç olarak tanımlanmış ise fail ancak taksirli suçtan sorumlu olur.
Bir suç örgütü, baştan itibaren suç işlemek üzere kurulmuş illegal bir yapı olduğunu eylem ve söylemleriyle açıkça ortaya koyabileceği gibi legal olarak faaliyet göstermekte olan bir sivil toplum örgütünün sonradan bir suç örgütüne, hatta terör örgütüne dönüşmesi de mümkündür. Bu kapsamda önceden var olan ancak hakkında karar verilmediği için kamuoyu tarafından varlığı bilinmeyen örgütün hukuki varlık kazanması mahkemeler tarafından verilecek karara bağlı ise de örgütün kurucusu, yöneticileri ya da üyeleri, kuruluş tarihinden veya meşru amaçlarla kurulup daha sonra suç örgütüne dönüştüğü andan itibaren ceza hukuku bakımından sorumlu olacaklardır.
Failin, isnat olunan suçun maddi unsurlarına ilişkin hatası esaslı, diğer bir ifadeyle kabul edilebilir bir hata olursa, bu takdirde fail TCK’nın 30. maddesinin birinci fıkrası uyarınca bu hatasından yararlanacak, bunun sonucu olarak yüklenen suç açısından kasten hareket etmiş sayılmayacağından ve suçun taksirle işlenmesi hâli de kanunda cezalandırılmıyor ise CMK’nın 223. maddesinin ikinci fıkrasının (c) bendi gereğince beraatına karar verilmesi gerekecektir.
Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarihli ve 956-370 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün, Devletin Anayasal düzenini cebir ve şiddet kullanarak değiştirmek olan nihaî amacını gerçekleştirmek için “mahrem alan” şeklinde örgütlenmesi ve Devletin silahlı kuvvetlerindeki unsurları dikkate alındığında gerekli ve yeterli örgütsel güce sahip olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Örgütün bu amaç ve yöntemlerini bilen örgüt mensuplarının örgütteki konumları gözetilerek cezalandırılacağı da açıktır. Örgütlenme piramidine göre beş, altı ve yedinci kat ve kural olarak üç ve dördüncü katlarda bulunan örgüt mensuplarının bu durumda olduklarının kabulü gerekmektedir. Ancak önce dinî bir kült, ardından da terör örgütü hâline dönüşen FETÖ/PDY’nin, başlangıçta bir ahlâk ve eğitim hareketi olarak ortaya çıkması ve genellikle böyle algılanması, örgütün gayrı meşru amaçlarını gizleyip alenen kriminalize olmamaya çalışması ve örgütün kurucusu ve yöneticisi Fetullah Gülen hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince verilen beraat kararının onanarak kesinleşmesi karşısında, özellikle örgütün sözde meşruiyet vitrini olarak kullanılan diğer katlardaki örgüt mensupları tarafından bilinip bilinmediğinin olaysal olarak TCK’nın 30. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda söz konusu değerlendirme yapılırken, ülke çapında yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar, FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü ile ilgili dava dosyalarında yer alan belgeler, mahkemelerce karara bağlanan davalar, bu davalarda dinlenen itirafçı sanıkların savunmaları, tanık beyanları ve benzer pek çok kaynakta yer aldığı üzere; örgüt mensubu olan kamu görevlileri tarafından örgütün nihaî amacının açıkça ortaya konularak devleti ve hükûmeti açıkça hedef alan terör faaliyetlerinin icra edilmesi, bu faaliyetlerin örgüt liderinin açıklamaları ve basın yayın araçlarıyla üstlenilmesi gibi sansasyonel olayların kamuoyunun gündemini uzunca bir süre meşgul edip yoğun bir şekilde tartışılması, Milli Güvenlik Kurulu’nun 30 Ekim 2014, 29 Nisan 2015 ve 26 Mayıs 2016 tarihli toplantılarında alınan ve kamuoyu ile paylaşılan kararlarda sözde “hizmet hareketi” adlı legal görünümlü illegal yapının, paralel bir devlet kurma amacında olan, devletin varlığına ve Anayasal düzenine karşı ciddi tehdit oluşturan bir örgüt olarak kabul edilmesi, aynı tespit ve açıklamaların Devlet ve Hükûmet yetkililerince de en üst düzeyde benimsenip kamuoyu ile paylaşılması gibi olguların da gözardı edilmemesi gerekir.
FETÖ/PDY SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ YAPILANMASI:
a) Genel olarak:
Ceza Genel Kurulunun 24.01.2019 tarihli ve 417-44 sayılı, 20.12.2018 tarihli ve 419-661 sayılı ile 26.09.2017 tarihli ve 956-370 sayılı kararları ve bu suçların temyiz incelemesi ile görevli 16. Ceza Dairesinin kararlarında ayrıntılarıyla belirtildiği üzere;
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü, paravan olarak kullandığı dini, din dışı dünyevi emellerine ulaşma aracı hâline getiren; siyasi, ekonomik ve toplumsal yeni bir düzen kurma tasavvuruna sahip örgüt liderinden aldığı talimatlar doğrultusunda hareket eden; bu amaçla öncelikle güç kaynaklarına sahip olmayı hedefleyip güçlü olmak ve yeni bir düzen kurmak için şeffaflık ve açıklık yerine büyük bir gizlilik içerisinde olmayı şiar edinen; bir istihbarat örgütü gibi kod isimler, özel haberleşme kanalları, kaynağı bilinmeyen paralar kullanıp böyle bir örgütlenmenin olmadığına herkesi inandırmaya çalışarak ve bunda başarılı olduğu ölçüde büyüyüp güçlenen, bir yandan da kendi mensubu olmayanları düşman olarak görüp mensuplarını motive eden; “Altın Nesil” adını verdiği kadrolarla sistemle çatışmak yerine sisteme sahip olma ilkesiyle devlete tabandan tavana sızan; bu kadroların sağladığı avantajlarla devlet içerisinde belli bir güce ulaştıktan sonra hasımlarını çeşitli hukuki görünümlü hukuk dışı yöntemlerle tasfiye eden; böylece devlet aygıtının bütün alt bileşenlerini ünite ünite kontrol altına almayı ve sisteme sahip olmayı planlayıp ele geçirdiği kamu gücünü de kullanarak toplumsal dönüşümü sağlamayı amaçlayan; casusluk faaliyetlerini de bünyesinde barındıran atipik/suigeneris bir terör örgütüdür.
İstişare kurulu, ülke, bölge, il, ilçe, semt, ev imamları gibi hiyerarşik bir yapı içeren insan gücünü ve finans kaynaklarını örgütsel menfaat ve ideolojisi çerçevesinde kullanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirme amacı taşıyan FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü “gizli yaşamak, her zaman korkmak, doğruyu söylememek, gerçeği inkâr etmek” üzerine kuruludur.
FETÖ/PDY’nin Türk Silahlı Kuvvetlerine, Emniyet Teşkilatına ve MİT’e sızan militanları, şeklen kamu görevlisi gibi gözükse de bu kişilerin örgüt aidiyetleri diğer tüm aidiyetlerinden önce gelmektedir. FETÖ/PDY’nin devletin tasarrufunda bulunması gereken kamu gücünü, kendi örgütsel çıkarları lehine kullanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Çeşitli aşamalardan geçirildikten sonra güçlü örgütsel bağlarla bağlandığı FETÖ/PDY’nin bir neferi olarak TSK, Emniyet Teşkilatı ve Milli İstihbarat Teşkilatında meslek hayatlarına başlayan örgüt mensupları, sahip oldukları silah ve zor kullanma yetkilerini FETÖ/PDY’deki hiyerarşik üstünden gelen emir doğrultusunda seferber etmeye hazır olacak şekilde bir ideolojik eğitimden geçirilmektedir. Nitekim hiyerarşik ilişki bakımından sıkı bir disiplinin hâkim olduğu Türk Silahlı Kuvvetlerinde dahi FETÖ/PDY mensuplarının darbeye teşebbüs sırasında genel olarak öğretmenlerden oluşan mahrem imam olarak adlandırılan sivil kişilerden aldıkları talimatlara göre hareket ettikleri veya alt rütbedeki subayların emirlerine uydukları birçok dava dosyasında görülmüştür.
Emniyet Genel Müdürlüğü kadrolarının etkin birimlerinde ve TSK’da yapılanan FETÖ/PDY, Emniyet ve TSK birimlerinin doğasında var olan cebir ve şiddet kullanma yetkisinin verdiği baskı ve korkutuculuğu kullanmaktadır. Örgüt mensuplarının silahlar üzerinde gerektiğinde tasarruf imkanının bulunması, silahlı terör örgütü suçunun oluşması için gerekli ve yeterli olmakla birlikte; 15.07.2016 tarihinde meydana gelen kalkışma esnasında TSK içerisinde yapılanıp görünürde TSK mensubu olan ve ancak örgüt liderinin emir ve talimatları ile hareket eden örgüt mensuplarınca silah kullanılmış, birçok sivil vatandaş ve kamu görevlisi öldürülüp yaralanmıştır.
Söz konusu terör örgütü, nihaî amaçlarına ulaşmak gayesiyle öncelikle askeriye, mülkiye, emniyet, yargı ve diğer stratejik öneme sahip kamu kurumlarını ele geçirmek için kendilerine engel olacaklarını düşündüğü bürokrat ve personelin sistem dışına çıkarılmasını sağlayarak örgüt elemanlarını bu makamlara getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirmeye yönelik nihaî hedefi bulunan FETÖ/PDY, söz konusu ele geçirme süreci tamamlandıktan sonra devlet, toplum ve fertlere dair ne varsa ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasal gücü yönetmek ve aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük ve etkili siyasi/ekonomik güç haline gelmek amacıyla hareket etmektedir.
Örgütte sıkı bir disiplin ve eylemli bir işbirliğinin bulunduğu, örgütün kurucusu, yöneticileri ve üyeleri arasında sıkı bir hiyerarşik bağın mevcut olduğu, gizliliğe riayet edildiği, illegal faaliyetleri gizleyebilmek için hiyerarşik yapıya uygun hücre sistemi içinde yapılanarak grup imamları tarafından emir talimat verilmesi ve üyeleri arasında haberleşmenin sağlanması için ByLock gibi haberleşme araçlarının kullanıldığı, görünür yüzüyle gerçek yüzü arasındaki farkın gizlendiği, amaca ulaşabilmek için yeterli eleman, araç ve gerece sahip olduğu, amacının Anayasa’da öngörülen meşru yöntemlerle iktidara gelmek olmayıp örgütün yarattığı kaos ortamı sonucu, demokratik olmayan yöntemlerle cebir şiddet kullanmak suretiyle parlamento, hükûmet ve diğer Anayasal kurumları feshedip iktidarı ele geçirmek olduğu, bu amaçla Emniyet, Jandarma, MİT ve Genel Kurmay Başkanlığı gibi kuvvet kullanma yetkisini haiz kurumlara sızan mensupları vasıtasıyla, kendisinden olmayan güvenlik güçlerine, kamu görevlilerine, halka, … Külliyesi ve Meclis binası gibi simge binalar ve birçok kamu binasına karşı ağır silahlarla saldırıda bulunmak suretiyle amaç suçu gerçekleştirmeye elverişli öldürme ve yaralama gibi çok sayıda vahim eylem gerçekleştirdiği, anılan örgüt mensupları hakkında 15 Temmuz darbe girişiminden ya da örgüt faaliyetleri kapsamında işlenen diğer bir kısım eylemlere ilişkin bir kısmı derdest olan ya da mahkemelerce karara bağlanan davalar, bu davalarda dinlenen itirafçı sanıkların savunmaları ve gizli-açık tanık anlatımları, bu davalarda verilen mahkeme ve Yargıtay kararları, örgüt lider ve yöneticilerinin açık kaynaklardaki yazılı ve sözlü açıklamaları gibi olgu ve tespitler dikkate alındığında;
FETÖ/PDY, küresel güçlerin stratejik hedeflerini gerçekleştirmek üzere kurulan bir maşa olarak; Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik ve ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini yıkıp ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini bozmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Bu örgüt, kuruluşundan 15 Temmuz sürecine kadar örgüt lideri Fetullah Gülen tarafından belirlenen ideoloji doğrultusunda amaçlarını gerçekleştirmek için hareket etmiştir. Gerçekleştirilen eylemlerde kullanılan yöntem, bir kısım örgüt mensuplarının silah kullanma yetkisini haiz resmi kurumlarda görevli olması, örgüt mensuplarının bu silahlar üzerinde tasarrufta bulunma imkânlarının var olması ve örgüt hiyerarşisi doğrultusunda emir verilmesi hâlinde silah kullanmaktan çekinmeyeceklerinin anlaşılması karşısında tasarrufunda bulunan araç, gereç ve ağır harp silahları bakımından 5237 sayılı TCK’nın 314. maddesi kapsamında bir silahlı terör örgütüdür.
b) Örgütün Yargı ve Yargıtay Yapılanması, HSK ve Yüksek Mahkeme Üyelikleri Seçimleri:
Örgütsel kadrolaşma açısından; FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü tarafından kendi mensuplarına hâkimlik ve Cumhuriyet savcılığı sınavlarına girmeleri konusunda telkinlerde bulunulduğu, örgüt mensubu öğrencilere hâkimlik ve savcılık sınavını kazanmaları hâlinde örgütün kendilerine referans olacağının söylendiği, mülakatı geçip staja başlayan örgüt mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcısı adaylarının Adalet Akademisi ve staj döneminde de yine örgüt tarafından koordine edildiği, söz konusu adayların örgüt mensubu olduklarının anlaşılmaması için kendi başlarına fakat örgütle irtibatı koparmayacak şekilde ev tutmalarının tavsiye edildiği, adayların beşer kişilik kapalı gruplar halinde örgüt tarafından finanse edilen evlerde kalmalarının sağlandığı, bu kapsamda örgüt kurallarına göre iki evin irtibat halinde olmasının istendiği, bu evlere murakıp adı verilen örgüt mensubu kişilerin gelerek evde kalan adaylardan bilgi alıp tavsiyelerde bulundukları, bununla birlikte örgüte ait ışık evlerinin il bazında eyalet adı altında birden çok bölgeye ayrıldığı, her bölgenin sekiz ilâ on evi kapsadığı, bölgelerden sorumlu kişilere bölge abisi/ablası adı verildiği, örgütün Türkiye Adalet Akademisi stajındaki adayları staj dönemlerine göre ayırdığı, bazı örgüt mensubu adaylara Türkiye Adalet Akademisi yurdunda kalmaları tavsiye edilerek bu kişilerden, örgüt lehine ya da aleyhine konuşan aday arkadaşlarının bildirilmesinin istendiği, her dönemin sorumlu abisinin/ablasının bulunduğu, evlere gelen örgüt mensubu murakıpların adaylara dinsel ve sosyal davranışları açısından telkinde bulundukları, örgüt mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcılarının T1, T2, T3, T4 ve T5 şeklinde kategorize edilerek taşra ve devre yapılanmasının oluşturulduğu, bu yapılanmalarda belirli aralıklarla organizasyon ve görüşmelerin gerçekleştirildiği,
Eski Yargıtay üyelerinin görev yapmakta oldukları hukuk ve ceza dairelerine göre gruplar oluşturulduğu, eski yüksek yargı üyelerinin kod isimleri dikkate alındığında (H1, H2, H3, C1, C2, C3, C4) şeklinde gruplandırıldıkları, eski Yargıtay üyelerinin görevde bulundukları zaman içerisinde görev yaptıkları Yargıtay Daireleri göz önünde bulundurulduğunda “H” kod adı ile isimlendirilenlerin Yargıtay Hukuk Dairelerinde, “C” kod adı ile isimlendirilenlerin Yargıtay Ceza Dairelerinde görev yaptıkları, isimlendirmelerde yer alan 0, 1, 2, 3 rakamlarının grup içerisindeki hiyerarşiye ilişkin sıralamayı, “0” ile kodlamanın ise grup sorumlusunu gösterdiği, harf ve rakam ile gruplandırmalardan sonra (C3, H2 vb.) bazı isimlendirmelerde kullanıcının adı ve soyadının baş harflerinin eklenmesi suretiyle kod adı oluşturulduğu anlaşılmıştır.
c) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Teşebbüsü:
Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 14.07.2017 tarih ve 2017/1443-4758 sayılı kararında açıklandığı üzere;
15 Temmuz 2016 günü Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasal düzeninin değiştirilmesi amacıyla, Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensubu olan ve/veya bu örgütsel faaliyeti destekleyen 8.000’in üzerinde askeri personel tarafından savaş uçakları dahil 35 uçağın, 3 geminin, 37 helikopterin, 74’ü tank olmak üzere 246 zırhlı aracın ve 4.000’e yakın hafif silahın kullanılarak; Cumhurbaşkanına suikasta teşebbüs edilmiş, TBMM ve … Külliyesi başta olmak üzere birçok stratejik merkez bombalanmış, Başbakanın konvoyuna silahlı saldırı gerçekleştirilmiş, kalkışmaya karşı koyan güvenlik görevlileri ile sokaklara çıkan sivillere Devletin silahlı kuvvetlerine ait bu uçak, helikopter, tank ve silahlarla saldırılarak 4’ü asker, 63’ü polis ve 183’ü sivil olmak üzere toplam 250’den fazla kişi şehit edilmiş; 23’ü asker, 154’ü polis ve 2.558’i sivil olmak üzere toplam 2.735 kişi de yaralanmıştır.
Somut darbe teşebbüsü, TCK’nın 309. maddesinde sayılan amaçlara matuf zarar tehlikesi doğuran vahim eylem vasfını aşarak Anayasal düzeni doğrudan ortadan kaldırma neticesine yönelmiş, örgütün ülke genelindeki organik bütünlüğünden ve etkinliğinden istifade edilerek planlanıp uygulanmış, neticesi ve başarısı eş zamanlı, senkronize hareketlere bağlı hukuki anlamda tek bir fiil olarak ortaya çıkmıştır.
d) 15 Temmuz 2016 Tarihindeki Darbe Teşebbüsünün FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü İle İlişkisi:
Anayasa Mahkemesinin 30.06.2017 tarihli ve 30110 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 20.06.2017 tarihli ve 2016/22169 başvuru numaralı kararında ayrıntılı olarak yapılan tespitler, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 03.03.2017 tarihli ve E.2017/7327 sayılı, E.2017/26 sayılı ve 2006/103583 soruşturma sayılı iddianamelerindeki belirlemelere göre; “Yurtta Sulh Konseyi” üyesi olan, “sıkıyönetim komutanı” olarak görevlendirilen, “sıkıyönetim mahkemeleri”ne ve “kritik önemdeki askerî ve sivil makamlara” ataması planlanan kişilerin büyük bölümünün FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensubu olduğunun, bu görevlendirmelerin yapılmasında örgüt içindeki hiyerarşinin dikkate alındığının ve haklarında örgüte üye olma suçundan işlem yapılan bazı emniyet mensupları ile mülki idare yetkililerinin darbe girişimi sonrasında ilan edilecek sıkıyönetim döneminde atanacakları resmî devlet kuruluşlarına gittiklerinin saptandığına dair bulgular, tanık olarak dinlenen Genelkurmay Başkanı ile İzmir Cumhuriyet Başsavcılığınca dinlenen gizli tanıklar (Şapka ve Kuzgun)’ın anlatımları, şüpheli olarak dinlenen Deniz Piyade Tugay Komutanı Tuğamiral H. İ. Y., Genelkurmay Başkanı’nın emir subayı olan Yarbay L. T., Jandarma Genel Komutanlığında görev yapmakta olan Binbaşı H. H., Jandarma Komando Özel Asayiş Komutanlığında görev yapmakta olan Yarbay F. E., Yüzbaşı F. T. Ç., Müşterek İstihbarat Koordinasyon Merkezi Başkanlığında görev yapan Jandarma Yarbay A. K., Hava Kuvvetleri Komutanlığı Müşterek Hedef Analiz Yönetim Başkanı Tuğgeneral G. Ş. S., Hava Kuvvetleri Komutanlığı Müşterek Hedef Üretim Analiz Merkezinde görev yapmakta olan Yüzbaşı A. P., Kara Kuvvetleri Tayin Daire Başkanlığında astsubay olarak görev yapmakta olan T. F. D., TSK’da pilot olarak görev yapan Yarbay İ. A., Akıncı 4. Ana Jet Üssü Komutanlığında pilot olarak görev yapan Teğmen M. M. gibi çok sayıda şüphelinin itiraf içeren beyanları, açık kaynak bilgileri, 15 Temmuz darbe kalkışması ile ilgili verilen mahkeme kararları, derdest bulunan dava dosyaları ve yürütülen soruşturmalar ile resmî kurumların tespitleri değerlendirildiğinde; 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe teşebbüsünün, daha önce de bir çok kez yaşandığı üzere uluslararası güç odaklarının da desteğiyle, esas itibariyle Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü mensuplarınca gerçekleştirildiği, kalkışmaya başka unsurların da katılmış olma ihtimalinin darbe teşebbüsünün bu karakterini değiştirmeyeceği değerlendirilmiştir. (Yargıtay 16. CD’nin 14.07.2017 tarihli ve 1443-4758 sayılı kararı).
4- DEVLET SIRLARINA KARŞI SUÇLAR VE CASUSLUK
Gerçek kişilerin ve tüzel kişilerin sırları olduğu gibi ve bu kişilerin menfaati namına bu sırların gizli tutulması icap ediyorsa, benzer şekilde devletin de korunmaya muhtaç sırları vardır. Devlete ait sırların gizli kalması ve muhafazasına gösterilmesi gereken özen, kişilere ait sırların korunmasından çok önemlidir. Çünkü bir devletin sırlarının öğrenilmesi, o devletin zararına sebebiyet verip, muvaffakiyetine engel olmak suretiyle devleti oluşturan bireylerin tamamına zarar verebilir. Bu nedenle, devlete ait sırların çok iyi şekilde korunması ülke açısından hayati önemi haiz olup, onun içindir ki, devletler bu sırların korunması hususunda büyük bir kıskançlık ve hassasiyet göstermekte ve kanunlarında bunların gizliliğini ihlâle teşebbüs edenlere şiddetli cezalar öngörmektedir.
Devlette yer alan en geniş teşkilat organ olan hükümet, ifşa edilinceye kadar en azından bir süreliğine, gizli tutmak istediği pek çok sayıda faaliyetle meşgul olabilir. Bu faaliyetler arasında, zamanı gelmeden açıklanmaması gereken belli başlı polis operasyonları, suçların incelenmesi, iç istihbarat, izleme ve denetleme faaliyetleri, parasal ve ekonomik planlar vb. vardır. Devlet sırrından ne anlaşılması gerektiğini tespit etmek ve herkesin üzerinde uzlaşabileceği bir devlet sırrı tanımı yapmak neredeyse imkânsızdır. Çünkü her devletin karşı karşıya bulunduğu tehditler farklı olduğu gibi, her devletin maruz kaldığı tehditler de zaman içerisinde değişebilmekte ve çeşitlenebilmektedir. (Kaymaz, 2014, s.21) Bu nedenle, doktrin hâlâ herkesçe kabul edilebilir bir devlet sırrı tanımı vermenin sıkıntısı içindedir. Ancak, devletin gizli kalması gereken bilgi ve belgeleri, mahiyeti gereği, kendinden gizli kalması gereken bilgi ve belgeler ve yetkili makamların gizlilik verdiği bilgi ve belgeler olarak tasnif edilmektedirler. (Hafızoğulları-Özen, 2010, s.24)
765 sayılı mülga TCK gibi, 5237 sayılı TCK’da da devlet sırrı tanımı yapılmamıştır. Ancak, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 327. maddesinin gerekçesinde; “yetkili bulunmayan kişilerin hakkında bilgi sahibi olmaları halinde Devletin güvenliğinin, milli varlığının, bütünlüğünün, anayasal düzeninin veya iç veya dış siyasal yararlarının tehlikeye düşebileceği bilgiler” olarak devlet sırrı tanımına yer verilmiştir. (Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, 2013, s.573). Mukayeseli hukukta da devlet sırrının tanımında birlik bulunmadığı gibi, İngiltere’de “official secret (resmî sır)” (http://www.legislation.gov.uk/ukpga/1989/6/section/1),, Amerika Birleşik Devletleri’nde “classified information (tasnif edilmiş bilgi)” (https://www.law.cornell.edu/uscode/html/uscode18a/usc_sup_05_18_10_sq3.html), Fransa’da “National Defence Secret (Ulusal savunma sırrı) (http://www.legislationline.org/documents/section/criminal-codes) kavramları kullanılmıştır.
5237 sayılı TCK’nın 326, 327, 328, 329, 330, ve 331 inci maddelerinde Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken bilgiler hakkında düzenleme yapılmış iken, Kanunun 334, 335, 336, 337, 339 uncu maddelerinde ise, yetkili makamların kanun ve düzenleyici işlemlere göre açıklanmasını yasakladığı bilgilerden söz edilmektedir. “Yetkili makamların kanun ve düzenleyici işlemlere göre açıklanmasını yasakladığı bilgiler” de Kanunun Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk bölümünde düzenlendiği için bu maddelerin temas ettiği bilgilerin de devlet sırrına ilişkin olması gerekmektedir. Her iki tür bilginin nitelikleri itibarıyla gizli kalması gerekmesi aranmıştır. Devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken bilgiler kendiliğinden devlet sırrı niteliğine sahip iken; yetkili makamların kanun ve düzenleyici işlemlere göre açıklanmasını yasakladığı bilgiler açısından kanunla ya da idarenin düzenleyici işlemleri ile bilgi devlet sırrı vasfını kazanmaktadır. Kaymaz’a göre, “niteliği bakımından gizli kalması gereken bilgiler” ifadesiyle yetkili makamların yaptığı işlemin kurucu nitelikte değil, tespit niteliğinde olduğu vurgulanmak istemiş olup, bu makamların herhangi bir bilgiye devlet sırrı statüsü veremeyeceği ifade edilmiştir. (Kaymaz, (2014) s.29).
A- SIR KAVRAMI
Sır kelime anlamı olarak, “varlığı veya bazı yönleri açığa vurulmak istenmeyen, gizli kalan, gizli tutulan şey” anlamındadır. (Türkçe Sözlük, 2009, s.1756) Sır, genel olarak, herkes tarafından bilinmeyen ve açıklanması sahibinin şeref ve menfaatine zarar verme tehlikesi gösteren hususlar olarak tanımlanabilir. Sırrın sadece sahibi tarafından bilinmesinde, saklı kalmasında onun yönünden yarar vardır. Öğretide çeşitli sır tanımları yapılmıştır. Sır; sahibinin açıklanmamasında yarar gördüğü ve başkaları tarafından daha önce bilinmeyen husustur. (Donay, 1978, s.4-5) Sır, başkalarınca bilinmesinde sakınca görüldüğü için bir olayın, bir bilginin, bir durumun vb. dışarıya karşı korunmasıdır. Bu koruma ihtiyacı, sırrın içeriğini oluşturan konunun, başkalarınca bilinmemesinde yarar görüldüğünü açığa vurur. İnsan için bilginin ve bilme durumunun dereceleri varsa; sır, gizlilik açısından en üstte yer alır. Gizlenen bilgi, üçüncü kişilerden özenle sakınılan bilgi, bir mahremiyet içerir. Sır; başkalarına kapalı, alenileşmemiş, gizlenmesinde yarar görülen; bir bilgiye, bir olaya, bir duruma dair kapalı alandır. (Akkaya, 2013, s.749). Hukuki anlamda sır, bir şeye veya bir şahsa ait olup, kendisine tevdi olunan kimseden başka kimselere karşı gizli kalması lazım gelen bir işe veya şeye vukufiyet derecesine hukuken yetkili bir irade tarafından konulan sınırlamadır. (Öğel, 1940, s.1024).
Kamu yönetimindeki açıklık ve şeffaflık kuralına rağmen, belirli olgulara, nesnelere veya tecrübelere ilişkin bilgilerin, devletin güvenliği ve milletlerarası ilişkileri bakımından gizli tutulmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu nedenle, devletin işleyişiyle bağlantılı belirli olgulara, nesnelere veya tecrübelere ilişkin bilgilerin gizliliği, ancak istisnai hallerde kabul edilebilir. Bu çerçevede gizli tutulması gereken bilginin devletin güvenliği veya milletlerarası ilişkileri bakımından önem arz eden bilgi olması gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, gizli tutulmasının devletin güvenliği veya milletlerarası ilişkileri bakımından önemi varsa, bu bilgiye “devlet sırrı” niteliği izafe edilebilir. Bu nedenle, “devlet sırrı” niteliği kazandırılmış olan bir bilginin açıklanması, devletin güvenliği veya milletlerarası ilişkileri bakımından en azından bir zarar tehlikesinin meydana gelmesine sebebiyet verir. Bu tehlike, soyut bir tehlikedir. (Özgenç, 2011, s.191).
Yetkili makam veya merciler tarafından açıklanmak suretiyle aleniyet kazanmış olanlar veya mahiyeti bakımından aleniyet taşıyanlar hariç olmak üzere, askeri bilgiler, askeri faaliyetlere ilişkin bilgiler; devletin güvenliği ve milletlerarası ilişkileri bakımından önem taşımaları dolayısıyla, istihbarat faaliyetine ve bu faaliyet neticesinde elde edilen verilere ilişkin bilgiler; içeriğini başkaları öğrenmediği takdirde devletin güvenliği bakımından kullanılmasında yarar görülen uzay teknolojisi aracılığı ile ulaşılan veya belirli yeraltı zenginliklerine ilişkin bilimsel veriler gibi belirli bilimsel bilgiler, (Özgenç, 2011, s.191-192) açıklanması ya da zamanından önce açıklanması halinde, devletin ulusal ekonomik politikasının yürütülmesine zarar veya haksız rekabet ve kazanca sebep olacak bilgi ve belgeler ile diğer yetkili makamların faaliyetlerine ilişkin olarak özel kanunlarında gizli olduğu belirtilen bilgi ve belgeler de devlet sırrı niteliğinde kabul edilmelidir. (Malkoç- Yüksektepe, 2008, s.316). Devletin gizli tuttuğu her bilgi devlet sırrı niteliğinde bir bilgi değildir. Uluslararası standartlara göre, devlet sırrı sadece açıklanması halinde devletin ulusal çıkarlarına zarar verebilecek bilgilere izafe edilmeli ve bu nedenle belli süreyle sınırlı kalmalıdır. Bir ülkenin ekonomik bakımdan güçlü olması, o ülkenin istikrarı ve güvenliği bakımından çok önemlidir. Ekonomik bakımdan zayıf olan bir ülkenin askerî bakımdan güçlü olması ve siyasi istikrarı sağlaması çok zordur. Bu nedenle, bazı devletlerde, devletin ekonomik çıkarlarına zarar verecek bilgiler de devlet sırrı kapsamında kabul edilmiştir. Ancak, ekonomiye ilişkin bilgi ve belgelerin devlet sırrı olarak kabul edilmesi devlet sırrının kapsamını oldukça genişletecektir. Bu nedenle, ulusal güvenlikle doğrudan bağlantılı olmayan bu gibi alanlara ilişkin bilgilerin devlet sırrı kapsamında kabul edilmemesi gerekmektedir. (Mendel, 2011, s.11).
Bir bilginin sır olarak tespit edilebilmesi için, açıklanması halinde ulusal güvenlik veya devletin uluslararası ilişkileri bakımından zarar veya tehlikeye neden olabilecek nitelikte bulunması gereklidir. Meydana gelmesi ihtimal dâhilinde bulunan, tanımlanabilir, gerçek bir zarar olmalıdır. Bu zararın ciddi bir zarar olması gerekmektedir, aksi takdirde devlet sırrının kapsamı yönetilemez bir boyuta ulaşacaktır. (Kaymaz, 2014, s.74)
Devletin siyasal yapısına yönelik tehdit ve tehlikeler, var olan siyasal rejime, devletin anayasal kurumlarına ve devletin ülkesine yönelik faaliyetlerden oluşmaktadır. Söz konusu tehlike ve tehditlerin gerçekleşmesiyle devletin siyasal sistemi, yasal organları ve ülke bütünlüğü bozulacak, yerine başkaları, tehlike ve tehditleri gerçekleştirenler tarafından konacaktır. Başka bir ifadeyle, devlet siyasal olarak ortadan kaldırılmaya ve coğrafi olarak parçalanmaya zorlanmaktadır. Devletin siyasal yapısına yönelik tehlike ve tehditler, çeşitli şekillerde ortaya çıkmaktadır. Savaş, muharebe, iç savaş, istila, bölünme, isyan bunların başlıcalarıdır. İç savaş, bir devlette vatandaşlar arasında ortaya çıkan ve meşru devletin meşrutiyetini kaybettiği savaş ortamıdır. Bir devletin siyasal yapısına yönelik en tehlikeli tehdit türü olarak kabul edilir. Bu nedenle devlet vatandaşlar arasında ayrılıklara sebep olacak her türlü girişimi denetlemek zorundadır. Devletin siyasal yapısına yönelik başka bir tehlike ve tehdit istiladır. İstila, düşman kuvvetlerinin tamamen diğer ülkenin topraklarında kontrolü ele geçirmeleridir. Bundan sonra ülkenin bölünmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü, işgalci devlet farklı etnik, kültürel ve siyasal düşünceye uyan yeni bir devlet ya da devletler oluşturacaktır. Vatandaşların ülke içinde devlete karşı başkaldırısı olarak adlandırılan isyan başka bir silahlı tehlike ve tehdittir. İsyan, savaştan farklıdır. İsyan belli bir alanda, bölgede ya da bütün ülkeyi kapsayacak şekilde de olabilir. İsyancıların eylemlerinde başarılı olmaları sonucunda, devlet ya onlarla pazarlık yapmak zorunda kalır, ya da devlet isyancıların eline geçebilir. İsyanın, tamamen başarılı olamaması durumunda, devlet güçleri veya devlet adına hareket eden silahlı güçler ağır şiddete başvururlar. İsyancıların uzun süre direnebilmesi iç savaşı ortaya çıkarır.
Milli güvenlik kavramı, ülkelerin siyasi yapılanmaları içerisinde öncelikli bir öneme sahiptir. Ülkenin takip ettiği güvenlik politikalarının nihai hedefi de, algıladığı tehdit ve baskılar karşısında bağımsızlığını ve çıkarlarını korumak ve kollamaktır. Milli güvenlik politikasının üç temel unsuru bulunmaktadır: Bunlar; milli güvenliğin sağlanması, milli hedeflere ulaşılması ve bu iki unsur için iç, dış ve savunma hareket tarzlarına ait esasların (politika esasları) tespit edilmesidir. Ulusal güvenliğin sağlanması anayasal bir görev ve amaç olduğu için (Anayasa m.5) ulusal hedef olarak alınabilir..
Devletimizin iç ve dış olmak üzere genel güvenlik politikaları ve stratejilerini belirlemek üzere en üst yapı olarak Milli Güvenlik Kurulu görev yapmaktadır. 1982 Anayasasının 117 nci maddesinin ikinci fıkrasına göre, Milli güvenliğinin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından, Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı, Bakanlar Kurulu sorumludur. Bakanlar Kurulu, bu sorumluluğu yerine getirebilmek için Anayasamızın 118 nci maddesinde belirtilen Milli Güvenlik Kurulunu oluşturma ihtiyacı duymuştur. Anayasamızın 118 inci maddesi ile kuruluşu belirlenen Milli Güvenlik Kurulu’nun, kuruluş, görev, yetki ve çalışma esasları da 1983 tarih ve 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu ile belirlenmiştir.
1982 Anayasasının 3/10/2001 tarih ve 4709 sayılı Kanunun 32 nci maddesi ile değişik “Milli Güvenlik Kurulu” kenar başlıklı 118 inci maddesinin üçüncü fıkrasında; “Millî Güvenlik Kurulu; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.” düzenlemesi yer almaktadır.
Anayasamızda 3/10/ 2001 tarihli yapılan değişikliğe paralel olarak, 2945 sayılı Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanununun “Görevler” kenar başlıklı 4 üncü maddesinde 30/7/2003 tarih ve 4963 sayılı Kanunun 24 üncü maddesi ile yapılan değişiklikle, Millî Güvenlik Kurulunun görevleri; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili konularda tavsiye kararları alma ve gerekli koordinasyonun sağlanması için görüş tespit etme; bu tavsiye kararlarını ve görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirerek kanunlarla verilen görevleri yerine getirme olarak sayılmıştır.
Milli güvenliğin en önemli unsurlarından biri devleti bağımsızlığının dış saldırılardan korunmasıdır. Devletin kendisini ve ülkesini dış saldırılardan koruyabilmesi için güçlü bir askerî kuvvete ihtiyaç bulunmaktadır. Olası bir savaş veya çatışma durumunda karşı tarafın askeri gücü, yetenekleri ile planları hakkında bilgi sahibi olmak ciddi avantaj sağladığından askerî bilgilerin korunması önem arz etmektedir. Kullanılacak silah ve mühimmat miktarı, teknik özellikleri, yetenekleri, zayıf yönleri; asker ve bazı ağır silahların konuşlanma durumu, askeri personel sayısı, yetenekleri, zayıf yönleri hakkındaki bilgiler, askeri harita ve paftalar gizli olup, sır kapsamındadır.
Türkçe de “Haber alma” anlamına gelen istihbarat, yapı olarak Arapça kökenli bir kelimedir ve “yeni öğrenilen haber, bilgi” anlamına gelmektedir. Haber ve bilgi alma anlamına gelen “istihbar” kelimesinden türemiştir. Bu kelime içinde yine Arapça kökenli olan haber kelimesi temel oluşturmaktadır. (Özkan, 2003, s. 24). İstihbarat, bir devletin ya da herhangi bir kuruluşun güvenliği ile ilgili alanda devlet ya da özel kişiler tarafından toplanan, başka bir devlete, hükümete, siyasal bir gruba, partiye, askeriyeye ve herhangi bir harekete ait olan bilginin toplanması, analizi, üretimi, yayılması ve bu bilginin kullanımı olarak tanımlanabilir. İnsanlarda ve devletlerde gelecek endişesi ve başkaları hakkında kötü düşünme duygusu olduğu sürece, istihbarata her zaman ihtiyaç vardır. Başkalarının ne yaptıkları ve neleri sana karşı yaptıkları konusunda bilgi sahibi olunca rahat yaşanabilir ve ona göre karşı tedbirler alınabilir. Kısacası güvenlik endişesi devleti başkalarının (diğer devletler ve vatandaş örgütlerinin) ne düşündüklerini, neler planladıklarını bilmeye zorlamaktadır. Bu zorunluluk devlete, kendi güvenliğinden ve vatandaşlarının güvenliğinden sorumlu bir kurum olarak kendi sorumluluğunu yerine getirmesini sağlayacaktır. Devlet güvenliği ve istihbarat denildiğinde; uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde istihbarat üretimi, psikolojik savaş temelinde örtülü operasyonlar ve faaliyetler, propaganda ile koruyucu güvenlik fonksiyonlarının yer aldığı bir yapıyı ve uygulama alanlarını düşünmeliyiz. (Acar-Urhal, 2007, s. 161). Demokrasilerin politik ve ekonomik istikrarlarını koruyabilmek için istihbarata ve bu faaliyeti gerçekleştirecek istihbarat birimlerine ihtiyaçları vardır. Bu açıdan istihbarat birimleri demokrasinin garantörlerinden birisidir.
Devletin güvenliği veya milletlerarası ilişkileri bakımından icra edilen istihbarat faaliyetine ilişkin bilgilerin gizliliği kuraldır. İstihbarat faaliyetinin, gizliliği ihlal edilmeden yargısal denetiminin mümkün kılınması gerekmektedir. Aksi takdirde, bu faaliyetin toplumda bir fobi olarak algılanması kaçınılmazdır. (Özgenç, 2011, s.191-192)
Devlet Sırrı Kanun Tasarısının Adalet Komisyonu tarafından kabul edilen ve Genel Kurul’a sevk edilen 1 inci maddenin ikinci fıkrasında; “Birinci fıkra hükmü, hukuk devleti ilkesine ve demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı biçimde yorumlanamaz ve uygulanamaz.” düzenlemesi yer almaktadır. Burada idarenin eylem ve işlemleri bakımından şeffaflığın sağlanması, gereksiz gizlilik kültürüne son verilmesi ve temel hak ve özgürlüklerinin kullanılmasının güvence altına alınması amacıyla uygulamada keyfiliğin önüne geçmek amaçlanmıştır. Devletlerde güvenlik ihtiyacı, sır olgusunu en yüksek değere taşır. Ama hangi bilginin, nasıl ve hangi hukuki dayanaklarla, bir bilginin devlet sırrı olduğuna karar verilecektir? Bir devlet sırrının açığa çıkmasında ya da açıklanmasında, büyük ve telafi edilemez zarar gören devlet olduğunda, o bilginin saklanmasında, “devletin yararı” yani kamu yararı olduğu düşünülür.
Bir bilginin “devlet sırrı” olarak koruma altına alınabilmesi, bunun devletin güvenliği veya milletlerarası ilişkileri bakımından önemli olmasına bağlıdır. Bu kapsama giren bilgilerin gizliliği ve “devlet sırrı” olarak koruma altına alınması hususunda ayrı bir karar alınmasına gerek bulunmamaktadır.
“Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlıklı Anayasa’nın 26. maddesi özel bir sınırlama sebebi olarak devlet sırrı kavramına yer vermiş; düzenlenme “Bu hürriyetlerin kullanılması millî güvenlik kamu düzeni kamu güvenliği cumhuriyetin temel nitelikleri ve devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması suçların önlenmesi suçluların cezalandırılması devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması başkalarının şöhret veya haklarının özel ve aile hayatlarının yahut Kanun ’un öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amacıyla sınırlandırılabilir.” şeklindedir. Burada devlet sırrı olarak “usulünce belirtilmiş bilgiler”e yer verilmekle birlikte devlet sırrı anlamında neyin veya hangi tür bilgilerin kastedildiği açık değildir. Yine Anayasa’nın 28/5. maddesinde “… devlete ait gizli bilgilere ilişkin bulunan her türlü haber ve yazıyı yazanlar veya bastıranlar veya aynı amaçla basanlar başkasına verenler bu suçlara ait kanun hükümleri uyarınca sorumlu olurlar.” şeklinde cezaî sorumluluk bakımından devlet sırrı kavramının yer aldığı görülmektedir.
Ülkemizin de kurucu üyeleri arasında bulunduğu Avrupa Konseyi tarafından hazırlanan ve 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalanıp 3 Eylül 1953’te yürürlüğe giren İnsan Hakları ve Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi’nin 10/2. maddesinde; “Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu özgürlüklerin kullanılması, kanunyla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, gizli bilgilerin yayılmasının önlenmesi veya yargı erkinin yetki ve tarafsızlığının güvence altına alınması için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.” şeklindeki düzenleme ile devlet sırrı ifade özgürlüğünü sınırlayıcı istisnalar arasında yer almıştır.
5271 sayılı CMK’nın 47/1. maddesinde, 5237 sayılı TCK’nın 327. maddesinde ve 2945 sayılı Millî Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği Kanunu’ndaki tanımlamaya benzer şekilde, devlet sırrı tanımı yapılmıştır. Maddeye göre devlet sırrı; “… Açıklanması devletin dış ilişkilerine, mili savunmasına ve mili güvenliğe zarar verebilecek Anayasal düzeni ve dış ilişkilerinde tehlike yaratabilecek nitelikteki bilgiler devlet sırrı sayılır. ” şeklinde olup, aynı maddenin 2. fıkrasında suç vasfına göre devlet sırrı bağlamında hem tanıklık yapma hem de tanıklıktan çekinme mecburiyeti bir arada düzenlenmiştir, düzenleme; “Tanıklık konusu bilgilerin Devlet sırrı niteliğini taşıması halinde; tanık, sadece mahkeme hâkimi veya heyeti tarafından zabıt kâtibi dahi olmaksızın dinlenir. Hâkim veya mahkeme başkanı, daha sonra, bu tanık açıklamalarından, sadece yüklenen suçu açıklığa kavuşturabilecek nitelikte olan bilgileri tutanağa kaydettirir.” şeklindedir ve maddeye göre, belli ağırlığa ulaşmamış suçların muhakemesi söz konusu olduğunda devlet sırrı mahiyetinde bir bilgiye sahip kişiler tanıklıktan çekinme mükellefiyetindedir. Buna karşın, hapis cezasının alt sınırı beş yıl veya daha fazla olan suçlarda bilgi sahibi olan kişiler artık tanıklıktan çekinemezler. Maddenin 4. fıkrasında Cumhurbaşkanı bakımından istisnai bir duruma yer verilmiştir. Cumhurbaşkanının devlet sırrı vasfındaki bilgiler için tanıklığı söz konusu olduğunda anılan bilginin bir suç olgusuyla ilişkili olup olmadığı veyahut suçla ilişkili bir durum varsa bunu yargılama makamına bildirilip bildirilmemesi hususunu kendisi takdir edecektir.
Suç olgusu, devlet sırrı ilişkisi ile ilgili olarak TCK’nın 327. maddesinin gerekçesinde “Suç olgusuna ilişkin bilgi ve belgeler, bir hukuk toplumunda hiçbir surette devlet sırrı olarak koruma altına alınamaz.” denilmek suretiyle, suç ile devlet sırrı kavramının bağdaşamayacağı belirtilmiştir. Keza 5271 sayılı CMK’nın 125/1. maddesinde de “Bir suç olgusuna ilişkin bilgileri içeren belgeler, devlet sırrı olarak mahkemeye karşı gizli tutulamaz.” ifadesiyle suç olgusuna dair bilgi içeren belgelerin, maddi gerçeğe ulaşmak adına, mahkemeye karşı devlet sırrı olarak kabul edilemeyeceği ifade edilmiştir. Fakat madde metninden suç olgusunun aynı zamanda devlet sırrı olabileceği gibi de bir sonuç çıkmaktadır.
Doktrinde TCK’nın 327. maddesinin gerekçesinde olan fakat madde metninde olmayan durum, gerekçenin bağlayıcı olmadığı da nazara alınarak, tartışılmıştır. Bir görüş, gerekçede ileri sürüldüğü gibi, suç ile devlet sırrının bir arada olamayacağını, suç teşkil eden veya suçlara ilişkin bir hususun devlet sırrı olarak korunamayacağını savunurken diğer bir düşünce ise, bir bilginin hem devlet sırrı hem de bir suç veya suça ilişkin olabileceği yönündedir. Ancak; “Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 125/3. maddesinde, birinci ve ikinci fıkraların, suçun gerektirdiği hapis cezasının alt sınırının 5 yıl veya daha fazla olması halinde uygulanabileceğinin belirtilmiş olması karşısında; bir suç olgusuna ilişkin delilin aynı zamanda sır olabileceğinin, suçla ilgili hususların devlet sırrı kapsamında kalabileceği…” şeklindeki düzenleme de dikkate alındığında bahse konu faaliyetlerin BM Antlaşması ve devletler hukuku kapsamında bir nevi meşru müdafaa hakkı olacağı; ayrıca TCK’nın 327. maddesinin gerekçesinde Kanun koyucu tarafından yapılan vurgu, maddi ceza hukuku bakımından devlet sırrına ilişkin olmayıp muhakeme hukukunu ilgilendirmektedir. Nitekim, suça konu bilgi, belge veya faaliyetlerin devlet sırrı olamayacağı madde metninde değil gerekçede yer almaktadır. Devlet sırrı niteliğindeki bilgi, belge ve olaylar da delil olarak ceza muhakemesinde kullanılabilir. Fakat gerek iç hukukta gerekse de karşılaştırmalı hukukta içeriğini devlet sırrının oluşturduğu delillerin muhakeme hukukunda delil olarak kullanılması bazı kayıtlamalar altnda mümkün olabilmektedir. Gerçekten, CMK’nın 182. maddesinde duruşmaların herkese açık olduğu düzenlenmiş, genel ahlâkın veya kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hâllerde, duruşmanın bir kısmının veya tamamının kapalı yapılmasına mahkemece karar verilebileceği ifade edilmiştir. Keza CMK’nın 47. maddesi ile, CMK md. 182 ile koşut bir biçimde, aleniyet ilkesine istisna getirilmiş olmaktadır. Böylelikle tanıklık konusu bilgilerin devlet sırrı niteliğini taşıması halinde tanığın, sadece mahkeme hâkimi veya heyeti tarafından dinlenebileceği ve bu açıklamalardan sadece isnat konusu suçu açıklığa kavuşturabilecek nitelikte ve nicelikteki bilgilerin tutanağa kaydedileceği belirtilmiştir.
2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nun 6. maddesinde demokratik hukuk devletine yönelik ciddi bir tehlikenin varlığı halinde devlet güvenliğinin sağlanması, casusluk faaliyetlerinin ortaya çıkarılması, devlet sırrının ifşasının tespiti ve terörist faaliyetlerin önlenmesi, istihbarî amaçlı iletişime müdahale konusunda ortaya çıkan hukukî boşluğun doldurulması ve bu ihtiyacın karşılanması gibi gerekçelerle 2005 yılında yapılan değişiklikle, Teşkilata, devlet sırrının ifşasının tespiti ile ilgili, hâkim kararı veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Teşkilat Başkanı veya yardımcısının yazılı emriyle telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişim tespiti, dinleme, sinyal bilgileri değerlendirilmesi ve kayda alınması hususları düzenlenmiştir. Kanun’un 15.08.2017 tarihli 694 sayılı KHK ile değişik 29. maddesinde ise Teşkilatta görev yapmış olanların ve Teşkilat mensuplarının tanıklığı hususu düzenlenmiştir. Maddeye göre, devletin çıkarlarının veya görevin gizliliğinin zorunlu kıldığı hâllerde MİT mensuplarının ve MİT’te görev yapmış olanların tanıklığı MİT Müsteşarının, MİT Müsteşarının tanıklığı ise Cumhurbaşkanının iznine bağlıdır. Bu madde ile Kanun’un 17.04.2014 tarihli ve 6532 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilâtı Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 12’nci maddesi ile eklenen Ek 1. maddede Teşkilatın elindeki istihbarı nitelikteki bilgilerin adli mercilerce talep edilemeyeceği ve Teşkilat Başkanının başkanlığındaki Komisyonun Teşkilat uhdesindeki bilgi ve belgelerin gizlilik derecelerinin ve sürelerinin tespit edilmesine, birim ve kısımlara ayrılmasına, kullanıma veya paylaşıma açılmasına karar vereceği hususları düzenlenmiş; Ek 2. maddede ise Güvenlik ve İstihbarat Komisyonuna yer verilmiştir. Komisyon çalışmalarına ilişkin bilgi ve belgelerin saklanmasında ve korunmasında gizlilik esastır. Maddeye göre, Komisyon görüşmelerine katılanlar ile bu görüşmelere herhangi bir suretle vâkıf olanlar, Komisyon çalışmaları ve görüşülen konular hakkında hiçbir açıklama yapamaz ve bunları sır olarak saklamakla yükümlüdür:
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’nun 16. maddesinde devlet sırrı kavramının TCK ve diğer kanunlardaki tanımına benzer bir tanımın yapıldığı görülmektedir. Bahse konu md. ile bilgi edinme hakkına getirilen istisnalar arasında devlet sırrı da sayılmış olup; “Açıklanması hâlinde Devletin emniyetine, dış ilişkilerine, millî savunmasına ve millî güvenliğine açıkça zarar verecek ve niteliği itibarıyla Devlet sırrı olan gizlilik dereceli bilgi veya belgeler, bilgi edinme hakkı kapsamı dışındadır.” şeklinde düzenlenmiştir.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 31. Maddesinde; “Devlet memurlarının kamu hizmetleri ile ilgili gizli bilgileri görevlerinden ayrılmış bile olsalar, yetkili bakanın yazılı izni olmadıkça açıklamaları yasaktır.” şeklindeki düzenleme ile devlet memurlarının kamu hizmetleri ile ilgili gizli bilgileri, görevlerinden ayrılmış bile, yetkili bakanın yazılı izni olmadıkça açıklamalarının yasak olduğu ifade edilmektedir.
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Tanıklığın izne bağlı olduğu haller” başlıklı 242. maddesinde kamu görevlilerin görevleri gereğince muttali oldukları ve sır vasfında olan hususlarla ilgili tanıklığı düzenlenerek bu kişilerin tanıklıkları resmî makamın yazılı iznine bağlanmıştır. Ayrıca 249. maddede de kanun gereği sır olarak korunması gereken bilgiler hakkında tanıklığına başvurulacak kimseler, bu hususlar hakkında tanıklıktan çekinebileceği hükmüne amirdir.
2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun “Dosyaların incelenmesi” başlıklı 20/3. maddesinde sarih olarak devlet sırrı kavramından bahsedilmemiş ise de mahkemenin istediği belgelerin devletin güvenliği ve yüksek menfaatleriyle birlikte yabancı devletlere de ilişkin ise, Cumhurbaşkanı ya da ilgili Cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakanın, gerekçesini bildirmek suretiyle, anılan bilgi ve belgeleri vermeyebileceği düzenlenmiştir. 2575 Sayılı Danıştay Kanunu’nda da İYUK’a benzer biçimde “Evrak getirilmesi ve yetkililerin dinlenmesi” kenar başlıklı Danıştay Kanunu’nun 49. maddesinde, istenen bilgi ve belgelerin devletin güvenliğine ve yüksek menfaatlerine veya devletin güvenliği ve yüksek menfaatleriyle birlikte yabancı devletlere de ilişkin ise, ilgili makam, gerekçesini bildirmek suretiyle söz konusu bilgi ve belgeleri vermeyebileceği hükmünü amirdir. İYUK’ta söz konusu belgelerin mahkemeye sunulmaması Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı veya bakanın takdirine bırakılmışken Danıştay Kanunu’nda “ilgili makam” denilerek yoruma açık bir düzenleme ihdas edilmiştir.
Devlet sırrının tanımı 5237 sayılı TCK md. 327’nin gerekçesinde yapılmıştır. Buna göre devlet sırrı; “…yetkili olmayan kişilerin hakkında bilgi sahibi olmaları hâlinde “Devletin güvenliğinin, millî varlığının, bütünlüğünün, Anayasal düzeninin veya iç ve dış siyasal yararlarının tehlikeye düşebileceği bilgiler”olarak tanımlanmıştır. Tanımın özelliği, doğal olarak, kavramın çerçevesinin millî güvenlik, anayasal düzen gibi mefhumların ön plana çıkarılarak çizilmesidir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi devlet sırrı yalnızca TCK’da değil, CMK, BEHK, 6216 sayılı Kanun’da tanımı yapılan bir kavramdır. Bu düzenlemelerden TCK ile aynı tarihte yürürlüğe giren 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 47/1 maddesinde devlet sırrının konusu TCK’dan farklı olarak “Açıklanması Devletin dış ilişkilerine, mili savunmasına ve mili güvenliğe zarar verebilecek Anayasal düzeni ve dış ilişkilerinde tehlike yaratabilecek nitelikteki bilgiler” belirlenmiştir.
DSKT, CMK, 6216 sayılı Kanun ve BEHK’da, TCK’dan farklı olarak yapılan tanımlarda “dış ilişkiler”, “mili savunma” ve “tehlike yaratabilecek nitelikte bilgiler” ibareleri/kavramları yer almaktadır. TDK sözlüğünde tehlikenin tanımı; büyük zarar veya yok olmaya yol açabilecek durum; zarar ise, bir şeyin, bir olayın yol açtığı çıkar kaybı veya olumsuz, kötü sonuç, dokunca, ziyan, mazarrat olarak gösterilmiştir. Her ne kadar tehlike henüz vücut bulmamış bir durumu, zarar ise meydana gelmiş olumsuz bir durumu ifade eden kelimeler olsa da maddeden henüz vücut bulmamış husule gelmemiş durumların kastedildiği açıktır. TCK; CMK, BEHK, 6216 sayılı Kanun’dan faklı olarak, devlet sırrının tanımında “açıklanması” yerine “yetkili olmayan kişilerin hakkında bilgi sahibi olmaları ” hâlinde ibaresini kullanmıştır. Yine TCK’da “zarar verebilecek- tehlike yaratabilecek” şeklinde iki farklı ayrım yerine “tehlikeye düşme” şeklinde devlet sırrının çerçevesini çizmiştir. Dolayısıyla CMK, BEHK, 6216 sayılı kanunlardaki devlet sırrı tanımı TCK’ya göre daha geniştir.
Devlet sırrı kavramı sadece bilgi ve belge olarak değil devlet sırrının konusu oluşturan bilgi ve belge kavramları dışında “özünde devlet sırrı niteliğinde olan faaliyet”ler de devlet sırrı olarak kabul edilmelidir. Nitekim karşılaştırmalı hukukta da eylem, olay ya da faaliyetlerin de devlet sırrı kapsamına değerlendirilmektedir.
Karşılaştırmalı Hukukta Devlet Sırrı
Devletlerin kendine özgü durumları, içinde bulunduğu şartlar ve demokrasi kültürü gibi hususlar devlet sırrına ilişkin yasal düzenlemelerine yansımıştır. Nitekim Fransa, Birleşik Krallık ve İspanya gibi ülkelerde devlet sırlarına ilişkin düzenlemeler sade bir yapı arz ederken; ABD, İtalya, Rusya Federasyonu, Estonya, Çin Halk Cumhuriyeti gibi devletlerde ise bunun oldukça ayrıntılı olarak düzenlenmiş, bazı ülkelerde devlet sırlarını belirleme yetkisi çoğunlukla yürütme organına verilmiş; bazı ülkelerde ise bu konuyla ilgili ihtisas kurulları oluşturulmuştur. Türk hukukunda gizli bilgilerinin derecelendirilmesi konusunda genele şamil olan bir kanunî düzenlemeden bahsetmek mümkün olmasa da Savunma Sanayi Güvenliği Yönetmeliği ve Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği”nde “çok gizli, gizli, özel” ve “hizmete özel ” şeklinde sınıflandırma derecelendirmeleri yapılmıştır. Mukayeseli hukukta ise devlet sırları ile ilgili olarak 3’lü veya 4’lü olarak sınıflandırmaya başvurulmaktadır. Mukayeseli hukukta içeriğinin önemine ve ifşa edilmesi halinde meydana gelebilecek zararın veya tehlikenin ağırlığına göre devlet sırları konusunda çok gizli, gizli ve özel gibi kategorilendirmeye gidildiği görülmektedir.
Alman Ceza Kanunu (Strafgesetzbuch), Federal Bilgilere Erişimi Düzenleyen Kanun (Gesetz zur Regelung des Zugangs zu Informationen des Bundes), Almanya İdare Muhakeme Usul Kanunu ve Federal Almanya Ceza Muhakemesi Kanunu (StrafprozeBordnung – StPO) gibi müktesebatta devlet sırları, bunların ceza muhakemesi işlemlerinde kullanılması/kullanılamaması, devlet sırrı gerekçesiyle adli mercilere ilgili belgeleri vermekten resmi mercilerin imtina etmeleri ve devlet sırrı gerekçesiyle bilgi edinme hakkının sınırlandırılması ile ilgili birçok hüküm mevcuttur. Ayrıca mülga 95/46/EC sayılı Direktif in, Federal Almanya Cumhuriyeti iç hukukuna aktarılması amacıyla çıkarılan Federal Veri Koruma Kanunu (Bundesdatenschutzgesetz)’nda milli savunma, milli güvenlik gibi gerekçelerle kişisel verilerin rıza dahilinde işlenmesine istisna getirilmiştir.
İtalya’da 13 Ağustos 2007 tarihli ve 25 Ağustos 2012’den beri yürürlükte olan Cumhuriyetin Güvenliği İçin Bilgi Sistemi ve Yeni Bir Gizlilik Disiplini (Legge 124/2007, Sistema di Informazione Per la Sicurezza Della Repubblica e Nuova Disciplina del Segreto) başlıklı Kanun oldukça detaylı olarak devlet sırları, Cumhuriyet Güvenliği Bakanlık Komitesi ve Güvenlik Bilgi Bölümü gibi organları, sırrın ne müddet gizli yada çok gizli olarak muhafaza edileceği, gizlilik kategorileri, ceza yargılamasında gizli belgelere erişim prosedürleri gibi konuları ele almıştır. 124/2007 sayılı Kanun kapsamında, açıklanması Cumhuriyet’in güvenliğini tehlikeye düşürebilecek tüm belgeler, bilgiler, faaliyetler ve diğer hususlar devlet sırrı kapsamındadır. “Cumhuriyet ’in güvenliği ” kavramı İtalyan Devletinin bütünlüğü ve bağımsızlığı ve Anayasada belirlenen kuramların savunması anlamına gelmektedir. Nitekim İtalyan Anayasa Mahkemesi de 1977 yılında vermiş olduğu bir kararında gizliliğin ancak askerî savunma ve ulusal güvenlik gibi en yüksek Anayasal çıkarların korunması bağlamında meşru olduğunu onaylamıştır. 124/2007 sayılı Kanun’dan başka İtalya Ceza Kanunu’nda devlet sırlarına karşı suçlar ve casusluk suçları ile ilgili cezaî hükümler bulunmaktadır. Yine İtalya Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ise yargılama işlemlerinde devlet sırlarına erişim ya da istihbarat personelinin tanık olarak dinlemesi vs. gibi hükümlere yer verilmiştir. İtalyan Ceza Kanunu’nda “Devlet Kişiliğine Karşı Suçlar” başlıklı İkinci Kitap Birinci Başlık’ta md. 241 ila 313 arasında “Devletin Uluslararası Kişiliğine Karşı Suçlar ” düzenlenmiştir. Kanun’un 245. maddesinde İtalya ile savaşta tarafsızlık antlaşması bulunan devletlerle bu antlaşmaları bozmak ve İtalyan devletini savaşa sokmaya neden olabilecek şekilde veya savaş ilanına neden olabilecek istihbarat bilgilerini elinde tutanlar 5 ila 15 yıl arasında hapis cezasına mahkûm edilecekleri düzenlenmiştir. İCK md. 255, TCK md. 326’nın muadili olarak, devletin uluslararası kişiliğine karşı işlenen suçlar bağlamında devletin güvenliğine ilişkin ve gizli kalması gereken belgelerin çalınması, tahribi, tahrifi suç olarak düzenlenmiştir. Madde metninde devletin gizliliği, iç ve dış siyasal yararları devletin güvenliği ile ilgili eylemler ve belgelerin ne olduğu açıkça tanımlanamamış bu husus özel kanunlara bırakılmıştır. Ayrıca maddede nitelikli hal olarak failin eyleminin askerî operasyonları tehlikeye atması dorumunda müebbet hapis cezası ile cezalandırması öngörülmüştür. İtalyan Ceza Kanunu’nun 256. maddesinde yine TCK’nın 327 ve 334. maddelerine benzer şekilde, Devlet güvenliğine ilişkin bilgilerin ve yetkili makamların açıklanmasının yasakladığı bilgilerin temini cezalandırılmıştır. Maddeye göre, devletin siyasî, iç veya uluslararası çıkarlarında gizli kalması gereken bilgileri edinen herkes, üç ila on yıl hapis cezasıyla cezalandırılır. Suç konusu, yetkili otoritenin ifşa etmeyi yasakladığı bilgi olduğu takdirde iki ila sekiz yıl hapis cezası söz konusudur. Kanun’un 261. Maddesi ve 256. maddesinde belirtilen sır niteliğindeki bilgileri açıklayanları cezalandırmaktadır. Suçun nitelikli hali olarak ise suçun savaş zamanında işlenmesini devletin savaş hazırlığını veya savaş etkinliğini veya askerî operasyonlarını tehlikeye sokması durumları gösterilmiştir. Öte yandan filin bu suçu casusluk amacıyla işlemesi durumunda faile müebbet hapis cezası verilecektir.
Devlet sırrı kavramı genel olarak; Fransa’da; “Açıklanması ulusal savunma üzerinde çok ciddi bir etkiye, ciddi bir zarara neden olması muhtemel veya ulusal savunma sırrının ortaya çıkmasına yol açabilecek bilgi.”, Rusya’da; “Devletin askerî dış politikası alanındaki korunan bilgisi.”, İspanya’da; “Yetkisiz kişilere ifşa olduğu takdirde devletin güvenliğini ve savunmasını tehlikeye atabilecek konular, eylemler, belgeler, bilgiler, veriler ve nesneler.”, Birleşik Krallık’ta; “Açıklanması Kraliyet’in silahlı kuvvetlerinin görevlerinin icra etme kabiliyetinin tamamına veya bir kısmına, üyelerine, bu güçlerin teçhizatına ya da kurulumlarına zarar veren veya ciddi hasar verebilir mahiyette olan, İngiltere’nin yurtdışındaki çıkarlarını tehlikeye atan, İngiltere’nin bu çıkarlarının tanıtımını veya korunmasını ciddi şekilde engelleyen veya yurtdışındaki İngiliz vatandaşlarının güvenliğini tehlikeye atan bilgiler belgeler devlet sırrı sayılır.”, Amerika Birleşik Devletleri’nde; “Yetkisiz olarak ifşa edilmesi halinde ulusal güvenliğin zarar görmesine neden olabilecek mahiyetteki bilgi.” ve son olarak İsveç’te ise; “Ulusal güvenliğe zarar verebilecek her türlü bilgi.” şeklinde düzenlenmiştir.
Casusluk Kavramı
İngilizce “espionage” kelimesi ile ifade edilen casusluk kavramı casus anlamına gelen “spy” kelimesinden, bu kelime de bakmak anlamına gelen eski Germanik kökenli ve eski Fransızca “espier” kelimesinden türemiş bir kavramdır. Türkçe’ye ise benzer şekilde gözetleyen, araştıran manasında Arapça tecessüs (