Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2019/300 E. 2020/419 K. 15.10.2020 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2019/300
KARAR NO : 2020/419
KARAR TARİHİ : 15.10.2020

Kararı veren
Yargıtay Dairesi : Ceza Genel Kurulu
Mahkemesi :Ceza Dairesi
Sayısı : 124-18

Silahlı terör örgütüne üye olma suçundan sanık … hakkında ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesince 26.02.2019 tarih ve 124-18 sayı ile; sanığın TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanun’un 5/1, TCK’nın 62, 53, 58/9 ve 63. maddeleri uyarınca 8 yıl 9 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna, cezasının mükerrirlere özgü infaz rejimine göre çektirilmesine ve mahsuba karar verilmiştir.
Hükmün sanık ve müdafisi tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 24.05.2019 tarihli ve 51555 sayılı “onama” istekli tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Temyiz incelemesi yapan Ceza Genel Kurulunca dosya incelenip görüşülerek gereği düşünüldü:
Hükmolunan ceza süresi yönünden yasal şartları oluşmadığından sanık müdafisinin duruşmalı inceleme isteminin CMK’nın 299. maddesi uyarınca reddine karar verilmiştir.
Ceza Genel Kurulunca yapılacak olan temyiz incelemesi, sanık … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün isabetli olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
Temyiz incelemesine geçilmeden önce Ceza Genel Kurulu Başkanı tarafından;
1- Süresi içerisinde verdiği temyiz dilekçesinde gerekçeli kararın tebliğini talep eden sanığa, CMK’nın 295. maddesinin birinci fıkrası uyarınca temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçenin tebliğden itibaren (7) gün içerisinde verilmesi gerektiğinin bildirilmesinin zorunlu olup olmadığı, bu bağlamda sanık tarafından sunulan 03.05.2019 ve 11.11.2019 tarihli temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçelerin CMK’nın 295. maddesinde öngörülen yedi günlük süre içerisinde verilip verilmediği,
2- Sanığın 08.03.2019 tarihli temyiz dilekçesinin bir temyiz nedeni içerip içermediği ve bu kapsamda temyiz denetiminin ne şekilde yapılacağı,
3- Özel Dairece yapılan yargılama sırasında heyetteki en kıdemli üye yerine kıdemsiz üyenin heyet başkanlığı yapmasının mümkün olup olmadığı,
Hususlarının görüşülmesi gerektiğinin ileri sürülmesi üzerine bu hususlar öncelikle değerlendirilmiştir.
İncelenen dosya kapsamından;
İlk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 27.12.2017 tarihli ve 124 sayılı kararı ile; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 20.12.2017 tarihli ve 106-106 sayılı iddianamesi ile silahlı terör örgütü üyesi olma suçundan açılan kamu davasına ilişkin iddianamenin Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 175. maddesine göre kabulüne ve dosyanın ilk derece yargılaması esas defterine kayıt edilerek sanık … hakkında kovuşturmaya başlanmasına karar verildiği,
İlk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesince 02.04.2018, 25.07.2018, 18.09.2018 ve 05.12.2018 tarihlerinde gerçekleştirilen duruşmalardan sonra 26.02.2019 tarihinde yapılan duruşmada sanık hakkında karar verildiği,
Mahkûmiyet hükmünün kurulduğu 26.02.2019 tarihli duruşmanın … sicil numaralı Yargıtay Üyesi … başkanlığındaki heyet tarafından yapıldığı ve bu heyette üye olarak görev yapan…. sicil numaralı… ile…. sicil numaralı …’ın heyet başkanından Yargıtay kıdemi itibarıyla daha kıdemli oldukları,
Sanık ve müdafisinin yüzüne karşı tefhim edilen kararda; hükme karşı başvurulabilecek kanun yolunun temyiz, mercisinin Yargıtay Ceza Genel Kurulu, şeklinin mahkemeye verilecek bir dilekçe veya zabıt katibine bulunulacak beyanın tutanağa geçirilmesi ya da tutuklu sanığın, bulunduğu ceza infaz kurumu aracılığıyla göndereceği dilekçe veya beyanının burada tutanağa geçirilmesi suretiyle, sürenin de tefhimden itibaren (15) gün olduğunun belirtildiği,
Sanık müdafisinin 27.02.2019, sanığın ise 08.03.2019 tarihinde mahkûmiyet kararını temyiz ederek gerekçeli kararın tebliği isteminde bulundukları,
08.03.2019 tarihli dilekçeye göre sanığın kararın usul ve esas yönlerinden hukuka aykırılığı nedeni ile temyiz kanun yoluna başvurduğu,
Gerekçeli kararın tutuklu sanığa 19.04.2019 tarihinde, sanık müdafisine ise 20.04.2019 tarihinde tebliğ edildiği, sanık müdafisinin 29.04.2019 tarihinde, sanığın ise 03.05.2019 ve 11.11.2019 tarihlerinde temyiz nedenlerini bildirir ek temyiz dilekçesi verdikleri,
Sanığa 19.04.2019 tarihinde tebliğ edilen gerekçeli karara ilişkin tebliğ evrakında temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçesini 7 gün içerisinde vermesi gerektiği yolunda bir açıklamanın bulunmadığı,
Anlaşılmaktadır.
Ön sorunların ayrı ayrı değerlendirilmesinde fayda bulunmaktadır.
1- Süresi içerisinde verdiği temyiz dilekçesinde gerekçeli kararın tebliğini talep eden sanığa, 5271 sayılı CMK’nın 295. maddesinin birinci fıkrası uyarınca temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçenin tebliğden itibaren (7) gün içerisinde verilmesi gerektiğinin bildirilmesinin zorunlu olup olmadığı, bu bağlamda sanık tarafından sunulan 03.05.2019 ve 11.11.2019 tarihli temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçelerin CMK’nın 295. maddesinde öngörülen yedi günlük süre içerisinde verilip verilmediği;
Anayasamızın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesinin ikinci fıkrası; “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmünü içermekte olup CMK’nın 231. maddesinin ikinci fıkrası hazır bulunan sanığa başvurabileceği kanun yolları, mercisi ve süresinin bildirileceğini, aynı Kanun’un 34. maddesinin ikinci fıkrası ise kararlarda, başvurulabilecek kanun yolu, süresi, mercisi ve şekillerinin belirtileceğini düzenlemiştir.
CMK’nın “Temyiz istemi ve süresi” başlığını taşıyan 291. maddesi;
“(1) Temyiz istemi, hükmün açıklanmasından itibaren on beş gün içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt kâtibine bir beyanda bulunulması suretiyle yapılır; beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hâkime onaylattırılır. Tutuklu bulunan sanık hakkında 263 üncü madde hükmü saklıdır.
(2) Hüküm, temyiz yoluna başvurma hakkı olanların yokluğunda açıklanmışsa, süre tebliğ tarihinden başlar.”,
“Temyiz başvurusunun içeriği” başlığını taşıyan 294. maddesi;
“(1) Temyiz eden, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorundadır.
(2) Temyiz sebebi, ancak hükmün hukukî yönüne ilişkin olabilir.”,
“Temyiz gerekçesi” başlığını taşıyan 295. maddesi ise;
“(1) Temyiz başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde hükmü temyiz olunan bölge adliye mahkemesine bu nedenleri içeren bir ek dilekçe verilir. Cumhuriyet savcısı temyiz dilekçesinde, temyiz isteğinin sanığın yararına veya aleyhine olduğunu açıkça belirtir.
(2) Temyiz, sanık tarafından yapılmış ise, ek dilekçe kendisi veya müdafii tarafından imza edilerek verilir.
(3) Müdafii yoksa sanık, tutanağa bağlanmak üzere zabıt kâtibine yapacağı bir beyanla gerekçesini açıklayabilir; tutanak hâkime onaylatılır. Sanığın yasal temsilcisi ve eşi hakkında 262 nci madde, tutuklu sanık hakkında ise 263 üncü madde hükümleri saklıdır.”,
Hükümlerini içermektedir.
Bir kanun yolu başvurusunun esas yönünden mercisince incelenmesi, Anayasamızın 36. maddesinde yer bulan adil yargılanma hakkının güvencelerinden olan mahkemeye erişim hakkı kapsamında kalmaktadır.
Anayasamızın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. maddesi; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” şeklindedir.
Görüldüğü üzere; temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması kanun tarafından öngörülme, haklı bir sebebe dayanma ve ölçülülük ilkesine aykırı olmama koşullarına bağlıdır. Anayasamızın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkı da bu anlamda mutlak olmayıp sınırlamalara konu olabilir. Ancak ölçülülük ilkesi uyarınca sınırlamaların mahkemeye erişimi imkânsız hâle getirmemesi ya da aşırı derecede zorlaştırmaması da gerekir.
Kanun yoluna başvurma hakkının belli bir süre koşuluna bağlanması, hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması gibi önemli ve meşru bir amaca hizmet etmektedir. Bu bakımdan, usullerinin belirli ve öngörülebilir olması koşuluyla yargısal başvuruların birtakım kurallarına tabi tutulmasının tek başına mahkemeye erişim hakkının ihlali olarak değerlendirilemeyeceği, mahkemelerin iç işleyişlerine ilişkin süreçlerdeki aksama ve hatalardan kaynaklanan sorumluluğun ilgililere yüklenemeyeceği ve dava açma sürelerini düzenleyen karışık ve dağınık olan mevzuatın aşırı şekilci yorumunun mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceği kabul edilmelidir. Dolayısıyla, kanunda açık ve anlaşılır bir şekilde düzenlenmiş, istisnai nitelikte olan, ilgilisine bildirilmesi yönünde emredici bir hüküm de bulunmayan süreyi, yargı mercilerinin ilgilisine bildirme zorunluluğu bulunduğundan bahsedilemeyecektir.
Bu açıklamalar ışığında ön sorun değerlendirildiğinde;
İlk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 26.02.2019 tarihli kararında; hükme karşı başvurulabilecek kanun yolunun temyiz, mercisinin Yargıtay Ceza Genel Kurulu, şeklinin mahkemeye verilecek bir dilekçe veya zabıt katibine bulunulacak beyanın tutanağa geçirilmesi ya da tutuklu sanığın, bulunduğu ceza infaz kurumu aracılığıyla göndereceği dilekçe veya beyanının burada tutanağa geçirilmesi suretiyle, sürenin de tefhimden itibaren (15) gün olduğu hususları ayrı ayrı ve açıkça belirtilerek hazır bulunan sanığa bildirildiği anlaşılmaktadır.
CMK’nın 295. maddesinin birinci fıkrası uyarınca temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçe için öngörülen (7) günlük sürenin; aynı Kanun’un 34. maddesinin ikinci fıkrası, 231. maddesinin ikinci fıkrası ile Anayasamızın 40. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında bir “Kanun yolu süresi” olmayıp temyiz başvurusunda temyiz nedenlerinin gösterilmemiş olması durumuna ilişkin istisnai bir mahiyet taşıması, mahkemelerin iç işleyişine yönelik olmaması, düzenlemenin yer aldığı kanun maddesinin içeriği itibarıyla ilgilisi bakımından karışık ve dağınık olmayıp açık, belirli ve öngörülebilir bir nitelikte olması, ilgilisinin (15) günlük temyiz süresi içerisinde temyiz nedenlerini bildirir dilekçe verebilmesine engel bir düzenlemenin olmaması, mevzuatımızda yer alan yargısal başvuru sürelerinin tümünün ilgilisine mahkemece bildirilmesi gerektiğine dair bir hükmün bulunmaması, örneğin; 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un bireysel başvuru usulünü düzenleyen 47. maddesinin beşinci fıkrasındaki “Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren onbeş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler. Mahkeme, öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp görülmediğini inceleyerek talebi kabul veya reddeder.” hükmü uyarınca, anılan fıkra kapsamında geçen yargısal başvuru sürelerinin ilgilisine bildirilmesi gerektiğine ilişkin bir düzenlemenin bulunmadığı da gözetildiğinde, istisnai ve sınırlayıcı hüküm içeren düzenlemelerin kıyas yoluyla genişletilmesinin mümkün olmaması nedeniyle ek dilekçe için öngörülen (7) günlük sürenin, mahkeme kararlarının sonuç bölümünde gösterilmesi zorunlu olan, hükme karşı başvurulabilecek kanun yolu süresi olmadığı, dolayısıyla temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçe için öngörülen bu sürenin ilgilisine bildirilmeyişinin mahkemeye erişim hakkına orantısız bir müdahale olarak görülemeyeceği ve ilgilisine bildirilmesi hususunda zorunluluk bulunmadığı kabul edilmelidir.
Bu itibarla, 08.03.2019 tarihinde mahkûmiyet kararını temyiz ederek gerekçeli kararın tebliği isteminde bulunan sanığa gerekçeli kararın 19.04.2019 tarihinde tebliğ edilmesine karşın sanığın temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçelerini CMK’nın 295. maddesinde öngörülen yedi günlük süreden sonra 03.05.2019 ve 11.11.2019 tarihlerinde verdiği anlaşılmaktadır.
Çoğunluk görüşüne katılmayan dört Ceza Genel Kurulu Üyesi; “Süresi içerisinde verdiği temyiz dilekçesinde gerekçeli kararın tebliğini talep eden sanığa, 5271 sayılı CMK’nın 295. maddesinin birinci fıkrası uyarınca temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçenin tebliğden itibaren (7) gün içerisinde verilmesi gerektiğinin bildirilmesinin zorunlu olduğu ve bu bağlamda sanığın temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçelerini CMK’nın 295. maddesinde öngörülen yedi günlük süre içerisinde verdiği” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
2- Sanığın 08.03.2019 tarihli temyiz dilekçesinin bir temyiz nedeni içerip içermediği ve bu kapsamda temyiz denetiminin ne şekilde yapılacağı;
25.03.2016 tarihi itibarıyla iç hukukumuzun bir parçası hâline gelen İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) Ek 7 No’lu Protokolü’nün “Cezai konularda iki dereceli yargılanma hakkı” başlıklı 2. maddesi;
“1. Bir mahkeme tarafından cezai bir suçtan mahkum edilen her kişi, mahkumiyet ya da ceza hükmünü daha yüksek bir mahkemeye yeniden inceletme hakkını haiz olacaktır. Bu hakkın kullanılması, kullanılabilme gerekçeleri de dahil olmak üzere, yasayla düzenlenir.
2. Bu hakkın kullanılması, yasada düzenlenmiş haliyle önem derecesi düşük suçlar bakımından ya da ilgilinin birinci derece mahkemesi olarak en yüksek mahkemede yargılandığı veya beraatini müteakip bunun temyiz edilmesi üzerine verilen mahkumiyet hallerinde istisnaya tabi tutulabilir.” şeklinde düzenlenmiştir.
07.10.2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5235 sayılı Adlî Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un 25 ve geçici 2. maddeleri uyarınca kurulan bölge adliye mahkemeleri, 07.11.2015 tarihli ve 29525 sayılı Resmî Gazete’de ilan edildiği üzere 20.07.2016 tarihinde tüm yurtta göreve başlamıştır. Bölge adliye mahkemelerinin faaliyete geçmesiyle birlikte istinaf kanun yolu uygulamaya girmekle birlikte 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 8. maddesi uyarınca, bölge adliye mahkemelerinin göreve başlama tarihi olan 20.07.2016 tarihinden önce verilen kararlar hakkında kesinleşinceye kadar 1412 sayılı CMUK’nın, bu tarihten sonra verilen kararlar hakkında ise 5271 sayılı CMK’nın temyize ilişkin hükümleri uygulanacaktır.
Bu hükümlere göre, suç tarihinde Danıştay Üyesi olan sanık hakkında ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay 9. Ceza Dairesince yapılan yargılama sonucunda verilen 26.02.2019 tarihli ve 124-18 sayılı kararın temyiz edilmesi üzerine Ceza Genel Kurulunca incelenmesinde 5271 sayılı CMK’nın temyize ilişkin hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
Ön sorun konusunda isabetli bir çözüme ulaşılabilmesi bakımından temyiz başvuru usulü ve başvuru üzerine yapılacak işlemlerin ayrıntılı bir şekilde irdelenmesi, bu kapsamda 5271 sayılı CMK ile 1412 sayılı CMUK hükümlerinin kıyasen değerlendirilmesi ile temyiz denetiminin ne şekilde yapılacağına da değinilmesi gerekmektedir.
1412 sayılı CMUK’nın “Temyiz sebebi” başlığını taşıyan 307. maddesi;
“Temyiz ancak hükmün kanuna muhalif olması sebebine müstenit olur. Hukuki bir kaidenin tatbik edilmemesi yahut yanlış tatbik edilmesi kanuna muhalefettir.”,
5271 sayılı CMK’nın 288. maddesinde ise temyiz nedenleri;
“1- Temyiz, ancak hükmün hukuka aykırı olması nedenine dayanır.
2- Bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması hukuka aykırılıktır.” şeklinde belirtilmiştir.
Mülga CMUK’da temyiz sebebi “kanuna aykırılık” olarak belirlenirken, 5271 sayılı CMK’da “hukuka aykırılık” olarak belirlenmiştir. Ancak her iki Kanun’a bakıldığında bu iki farklı kavramın aynı şekilde anlaşılmasının istendiği sonucuna varılmaktadır. Zira her iki Kanun’un ilgili hükümlerinde bu kavramlar, “bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması” şeklinde tanımlanmış olup öğretide de geçmişten bu yana kanuna aykırılık kavramı geniş yorumlanmış ve bu ifadenin yazılı hukukla sınırlı anlaşılmaması gerektiği, bu nedenle yazılı hukuka ek olarak; içtihada aykırılık, tecrübe ve mantık kurallarına aykırılık, öğretiye aykırılık, maruf ve meşhur olan şahsi bilgilerdeki hataların da kanuna aykırılık kapsamında denetlenebileceği, ayrıca uluslararası hukuka ve evrensel hukuki değerlere aykırılığın da temyiz nedeni olarak ileri sürülebileceği ifade edilmiştir.
1412 sayılı CMUK’nın “Temyiz istidası ve ihtiva edeceği noktalar” başlığını taşıyan 313. maddesi;
“Temyiz eden taraf hükmün hangi cihetine itiraz ve neden dolayı bozulmasını talep etmekte olduğunu temyiz istidasında veya beyanında veyahut layihasında gösterir.
Temyiz için istinad edilen sebeplerde muhakeme usulüne müteallik hukuki bir kaideye mi yoksa kanuni diğer hükümlere mi, muhalefet etmiş olmasından dolayı itiraz olunduğu gösterilir. Birinci hâlde kanuna muhalif olan vak’alar izah olunur.”,
5271 sayılı CMK’nın “Temyiz başvurusunun içeriği” başlığını taşıyan 294. maddesi;
“1- Temyiz eden, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini temyiz başvurusunda göstermek zorundadır.
2- Temyiz sebebi, ancak hükmün hukukî yönüne ilişkin olabilir.”,
“Temyiz gerekçesi” başlıklı 295. maddesinin 1. fıkrası ise;
“Temyiz başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde hükmü temyiz olunan bölge adliye mahkemesine bu nedenleri içeren bir ek dilekçe verilir. Cumhuriyet savcısı temyiz dilekçesinde, temyiz isteğinin sanığın yararına veya aleyhine olduğunu açıkça belirtir.”
Şeklinde düzenlenmiştir.
1412 sayılı CMUK’nın 307 ve 5271 sayılı CMK’nın 288. maddeleri itibarıyla temyiz nedenleri bakımından iki Kanun arasında bir farklılık görülmemektedir. Zira her ikisinde de temyiz nedeni “hukuka aykırılık”tır. 1412 sayılı CMUK’nın 313. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 294. maddesinin ilk fıkraları temyiz sebeplerinin gösterilmesi hususuna ilişkindir ve aralarında ciddi bir fark yoktur. Asıl farklılık 5271 sayılı CMK’da temyiz başvurusunda temyiz nedeninin gösterilmesinin zorunlu hâle getirilmesidir. Temyiz dilekçesinin temyiz sebeplerini içermediğinin saptanması durumunda CMK’nın 298. maddesi uyarınca temyiz istemi reddedilecektir.
İstinaf mahkemelerinin Türk yargı sistemine dahil olmasıyla kanun yolu yargılamasında yeni bir anlayışı benimseyen kanun koyucu, istinaf başvurusunda Cumhuriyet savcısı dışındaki diğer kişiler bakımından sebep gösterme zorunluluğu öngörmezken, temyiz kanun yolunda, mülga 1412 sayılı CMUK’dan farklı şekilde resen temyiz tercihinden vazgeçerek, temyiz davasını açan ve sınırlayan temyiz dilekçesinde temyiz edenin, hükmün neden dolayı bozulmasını istediğini, temyiz sebeplerini göstermek zorunda olduğunu ve temyiz başvurusunda temyiz nedenleri gösterilmemişse temyiz başvurusu için belirlenen sürenin bitmesinden veya gerekçeli kararın tebliğinden itibaren yedi gün içinde hükmü temyiz olunan bölge adliye mahkemesine bu nedenleri içeren ek bir dilekçe vermesini öngörmüştür. Gerekçeli temyiz dilekçesi, (ek dilekçe, temyiz layihası) temyiz nedenlerinin gösterildiği dilekçedir. Temyiz dilekçesinde ya da daha sonradan verilen ek temyiz dilekçesinde temyiz denetiminin kapsamının belirlenmesi bakımından hangi hukuka aykırılıklara dayanıldığının anlaşılır bir şekilde gösterilmesi gerekir.
Temyiz nedeni olan hukuka aykırılık, hâkimin olaya en uygun normu bulamaması veya bulsa da yanlış değerlendirip uygulama yapmasıdır. Hukuka aykırılığa yol açan norm muhakeme hukuku normu olabileceği gibi (Örneğin, tanıklıktan çekinme hakkı bulunan tanığa bu hakkının hatırlatılmaması, karar oturumunda hazır olan sanığa son söz hakkı verildikten sonra katılana da diyeceklerinin sorulması gibi.) maddi hukuk normu da olabilir (Örneğin, suç sanık tarafından işlenmediği hâlde mahkûmiyet hükmü kurulması, eksik araştırmaya dayalı olarak karar verilmesi gibi). Maddi hukuk normunun ihlali hâlinde temyiz edenin sıfatı da dikkate alınarak kararın bozulması gerekmekte ise de muhakeme hukukuna ilişkin ihlallerde, ihlalin hükmü etkileyip etkilemediği gözetilmelidir.
1412 sayılı CMUK’nın “Temyiz Mahkemesince tetkik edilecek noktalar” başlıklı 320. maddesi;
“Temyiz Mahkemesi, temyiz istida ve layihasında irat olunan hususlar ile temyiz talebi usule ait noksanlardan dolayı olmuş ise temyiz istidasında bu cihete dair beyan edilecek vakıalar hakkında tetkikler yapabileceği gibi hükme tesiri olacak derecede kanuna muhalefet edilmiş olduğunu görürse talepte mevcut olmasa dahi bu hususu tetkik eder.
313 üncü maddenin ikinci fıkrasında gösterilen müstenidattan başka temyiz müddeasını teyit için yeniden müstenidat göstermeğe lüzum yoktur. Bununla beraber böyle müstenidat arz olunmuşsa kabul olunur.”,
5271 sayılı CMK’nın “Temyizde incelenecek hususlar” başlıklı 301. maddesi ise;
“1- Yargıtay, yalnız temyiz başvurusunda belirtilen hususlar ile temyiz istemi usule ilişkin noksanlardan kaynaklanmışsa, temyiz başvurusunda bunu belirten olaylar hakkında inceleme yapar.”,
Şeklinde düzenlenmiştir.
Yargıtayın yapacağı temyiz denetiminin kapsamını gösteren 1412 sayılı CMUK’nın 320. madesinin birinci fıkrası ile 5271 sayılı CMK’nın 301. maddesi benzer nitelikte düzenlemeler olmakla birlikte iki madde arasında önemli bir fark vardır. CMUK’nın 320. maddesinin birinci fıkrasına göre usule aykırı noksanlıklardan dolayı hükme tesiri olacak derecede kanuna muhalefet edilmesi hâlinin tespiti durumunda Yargıtay, bu hususta bir talep olmasa bile inceleme yapabilecekken, CMK’nın 301. maddesine göre yalnız temyiz başvurusunda belirtilen hususlar ile temyiz istemi usule ilişkin noksanlardan kaynaklanmışsa, temyiz başvurusunda bunu belirten olaylar hakkında inceleme yapabilmektedir. Bu durum, muhakeme hukukuna aykırılık hususunda temyiz incelemesinin kapsamı bakımından her iki yasa arasında önemli bir fark olduğunu göstermektedir.
Doktrinde çoğunlukta olan anlayışa göre, Türk Ceza Muhakemesine istinaf kanun yolunun getirilmiş olması, temyiz mahkemesinin önceden olduğu gibi somut temyiz denetiminin elverdiği ölçüde maddi soruna girmesine engel oluşturmayacak, temyiz kanun yolunda somut dava üzerinden içtihatlarla birliği sağlayacak olan Yargıtay, ilk derece ve bölge adliye mahkemelerinin, sözlülük, doğrudan doğruyalık ve yüz yüzelik ilkeleri uyarınca elde edilen delilleri vicdani kanaatleri ile serbestçe takdir etme yetkilerini de dikkate alarak bu delillerle varılan sonucun hukuk kurallarına, akla, mantığa, genel hayat tecrübelerine ve bilimsel görüşlere uygun olup olmadığının tespiti bakımından somut dosya üzerinden görebileceği ve inceleyebileceği maddi sorunla ilgili vaka değerlendirmelerindeki hukuka aykırılıklar üzerinden bozma kararı verebilecektir.
Temyiz kanun yoluna başvuranın, hükmün hangi noktalardan incelenmesini istediğini bildirmesi, diğer bir anlatımla hükmün hangi noktalardan hukuka aykırı olduğunu göstermesi zorunluluğu ile Yargıtayın temyiz başvurusunda belirtilen hususlar ile sınırlı olarak inceleme yapmasına ilişkin hükümler “temyiz incelemesinin sınırlandırılması/temyiz incelemesinin kapsamının belirlenmesi” amacına yöneliktir.
5271 sayılı CMK’nın 294 ve 301. maddelerinde yer alan hükümler uyarınca, ileri sürülen nedenlerle sınırlı olarak yapılacak inceleme sırasında temyizin kapsamının tespiti bakımından önem arz eden husus, kanun koyucunun “muhakeme hukukuna aykırılık” iddiası ve bunu belirten olayların temyiz nedeni olarak açıkça ileri sürülmesini aramasına karşın, “maddi hukuka aykırılık” iddiası yönünden böyle bir düzenlemeye yer vermemiş olmasıdır. Kanun koyucu, temyiz başvurusunda muhakeme hukukuna aykırılıkların ileri sürüldüğü durumlarda temyiz sebebinin somutlaştırılmasının zorunlu olduğunu düzenlemesine rağmen, bunun dışında kalan maddi hukuka aykırılıkların ileri sürüldüğü durumlar için temyiz nedeninin somutlaştırılmasına ilişkin herhangi bir yasal zorunluluk getirmemiştir. Bu nedenle hukuka aykırı olduğu savıyla hükmün bozulmasını isteme muhakeme hukukuna aykırılık yönünde bir temyiz nedeni olarak anlaşılamaz. Fakat maddi hukuka aykırılıkla ilgili olarak temyiz sebebinin somutlaştırılması zorunluluğu bulunmadığından, hukuka veya yasaya aykırı olduğu savıyla hükmün bozulmasını istemek, maddi hukuka aykırılık yönünden temyiz nedeni olarak yeterli kabul edilmelidir.
Temyiz incelemesinin kapsamının belirlenebilir olmasının yeterli görülmesi ve bu konunun önemi karşısında, temyiz başvurusunda hükmün neden dolayı bozulmasının istenildiğinin gösterilip gösterilmediğinin tespiti, temyiz başvurusunun sebep gösterilmemesi nedeniyle reddedilip edilmeyeceği ve yapılacak olan temyiz incelemesinin kapsamı bakımından önem arz etmektedir. Örneğin; “Hükmü temyiz ediyorum.”, “Resen dikkate alınacak nedenlerle temyiz ediyorum.”, “Hükmün bozulmasını istiyorum.” şeklindeki ibarelere yer vermesine rağmen incelemenin kapsamını (maddi hukuka veya muhakeme hukukuna aykırılık) göstermeyen dilekçelerdeki temyiz isteminin, herhangi bir temyiz sebebi içermemesi nedeniyle tıpkı başvurunun süresi içinde yapılmaması, hükmün temyiz edilemez olması ya da temyiz edenin buna hakkının bulunmaması hâllerinde olduğu gibi usulüne uygun açılmış bir temyiz davası bulunmadığından 5271 sayılı CMK’nın 298. maddesi uyarınca reddine karar verilecektir.
Temyiz iradesinin varlığını gösteren ancak yapılacak temyiz incelemesinin kapsamına ilişkin herhangi bir neden belirtmeyen dilekçelerin hukuki sonuçları ise davanın üst mahkemeye aktarılması, hükmün kesinleşmesinin engellenmesi ve aleyhe başvuru bulunmadığı hâllerde cezanın ağırlaştırılması yasağından yararlanmanın ötesine geçemeyecek, bu durum temyiz isteminin reddi sonucunu değiştirmeyecektir.
Buna karşın temyiz dilekçesinde, temyiz incelemesinin kapsamını gösteren “Hüküm kanuna ve usule aykırıdır.”, “Karar yasaya aykırıdır.” gibi ibarelere yer verilmiş olması durumunda sadece maddi hukuka aykırılığa ilişkin bir temyiz nedeninin gösterildiği kabul edilecek ve belirtilen kapsam doğrultusunda temyiz incelemesi yapılacaktır.
Temyiz başvurusunda yer verilen ibarelerin bir temyiz nedeni kabul edilip edilmeyeceği bir yorum meselesidir. Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve hürriyetlerin kanunla sınırlanmaları mümkün ise de kanunlarla getirilen düzenlemelerin bir temel hak ve özgürlük olan mahkemeye erişim hakkını daraltıcı şekilde yorumlanamayacağı, kanuni düzenlemeler yorumlanırken Anayasa ve uluslararası sözleşmeler gibi üst normların da gözetilmesi gerektiği gözden kaçırılmamalıdır. Aksinin kabulü, Anayasamızın temel hak ve hürriyetler arasında yer verdiği “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkı ile AİHS’in 6. maddesinde yer bulan adil yargılanma hakkının ihlaline yol açabilecektir. Ayrıca, kamu düzenine ilişkin olması ve ceza muhakemesine hâkim olan resen araştırma ilkesi uyarınca istisnaları dar yorumlayıp temel hak ve özgürlükleri yorum yoluyla daraltmamak sistematik ve amaçsal yorum tarzına da uygundur.
Bu kapsamda muhakeme hukukuna aykırılık iddiasına dayanan temyiz taleplerinde hiç uygulanmayan, eksik veya yanlış uygulanan usul kuralları ile buna dayanan maddi olgular ileri sürülecek, Yargıtay da hem muhakeme normunun doğru uygulanıp uygulanmadığını hem de ilk derece veya bölge adliye mahkemelerince muhakeme normunun uygulandığı olayın doğru tespit edilip edilmediğini denetleyecektir. Temyiz dilekçesinde bir temyiz nedenin var olmasına rağmen muhakeme hukukuna aykırılık iddiasının temyiz sebebi olarak gösterilmemesi ya da gösterilmekle birlikte hükme etki edecek nitelikte olmadığının anlaşılması durumunda usul hükümlerine uygunluk bakımından sadece 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesi kapsamında hukuka kesin aykırılık hâlleriyle sınırlı bir temyiz incelemesi yapılacak, inceleme sırasında tespit edilen ancak hükmü etkilemeyen muhakeme hukukuna aykırılıklar Yargıtay tarafından bozma nedeni yapılmayarak kararda bu aykırılıklara işaret edilmekle yetinilecektir.
Temyiz nedeninin, maddi hukuka aykırılık iddiasına dayanması hâlinde ise maddi hukuka aykırılık nedeniyle hükmün temyiz edilmesi yeterli olup cezaî yaptırımların kişiler üzerindeki telafisi mümkün olmayan ağır sonuçları da gözetilerek somut olayda adaleti gerçekleştirme ve doğru bir hüküm oluşturma ile yükümlü olan Yargıtayca dosyaya yansıyan tüm maddi hukuka aykırılıklar tespit edilip temyiz edenin sıfatı da dikkate alınmak suretiyle bozma nedeni yapılması gerekecektir.
Öğretide de temyiz sebeplerinin muhakeme hukukuna ve maddi hukuka ilişkin olarak ileri sürülmesi bakımından; “Maddi hukuk normlarına ilişkin temyiz başvurularında sebep gösterilmesi zorunluluğunun Yargıtay incelemesinde önemli bir sınırlama içermediği, muhakeme hukukuna aykırılık nedeniyle hüküm temyiz ediliyorsa hükmü temyiz edenin, bu aykırılığa temel oluşturan maddi olguları göstermek zorunda iken maddi hukuka aykırılıkta, maddi hukuka aykırılıktan dolayı hükmün temyiz edildiğinin belirtilmesinin yeterli olduğu, Yargıtayın maddi hukuk normlarının tümünü göz önünde tutup inceleme yapması gerektiği” (Serap Keskin Kiziroğlu, Türk Ceza Muhakemesi Hukukunda Temyiz Yasa Yoluna İlişkin Değişikliklere Bakış, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Kasım-Aralık, 2017, s; 182 vd.), “5271 sayılı CMK’nın 288. maddesi uyarınca temyiz sebebi olarak belirtilenler dışında kalan muhakeme hukukuna ilişkin diğer hukuka aykırılıklar bakımından Yargıtayın karar vermesine olanak bulunmadığı, buna karşılık, kararın hukuka aykırı olduğu ve bozulması gerektiği yönünde bir irade ortaya konulduğu sürece incelemenin maddi hukuka ilişkin tüm hukuka aykırılıklar yönünden yapılabileceği, bu bağlamda, Yargıtayın olayda meşru savunma koşullarının gerçekleştiği gerekçesiyle yapılan bir temyiz istemi karşısında bu istemi yerinde bulmasa bile haksız tahrikin koşullarının gerçekleştiği ve bu nedenle de cezanın indirilmesi gerektiği gerekçesiyle kararı bozabileceği” (…, Ceza Muhakemesinde Temyiz İncelemesinin Kapsamı ve Sınırları, Yargıtay Dergisi, Ekim, 2018, Sayı; 4, s; 1434; 1472.), “Muhakeme hukukuna ilişkin aykırılıklardan farklı olarak, maddi hukuka ilişkin denetimin, hükmün tüm yönleriyle incelenmesini gerektirdiği, maddi hukukun yanlış uygulandığına ilişkin genel bir ifade içeren temyiz dilekçesinde açıkça ileri sürülmemiş olsa dahi, dosyaya yansıyan delillere göre suçun unsurlarının oluşmaması, sanığın suçu işlediğinin sabit olmaması, suçun vasfının yanlış belirlenmesi, suçun nitelikli hâllerinde yapılan hata sonucu cezanın yanlış belirlenmesi veya teşebbüs, iştirak, içtima, haksız tahrik ve şahsi cezasızlık sebepleri gibi maddi hukuka ilişkin hükümlerin yanlış uygulanması sonucu sanığın ceza alması veya almaması ya da hak ettiğinden az veya çok ceza alması durumlarında Yargıtayın bu hukuka aykırılığı bozma nedeni yapabileceği” (Ekrem Çetintürk, Ceza Muhakemesinde Temyiz Kanun Yolunda Maddi (Fiili) Sorunun İncelenmesi, Terazi Hukuk Dergisi, Mart 2019, s; 466-489) şeklinde görüşler ileri sürülmüştür.
Öte yandan, 5271 sayılı CMK’nın 302. maddesi uyarınca hüküm, temyiz dilekçesinde gösterilen sebeplerle bozulduğunda dilekçede açıklanmış olmasa bile saptanan ve hükme etki edecek nitelikte bulunan diğer maddi hukuka aykırılıklar da bozma nedeni olarak ayrı ayrı gösterilecek; hükme etki edecek nitelikte bulunmayan hukuka aykırılıkların ise hükmün bozulmasında neden dikkate alınmadıkları açıklanmak suretiyle belirtilmesiyle yetinilecektir. Bu kapsamda, temyiz dilekçesinde maddi hukuka aykırılık iddiasının ileri sürüldüğü hâllerde, Yargıtayın ilgili Ceza Dairesi tarafından hüküm, dilekçede gösterilen maddi hukuka aykırılık nedeniyle bozulduğunda dilekçede açıklanmış olmasa bile temyiz incelemesi sırasında saptanacak olan tüm maddi hukuka aykırılıklar temyiz edenin sıfatı da dikkate alınmak suretiyle bozma nedeni olarak ayrı ayrı gösterilecektir. Temyiz dilekçesinde muhakeme hukukuna aykırılık iddiasının ileri sürüldüğü hâllerde ise temyiz nedeni olarak gösterilen muhakeme hukukuna aykırılığın hükme etki edecek nitelikte bulunması durumunda, hüküm bu nedenle ve varsa mutlak hukuka aykırılıklar nedeniyle bozulacak; temyiz nedeni olarak gösterilen muhakeme hukukuna aykırılığın hükme etki edecek nitelikte bulunmaması ya da temyiz nedeni olarak ileri sürülmemekle birlikte inceleme sırasında saptanan ve mutlak hukuka aykırılıklar dışında kalan muhakeme kurallarına aykırılık bulunması durumunda ise bu hususun bozma nedeni yapılmayarak ilamda gösterilmesiyle yetinilecek, varsa inceleme sırasında tespit edilen veya dilekçede gösterilen 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yazılı hukuka kesin aykırılıklar nedeniyle kararın bozulması yoluna gidilecektir. Diğer taraftan, bozmaya neden olan maddi veya usul hukukuna aykırılık hükmün dayandırıldığı işlemlerden kaynaklanmışsa aynı zamanda bu işlemler de bozulacaktır.
Mutlak temyiz nedenleri, sanığa hak tanıyan kurallar olmalarının yanı sıra aynı zamanda adil bir yargılamanın yapılabilmesi için öngörülmüş, kamusal menfaatleri gözeten kurallardır. Bu hâllerin varlığı durumunda hükmün bundan mutlak olarak etkilendiği kabul edilmiştir. Kanun bu noktada hukuka aykırılığa ilişkin nedensellik bağını kendisi kurduğundan hâkime takdir yetkisi bırakmamıştır (Nur Centel, Hamide Zafer, Ceza Muhakemesi Hukuku, 13. Baskı, İstanbul, 2016, s; 834 vd.).
1412 sayılı CMUK’nın “Kanuna muhalefet hâlleri” başlığını taşıyan 308. maddesi;
“Aşağıdaki hâllerde kanuna mutlaka muhalefet edilmiş sayılır.
1 – Mahkemenin kanun dairesinde teşekkül etmemiş olması,
2 – Hâkimlik vazifesine iştirakten kanunen memnu olan bir hâkimin hükme iştirak etmesi,
3 – Makul şüpheden dolayı hakkında ret talebi vakı olupta bu talep kabul olunduğu hâlde hâkimin hükme iştirak etmesi yahut bu talebin kanuna mugayir olarak reddolunması suretiyle hâkimin hükme iştirak ettirilmesi,
4 – Mahkemenin kanuna muhalif olarak davaya bakmaya kendini vazifeli veya salahiyetli görmesi,
5 – Cumhuriyet Müddeiumumisi yahut kanunen vücudu lazım diğer şahsın gıyabında duruşma yapılması,
6 – Şifahi bir duruşma neticesi olarak verilen hükümde aleni muhakeme kaidesinin ihlâl edilmesi,
7 – Hükmün esbabı mucibeyi ihtiva etmemesi,
8 – Hüküm için mühim olan noktalarda mahkeme kararıyla müdafaa hakkının tahdit edilmiş olması”,
5271 sayılı CMK’nın “Hukuka kesin aykırılık hâlleri” başlıklı 289. maddesi ise;
“1- Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da aşağıda yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık var sayılır:
a) Mahkemenin kanuna uygun olarak teşekkül etmemiş olması,
b) Hâkimlik görevini yapmaktan kanun gereğince yasaklanmış hâkimin hükme katılması,
c) Geçerli şüphe nedeniyle hakkında ret istemi öne sürülmüş olup da bu istem kabul olunduğu hâlde hâkimin hükme katılması veya bu istemin kanuna aykırı olarak reddedilip hâkimin hükme katılması,
d) Mahkemenin kanuna aykırı olarak davaya bakmaya kendini görevli veya yetkili görmesi,
e) Cumhuriyet savcısı veya duruşmada kanunen mutlaka hazır bulunması gereken diğer kişilerin yokluğunda duruşma yapılması,
f) Duruşmalı olarak verilen hükümde açıklık kuralının ihlâl edilmesi,
g) Hükmün 230 uncu madde gereğince gerekçeyi içermemesi,
h) Hüküm için önemli olan hususlarda mahkeme kararı ile savunma hakkının sınırlandırılmış olması,
i) Hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile dayanması”,
Şeklindedir.
Görüldüğü üzere, mutlak hukuka aykırılık hâlleri, 1412 sayılı CMUK’nın 308. maddesinde, 5271 sayılı CMK’da ise 289. maddede sayılmış olup her iki hüküm karşılaştırıldığında ilk dikkat çeken husus hükümlerin başlıklarının farklı olmasıdır. Belirtmek gerekir ki, iki hükmün başlığının farklı olması içerikte bir değişikliğe yol açmamaktadır. 1412 sayılı CMUK’da seçilen terim “kanuna muhalefet hâlleri” iken, 5271 sayılı CMK’da “hukuka kesin aykırılık hâlleri” ibaresidir. 5271 sayılı CMK’nın hukuka kesin aykırılık hâlleri olarak adlandırdığı nedenleri ifade etmek için öğretide geçmişten bu yana “mutlak temyiz nedenleri” terimi de kullanılmaktadır. Temyiz nedenleri bağlamında iki Kanun arasındaki en önemli fark ise 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinin (i) bendine eklenen hükümle “hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile dayanmasının” bir mutlak hukuka aykırılık hâli olarak kabul edilmesidir.
Doktrinde bir kısım yazarlarca, kanun koyucu tarafından hükme etkili oldukları açıkça kanuni düzenlenmeye bağlanmamış hukuka aykırılıkların nispî temyiz sebebi olarak ileri sürülebileceği, temyiz dilekçesinin gerekçeli olması kuralının hem nispî hem de mutlak temyiz sebepleri bakımından geçerli olduğu yani hiçbir temyiz nedeni içermeyen bir temyiz başvurusunda mutlak temyiz nedenlerinin kendiliğinden gözetilemeyeceği savunulmaktadır. Bu anlayışa göre 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yer alan kabul edilebilirlik denetimine ilişkin kural, bünyesinde en az bir temyiz sebebi bulunan dilekçeler yönünden geçerlidir.
Nitekim CMK’nın 289. maddesinde yazılı olan “Temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmiş olmasa da aşağıda yazılı hâllerde hukuka kesin aykırılık var sayılır.” kuralı, hiçbir temyiz nedeni içermeyen bir temyiz başvurusunda mutlak temyiz nedenlerinin kendiliğinden gözetileceği şeklinde anlaşılamaz. Gerekçesiz bir dilekçe Yargıtayın ön incelemesinden geçemeyeceği için hükümde var olan ancak gösterilmeyen nedenin mutlak mı yoksa nispî bir temyiz nedenine mi ilişkin olduğunu denetlemek mümkün olmayacaktır. Bu noktada dilekçe yalnızca bir veya birden fazla nispî temyiz nedeni içeriyorsa, Yargıtayın bu nedenleri kabul etmemesine karşın 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yer alan mutlak hukuka aykırılık hâllerinden birine dayanarak hükmü bozması mümkündür (Hakan Karakehya, Ceza Muhakemesi Hukuku, 2. Baskı, Ankara, 2016, s; 635 vd.; Fahri Gökçen Taner, 5271 sayılı CMK’nın Temyiz Kanun Yoluna İlişkin Hükümlerinin Yürürlüğe Girmesiyle Ortaya Çıkan Farklılıklar, Ankara Barosu Dergisi, Nisan, 2017, s; 66.).
Diğer taraftan, 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinin (g) bendinde hükmün, aynı Kanun’un 230. madde gereğince gerekçe içermemesi hukuka kesin aykırılık hâlleri içinde düzenlenerek, bu eksiklik Yargıtay tarafından dikkate alınacak bir hukuka aykırılık nedeni olarak kabul edilmiştir.
Bilindiği üzere, Anayasa’nın 141, 5271 sayılı CMK’nın 34 ve 230. maddeleri uyarınca bütün mahkeme kararlarının gerekçeli olarak yazılması zorunludur. Hükmün gerekçesinde ise 5271 sayılı CMK’nın 230. maddesi uyarınca suç oluşturduğu kabul edilen eylemin gösterilmesi, ulaşılan kanaat, sanığın suç oluşturduğu sabit görülen fiili ve bunun nitelendirmesinin yapılması, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan veya reddedilen delillerin belirlenmesi ile mantıksal ve hukuksal bütünlük sağlanarak herkesi tatmin edecek ve anlaşılır kararın, bu hâli ile Yargıtay denetimine olanak verecek biçimde gerekçeli olması gerekmektedir. Beraat hükmünün gerekçesinde de ayrıca 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen hâllerden hangisine dayanıldığı gösterilmelidir. 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinin (g) bendinde hükmün, aynı Kanun’un 230. maddesi gereğince gerekçe içermemesi muhakeme hukukuna ilişkin bir hukuka aykırılık hâli olarak düzenlenmiş olmakla birlikte bu denetimin gerçek manada yapılabilmesi için Yargıtayın, gerekçede yazılı olan hususlar ile maddi soruna ilişkin tespitlerin uyumlu olup olmadıkları yönünden inceleme yapması gerektiği gözden uzak tutulmamalıdır. Doktrinde de ifade edildiği üzere, Yargıtayın gerekçeyi denetlemesi, ilk derece mahkemesinin yerine geçerek olay hakkında hüküm kurması, kanıya ulaşması, vakalarla ilgili saptamalarda bulunması anlamına gelmez (Centel, Zafer, s; 841).
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 14.05.2020 tarihli ve 395-199 sayılı kararında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında ön sorun değerlendirildiğinde;
Temyiz başvurusunda yer verilen ibarelerin bir temyiz nedeni kabul edilip edilmeyeceğinin bir yorum meselesi olup Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve hürriyetlerin kanunla sınırlanmaları mümkün ise de bir temel hak ve özgürlük olan mahkemeye erişim hakkının yorum yoluyla daraltılamayacağı, istisnaların dar yorumlanıp temel hak ve özgürlüklerin yorum yoluyla daraltılmasının mümkün olamayacağı, ceza muhakemesi hukukunda temel ilkenin resen araştırma yaparak gerçeğe ve adalete ulaşma ilkesi olup amaca ve yasanın sistemine uygun şekilde yorum yapmanın gerekli olduğu gözetilmelidir.
5271 sayılı CMK’nın 294 ve 301. maddelerinde yer alan hükümler uyarınca, ileri sürülen nedenlerle sınırlı olarak yapılacak inceleme sırasında temyizin kapsamının tespiti bakımından, kanun koyucunun “muhakeme hukukuna aykırılık” iddiası ve bunu belirten olayların temyiz nedeni olarak somutlaştırılması zorunluluğunu getirmesine rağmen, “maddi hukuka aykırılık” iddiası yönünden böyle bir düzenlemeye yer vermemiş olması nedeniyle hukuka veya yasaya aykırı olduğu savıyla hükmün bozulması talebinin, Yargıtay tarafından yapılacak olan temyiz incelemesinin kapsamının belirlenmesi ve temyiz başvurusunda maddi hukuka aykırılık yönünden bir temyiz nedeni bulunduğunun kabulü bakımından yeterli olup sanığın temyiz dilekçesinde yer verdiği “Dairenizin 26.02.2019 tarih ve E: 2017/124 sayılı kararının usul ve esas yönlerinden hukuka aykırılığı nedeni ile…” ibaresinin, hükmün sadece maddi hukuka aykırılık iddiasını taşıdığı ve bu yönüyle temyiz başvurusunda bir temyiz nedeni bulunduğunun kabulü gerekmektedir.
Temyiz dilekçesinde maddi hukuka aykırılık iddiasının ileri sürüldüğü hâllerde temyiz mercisince, temyiz nedeni olarak gösterilen maddi hukuka aykırılıklar yanında dilekçede açıklanmış olmasa dahi dosyaya yansıyan tüm maddi hukuka aykırılıkların temyiz denetiminde incelenmesi, ileri sürülen maddi hukuka aykırılık nedeniyle hüküm bozulduğunda dilekçede gösterilmeyen ancak temyiz incelemesi sırasında saptanacak olan tüm maddi hukuka aykırılıklar nedeniyle de temyiz edenin sıfatı dikkate alınmak suretiyle bozma kararı verilmesi gerektiği; temyiz dilekçesinde muhakeme hukukuna aykırılık iddiasının ileri sürüldüğü hâllerde ise temyiz nedeni olarak gösterilen muhakeme hukukuna aykırılığın hükme etki edecek nitelikte bulunması durumunda, hükmün bu nedenle ve varsa mutlak hukuka aykırılıklar nedeniyle bozulacağı; temyiz nedeni olarak gösterilen muhakeme hukukuna aykırılığın hükme etki edecek nitelikte bulunmaması ya da temyiz nedeni olarak ileri sürülmemekle birlikte inceleme sırasında saptanan ve mutlak hukuka aykırılıklar dışında kalan muhakeme kurallarına aykırılık bulunması durumunda ise bu hususun bozma nedeni yapılmayarak ilamda gösterilmesiyle yetinilmesi, varsa inceleme sırasında tespit edilen veya dilekçede gösterilen 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde yazılı hukuka kesin aykırılıklar nedeniyle kararın bozulması yoluna gidileceği hususları dikkate alınarak, temyiz mercisince, dosyaya yansıyan tüm maddi hukuka aykırılıklar ile muhakeme hukukuna aykırılık bulunup bulunmadığı yönlerinden hükmün temyizen incelenmesi, inceleme sırasında tespit edilecek maddi hukuka aykırılıklar ile hukuka kesin aykırılıkların bozma nedeni yapılması, diğer muhakeme hukukuna aykırılıklara ise kararda işaret edilmesinin gerektiği benimsenmelidir.
3- Özel Dairece yapılan yargılama sırasında heyetteki en kıdemli üye yerine kıdemsiz üyenin heyet başkanlığı yapmasının mümkün olup olmadığı;
Anayasa’nın “Yargıtay” başlıklı 154. maddesinin birinci fıkrası “Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.” şeklinde düzenlenmiştir.
Anayasa’da yer alan bu düzenleme doğrultusunda hazırlanıp 08.02.1983 tarihli ve 17953 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 1. maddesi “Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olup, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile bu Kanun ve diğer kanunların hükümlerine göre görev yapan bağımsız bir yüksek mahkemedir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Gerek Anayasa’nın 154 gerekse 2797 sayılı Kanun’un 1. maddelerine göre bağımsız bir yüksek mahkeme olan Yargıtayın kuruluş amacı ve genel görevi, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı mercisine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercisi olup bu bakımdan Yargıtay Dairelerinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapması tali bir görevdir.
2797 sayılı Kanun’un “Yargıtayın görevleri” başlıklı 13. maddesinin birinci bendinde yer alan “Adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümleri ilk ve son merci olarak inceleyip karara bağlamak,” şeklindeki hüküm ile Yargıtayın temel görevi tanımlanırken aynı maddenin ikinci bendinde yer alan “Yargıtay Başkan ve üyeleri ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ve özel kanunlarında belirtilen kimseler aleyhindeki görevden doğan tazminat davalarına ve bunların kişisel suçlarına ait ceza davalarına ve kanunlarda gösterilen diğer davalara ilk ve son derece mahkemesi olarak bakmak,” şeklindeki hüküm ile de tali görevi tanımlanmıştır.
Aynı Kanun’un “Dairelerin çalışması” başlıklı 40. maddesinin birinci fıkrasında yer alan; “Daireler heyet hâlinde çalışır, heyet bir başkan ve dört üyenin katılmasıyla toplanır. Üye sayısının yeterli olması halinde birden fazla heyet oluşturulabilir. Bu durumda, oluşturulan diğer heyetlere, heyette yer alan en kıdemli üye başkanlık eder. Heyetler işi müzakere eder ve salt çoğunlukla karar verirler. Müzakereler gizli cereyan eder.” şeklindeki hüküm gereğince birden fazla heyet hâlinde çalışabilecek ve heyette yer alan en kıdemli üye heyete başkanlık edecektir.
Anılan Kanun’un “Daire Başkanlarının görevleri” başlıklı 24. maddesi;
“Daire başkanlarının görevleri şunlardır:
1. Dairelerinde ahenkli, verimli ve düzenli bir çalışmanın gerçekleşmesini ve işlerin mümkün olan süratle incelenip karara bağlanmasını sağlamak, dairenin kendi kararları arasında çelişkiyi önlemek amacıyla gerekli göreceği bütün tedbirleri almak, dosyaları takrir edecek kişileri, bu esaslar uyarınca tespit etmek ve kendi yazmayacağı kararların hangi üye tarafından yazılacağını belli etmek,
2. Kararların zamanında yazılıp dosyaların mahallerine iadesini sağlamak,
3. Büro görevlilerini denetlemek,
4. Büro personeli hakkında ilgili kanunda belirtilen uyarma, kınama ve aylıktan kesme disiplin cezalarını vermek,
5. Kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirmek.
Daire başkanına, gerektiğinde kıdemli üye vekillik eder.”,
“Yargıtay Üyelerinin görevleri” başlıklı 25. maddesi,
“Yargıtay üyelerinin görevleri şunlardır:
1. Kendilerine verilecek dosyaları gerekli şekilde ve zamanında inceleyip kurula takrir etmek ve kararları yazmak,
2. Üyesi bulundukları kurullarda görüşmelere katılmak ve oylarını vermek,
3. Dairenin ahenkli, verimli ve düzenli çalışmalarının sağlanmasında ve işlerin çabuklukla incelenip karara bağlanmasında başkana yardım etmek.”,
Yargıtay İç Yönetmeliği’nin “Daire Başkanlarına vekillik ve bu sıfatla Genel Kurullara katılma” başlıklı 10. maddesi ise;
“Daire başkanlarına vekillik görevini yapmak koşullarından birinin gerçekleşmesi halinde kıdemli üye, genel kurullarda ve dairede başkana vekillik eder.
Ayrık hükümler saklıdır.”
Şeklinde düzenlenmiştir.
Bu aşamada, 2797 sayılı Kanun’da ya da CMK’da tanımı yapılmayan, ancak dairelerin çalışma usullerinde bahsi geçen “kıdem” kavramı üzerinde durulmalıdır.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “bir görevde geçirilen süre” olarak tanımlanan kıdem kavramına, 2797 sayılı Kanun’un farklı maddelerinde önem atfedilmektedir. Bu cümleden olarak, aynı Kanun’un “Başkanların seçimi” başlıklı 31. maddesinin on birinci fıkrasında Birinci başkanvekilleri ile daire başkanlarının kıdeminin tespitinde, Yargıtay üyeliğindeki kıdemin esas alınacağı öngörülmüştür.
Kıdemle ilgili diğer bir düzenleme de 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nda yer almaktadır. Bu Kanun’un “Sınıflar ve Kıdem” başlıklı 15. maddesinde;
“…
Hâkim ve savcıların kıdemleri, bulundukları sınıf ve dereceye göre belirlenir ve o sınıf ve dereceye atandıkları tarihten itibaren hesaplanır. Bir üst sınıf veya derecede bulunanlar alt sınıf veya derecede bulunanlardan kıdemli sayılırlar.
Ancak, bu hesaplama yapılırken, 9 uncu maddenin ikinci fıkrasına göre adaylığa diğer kamu görevlerinde iktisap ettikleri derece ve kademe üzerinden atananların, bu derece ve kademeleri ile o görevlerde geçen süreleri dikkate alınmaz.
Bulunulan sınıf ve derecenin aynı olması hâlinde sırasıyla, bu sınıf veya dereceye yükselme tarihi, adaylığa başlama tarihi, mesleğe başlama tarihi, meslek öncesi eğitim sonu yazılı sınav puanı dikkate alınarak kıdem durumu belirlenir.
Bunların da aynı olması hâlinde, doğum tarihi önce olan kıdemli sayılır.” düzenlemesi yer almaktadır.
Bu genel açıklamaların ardından, ilk derece mahkemelerince ve ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay ilgili ceza dairelerince yargılama yapan heyetin hangi kurallar doğrultusunda oluşturulacağı hususunda ceza muhakemesine ilişkin kuralların ve bu sürece katılan kişilerin hak, yetki ve yükümlülüklerinin düzenlendiği 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanun ile adli yargı ilk derece mahkemeleri ile bölge adliye mahkemelerinin kuruluş, görev ve yetkilerini düzenlemek amacıyla yürürlüğe konulan 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun hükümlerinin irdelenmesi gerekmektedir.
5235 sayılı Kanun’un “Ceza mahkemelerinin kuruluşu” başlıklı 9. maddesinin üçüncü fıkrası “Ağır ceza mahkemesinde bir başkan ile yeteri kadar üye bulunur. Bu mahkeme bir başkan ve iki üye ile toplanır.” ve 5271 sayılı Kanun’un “Müzakerenin yönetimi” başlıklı 228. maddesi “Müzakereyi mahkeme başkanı yönetir.” şeklinde olup bu düzenlemelerde, adli yargı ilk derece yargılamalarında mahkeme başkanının hazır bulunmadığı durumlarda heyete hangi üyenin, hangi kritere göre başkanlık edeceğine dair açık bir hüküm bulunmamaktadır.
Bununla birlikte, 5235 sayılı Kanun’un bölge adliye mahkemelerince yapılan müzakerelere dair “Toplantı ve karar” başlıklı 46. maddesinin son fıkrasında yer alan “Daire başkanının hukukî veya fiilî nedenlerle bulunamaması halinde dairenin en kıdemli üyesi daireye başkanlık yapar.” şeklindeki hükme de 2797 sayılı Kanun’da Yargıtayın ilk derece mahkemesi sıfatıyla yapacağı yargılamalar bakımından yer verilmemiştir.
Öte yandan, adli yargı ilk derece adalet komisyonlarının görevlerine ilişkin 2802 sayılı Kanun’un “Zorunlu hâllerde görevlendirme” başlıklı 115. maddesinde de; herhangi bir nedenle görevine gelemeyen hâkimin yerine, bu hâkim görevine başlayıncaya veya Hâkimler ve Savcılar Kurulunca yetkilendirme yapılıncaya kadar, o yerdeki hâkimler arasından, adalet komisyonu başkanınca görevlendirme yapılacağı hüküm altına alınmıştır.
Yine, mahkeme başkanı veya hâkimin duruşma sırasındaki görevlerine dair ilgili CMK hükümleri incelendiğinde;
5271 sayılı CMK’nın “Başkan veya hâkimin görevi” başlıklı 192. maddesinin birinci fıkrasında, mahkeme başkanının veya hâkimin, duruşmayı yöneteceği ve sanığı sorguya çekeceği, delillerin ikame edilmesini sağlayacağı; aynı Kanun’un “Duruşmanın düzen ve disiplini” başlıklı üçüncü bölümünde yer alan “hâkim veya başkanın yetkisi” başlıklı 203. maddesinde de, duruşmanın düzeninin hâkim veya mahkeme başkanı tarafından sağlanacağı öngörülmüştür.
Gelinen noktada, temyiz incelemesinde hukuka kesin aykırılık hâlleri arasında sayılan “mahkemenin kanuna uygun olarak teşekkül etmemiş olması” durumuna da değinilmelidir.
Bilindiği üzere, 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasında temyiz dilekçesi veya beyanında gösterilmemiş olsa da, aynı maddede sayılan hâllerde hukuka kesin aykırılık hâllerinin var sayılacağı belirtildikten sonra, aynı fıkranın (a) bendinde, mahkemenin kanuna uygun olarak teşekkül etmemiş olması bu hâllerden ilki olarak sayılmıştır.
Belirtilen bu hukuka aykırılık, kovuşturma aşamasında mahkemece yapılan oturumda mutlaka bulunması veya bulunmaması gerektiği öngörülen muhakeme süjelerine ve bu süjeler için öngörülen koşulların taşınmasına dair bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Örneğin, CMK’nın “Duruşmada hazır bulunacaklar” başlıklı 188. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde, hükme katılacak hâkimler ve Cumhuriyet savcısı ile zabıt kâtibinin ve Kanun’un zorunlu müdafiliği kabul ettiği hâllerde müdafinin duruşmada hazır bulunmasının şart olduğu hükme bağlanmıştır. Bu durumda, maddede sayılan kişilerden birinin oturumda hazır bulunmadan karar verilmesi ya da hazır bulunmakla birlikte, yine örneğin müdafi olduğundan bahisle hazır bulunan kişinin gerçekte avukat olmaması gibi durumlarda bu hukuka aykırılıktan söz edilecektir.
Ancak, hem 2797 sayılı Kanun’da daire başkanının, hem de CMK’da, HSYK tarafından görevlendirme yapılan hâller dışında mahkeme başkanının hazır bulunmadığı durumlarda yargılamayı yapmakla görevli heyete kimin başkanlık edeceğine, heyette yer alan hâkimler arasındaki kıdem sıralamasının heyet oluşumuna etki edip etmeyeceğine dair açık bir düzenleme yer almamakta olup adli yargı ilk derece mahkemelerinde bu husus idari bir düzenleme kapsamında adalet komisyonlarınca belirlenmektedir. Bu bağlamda, ilk derece yargılamaları açısından, Yargıtay ilgili ceza dairesinde daire başkanı dışında oluşturulan yargılama heyetleri bakımından da üyelerin kıdemlerinin heyet oluşumuna herhangi bir etkisi bulunmadığı gibi, niteliği itibarıyla bu durum yalnızca CMK’nın 192 ve 203. maddeleri uyarınca duruşmayı yönetecek kişinin belirlenmesine yönelik idari bir tasarruf niteliğindedir. Dolayısıyla, üyelik niteliklerini taşımak kaydıyla, ilk derece yargılaması bağlamında ilgili ceza dairesi üyelerinin daire başkanı olmaksızın oluşturulacak heyete kimin başkanlık edeceğine, bu hususun tespitinde kıdemin esas alınıp alınmayacağına dair tasarrufların CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde öngörülen hukuka kesin aykırılık hâliyle bir bağlantısı olmadığı gibi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin, kişilerin tabii hâkim ilkesine göre kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkemede yargılanma hakkını güvence altına alan 6. maddesinde öngörülen ilkeleri ihlal eden bir yanı da bulunmamaktadır.
Bu açıklamalar ışığında ön sorun değerlendirildiğinde;
Yargıtay ilgili ceza dairesince ilk derece yargılaması yapıldığı ve bu nedenle CMK hükümlerinin uygulandığı hâllerde, işin müzakeresinin yapıldığı temyiz incelemesinden farklı olarak sanığın sorguya çekilmesi, tanık dinlenmesi, bilirkişi incelemesi yaptırılması gibi yargılama faaliyetinin yapılması ve hüküm kurulması esnasında görev alan heyetlerin oluşumunda 2797 sayılı Kanun’un 40. maddesinin uygulanamayacağı, böylelikle, açık bir Kanun hükmü bulunmayan bu durumla ilgili olarak daire başkanının hazır bulunmadığı oturumlarda üyeler arasında kıdem esası gözetilmeksizin bir üyenin başkan olarak duruşmaları yönetmesinin usul ve yasaya uygun olduğu kabul edilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Ceza Genel Kurulu Üyesi …;
“Öncelikle somut olayda tabi hâkim ilkesi ve davaya bakmaya yetkili ve görevli Yargıtay Yüksek 9. Ceza Dairesinin ilk derece mahkemesi olarak Yargıtay Kanunu’nun 40/1. maddesi uyarınca üye sayısı itibarıyla birden fazla heyet teşkili ile davaya bakarak sonuçlandırmasının hukuka uygun olduğu konusunda sayın çoğunluk ile aramızda görüş ayrılığı bulunmamaktadır.
Ancak Yargıtay Kanunu’nun “Dairelerin çalışması” başlıklı 40. maddesinin olağan kanun yolu müzakeresini kapsadığı gibi özel dairelerin ilk derece mahkemesi sıfatıyla kanuna uygun olarak bakacağı diğer işleri de kapsayan genel bir düzenleme niteliğinde olduğu, Yargıtayda daire başkanının bulunmadığı heyetlerde olağan uygulamanın, heyette yer alan en kıdemli üyenin heyete başkanlık etmesi şeklinde olduğu nazara alındığında, Yargıtay Yüksek 9. Ceza Dairesi Başkanı tarafından anılan madde uygun olarak birden fazla olarak teşkil edilen ve Daire Başkanının yer almadığı 26.02.2019 tarihli hükmün kurulduğu duruşma heyetinde, heyette yer alan en kıdemli Yargıtay üyesinin başkanlık etmesi gerektiğine ilişkin Yargıtay Kanunu’nun 40/1. maddesi emredici hükmüne uyulmaması ve bunun sonucu olarak ilk derece mahkemesi karar müzakeresinde Yargıtay kıdemi itibarıyla kıdemsiz olduğu hâlde heyete başkanlık yapan Yargıtay üyesinin kıdemli üyeden sonra oy kullanmasının CMK’nın 229/1. maddesine aykırılığı da gündeme getirdiği gibi mahkeme heyetinin komposizyonunun dahi CMK’nın 289/1-a maddesinde belirtilen mahkemenin kanuna uygun olarak teşekkülü kapsamında mütalaa edilmesi gerekmektedir.
Somut olayda temyiz dilekçe ve lahiyalarda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay Yüksek 9. Ceza Dairesinde oluşturulan ve Daire Başkanının yer almadığı heyete en kıdemli Yargıtay üyesinin başkanlık etmemesi nedenine ilişkin doğrudan temyiz nedeni bulunmuyor ise de; anılan dilekçe ve lahiyalarda temyiz mercisi tarafından yerinde görülmeyen başka geçerli temyiz nedenlerinin bulunması karşısında, kesin hukuka aykırılık hâli olan CMK’nın 289/1-a maddesinin anılan Kanun’un 289/1. maddesi uyarınca dilekçe ve lahiyalarda yer almasa bile temyizen incelenmesi gerektiği düşüncesinde olduğumdan, sayın çoğunluğun 26.02.2019 tarihli duruşma heyetlerinde yer alan en kıdemli Yargıtay üyesinin heyete başkanlık etmemesinin CMK’nın 289/1-a kapsamında bir hukuka aykırılık olmadığına ilişkin görüşüne katılmak mümkün bulunmamıştır.” düşüncesiyle,
Çoğunluk görüşüne katılmayan iki Ceza Genel Kurulu Üyesi de; benzer gerekçelerle,
Karşı oy kullanmışlardır.
Ön sorunlara ilişkin uyuşmazlıklar bu şekilde çözümlendikten sonra sanık hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün, sanığın 08.03.2019 tarihli temyiz dilekçesi ile sanık müdafisinin 27.02.2019 tarihli temyiz dilekçesi ve 29.04.2019 tarihli temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçesi kapsamında ayrıca 5271 sayılı CMK’nın 289. maddesinde sayılan hukuka kesin aykırılık hâlleri bakımından incelenmesi için dosyanın esasına geçilmiştir.
İncelenen dosya kapsamından;
Hâkimler ve Savcılar Kurulu Genel Sekreterliğinin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına hitaben düzenlediği 14.07.2017 tarihli ve 24608 sayılı yazısı ekinde yer alan listeye göre; sanık …’ın 16.07.1998-01.07.2003 tarihleri arasında İzmir Vergi Mahkemesi Üyesi, 07.07.2003-31.08.2008 tarihleri arasında Ankara İdare Mahkemesi Üyesi, 31.08.2008-18.01.2011 tarihleri arasında Adalet Müfettişi, 18.01.2011 tarihinden itibaren de HSYK Müfettişi olarak görev yaptığı,
Danıştay Genel Sekreterliği Personel ve Eğitim Müdürlüğü tarafından düzenlenen 17.01.2018 tarihli ve 353-3 sayılı yazıya göre; Danıştay eski Üyesi olan sanık …’ın 24.02.2011 tarihinde Danıştay Üyesi seçildiği, 18.03.2011 ve 23.07.2016 tarihleri arasında Sekizinci Daire Başkanlığında görev yaptığı,
15.07.2016 tarihinde FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarınca gerçekleştirilen darbe girişimi sırasında ve sonrasında ülke genelinde darbe girişimiyle bağlantılı ya da doğrudan darbe girişimiyle bağlantılı olmasa bile FETÖ/PDY silahlı terör örgütüyle bağlantılı olduğu değerlendirilen çok sayıda kişi hakkında Türkiye genelinde soruşturma başlatıldığı,
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca ağır cezalık suçüstü hâli doğrultusunda ve CMK’nın 161. maddesinin sekizinci fıkrasına uygun olarak genel hükümlere göre yürütülen soruşturma kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılan 16.07.2016 tarihli yazıda; Türkiye genelinde hükûmeti devirmeye ve Anayasal düzeni cebren ilgaya teşebbüs etmek suçunun hâlen işlenmeye devam edildiği, bu suçu işleyen FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyelerinin yurt dışına kaçıp saklanma ihtimallerinin bulunduğu ve ülke genelinde bu örgüte mensup Yargıtay, Danıştay ve HSYK Üyeleri hakkında soruşturma yürütüldüğü belirtilerek aralarında sanığın da bulunduğu listede adları geçen yüksek mahkeme üyelerinin gözaltına alınmaları, ikametlerinde, çalışma odalarında ve araçlarında CMK’nın 116. maddesi uyarınca arama yapılması talimatı verildiği,
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 17.07.2016 tarihli ve 2016/103566 soruşturma sayılı yazısı ile; sanık hakkında FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla soruşturma başlatıldığının Danıştay Başkanlık Kuruluna bildirilmesi üzerine, Danıştay Başkanlık Kurulunun 17.07.2016 tarihli ve 2016/27 sayılı kararıyla; aralarında sanığın da bulunduğu bazı Danıştay eski Üyelerinin göreve devamlarının soruşturmanın selameti ve Danıştayın itibarını zedeleyecek nitelikte olduğu gerekçesiyle Danıştay Kanunu’nun 52/A, 67 ve 68. maddeleri gereğince mevcut yetkilerinin kaldırılmasına karar verilerek Yüksek Disiplin Kuruluna sevk edildikleri,
Danıştay Yüksek Disiplin Kurulunca 05.07.2017 tarih ve 3 sayı ile; 23.07.2016 tarihli ve 29779 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6723 sayılı Kanun’un 12. maddesi ile 2575 sayılı Danıştay Kanunu’na eklenen geçici 27. maddenin birinci fıkrası uyarınca üyeliği sona eren, aynı maddenin ikinci fıkrasının 1. bendi gereğince HSYK tarafından yeniden üyeliğe seçilmeyerek aynı fıkranın 5. bendi uyarınca Danıştay Tetkik Hâkimi olarak görevlendirilen, HSYK Genel Kurulunun 24.08.2016 tarihli ve 426 sayılı kararı ile de meslekten ihraç edilen sanık hakkında “herhangi bir işlem yapılmasına yer olmadığına” karar verildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen ikamet arama ve geçici olarak muhafaza altına alma tutanağına göre; 24.07.2016 tarihinde saat 17.20 sıralarında Bağlıca Mahallesi, …, … Etimesgut/Ankara adresine gelindiği, kapıyı açan… isimli şahsa eşi olan sanık … sorulduğunda sanığın evde olmadığını, nereye gittiğini bilmediğini, telefonunu evde unuttuğu için de kendisine ulaşamadığını beyan ettiği, yapılan aramada yatak odasındaki dolabın sağ alt çekmecesinde 1048907 seri numaralı Astra Mod 4000 Marka, siyah renkli, 7,65 mm çapında tabanca ve bu tabancaya ait bir adet şarjör, aynı yerde 7,65×17 mm MKE yapımı 25 adet mermi, dolabın sol tarafında 57 adet 7,65×17 mm mermi, yine aynı yerde R-9OJ15-QE15/11 seri numaralı Lenovo marka dizüstü bilgisayar bulunarak muhafaza altına alındığı, başkaca suç unsuruna rastlanılmadığı, sanık …’a ulaşılamadığından da yakalanmasının mümkün olmadığı,
Kolluk tarafından düzenlenen 25.07.2016 tarihli arama ve muhafaza altına alma tutanağına göre; sanığın iş yeri adresi olan ve Danıştay 8. Daire Başkanlığında bulunan A Blok 705 numaralı odanın kapısının güvenlik görevlisi … tarafından açılarak aynı gün saat 11.15 sıralarında aramaya başlandığı, sanığın çalışma masasının üzerinde (1), (2) ve (3) olarak numaralandırılan üç adet not kâğıdının, çalışma masasının çekmecesinde (4) olarak numaralandırılan “Maxell DVD+R” ibareli sarı renkli CD’nin, çalışma masasının arka tarafında yer alan dolabın sağ çekmecesinde (5) olarak numaralandırılan not kâğıdının, aynı çekmecede (6) olarak numaralandırılan “Acces CD-R-Belgeler” ibareli beyaz renkli CD’nin, (7) olarak numaralandırılan “Çelişkiler İnsanı” isimli kitabın, çalışma masasının sol tarafında bulunan etejerin üzerinde (8) olarak numaralandırılan ve siyah çanta içerisinde ele geçirilen Acer marka, “LXV4DO3048131146A52000” seri numaralı dizüstü bilgisayarın, çalışma masasının sol tarafında yerde bulunan ve (9) olarak numaralandırılan DELL marka, “DFKJ15J” seri numaralı, kurum kodu 8/5.2.0.00.965 olan siyah renkli bilgisayar kasasının, girişe göre sağ tarafta bulunan dinlenme odasında yer alan elbise dolabı içindeki kitap kutusunda (10) olarak numaralandırılan “Princo DVD-R” ibareli beyaz renkli DVD’nin ele geçirildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen 28.07.2016 tarihli yakalama tutanağında; Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosunun 21.07.2016 tarihli ve 103606 sayılı yazısına istinaden yakalanması istenen sanık …’ın 28.07.2016 tarihinde saat 11.05’te Ankara Emniyet Müdürlüğüne gelerek teslim olduğunun belirtildiği,
Sanık …’ın Ankara 9. Sulh Ceza Hâkimliğinin 29.07.2016 tarihli ve 68 sayılı kararı ile silahlı terör örgütüne üye olma suçundan tutuklandığı,
Aydın İl Emniyet Müdürlüğü, Muhabere Elektronik Şube Müdürlüğü tarafından düzenlenen 19.07.2016 tarihli ve 553078 sayılı ihbar tutanağına göre; “Ben uluslararası çalışan tır şoförüyüm. Manisa ili, Turgutlu ilçesi, Urganlı Mahallesinde oturuyorum. Aynı Mahalleden olan ve şu an Ankara ilinde Danıştay ya da Sayıştayı denetleyen ve müfettiş olan … isimli şahıs ailece fetöcü. Müfettişin Urganlı Mahallesindeki akrabaları da fetöcü…” şeklinde ihbarda bulunulduğu,
Kolluk tarafından düzenlenen 24.09.2016 tarihli araştırma tutanağında; Turgutlu İlçe Emniyet Müdürlüğünün 04.09.2016 tarihli ve 51144362 – 21746(63044)-2016/320 sayılı yazısı ekinde bulunan Aydın İl Emniyet Müdürlüğünün 19.07.2016 tarihli ve 553078 sayılı ihbar tutanağına istinaden Turgutlu Cumhuriyet savcısının talimatı ile ihbarda belirtilen sanık …’ın Urganlı Mahallesinde ikamet eden akrabaları ile ilgili FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütüne üye olmaları, bu örgüte yardım ve yataklık yapmaları hususlarında yapılan istihbari çalışmalar sırasında bu şahıslar ile herhangi bir husumeti ve çıkar çatışması olmayan, farklı yaş ve meslek gruplarındaki dokuz şahısla birebir olarak yapılan mülakatlar sonucunda; sanık …’ın Atakent Mahallesi, Şehit … Etimesgut/Ankara adresinde ikamet ettiği, yapılan UYAP sorgulamasında arama kaydının olmadığı, KİHBİ sorgulamasında ise Ankara 9. Sulh Ceza Hâkimliğinin 2016/68 sayılı kararı ile silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan “YAKALANDI” ibareli kaydının olduğu, sanığın söz konusu yerde ikamet etmediği ve çok sık gelip gitmediğinden Urganlı Mahallesinde fazlaca tanınmadığı, sadece ismen bilindiği ve FETÖ/PDY Terör Örgütü faaliyetleri ile ilgili bilgi elde edilemediği, sanığın babası olan …’ın Urganlı Mahallesinde ikamet ettiği, çiftçilik ile uğraştığı ekonomik durumunun iyi olduğu, mahallede “Fetöcü” olarak tabir edilen ve bilinen şahıslar ile birlikte toplantılara katıldığı, 17/25 Aralık olaylarından sonra ise toplantılara gitmediği, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olaylarından sonra FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü lehine veya hükûmet aleyhine herhangi bir konuşmasının olmadığı, örgüt adına deri, et, fitre, üzüm vs. yardım toplama faaliyetlerinde bulunmadığı, sanığın annesi olan ….’ın Urganlı Mahallesinde ikamet ettiği, ev hanımı olduğu, “Fetöcü” olarak bilinen şahısların eşleri ile birlikte görüldüğü ve ev toplantılarına gittiği, mahallede “Fetöcü” olarak tabir edilen ve bilinen şahıslar ile birlikte toplantılara katıldığı, 17/25 Aralık olaylarından sonra ise toplantılara gitmediği, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olaylarından sonra FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü lehine veya hükûmet aleyhine herhangi bir konuşmasının olmadığı, örgüt adına deri, et, fitre, üzüm vs. yardım toplama faaliyetlerinde bulunmadığı, sanığın kardeşi olan….’ın UYAP sorgulamasında arama kaydının olmadığı, KİHBİ sorgulamasında ise sanık suç bilgilerinde Turgutlu Sulh Ceza Hâkimliğinin 2016/139 sayılı kararı ile silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan “YAKALANDI” ibareli kaydının olduğu, Manisa ili, … ilçesinde ikamet ettiği ve burada öğretmenlik yaptığı, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü soruşturması kapsamında öğretmenlik mesleğinden ihraç edildiği, Urganlı Mahallesinde ikamet etmediğinden ve sık gelip gitmediğinden şahsın FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü ilgili ilgili faaliyetlerinin bilinmediği, sanığın diğer kardeşi…’ın Urganlı Mahallesinde ikamet ettiği, bakkal dükkânı işlettiği, ekonomik durumunun iyi olduğu, 2009-2014 yılları arasında Urganlı Beldesi, Hürriyet Mahallesinde muhtar olarak görev yaptığı, muhtarlık yaptığı dönemde kurban derisi topladığı ancak bu derileri Türk Hava Kurumu adına topladığı, FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü adına herhangi bir yardım toplama vs. faaliyetlerinde bulunmadığı, Zaman Gazetesi’ne üyeliğinin olduğu ve iş yerine günlük olarak gazete aldığı, mahallede “Fetöcü” diye bilinen ve örgüt ile iltisaklı kişilerle ilişkilerinin iyi olduğu, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olaylarından sonra FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü lehine veya hükûmet aleyhine herhangi bir konuşmasının olmadığı, örgüt adına deri, et, fitre, üzüm vs. yardım toplama faaliyetlerinde bulunmadığı, Urganlı Mahallesinin küçük bir mahalle olması ve herkesin birbirini iyi tanıması sebebiyle mülakat yapılan şahısların başlarının derde gireceği, kendilerinin ve ailelerinin zarar göreceği, husumet sahibi olacakları gerekçeleriyle tanıklık yapmaktan ve yazılı beyan vermekten çekindikleri bilgilerine yer verildiği,
Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğünün Manisa Cumhuriyet Başsavcılığına hitaben düzenlediği 21.07.2016 tarihli ve 45037 sayılı yazısında; tanık … tarafından Başbakanlık İletişim Merkezine yapılan müracaata ilişkin 16.07.2016 tarihli ve 797909 sayılı başvuru detayının ekte gönderildiği belirtilerek gereğinin takdir ve ifası ile yapılan işlem sonucunun dilekçe sahibine bildirilmesinin istendiği, ekte yer alan başvuru detayı incelendiğinde ise tanık … tarafından 16.07.2016 tarihinde yapılan başvurunun “Ankara’da hâkimlik yapan … ve hâkim olan eşi fetö mensubudur, Manisa …’de öğretmenlik yapan ….fetö mensubudur. Benim vergilerimle bu vatan hainlerinin maaş almasını istemiyorum. Gereğinin yapılmasını istiyoruz.” şeklinde olduğu,
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü tarafından hazırlanan 09.10.2017 tarihli açık kaynak araştırma raporuna göre; sanığın Facebook ve Twitter sitelerinde bir hesabı olup olmadığı varsa FETÖ/PDY ile ilgili paylaşımlarını araştırmak amacıyla söz konusu sitelerde isim-soy isim, sistemde kayıtlı numara ve mail adresleri ile arama yapıldığı, yapılan arama sonucunda; https://www.facebook.com/mtht.can.3 linkli içerisinde sanığın fotoğraflarının bulunduğu künye kısmında sanığın bilgileri ile örtüşen bilgilerin yer almasından dolayı sanık tarafından kullanıldığı değerlendirilen hesap içeriği incelendiğinde doğrudan FETÖ/PDY ile iltisaklı bir durumun tespit edilemediği, yine Twitter.com isimli sitede … kullanıcı isimli, genellikle yüksek yargı ile ilgili paylaşımların yapıldığı, içerisinde sanığın kendisinin fotoğrafları yer alan, künye kısmında sanığın bilgileri ile eşleşen bilgilerin de olmasından ötürü sanık tarafından kullandığı değerlendirilen https://twitter.com/… linkli hesabın tespit edildiği, bu site içesinde yapılan incelemede sanık tarafından 08.05.2015 tarihinde @HukukiHaber isimli Twitter hesabında yer alan “Hakim: Yargılamayı HSYK adına yapıyoruz!, TIR SAVCILARI: YARGILAMA TÜRK MİLLETİ ADINA YAPILIR.”, 08.06.2015 tarihinde @nhkose isimli Twitter hesabında yer alan “Acilen, sorumluluğu olmayan Cumhurbaşkanının, özellikle yüksek yargıya ve HSYK ya üye seçme gibi yetkileri sınırlandırılmalı.”, 19.06.2015 tarihinde @… isimli Twitter hesabında yer alan “Soru: Yargıçların kararları, savcıların yürüttükleri soruşturmaları dolayısıyla tutuklanıp meslekten ihraç edildikleri ülke hangisidir?”, 15.07.2016 tarihinde @anadoluajansi isimli twitter hesabında yer alan “Danıştay Başkanlığı: Ülkesine ve milletine ihanet içinde olan bu hainlerin en kısa sürede adalet karşısında hesap verecekleri bilinmelidir.” ve 16.07.2016 tarihinde @gazetesözcü isimli twitter hesabında yer alan “Sakarya Valisi’nden halka ateş eden askerlere tepki: Millete nasıl ateş ettiniz? Siz Türk askeri değil misiniz?” şeklindeki içerikleri retweetlediği, ekinde yer alan listede ise sanık adına kayıtlı olan 0 553 …., 0 505 2….ve 0 312 …. numaralı hatlara ilişkin bilgilerin verildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen 10.02.2017 tarihli raporda; sanık … ile….. isimli şahısların 27.10.2014-07.11.2015 tarihleri arasında Ankara ile sınırları içerisindeki ortak baz kullanım bilgilerine yer verildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen bila tarihli HTS analiz raporunda; sanık adına kayıtlı olan 0 553…. numaralı cep telefonunun 15-16.07.2016 tarihine ait baz hareketleri incelendiğinde hattı kullanan şahsın bahse konu tarihlerde Ankara ilinde olduğunun yine FETÖ/PYD ile iltisaklı kurum ve kuruluşlardan aranma veya bu kuruluşları arama bilgileri incelendiğinde Turgut Özal Üniversitesi isimli aboneyi 41 defa aradığının, bu aboneden de 2 defa arandığının belirtildiği,
30.10.2017 tarihli bilirkişi raporunda; sanık …’dan elde edilen beş adet materyalin dijital imaj dosyalarının incelenmesi sonucunda FETÖ/PYD terör örgütü ile ilgili herhangi bir suç unsuruna rastlanılmadığının belirtildiği,
Ankara 7. Sulh Ceza Hâkimliğince 22.09.2016 tarih ve 2262 sayı ile; silahlı terör örgütüne üye olma suçuna esas olmak üzere ekli listede telefon numarası yer alan sanık …’ın kullanmış olduğu telefonun 01.06.2014-20.07.2016 tarihleri arasındaki gelen-giden arama, SMS, baz istasyonları ve kullanıcı bilgilerini içerir HTS raporlarının Telekomünikasyon İletişim Başkanlığından temini için CMK’nın 135/6. maddesi gereğince izin verilmesine karar verildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen 25.01.2018 tarihli tutanakta; Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 11.01.2018 tarihli ve 2017/124 sayılı yazısı ile silahlı terör örgütü üyesi olma suçundan sanık … hakkında verilen tensip ara kararı gereğince sanığın ByLock veya benzeri bir iletişim sistemi kullanıp kullanmadığı ya da başka kullanıcılar arasındaki görüşmelerde isminin geçip geçmediğinin araştırılarak düzenlenecek raporun gönderilmesinin talep edildiğinin, KOM Bilgi Sistemi içerisinde bulunan ByLock CBS Sorgu modülünde 25.01.2018 tarihinde yapılan sorgulamada sanığın kendisi ve aile üyelerine (Anne, baba, eş ve çocuklarına) ait ByLock kaydına rastlanılamadığının ayrıca Ankara Cumhuriyet Başsavcılığından alınan ByLock mesaj ve mail içerikleri üzerinde yapılan incelemelerde sanık veya sanığın açık kimliğinin tespit edilebileceği bir veriye rastlanılmadığının ve ID eşleştirme çalışmalarının devam etmekte olduğunun belirtildiği,
Müflis Asya Katılım Bankası AŞ İflas İdaresi tarafından düzenlenen 29.01.2018 tarihli ve 30612876 sayılı yazıda; banka kayıtlarından yapılan inceleme sonucunda sanık …’a ait banka nezdinde açılmış herhangi bir hesaba rastlanılmadığının belirtildiği,
TTNET AŞ tarafından düzenlenen 10.03.2018 tarihli müzekkere cevabına göre; sanığın 25.03.2013 başlangıç tarihli Tivibu Web aboneliğini 02.04.2014 tarihinde iptal ettiği,
Krea İçerik Hizmetleri ve Prodüksiyon AŞ (Digitürk) vekili tarafından düzenlenen 15.03.2018 tarihli yazıda; sanık adına abonelik bulunmadığının ve söz konusu kanalların platformdan 08.10.2015 tarihinde çıkarıldıklarının belirtildiği,
Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı tarafından düzenlenen 27.06.2018 tarihli ve 104 sayılı raporda; sanığın 10.04.2013 tarihinde 5.000 TL havale aldığı ve 2013-2014 yıllarında 6.672 TL havale gönderdiği … isimli şahsın bir dönem Danıştayda görev yaptığı, bu kişi hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin 2018/28 esas numaralı dosyası kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava bulunduğu, sanığın 03.04.2013 tarihinde 1.000 TL havale aldığı ve 2012 yılında iki işlem ile 17.725 TL havale gönderdiği … isimli şahsın bir dönem Danıştayda görev yaptığı, bu şahıs hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2018/4 esas numaralı dosyası kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava bulunduğu, sanığın 20.12.2013 tarihinde 1.000 TL havale aldığı … isimli şahsın bir dönem Danıştayda görev yaptığı, bu şahıs hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2018/28 esas numaralı dosyası kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava bulunduğu, sanığın 2013 yılında iki işlem ile 29.000 TL havale aldığı ve 2013-2014 yıllarında beş işlem ile 18.416 TL havale gönderdiği … isimli şahsın bir dönem Danıştayda görev yaptığı, bu şahıs hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 2018/113 esas numaralı dosyası kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava bulunduğu, sanığın 2013 yılı Temmuz döneminde dört işlem ile 160.000 TL EFT gönderdiği … isimli şahsın para transfer döneminde Neka İnşaat Makina Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi çalışanı olduğu, bu şahıs hakkında Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesinin 2018/41 esas numaralı dosyası kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava bulunduğu, sanığın 2013 yılında taşınmaz edinimi olduğundan transfer işleminin bu kapsamda olabileceği, sanığın 2013 yılı Nisan döneminde üç işlem ile 28.500 TL havale aldığı … isimli şahsın bir dönem Danıştayda görev yaptığı, bu şahsın Ankara 3. Sulh Ceza Hâkimliğince 2016/4314 sayı ile silahlı terör örgütüne üye olma suçundan arandığı, sanığın 06.09.2013 tarihinde 3.750 TL havale gönderdiği, 19.09.2013 tarihinde 15.000 TL ve 11.10.2013 tarihinde ise 20.000 TL EFT gönderdiği …isimli şahsın bir dönem Anayasa Mahkemesinde görevli olduğu, bu şahsın İstanbul 8. Sulh Ceza Hâkimliğince 2017/3772 sayı ile silahlı terör örgütüne üye olma suçundan arandığı, sanığın 2012-2015 yılları arasında üç işlem ile 66.500 TL EFT aldığı Daşkan Tarım ve Plastik Ürünleri Sanayi ve Ticaret AŞ’nin Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonundan alınan 03.05.2017 tarihli ve 11640 sayılı yazı kapsamında 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında FETÖ’ye aidiyeti, irtibatı veya iltisaki olduğu gerekçesi ile TMSF’ye devredilen şirketler arasında yer aldığı, bahse konu şirketten sanığın babası olan …’ın da 2017-2018 yılında “ÇEKİRDEKSİZ KURU ÖDEMESİ” işlem açıklamasıyla dört işlem ile 27.097,08 TL EFT aldığı, yine aynı şirketten sanığın kardeşi olan ….ın 14.11.2016 tarihinde 17.291,01 TL havale aldığı, sanığın babası olan … ile kardeşi olan ….’ın adlarının Turgutlu Cumhuriyet Başsavcılığının 18.07.2017 tarihli ve 2016/696 soruşturma sayılı talebinde adlarının geçtiği, sanığın kardeşi olan ….hakkında Manisa 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 2017/637 esas numaralı dosyası kapsamında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava bulunduğu, ….’ın 2017 yılı Aralık döneminde… İlkokulunda ögretmen olarak görev yaptığı, bu tarihten sonra maaş bilgisinin bulunmadığı, bu şahsın üyesi olduğu … Eğitim Gönüllüleri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneğinin 677 sayılı KHK ile kapatıldığı, yine aynı şahsın Asya Katılım Bankası AŞ nezdinde bulunan hesabına 29.01.2014 tarihinde 186,49 gram altın yatırmak suretiyle katılım hesabı açtırdığı, sanığın diğer kardeşi …’ın Asya Katılım Bankası AŞ nezdinde bulunan hesabının 2013 yılı Aralık sonrası hareketlerine bakıldığında kart borcu ödeme ve taksitli bloke çözüm işlemleri bulunduğu, para yatırma/katılım hesabı açtırma işlemlerinin ise bulunmadığı bilgilerine yer verildiği,
Dosya kapsamında yer alan ByLock mesaj ve mail içeriklerinin;
– 203116 ID (…) tarafından 401875 ID’ye (…. 18.08.2015 tarihinde saat 15.35’te gönderilen mesaj içeriğinin; “Bende ulaşabilecekler konusunda … Beye bilgi verdim. Allahın izniyle böyle bir Genelgeye karşı 8. Daireden olumsuz bir şey çıkması pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle ortalığı fazla velveleye veripte aksi tesir yapar mı diye de endişe ediyorum.”,
– 203116 ID (…) tarafından 57250 ID’ye (…) 25.08.2015 tarihinde 15.25 ila 15.28 saatleri arasında gönderilen mesaj içeriklerinin; “Abi 8e para konusuna girmeyin olurmu”, “Adli yıl açılır açılmaz arkadaşlar 8 dekilerle gorüşür inş.”,
– 57250 ID (…) tarafından 397066 ID’ye (….) 28.08.2015 tarihinde saat 23.36’da gönderilen mesaj içeriğinin; “abi 8 deki abiler mesaiye dikkat etseler hergün gelseler ve erken ayrılmasalar. ders işi gürültüye gitmese. vebalini ödeyemeyiz abi. üçü de sizde ilgilenmenizi istirham ediyoruz. Aro”,
– 364280 ID tarafından 401875 ID’ye (…) 03.09.2015 tarihinde 01.08 ila 18.58 saatleri arasında gönderilen mesaj içeriklerinin; “yok abi dershane ile alakalı yazdıkları var ya dünde atmıştım”, “… ABİ (02.09.2015 23:16): dersane notu bu akşam yetişir mi … ABİ (02.09.2015 23:22): bize asıl kanunu uygulamayan . hukuksuz emirleri veren ve yerine grtirenler içşn kafalarını aydınlatıcı bi not lazım. … ABİ (02.09.2015 23:22): biyerde yayınlatmamız gerekiyor … ABİ (02.09.2015 23:22): bu ili konuyu çalışalım.”, “dershane için bu çalışmaları bekliyor abi”, “Ziya abi2 (02.09.2015 18:56): avk esat beyden…dersane ve okullara baskinlari rekabet kuruluna sikayet edilebilir mi?sorabilir miyiz.”,
– 203116 ID (….) tarafından 401875 ID’ye (… …) 01.10.2015 tarihinde saat 10.31’de gönderilen mesaj içeriğinin; “Sabah… görüştüm. MHP den bakanlık teklif efilen başkan yardımcısının bana nasıl böyle bir teklif gelebilir diyerek istifa etmesi gibi kendisinede çok üst duzeylerden talep geldiğinden (Ben dersaneyle ilgili anladım) bahsedrek 8.Daireden biktığını başka bir dairede görevlendirseler mutlu olacağını söyledi”,
– 401875 ID (… …) tarafından 359056 ID’ye (…) 02.10.2015 tarihinde saat 23.06’da gönderilen mesaj içeriğinin; “dershane konusunda bahsettiğiniz kimseler de dava açtı, şu an için ehliyet tehlikesi gözükmüyor”,
– 57250 ID (…) tarafından 401875 ID’ye (… …) 05.10.2015 tarihinde saat 23.26’da gönderilen mesaj içeriğinin “abi ruhsatı olan, kapanmamış ve dönüşmemiş dershanelerle ilgili olarak valiliklerce bir şey yapılmayacaktır diyor”,
– 401875 ID (… …) tarafından 359056 (…), 397066 (…) ve 203116 (…) numaralı ID’lere 17.12.2015 tarihinde saat 23.27’de gönderilen mail içeriğinin “Abi dershane karar?n?n içeri?i ?u ?ekilde; Yönetmelikte ayn? çat? alt?nda üçten fazla ders verilemeyece?ine ili?kin hüküm yd kabul (6/4) ile sonuçland?. Bu iyi bir geli?me olabilir mi? Dershane ad?nda faaliyet gösteremeyecekler ama yönetmeli?e dayal? olarak ders say?s?nda s?n? rlama olmaks?z?n faaliyette bulunulabilecek. Ba?kan …, … ö?ü?, kas?m davas, …, ali kurumahmut, mesut güngör muhalifler: …, …, … yahya özdemir, ?lker sert öte yandan, Yönetmelikte soru?turmas? devam eden kurumlar?n devir ve dönü?ümünü yasaklayan bir kural vard?. Yani malum bir sebepten dolay? soru?turma geçirenlerin devrine ve ba?ka bir e?itim kurumuna dönü? ümüne izin verilmiyor idi. Bu kural?n oybirli?i ile yürütmesi durduruldu. Dava konusu di?er hükümler yönünden oyçoklu?u ile yd ret karar? Verildi.”,
-401875 ID (… …) tarafından 359056 ID’ye (…) 18.12.2015 tarihinde saat 12.24’te gönderilen mesaj içeriğinin; “dersane karatinin olumsuz tarafi amk karari dersanenin ancak kanunla kapatilabilecegini soylemisti. yeni karar yonetmelikli de kapatilabilecegini soyluyor.”,
– 359056 ID (…) tarafından 401875 ID’ye (… …) 20.12.2015 tarihinde saat 20.00’de gönderilen mesaj içeriklerinin; “E. . … ve A. K boş mu bırakılıyor acaba.”, “Bunlar daha önce ılımlıydı.”, buna karşılık… tarafından aynı gün saat 20.01’de gönderilen mesaj içeriğinin; “yanında gezseniz de sonuç değişir mi? bu seçim sonucu”, … tarafından aynı gün 20.01 ila 20.05 saatleri arasında gönderilen mesaj içeriklerinin; “M. Ö A. K.’nın üstüne neden gitmiş,”, “R. Ç. E.Ç. ‘yi boş bırakmamalı bence”, “Eski dostu”, “Bulgurcu’nun kocası da hep kardeşlik dostluk diyor, neden böyle olduk diyormuş. Neredeyse ağlayacak şekilde”, “Onlara denemez mi dershanelerin ne zararını gördünüz diye”,
– 203116 ID (…) tarafından 401875 (… …), 359056 (…), 397066 (…), 440286 ve 437139 numaralı ID’lere 23.12.2015 tarihinde saat 19.55’te gönderilen mail içeriğinin;
“Konu:İLT: HAKPERESTLİK İMTİHANI -HOCAEFENDİ VE HİZMETİ NİÇİN DESTEKLEDİM (Kitap özeti)
HAKPERESTL?K ?MT?HANI -HOCAEFEND? VE H?ZMET? N?Ç?N DESTEKLED?M (Kitap özeti) YAZAR: CEM?L TOKPINAR ????2013 Kas?m??nda dershanelerin kapat? Imak istenmesiyle ba?layan bir garip süreç her geçen gün hed”,
– 359056 ID (…) tarafından 203116 ID’ye (…) 12.02.2016 tarihinde 12.13 ila 12.14 saatleri arasında gönderilen mesaj içeriklerinin; “8. d. ile müşterekin yolunu kapatmayacak kararlar versek de bir dershane ya da yurt dosyası 8. daireye giderse yükselin eline fırsat geçer. müsterek kararını engelleyebilir. müst kararı çıkarsa da mü��t. günunde hep retçi adamları heyete koyabilir. o yüzden 17’ye gitmesi çok önemli dosyaların”, “8’le müstereke dair kararlar iyi. Fakat başkan 8’den yana yontuyordu.”,
– 401875 ID (… …) tarafından 359056 ID’ye (…) 14.02.2016 tarihinde saat 22.05’te gönderilen mail içeriğinin;

“Konu:(konu yok)
dershane konusunda genel bir bilgi ile 17. daire ile mü?terek heyetin olup olamamas? konusunda iki not gonderiyorum.”,
– 359056 ID (…) tarafından 401875 ID’ye (… …) 17.02.2016 tarihinde saat 08.55’te gönderilen mesaj içeriğinin; “Dün ‘kanunlarda istisna olarak sayılmayan bütün işyerlerinin işyeri açma ve çalışma ruhsatı alması gerektiğine’ karar verildi. Buna göre dershane-17 ilişkisi ?”,
– 359056 ID (…) tarafından 401875 (… …) ve 203116 (…) numaralı ID’lere 18.02.2016 tarihinde saat 14.41’de gönderilen mail içeriğinin;
“Konu:iŞYERİ AÇMA VE ÇALIŞMA RUHSATLARI ACİL VE ÖNEMLİ
Kanunlarda aksi açıkça yazılmadıkça bütün işyerlerinin işyeri açma ve çalışma ruhsatı alması gerektiğine karar verildi, Yurtlar için. Yurtlar ve en önemlisi dershaneler de bu karar kapsamında olduğuna göre dershaneler ve yurtlar için bu yönde işlem yaptırılabilir ve dershaneler için işlemin temelinde dershanelerin artık çalıştırılamayacağına dair mevzuata yer verdirilirse 17 olaya müdahil olur. Bu konuda gerekirse 8’le bir araya gelinmeli ‘uzmanlar’ olarak. (herkes uzman değil) Şimdiye kadar MEB’nın verdiğinin dışında bir belge istenmiyormuş dershanelerden. Artık bunların yanında belediyelerden ‘işyeri açma ve çalışma ruhsatı da alınması’ gerekiyor, bakkal dükkanı gibi.”
Şeklinde olduğu,
Kolluk tarafından düzenlenen 05.03.2018 tarihli ve 2016/104109 sayılı ByLock tespit tutanağında; kullanıcı ismi “tuğrult” olarak belirlenen, diğer ByLock kullanıcıları tarafından “sessiz, mert” şeklinde kaydedilen ve 359056 ID numaralı ByLock hesabını kullanan kişinin, ByLock üzerinden 401875 ID numaralı Danıştay eski Üyesi…, 203116 ID numaralı Danıştay eski Üyesi … ve 57250 ID numaralı sivil imam … ile yaptığı görüşme içeriklerine göre Danıştay eski Üyesi … olduğunun belirtildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen 09.02.2018 tarihli ve 2016/103606 sayılı ByLock tespit tutanağında; kullanıcı ismi “ercan0606” olarak belirlenen, diğer ByLock kullanıcıları tarafından “…abi, komşu, Ercan, …beydt, ercan, ercan0606” şeklinde kaydedilen ve 401875 ID numaralı ByLock hesabını kullanan kişinin, ByLock üzerinden 203116 ID numaralı Danıştay eski Üyesi …, 397066 ID numaralı Danıştay eski Üyesi … ve 57250 ID numaralı sivil imam … ile yaptığı görüşme içerikleri ile hakkında aynı suçtan ayrı soruşturma yürütülen Danıştay eski Üyesi …’in ifadesine göre Danıştay eski Üyesi… olduğunun belirtildiği,
Kolluk tarafından düzenlenen 02.10.2014 tarihli bilgi alma tutanağında … isimli şahsın; ”Bu hareketin diğer dini cemaat ve akımlara göre farklı yanı, cemaatler ve siyaset üstü bütün dünya Müslümanlarının ve inançsız insanların irşat ve tebliğ hedefi doğrultusunda çalışmaları ve gayeleri vardı. Telkin edilen şey buydu. Bütün dünyada insanlara ve Müslümanlara Risale-i Nurlar ve Kuran’la irşat ve tebliğ yapmaktı. Bu hedefin değiştiğini 1995 yılında…’in Altunizade Fem Dershanesinde ikamet ederken gizli toplantılardaki devlet içerisindeki cemaat mensubu üst düzey emniyet amir, müdürleri, kaymakamlar, kurmay subaylara (deniz, hava) ‘devleti ele geçirin, kan damarlarının içine kadar sızın, hissedilmeden ilerilere kadar gidin, hissedildiğiniz zaman geriye çekiliyor gibi yapın’ şeklindeki talimatları ile fark ettim ve bu duruma itiraz ettim. Bunun bizim çıktığımız yolla ve ideolojimizle ters düştüğünü vazgeçilmesi gerektiğini söyledim. Fetullah Gülen’in gerçek amacının ülkede yönetimi ele geçirmek olduğunu o zaman anladım. Zaten benim bu itirazlarım üzerine… bana tahammül edemediğini, itirazlarımı kabul etmediğini, kendisinin ayrı bir yolda yürüyeceğini, yollarımızın ayrıldığını, beni cemaatten uzaklaştırdığını anlattığı, kendi el yazısı ile yazdığı bir mektubu bana gönderdi.” şeklinde beyanda bulunduğu,
Mali Suçları Araştırma Kurulu Başkanlığı tarafından düzenlenen 27.06.2018 tarihli ve 104 sayılı raporda belirtilen … isimli şahıs hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca 02.02.2018 tarih ve 7326-2193 sayı ile silahlı terör örgütüne üye olma suçundan dava açıldığı,
05.07.2018 tarihli bilirkişi kurulu raporunda yer alan baz istasyon bilgilerine göre tanık …’a ait 5053562000 numaralı hattın 21.07.2012, 22.07.2012 ve 24.07.2012 tarihlerinde İstanbul ilinde bulunan baz istasyonlarından sinyal verdiği, sanık …’a ait 5052182232 numaralı hattın ise 20.07.2012 tarihinde saat 19.06’dan 25.07.2012 tarihinde saat 18.14’e kadar hiçbir baz sinyalinin bulunmadığı, aynı raporda bahse konu tarih aralığında sanığın telefonunun ya tamamen kapalı olduğu ya da veri trafiğine kapalı hale getirildiği (uçak modu) görüşüne yer verildiği,
Anlaşılmaktadır.
FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne mensup oldukları iddiasıyla haklarında ayrı soruşturma yürütülen bazı kişilerin kendi dosyalarında alınan savunmaları, ilgileri nedeniyle sanık hakkındaki dosyaya da gönderildiği gibi kovuşturma aşamasında bu kişilerin bazılarının tanık sıfatıyla ifadelerinin alındığı, bu kişilerden;
Tanık … 28.11.2016 tarihinde tanık, 14.06.2017 tarihinde ise kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında şüpheli sıfatıyla alınan Savcılık ifadelerinde benzer şekilde; Yargıtay ve Danıştayda yeni daireler kurulup, Yargıtaya 160, Danıştaya ise 50 civarında yeni üye seçilmesi gündeme gelince, o tarihte HSYK Genel Sekreteri olarak görev yapan…’nın kendisini telefon ile arayarak seçimlerle ilgili bir ön görüşme yapmak için evine davet ettiğini, hatırladığı kadarıyla bahse konu evde HSYK üyeleri …. ve … ile Genel Sekreterlikten…, … ve …’ın bulunduğunu, bir yansıtma cihazı ile duvara yansıtılan isimlerin değerlendirildiğini, tetkik hâkimlerinin görüşülmesinden sonra…’nın “Üyelik için düşündüğümüz arkadaşlara geçelim mi?” demesi üzerine tanık …’un önce buna karşı çıktığını ancak kimlerin seçilmesini istediklerini öğrenmek için “Geçelim ancak herhangi bir sayı konuşmayalım.” dediğini, ardından daha önce hazırlanan listeleri yansıtmaya başladıklarını, adli yargıya ilişkin liste bitince sayının kaç olduğunun konuşulduğunu, tanık …’un elindeki notlarına bakarak “Gösterdiğiniz isimler içinden benim olabileceğini düşündüğüm 80 kişi var, bunları da daha sonra birlikte değerlendiririz.” dediğini, bunun üzerine diğer tarafın durumdan rahatsız olduğunu, onların amaçlarının…’den aldıkları talimat doğrultusunda kendi destekledikleri 140 kişinin seçilmesini sağlamak olduğunu, bu amaçla birkaç kişinin de elenebileceğini düşünerek 150-160 kişilik bir liste hazırladıklarını düşündüğünü, daha sonra kendisinin “İdari yargıya da çalıştınız mı?” dediğini, onların da “Evet” demeleri üzerine 32 ve 33 bin sicilleri göstermeye başladıklarını, kendisinin idari yargıda bir sorun olmayacağını düşündüğünü çünkü 32 ve 33 bin sicillilerden çok fazla bahse konu yapı mensubu bulunmadığını, 32 ve 33 bin sicilliler bitince birden 37 bin sicilli hâkimlere geçildiğini, bunun üzerine “37 bin sicilliler nereden çıktı.” dediğini, sunumu yapan kişilerin … ve…’a dönerek “… Bey ve… Beyler mutlaka 37 bin sicillilerin de olmasını istiyorlar.” dediklerini ardından …’nun söze girerek idari yargıdan bahse konu yapıyı temsilen HSYK’ya seçilen iki kişinin de 37 bin sicilli olduklarını kendilerine destek veren 37 bin sicilli hâkimlerin büyük beklenti içinde bulunduklarını, bu seçimde mutlaka 37 bin sicillilerin de Danıştaya üye seçilmesini istediklerini belirttiğini, kendisinin ise her iki üyeliğin farklı şey olduğunu açıklamaya çalıştığını, 32 ve 33 bin sicilliler ile 37 ve 38 bin sicilliler arasında 4-5 yıllık bir kıdem farkı bulunduğunu, 37 bin sicillerin üyeliğe seçilmeleri için henüz erken olduğunu zaten 32 ve 33 bin sicilliler arasında yeterice liyakat sahibi hâkim bulunduğunu söylediğini ancak…’ın da … gibi 37 bin sicillilerin seçilmeleri konusunda ısrarcı olduğunu, bunun üzerine bu konunun ertesi gün tekrar görüşülmesini, bu görüşmeye de bu yapıdan olmakla birlikte farklı duruşları olduğunu düşündüğü, Ankara Bölge İdare Mahkemesinde görev yapan 32 ve 33 bin sicilli hâkimler arasında yer alan … ve…’nın da çağırılmasını istediğini, ardından…’ın evinde buluşmak üzere anlaştıklarını, ertesi gün…’ın evine gittiğinde eve kendisinden başka gelen kimsenin olmadığını gördüğünü, bu durumu…’a sorduğunda “Arkadaşlarla aramızda görüştük, 37 bin sicilliler olmayacaksa biz bu işte yokuz.” dediğini, daha sonra oradan ayrıldığını, bu yapıya mensup üyelerin 37 bin sicillilerin seçilmeleri ısrarlarından vazgeçmediklerini, yapılan görüşmeler sonucunda gerek bu yapıya mensup üyelerin gerekse bu yapıya mensup olmayan üyelerin kendi önerilerini aktarmaları ve zımni bir uzlaşma ile seçimleri yaptıklarını, seçimlerde işin pazarlığa dönüşmesi nedeniyle daha önce tanımadığı birçok kişinin de bahse konu yapı mensubu olduğunu bu vesile ile öğrendiğini, bu kapsamda daha önce tanıdığı veya yapılan seçimler nedeniyle öğrendiği bahse konu yapıya mensup Danıştay Üyelerinden birinin de sanık … olduğunu,
Tanık … Mahkemede; 1996-2010 yılları arasında Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğünde çalıştığını, tam tarihini hatırlamamakla birlikte 2000’li yıllarda sanığın Hukuk İşleri Genel Müdürlüğüne tetkik hâkimi olarak geldiğini, o dönemden itibaren kendisiyle tanıştıklarını, bir süre sonra sanığın Teftiş Kuruluna geçtiğini, sanığın hem Hukuk İşlerine gelişinde hem de Teftiş Kuruluna tercih edilmesinde hukuk mezunu olmasının etkisi olduğunu düşündüğünü, sanığın Teftiş Kuruluna gittikten sonra da arkadaşlarıyla Ankara’ya geldikçe personele yanlarına uğradığını, o vesilesiyle sanığı tanıdığını, sanığın gerek arkadaş çevresinden, gerekse aralarında yaptıkları konuşmalardan o zamanki adıyla cemaat diye bilinen yapıya yakın olduğunu bildiğini ancak bu yapı adına doğrudan kendisinden bir söz duymadığını, sanığı öyle bir ortamda da görmediğini, 2011 yılında yapılan Danıştay Üyeliği seçimlerinde Genel Sekreter…’nın evinde yapılan toplantıda adli yargıdan sonra idari yargıya ilişkin adayların görüşülmesi sırasında 32-33 bin sicililerden sonra 37 bin sicillilere geçilmesi üzerine kendisinin itiraz ettiğini, aralarında tartışma çıktığını, 37 bin sicillilerin söz konusu seçimde seçilmelerinin uygun olmayacağını belirttiğini, … ile… bunun aksini söylediklerini, daha sonra ertesi gün…’ın evinde buluşmak üzere anlaştıklarını, sabah 37 bin sicilliler meselesini görüşmek üzere…’ın evine gittiğini, ancak kimsenin gelmediğini, …’ın da kimsenin gelmeyeceğini söylediğini, kendilerinden sonra konunun görüşülüp tartışma dışı olduğunu öğrendiğini, bunun üzerine Bakanlıkta Müsteşar ile görüştüklerini, 37 bin sicilliler meselesinde başka bir arayış, çıkış olabilir mi diye tartıştıklarını, konuştuklarını ve sonuçta bahse konu yapı mensuplarının 37 bin sicillilerden asla vazgeçmeyeceklerini taviz vermeyeceklerini söylediklerini, bu kapsamda yaşı büyük olan kişilerin özellikle seçildiğini, 1969 doğumlu olan sanığın da seçilen isimlerden birisi olduğunu, o dönemde kendisi ile tanıklar … ve …’nin yanlış olur demelerine rağmen bu yapıya mensup kişilerin ısrarı ve dayatmasıyla seçilen isimlerden birinin de sanık olduğunu, sanığı Danıştaya seçilmesinden sonra çok fazla görmediğini, sadece Danıştay 8. Dairede başkanlık seçimi yenilemesi olduğu sıralarda …’e başkanlık teklif edildiğini ancak kabul etmemesi üzerine onu ikna etme adına yemek organize edildiğini, oraya kendilerinin de çağırıldığını, bu yemekte …’ün mevcut başkanın devam edebileceğini ve kendisinin bu işe hazır olmadığını belirtip “Bizim arkadaşları da çağırıp soralım.” dediğini, diğer üyelerin de mevcut başkandan memnun olduklarını belirtmesi üzerine sanık … ile…’ı çağırdıklarını, bazı kişilerin mevcut başkanın geçmişte özellikle başörtüsü kararlarıyla ilgili çok rijit kararlarının olduğunu söylemeleri nedeniyle bu kişilere mevcut başkanla ilgili bir sıkıntıları olup olmadığını sorduklarını, onların da mevcut başkanın o tarihteki uygulamalarında bir sıkıntı görmediklerini, …’ün başkan olmak istememesi hâlinde mevcut başkanın devam edebileceğini söylediklerini, bu tarihten sonra da sanıkla görüştüğünü hatırlamadığını, sanığın örgütsel faaliyet içinde toplantılara katıldığı, yemek parası verdiği, aidiyet duygusu içinde hareket edip etmediğine ilişkin olarak sanığın çevresinin geniş olduğunu, diğer insanlarla da görüşen bir yapısı olduğunu, bazı kişilerin Danıştayda rijit davrandıklarının konuşulduğunu ancak sanıkla ilgili bu konuda bir şey duymadığını, söz konusu yapıya bağı noktasında somut bir bilgisi olmadığını, sadece Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğünde olduğu dönemde sanığın… ve … ile birlikte gelip gitmesi nedeniyle bu yapıya yakın olduğunu düşündüğünü, bunun haricinde somut olarak bir faaliyetini bilmediğini, Danıştay üyeliğine 37-38 bin sicillilerden bahse konu yapının istediği dışında seçilen olup olmadığına ilişkin olarak sanığın hemşehrisi olması nedeniyle HSYK eski Üyesi… ile tanışıyor olabileceğini, bu kişinin de sanığın seçilmesini istemiş olabileceğini kaldı ki sanığın yaşı itibarıyla seçilenler arasında en büyük yaşta olanlardan birisi olduğunu, ilk seçimde seçilen 37 bin sicillilerden bahse konu yapıya mensup olmayan kimse bulunmadığını hatırladığını, ama ondan sonra örneğin tanık olarak da dinlenecek olan ve etkin pişmanlıktan yararlanmış tanık …’in bu yapıyla pek öyle irtibatlı olduğunu bilmediğini, arkadaşlığı olabileceğini, çünkü Adalet Bakanlığına bir dönem kendisi gelmek istediğini, burada bireysel olarak girişimciliği olan bir kişi olduğunu, o dönemde buna sıcak bakmadıklarını, daha sonra 37 bin sicilliler seçilince tanık …’in çok uğraşarak seçilenlerden birisi olduğunu, bu kişinin o şekilde seçildiğini düşündüğünü, sanığın bahse konu yapının listesinden seçildiğini, yani dayatma olmasa seçilmeyeceğini, 37 bin sicillilerin seçilmesi konusunda kendilerinin direnç gösterdiklerini, sanığın…’la iyi tanıştığını ve bu yapı içinde çok aktif birisi olduğunu düşünmediğini, Kemalettin İşlek’i de kendisinin tanıdığını, böyle bir tanışıklıkları olmasa….ve sanık ….’ın ilk tercih edilen isimlerden olmayabileceklerini, kendisinin Kemalettin’i,…..’ın da sanık …’ı tanıması nedeniyle 37 bin sicillileri kabul ettirebilmek için “Bakın işte size de yakın isimler var.” şeklinde de konmuş olabileceklerini, ama bu iki ismin söz konusu yapıyla bir yakınlığı olduğu şeklinde bir kanaattin de bulunduğunu, ancak ilk olarak tercih edileceklerinden emin olmadığını, sanığın Bakanlıkta Lojman Bürosunda çalışmasına ilişkin olarak, sanığın ….. ile iyi bir kontağı olduğunu,….. Bey’in de kendisini tanıdığını, bu kişilerin sanığa güvendikleri için orada görevlendirmiş olabileceklerini, sanığın işini iyi yapmaya çalışan birisi olduğunu, yine sanığın Teftiş Kurulunda görev yapmasına ilişkin olarak…ın teftişte hukuk mezunu olmasını istemesi ve sanığın da hukuk mezunu olması nedeniyle tercih edilmiş olabileceğini ama sanığın söz konusu yapı ile irtibatlı olduğunu düşündüğünü ve bu yapının sanığı kendilerine yakın görmelerinin de sanığın seçilmesinde etkisinin olabileceğini, sanığın teftişte görevlendirilmeye pek istekli biri olmadığını hatırladığını,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 03.11.2016 tarihinde Savcılıkta; 2008 yılında Danıştay Üyesi seçildiğini, 2010 yılında yapılan HSYK Üyeliği seçimlerinde Adalet Akademisi kontenjanından asıl üye seçildikten sonra HSYK Başkan Vekilliği ve 3. Daire Başkanlığı yaptığını, Hâkimler ve Savcılar Kurulu belirlendikten sonra Adalet Bakanı …… ve müsteşar…’ın kendisine yeni kanun hazırlığı var, en az 50 Danıştay üyesi ile en az 150 Yargıtay üyesinin seçminin yapılacağını söyleyerek hazırlık yapmalarını istediklerini, hatta “Acele edin kanun çıkar çıkmaz hemen seçimleri yapmanız gerekir.” dediklerini, bu hususu Hâkimler ve Savcılar Kurulunun Genel Kurulunda belirttiğini, bu konuşmadan kısa bir süre sonra Genel Sekreter olan…’nın kendilerini evine yemeğe çağırdığını, bu yemekte seçilecek Yargıtay ve Danıştay üyelerinin isimlerinin de çalışmasının yapılacağını bildiklerini, bu amaçla kendisi de dahil olmak üzere tanık …, …. …, …, … ve …’in…’nın evine gittiklerini, söz konusu evde Kurul üyeleri dışında bahse konu yapı mensupları olduklarını bildiği tetkik hâkimleri …… ve … ile Genel Sekreter Yardımcıları … ve …’ün de olduğunu gördüklerini, konuşulacak konu nedeni ile tetkik hâkimlerinin bulunmalarının uygun olmadığını söylediğini, hatta … ile …’in de bu konuyu dile getirdiklerini, bu konuşmalardan sonra ….’nin “Arkadaşlar Yargıtay’ı en iyi bilen arkadaşlar. Bu nedenle çağırdık.” dediğini, ancak bu hareketin bahse konu yapının bir emrivakisi olduğunu anladıklarını, bu şekilde söz konusu yapının kimleri istediğini öğrenmiş olacaklarını, yemek yedikten sonra…’nın evinde kurulan projektör ile Yargıtay ve Danıştay üyesi olabilecek yasal şartlara sahip hâkim ve savcıların listelerinin yansıtıldığını, bu yansıtmadan önce …’un söz alarak, “Arkadaşlar isimler belirlendikten sonra kesinlikle sayılmayacak, bu belirleyeceğiniz isimleri ben bakan bey ve müsteşar beyin karşısında savunacağız.” dediğini, …’un bu toplantıda kendisi ve … adına da konuştuğunu, hatta Yargıtay tetkik hâkimlerinin isimleri geçtiğinde kendilerinin konuşmayacaklarını ancak sakıncalı olanları belirteceklerini beyan ettiğini, Yargıtay tetkik hâkimlerinin ismi geçince evde bulunan bahse konu yapı mensubu tetkik hâkimleri ile HSYK üyelerinin bu kişi hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirttiklerini, ancak olumlu belirttiklerinin hep bahse konu yapı mensubu olduklarını da gördüğünü, bu yapı mensubu olmayan ancak seçtirmek istediklerini anladığı tetkik hâkimleri hakkında da olumlu konuştuklarını, bu şekilde hâkim ve savcıları belirledikten sonra, yapı mensubu olan kurul üyelerinin belirlenen kişilerin kaç kişi olduğunu saymak istediklerini, buna karşın …, … ve kendisinin sayılmaması gerektiğini ve bu şekilde anlaştıklarını belirttiklerini, bu belirlenen isimlerin bahse konu yapının istediği isimler olduğunu bu şekilde öğrendiklerini, karşı çıkmalarına rağmen belirlenen hâkim ve savcıların sayıldığını, sayının 80 civarında olduğunun anlaşıldığını, bunun üzerine toplantıda bulunan yapı mensubu kurul üyesi … ile birlikte …..ın…’nın evin holüne doğru gittiklerini, yaklaşık 3-4 dakika sonra geri geldiklerini, …’nun kendilerine dönerek “Hoca efendiye danışılmış, arkadaşların 140’tan aşağı razı olmaması gerektiğini” söylediğini, …, … ve kendisinin bu hususa karşı çıktıklarını, “Hoca efendi bu sayıya niye karışıyor, okullara baksın.” dediğini, bu sözüne …’nun sert bir şekilde cevap verdiğini, tartışma çıktığını, hatta….’in kapıyı kapatarak evi terkettiğini, belirlenen hâkim ve savcılar listesinin …’da kaldığını, bunun üzerine evden ayrıldıklarını, bu toplantıda anlaşma sağlanamayınca Yargıtay tetkik hâkimleri hariç aynı ekip ile yaklaşık iki ay sonra bu isimleri belirlemek amacıyla tekrar bir araya geldiklerini, bu toplantılara… cemaati mensubu olmayan…, ……. Hacımahmutoğlu’nu çağırmadıklarını, iki ay boyunca yaptıkları toplantılardan sonuç alamayınca …, … ve kendisinin müsteşar…’ın yanına gittiklerini, ona bahse konu yapının en az 140 kişinin Yargıtay üyesi olarak seçilmesini, Danıştaya ise 37 bin sicillilerin üye yapılmasını istediklerini belirtip yapı mensubu olmayan kurul üyeleri ile…’nu yanlarına alarak, kendi istedikleri hâkim ve savcıları seçebileceklerini ve bu şekilde objektif bir seçim yapabileceklerini, hatta onlara da makul bir sayı vereceklerini söylediklerini, bunun üzerine…’ın kendilerine “Anlaşın.” dediğini, bu sefer ona bahse konu yapının Yargıtayda 80 kişiye bile razı olmadığını, onların en az 140 kişi istediklerini ifade ettiklerini, … …. ise “Ortaklığı baştan bozamayız, önümüzde dört yıl var, anlaşın.” dediğini, bu konuşmanın gardlarını düşürdüğünü hatta yapı mensubu kurul üyelerinin toplantıya çağırılmayan üyeleri yakın markaja alarak bu şekilde istedikleri kişileri seçtirmek gayretinde olduklarını öğrendiklerini, bu görüşmeden sonra yapı mensubu kurul üyeleri ile tekrar bir araya geldiklerini, yaptıkları konuşmalar sonucunda 108 üyeye razı olduklarını, bu konuşmadan sonra Yargıtay ve Danıştay üyelerinden olmayan bahse konu yapı dışındaki kurul üyeleri…, …….’in de bulunduğu üyeler ile birlikte hâkimevinde üç defa bir araya geldiklerini, bu toplantılarda yapı mensubu olmayan ve toplantıya çağırdıkları ……. ve…’ın Yargıtay ve Danıştay üyesi olmasını istedikleri isimlerin bir çoğunun bahse konu yapının çok istediği isimler ile örtüştüğünü, yapı mensuplarının bu kişiler ile temasa geçip kendi istedikleri isimleri yazdırdıklarını da bu şekilde gördüğünü, yapılan toplantılarda da sayıyı Yargıtay için 160’a, Danıştay için 54’e indiremediklerini, yapının istediği isimlerin Yargıtay için 108 kişi olarak belirlendiğini, kendilerinin ve diğer üyelerin belirlediği bazı isimlerin de listeye girmesi ile sayının 180’e kadar çıktığını, ancak resmî seçim sonucunda bahse konu yapının daha önce belirlediği 108 adaydan 107 kişinin Yargıtay üyesi seçildiğini, Danıştayda ise yapının belirlediği tüm adayların seçilmiş olduğunu, Danıştayın sayısını tam olarak hatırlamadığını, sanık …’ın bahse konu yapı listesinde HSYK’da görev yapan yapı mensupları tarafından seçildiğini, sanığın bu yapının mensubu olduğunu bildiğini,
Tanık … Mahkemede; alınan savcılık ifadesinin çok kısa, yani yetersiz olduğunu ve daha ayrıntılı beyanda bulunmak istediğini, Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğüne 1997 yılında tetkik hâkimi olarak geldiğini, birkaç sene sonra da sanık …’ın Bakanlığa geldiğini, sanığı o tarihten itibaren tanıdığını, fakat yakın bir arkadaşlıklarının olmadığını, 2010 yılında HSYK’da göreve başladığını, göreve başladıktan hemen sonra, Adalet Bakanlığı Müsteşarının, Yargıtayda ve Danıştayda kadro artırımına ilişkin bir kanun tasarısı olduğunu, bunun kanunlaşacağını, Yargıtaya en az 150, Danıştaya da 50 civarında üye seçileceğini ve kanun çıkar çıkmaz seçimi hemen yapmalarını istediklerini, bu durumu Genel Kurulda diğer HSYK Üyelerine duyurduğunu, aradan birkaç gün geçtikten sonra o tarihte HSYK Genel Sekreteri olan…’nın daveti üzerine…’nın evinde bir araya geldiklerini, bir araya geldiklerinde adli yargıya ilişkin 350-400 kişilik bir liste olduğunu, idari yargıya, Danıştaya yönelik de bir çalışmaları olduğunu, tanık … ile… ve idari yargı kökenli …’nun da o toplantıda olduklarını, adli yargıya yönelik görüşmeler bittikten sonra “Danıştayla ilgili ne düşünüyorsunuz?” diye sorduklarında daha isimler konuşulmadan veya birkaç isim konuşulduktan sonra orada bulunanların “37 bin sicillilerinde seçilmesini istiyoruz.” dediklerini, bunun üzerine …, … ve kendisinin buna karşı çıktıklarını, “İdari yargıda 26-27 bin, 32-33 bin sicilliler var, daha sonra 37 bin sicillilere geçiliyor, bunlar çok genç, bunların seçilmesi uygun değil.” dediklerini, hatta tanık …’in bu konuda çok uzun bir konuşma yaptığını, … ve…’ın kendilerinin de 37 bin sicilli olduklarını, 37 bin sicilli hâkimlerin teşkilatta kalabalık bir grup olduğunu, bunların oyuyla seçildiklerini, bunlar seçilmezse kendi seçmenlerine karşı görevlerini yapmamış sayılacakları tarzında şeyler söylediklerini, bunun üzerine tanık …’in tekrar söze girerek “Ben idari yargıda görev yapan ve ferasetine güvendiğim… ve …’ın makul şeyler düşüneceğini ve söyleyeceğine inanıyorum.” dediğini ve onları da çağırarak idari yargı kökenlilerin durumunu bir arada tekrar değerlendirmek istediğini, ardından…’ın “Yarın sabah bizim eve kahvaltıya gelebilirseniz beni orada bekleyin hem orada kahvaltı yapalım hem de devamında bu konuyu müzakere edelim.” dediğini ancak devamındaki olaylara şahit olmadığını, daha sonra olanları tanık …’den dinlediğini, onun anlattığı kadarıyla tanık …’in ertesi gün…’ın evine gittiğinde evde kimsenin olmadığını gördüğünü, …’a “Herhalde ilk ben geldim erken mi geldim?” diye sorduğunda…’ın kendisine “Yok kimse gelmeyecek, biz bu konuda kattıyız, 37 bin sicilliler eğer seçilmeyecekse biz bu oyunda yokuz. Yani bu olmazsa olmaz şartımız.” şeklinde konuştuğunu ve planlanan görüşmenin gerçekleşmediğini öğrendiğini, daha sonra HSYK eski Üyesi …’nin evinde tekrar bir araya gelip konuştuklarını, olan biteni de Bakan ve Müsteşar’a aktardıklarını, orada 37 bin sicillilerle ilgili tartışmada en son onlardan da seçilmesine kendilerinin de razı olduklarını, bahsedilen isimler arasında sanık …’ın da isminin olduğunu ve daha sonra yapılan seçimde sanığın da Danıştay Üyeliğine seçildiğini, fakat sanığın eşinin HSYK’da tetkik hâkimi olarak görev yaptığını, sanığın eşinin bahse konu yapı ile bir ilgisi olmadığını düşündüğünü, gençlik yıllarında başka yerlerde vakıfların veya derneklerin evlerinde yurdunda kaldığını, farklı bir dünya görüşünde olduğunu düşündüğünü, 2014 yılında HSYK’da süresi dolduktan sonra Danıştaya döndüğünü, bu yapıya yakın olduğunu düşündüğü listede yani onların isteğiyle seçildiği için sanık … hakkında da yapı mensubu olduğu kanaati uyandığını, fakat Danıştayda her kesimden olan insanların farklı düşüncede olabildiklerini, örneğin …., …, ….. ve şu an aklına gelmeyen birkaç ismin Danıştayda bahse konu yapı mensupları ile ortak hareket etmediğine bizzat şahit olduğunu, gerek başkanlık seçimlerinde, gerek genel kurulda, gerekse odasına geldiğinde aralarındaki konuşmalarda sanığın yanlış yapıldığını, yanlış yollara gidildiğini, başkanlık, daire başkanlığı seçimlerinde, YSK seçimlerinde yanlış stratejiler izlendiğini, yanlış adayların desteklendiğini söyleyip eleştiriler getirdiğini, bu dönemin 2014 yılı sonu ile 2016 Haziran ayını kapsadığını, savcılık ifadesindeki sanığın “HSYK’da görev yapan yapı mensupları tarafından Danıştaya üye seçilmiştir.” şeklindeki beyanına ilişkin olarak, o ifadenin çok karışık bir ifade olduğunu, kendisinin de sanığa oy verdiğini, yapı mensubu olmayan HSYK eski Üyesi…’ın da sanık …’ı desteklediğini, seçilmesini istediğini, …..’ın bahse konu yapı ile hiçbir ilgisi olmadığını, savcılıkta ki “HSYK’da görev yapan cemaat mensupları tarafından seçilmiştir.” şeklindeki ifadenin de kendisine ait olduğunu, sanığın yapı mensubu olarak herhangi bir toplantıya katıldığı, himmet parası verdiği, yine aynı şekilde Danıştayda örgütsel faaliyet içinde birlikte kararlar alıp bu kararları uyguladığına dair bir bilgisi olmadığını, HSYK’da görev yaptığı dönemde Danıştayda yapılacak seçimlere ilişkin olarak …, … ve …’den gelen talep doğrultusunda bir restoranda bir araya geldiklerini, yanlarında halihazırda Danıştayda Daire Başkanı olan …’ün de bulunduğunu, o tarihte 8. Daire Başkanı …’ın süresinin dolduğunu ve emekliliğine 8 ay kaldığını, bu kişinin başkanlığının yenilenip yenilenmemesi konusunun konuşulduğunu, kendilerinden …’ün Daire başkanı olması konusunda ikna edilmesi için yardım istendiğini, o sırada …’ün ısrarla “Ben bu Dairenin işlerini çok iyi bilmiyorum. İşini bilmediğim bir Dairede nasıl başkanlık yapacağım.” şeklinde konuştuğunu, ……’un ise …..’in başkan olmasının gerektiğini, …’ın gençlikte çok ideolojik kararlara imza attığını, taraflı davrandığını, onun başkanlığının yenilenmesinin yeni dönemde çok da hoş karşılanmayacağını söylediklerini, taraflar anlaşamayınca da ya kendisi, ya … ya da …’in “Söz konusu Dairede çalışanlardan kimse var mı?” diye sorduklarını, kimse olmadığını öğrenince “O zaman dairede çalışanları bir dinlesek yani o arkadaşlardan birkaç kişi davet etseniz de konuşsak.” diye söylediklerini, bunun üzerine hatırladığı kadarıyla … veya …’un araması sonucunda… ile beraber sanık …’ın bulundukları yere geldiklerini, bu kişilere “Siz 8. Dairede çalışıyorsunuz….. Hanım’la ilgili bir sorununuz var mı?” sorduklarını, orada çok net bir şekilde her ikisinin de “Biz ….. Hanım’dan memnunuz bize karşı son derece nazik, kibar işini de iyi yapan bir kadın yani ideolojik bir tutum takındığına veya kararlarında tarafsızlığını yitirdiğine dair biz de hiçbir kanaat oluşmadı.” dediklerini, bunun üzerine ortak kanaat olarak “O zaman devam edin yani ne diye bu yenileme işine karşısınız?” diye söylediklerini, sanık …’la ilgili tanık olduğu olayın bu şekilde gerçekleştiğini, seçim sonucunda …’ın başkanlığının yenilendiğini, Danıştay seçimlerinde hazırlanan listede sanığın adının da olduğunu hatırladığını ancak 37 bin sicillilerin de seçilmelerine kendileri de razı olduktan sonra…’ın da sanığın ismini gündeme getirdiğini,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 15.11.2016 ve 09.12.2016 tarihlerinde Savcılıkta alınan ifadelerinde benzer şekilde; 2011 yılında Danıştay Üyesi seçildikten sonra kendisi ile birlikte bahse konu yapıya mensup olan yaklaşık 40 kişinin Danıştayda olduğunu gördüğünü, Danıştay Üyeliğine ilk seçildiğinde 15. Dairede görevlendirildiğini, sohbet grubunda da …,…un bulunduğunu, bu sohbet grubunun çok kısa sürdüğünü, İdari Dava Daireleri Kuruluna seçilmesinden sonra ise ….. … ve. …..’ın bulunduğu sohbet grubuna katıldığını, bu toplantılarda…’in kitaplarının okunduğunu, ona ait sohbet CD’lerinin izlenerek siyasi konuların konuşulduğunu, bu sohbetler esnasında para toplandığını, kendisinin de yeri geldiğinde 2.000 TL yeri geldiğinde ise daha az bir meblağ parayı zekat adı altında ödediğini, İdari Dava Daireleri Kurulunda üye olarak çalıştığı dönemde söz konusu parayı sohbet mümessili olan …..’nın topladığını, onun da toplanan parayı …’a götürdüğünü tahmin ettiğini çünkü …’ın Danıştayda bulunan bahse konu yapı mensuplarının abisi olduğunu, İdari Dava Daireleri Kurulundaki sohbet grubunun yaklaşık bir yıl sürdüğünü, daha sonra sohbet gruplarının yargı mensuplarının oturdukları lojman ve semte göre oluştuğunu, kendi sohbet grubunun oturmuş olduğu Yaşamkent’te bulunan Adalet Lojmanlarına göre oluştuğunu, bu sohbet grubunda …, …, …, … ve …’ın bulunduğunu, HSYK Başkan Vekilliği görevi biten …’nin de bir süre bu gruba katıldığını, …’in önce kendi grubunda bulunduğunu ancak bu kişinin Venüskent Lojmanlarında oturması nedeniyle bir süre sonra gruptan ayrıldığını, …’in daha sonra Bağlıca Lojmanlarında oturan yapı mensubu Danıştay üyelerinin sohbet grubuna gittiğini tahmin ettiğini, kendi sohbet gruplarının temsilcisinin … olduğunu, Urankent Lojmanları’nın kalabalık olması nedeniyle iki grup bulunduğunu, bu sohbet gruplarından birinin başında …, diğerinin başında….. bulunduğunu, Bağlıca Lojmanlarının sohbet abisinin de … olduğunu tahmin ettiğini, 2013 yılı adli tatilinde grup sorumluları olan …’ın kendilerine İstanbul ilinde yaz kampı şeklinde bir toplantı yapılacağını söylediğini, bunun üzerine küçük gruplar hâlinde İstanbul’da kendilerine söylenen yere gittiklerini, kendisinin ismini hatırlamadığı arkadaşları ile birlikte özel araçla gittiğini, kalacağı yerin İstanbul Anadolu Yakasında bulunan Yeditepe Üniversitesine yakın bahse konu yapıya ait olduğunu bildiği bir yurdun misafirhanesi olduğunu, bu yurtta kendisi ile birlikte 25-30 kişiye yakın Danıştay üyesi olan yapı mensubu kişilerin kaldığını, küçük bir grubun da müstakil bir villa da kaldığını duyduğunu, her iki yerde kalan Danıştay üyelerinin tümünün bahse konu yapı mensuplarından oluştuğunu, burada yaklaşık beş gün kaldıklarını, bu süre içerisinde boş zamanlarında…’e ait kitaplar okunduğunu, toplu namazlar kılındığını, her gün daha öncesinde tanımadığı ve yargı mensubu da olmayan bir kişinin yurda gelerek kendilerine bahse konu yapıya ait yurt dışında bulunan okullar ile bu yapının diğer faaliyetleri hakkında bilgi verdiğini, sohbetlerde bahse konu yapıyı öven konuşmaların yapıldığını, müstakil villada kalan üyelerin ise kendilerinden ayrı ancak benzer bir programları olduğunu bildiğini, İstanbul’da kaldıkları süre içerisinde kendilerini Çamlıca’da bulunan Fem Dershanesi’ne götürdüklerini, misafirhane şeklinde düzenlenen bir yeri gezdirerek bu yerde…’in yurt dışına gitmeden önce kaldığını belirttiklerini, yapılan gezinin tamamen bu yeri görmek için düzenlendiğini, söz konusu yerin…’in son kullandığı hâliyle korunmuş olduğunu gördüğünü, İstanbul’da bulundukları süre içerisinde kendisinin… yapılanmasına ait bir misafirhanede kaldığını, 10-15 kişilik bir grubun da müstakil bir villada kaldıklarını, her iki grubun farklı şekilde program yaptıklarını, ancak yapılan bu programların aynı nitelikte olduğunu bildiğini, kendi gruplarında bulunan hatırladığı bazı kişilerden birinin de sanık … olduğunu, sanığın… yapılanması içerisinde yer alması nedeni ile 2011 yılı içerisinde bahse konu yapı kontenjanından HSYK tarafından Danıştay üyeliğine seçildiğini ancak bu yapı içinde ne görev üstlendiğini bilmediğini, Danıştay üyesi olduktan sonra ilk olarak Başkanlar Kurulu tarafından 15. Dairede görevlendirildiğini, Başkanlar Kurulunun daire başkanlarından oluştuğunu, seçildikleri tarihte daire başkanlarının eski üyelerden oluştuğunu, çoğunluğunun da sosyal demokrat olarak bilinen kişilerden olduğunu, o tarihte Danıştayda da Yargıtaya benzer bir başkanlık divanının kurulmasının istendiğini, bu amaçla yaklaşık bir yıl sonra yapılan kanun değişikliği ile Yargıtayda ki duruma benzer bir şekilde Başkanlık Kurulu oluşturulduğunu, Başkanlık Kurulunda görev yapacaklarında Genel Kurul tarafından belirleneceğini, Kanun gereğince Birinci Başkan’ın Kurulun Başkanı olacağını, Genel Kurulun seçtiği üç daire başkanı ile üç üyenin ise bu Kurulun üyesi olacağını, Genel Kurulda hatırladığı kadarıyla… yapılanması mensubu olan … ve Bedrettin lşıldak’ı Başkanlık Kurulu üyeliğine seçtiklerini, o dönemde bahse konu yapı mensubu olan daire başkanı olmadığı için bu yapıya sempati ile bakan veya yakın hissedilen daire başkanlarından üçünü de bu kurula seçtiklerini, kurulun yapısı bu şekilde oluşturulduktan sonra daire değişikliklerinin yapıldığını, bu yeniden yapılanmada… yapılanmasına dahil olan Danıştay Üyelerinin etkili dairelerde görevlendirilmelerinin sağlandığını,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 20.02.2018 tarihinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında; bahse konu yapı ile üniversite yıllarından beri iletişiminin bulunduğunu, asıl iletişiminin ise Ankara Bölge İdare Mahkemesine üye atanması ile başladığını, cemaat diye bilinen yapılanma içinde sohbet toplantılarına katıldığını, Danıştay üye seçimlerinin sonrası ilk üye dağılımının o dönem ki kanun uyarınca Başkanlar Kurulu tarafından oluşturulduğunu, yeni seçilen üyelerin çoğunluğunun daha çok vergi ve daha pasif olarak algılanan dairelerde görevlendirildiklerini, FETÖ’nün bu üye dağılımında etkisi olamadığını ancak bazı kişilerin önceki mesleki veya komşuluk ilişkileri ya da hemşehriliğe dayalı etkilerini kullanarak mevcut başkanlardan destek almak suretiyle etkili dairelerde görev aldıklarını, bu üye dağılımının FETÖ yapılanmasının arzu ettiği şekilde gerçekleşmediğini, bununla birlikte FETÖ üyelerinde kanun değişikliği beklentisi oluştuğunu, gerçekleşen Kanun değişikliği ile Danıştay Başkanlık Kurulunun oluşturulduğunu, Başkanlık Kurulunun Danıştay Birinci Başkanı, üç Daire Başkanı ve üç üyeden oluştuğunu, birinci Başkan…Karakullukçu’nun kurulun doğal başkanı olduğunu, hatırladığı kadarıyla üye olarak genel kurul tarafından … ve …’ın seçildiğini, seçilen grubun dairelerdeki üyelerin yerlerinde değişiklikler yaptığını, muhafazakar kesimde yer alan üyeler ve bu yapıya yakın üyeleri etkin gördükleri dairelere seçtiklerini, genelde sosyal demokrat görüşe sahip olduğunu düşündükleri üyeleri ise daha pasif gördükleri dairelerde görevlendirdiklerini böylece Danıştayda yargısal faaliyet anlamında da etkinliklerini pekiştirmiş olduklarını, bu kapsamda Başkanlık Kurulunun dairelerdeki tetkik hâkimleri ve personelin de yerlerini kendi istemleri doğrultusunda değiştirdiklerini, 183224 ID’de kayıtlı (özkan, …) adlı kişinin çağrıştırdığı isim itibarıyla sanık … olabileceğini değerlendirdiğini, 2013 yılı adli tatili içerisinde İstanbul ilinde yaz kampı adı altında gerçekleştirilen toplantıya sadece bahse konu yapının kendisinden kabul ettiği Danıştay üyelerinin katıldığını, bu toplantıya kimi üyelerin otobüs ile kimi üyelerin ise özel otomobillere ikişer veya üçer kişi binmek sureti ile katıldıklarını, kendisinin de yanında Mustafa Genç olduğu hâlde ancak kime ait olduğunu hatırlamadığı bir otomobil ile İstanbul’a giderek katıldığını, büyük olasılıkla ile adli tatil başı olduğunu ancak Temmuz ayının sonları da olabileceğini, yanlarında telefon götürüp götürmediklerini hatırlamadığını, hatırladığı kadarı ile katılanların tamamının erkek üyelerden oluştuğunu, bir kısım üyelerin de bir villada kaldıklarını ancak onları hiç görmediklerini, Danıştay mensubu oldukları görüşme içeriğinden anlaşılan 359056 ID ile 401875 ID (… …) arasında “E. … ve A. K. Boş mu bırakılıyor acaba, bunlar daha önce ılımlıydı. M. Ö. A. K.’nın üstüne neden gitmiş, R. Ç. E. Ç.’yi boş bırakmamalı bence. Eski dostu.” şeklindeki görüşmede E. …’ın Danıştay Üyesi…, A. K.’yı tam olarak bilmemekle birlikte o dairedeki üyelerden biri olabileceği tahminin de bulunabileceğini ancak bunların konuşma içeriğinden FETÖ mensubu olmadıklarını anladığını, bunlarla ilgilenme görevi verilen kişilerin ise … ve … olabileceğini değerlendirdiğini,
Tanık … Mahkemede; sanık …’ı müfettiş olduğu dönemden tanıdığını, bu yapıyla alakasının olup olmadığını o dönemde bilmediğini, 2011 yılında yapılan Danıştay üye seçimlerinden sonra 37-38 bin sicillilerin seçilmesi üzerine genel olarak bu seçilenlerin bu yapıyla irtibatlı olduğunu kendisinin de duyduğunu, o zaman sanığın da bu yapıyla bir irtibatının olabileceğini değerlendirdiğini, daha sonrasında üye seçildiği dönemde sosyal ortamlarda karşılaştıkları zaman bu yapının öne sürdüğü tezler, Danıştayda yapılan seçimler veya farklı şeylerde sanığın genel olarak “Böyle yapılmaması gerekir, şöyle olmaması gerekir, bu yanlıştır.” şeklinde söz konusu yapıya yönelik eleştirel tavrının olduğunu gözlemlediğini, daha sonra İstanbul’da Danıştay üyelerinin tertiplediği bir gezinin düzenlendiğini, orada 2-3 gün kalındığını, örgüt liderinin yurtdışına gitmeden önce kaldığı yerin bu vesileyle gezildiğini, geziye gidenlerin bir kısmının orada bir yurtta kaldığını, kendisinin de orada yurtta kalanlardan olduğunu, bir kısmının ise farklı bir yerde villa gibi olduğunu söyledikleri bir yerde kaldığını, ancak orayı görmediği, en son gezi bitişinde herkesin Altunizade bulunan yeri gezdiğini, eğer yanlış hatırlamıyorsa sanığın da o geziye katılanlar ancak farklı yerde kalanlar arasında olduğunu, sanığı herhangi bir örgütsel faaliyet için toplantıya katıldığını görmediğini, yine sanığın Danıştaya seçildikten sonra gerek Daire faaliyetlerinde, gerekse topluca oy seçimlerinde örgüt adına veyahutta örgütün talimatları doğrultusunda hareket ettiğini görmediğini aksine sosyal ortamlarda tam tersine eleştirel bir tavrı olduğunu hatırladığını, örnek olarak bir daire başkanı seçilmesinde cemaat denen yapıyı destekliyorsa işte onun layık olmadığı, bu kişi neden destekleniyor şeklinde tavırları olduğunu, ancak somut olarak hatırladığı birşey olmadığını, ancak aklında kaldığı kadarıyla böyle eleştirel bir yaklaşım tarzı olduğunu, İstanbul’a yapılan gezinin 2012 veya 2013 yılı adli tatil başlangıcına rastladığını, hatta o tarihte söz konusu yapının düzenlediği Türkçe Olimpiyatları sonrasında yapıldığını hatırladığını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığındaki 183224 ID’ye kayıtlı kişinin isim itibarıyla … olabileceğine yönelik beyanına ilişkin hatırladığı kadarıyla kendisine gösterilen ByLock yazışmasında Danıştay 8. Dairede “M.Ö.”nün kim olabileceği sorulunca sanığı çağırıştırdığını söylediğini ancak somut olarak onun olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını, İstanbul’da yapılan toplantıya yapı mensubu olmayan kişilerin katılmadığını, geziyi organize edenin söz konusu yapı olduğunu, hatırladığı kadarıyla sanığı da bu toplantıda gördüğünü ancak “Yüzde yüz emin misin?” diye soruluyorsa beş yıl önce, 30-40 kişinin arasında sanığı hatırladığını, fakat yüzde yüz eminim diyebilmesi için çok farklı bir şey olması gerektiğini, o kadar hafızasına güvenmediğini, yapılan toplantının örgütsel amaçlı bir toplantı mı, yani talimatların verildiği bir toplantı mı yoksa bir gezi mi olduğuna ilişkin olarak, toplantılarda bahse konu yapıya mensup sivil kişilerce örgütün propagandasının yapıldığını, bu şekilde toplantıya katılan kişilerin motive edilmesinin ve onların örgütün bünyesinde tutulmasının amaçlandığı, bunun dışında yargı konularının konuşulduğu, “Sen şunu yap, sen de git şunu yap.” veya “Siz gittiğiniz yerde şunu yapın.” şeklinde konuşmaların geçtiği bir toplantı olmadığını, yapılan sunumlardan sonra örgüt liderinin Türkiye’den ayrılmadan önce ikamet ettiği, İstanbul ili, Üsküdar ilçesi, Altunizade Mahallesinde bulunan bir dershanenin 5. veya 6. katındaki odanın ziyaret edildiğini, söz konusu yerin örgüt liderinin Türkiye’den ayrılmadan önceki hâliyle muhafaza edildiğini gözlemlediğini, başka bir yere gidilmediğini,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 05.09.2016 tarihinde Savcılıkta; bahse konu örgüte ait ev ve yurtlarda kalmadığını, bu ev ve yurtlarda sohbet adı altına yapılan görüşmelere, örgütün organize ettiği yurt içi ve yurt dışı gezilere katılmadığını, 17/25 Aralık 2013 tarihinden sonra bahse konu yapının illegal bir yapı olduğunu öğrendiğini, bu yapı ile herhangi bir temasının olmadığını,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 18.11.2016 tarihinde Savcılıkta; daha önceki ifadesinde söylemediği bazı hususlar olduğunu fark ettiğini, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmak ve önceki ifadesine ekleme yapmak amacıyla ifade vermek istediğini, Danıştay tetkik hâkimi olarak görev yapmaktayken 2011 yılında Danıştay üyesi seçildiğini, Danıştaya üç farklı grupta üye seçildiğini, ilk seçilen elli ila elli beş kişinin tamamının cemaat aracılığıyla seçildiğini, ancak kendi seçildiği üç kişilik grubun cemaate düşman olmayan, bu yapıya yakın ve bu yapının etkileyebileceği, söz geçirebileceği kişilerden olduğunu, o dönemde bu yapının içinde olmamakla birlikte yapıyla sıcak ilişkileri bulunduğunu, Danıştay üyesi seçildikten sonra…’nin kendisini evine sohbet için çağırması üzerine yanına gittiğini, evde…, Edat… ve … ile sanık …’ın olduğunu, …’in bir konuşma yaparak önce işten bahsettiğini, sonradan genel dini konuları anlatmaya başladığını, sohbette…’in isminin de birçok kez geçtiğini, ayrıca sohbette kendisinden maaşının yüzde onu oranında himmet vermesini istediklerini, ancak himmeti kimin istediğini net hatırlayamadığını, on beş günde bir yapılması kararlaştırılan bu sohbetlerin dönüşümlü olarak katılan kişilerin evinde yapıldığını, ancak kendi evine sohbet amaçlı hiç gelinmediğini, …, … …, Edat…, … ve sanık …’ın katıldığı bu sohbetlerin bir süre boyunca devam ettiğini, ardından sohbet gruplarında değişiklik olduğunu, grup değişikliğini kendisine … ya da…’nin bildirdiğini, kendisinin yeni sohbet grubunun …, …, İbrahim Günenç, Edat… ve…’den oluştuğunu, ancak kız kardeşine baktığı için himmet vermediğini, Danıştay üyesi olarak seçildikten sonra Danıştay Başkanlık Kurulu tarafından 13. Dairede görevlendirildiğini, her ne kadar 17-25 Aralık sonrasındaki süreçte bu yapının yanlış olduğunu gördüyse de araya mesafe koymaya çalıştıysa da pek başarılı olamadığını, zira aynı Dairede çalıştığı bütün dönem arkadaşlarının bu örgüte destek olduklarını, ancak kendisinin anılan süreçten sonra kesinlikle bu yapıyla ortak hareket etmediğini söyleyebileceğini, 2015 yılında Dairesinin değiştirilmesi üzerine yeni kurulan 17. Daireye geçtiğini, sanık …’ın söz konusu yapıya müzahir ve bu yapıyla ilişkili kişilerden biri olduğunu, 2011 yılında ilk grupta seçilen Danıştay üyelerinin tamamının söz konusu cemaat tarafından belirlendiğini,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 08.12.2016 tarihinde Savcılıkta; daha önceki ifadesinde söylemediği bazı hususlar olduğunu fark ettiğini, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmak ve önceki ifadesine ekleme yapmak amacıyla ifade vermek istediğini, 2010 HSYK seçimlerinden sonra Danıştaya seçilen 54 kişilik grubun tamamının Pensilvanya’dan icazet alınarak seçildiğini bildiğini, ancak kendi üyelik seçimine ilişkin icazet alınmadığını düşündüğünü, Danıştay 1. Dairesinde kıdemli tetkik hâkimi olarak çalışırken aynı dairede görev yapan …’un kendisine aday listesinde olduğunu ve Danıştay üyesi olarak seçilebileceğini söylediğini, bu seçim sırasında referanslarının Veysel Eroğlu ve… olduğunu, …, … ve…’ın desteklemeleri sonucu seçildiğini, üye seçildikten sonra kendisini çay içmeye davet ettiklerini, daha sonradan bilgi sahibi olduğu üzere Danıştayda bu örgütün yapılanmasının iki dairenin birleştirilerek grupların oluşturulması suretiyle yapıldığını, örneğin kendi grubunun çalıştığı 13. Daire ile 8. Dairenin birleştirilmesi suretiyle oluşturulduğunu, diğer grupların somut olarak hangi dairelerden oluştuğunu bilmediğini, bu gruplarda; Danıştayda bu yapının bir numarası olduğunu bildiği …’dan gelen talimatların aktarıldığını ve bu doğrultuda işlem yapıldığını, bu talimatlarda oylamaların nasıl yapılacağından, Danıştayda nelere dikkat edilmesi gerektiğinden bahsedildiğini, oluşturulan gruplarda iki tane daire mümessili ve bir tane grup mümessili olduğunu, kendi dairelerinin mümessilinin…, 8. Dairenin mümessilinin ise… olduğunu, grup mümessillerinin ise … olduğunu, grupların üzerinde ise üst kurulun olduğunu bildiğini, üst kurulda … ile …’nin yer aldığını bildiğini, üst kurulda Yargıtaydan da üyelerin bulunduğunu ancak üyelerin isimlerini bilmediğini, Danıştay üyelerinin bu grup toplantılarına davet edilmeleri nedeniyle kendisinin de zaman zaman bu toplantılara katıldığını, Danıştay imamının …, bu kişinin yardımcısının …, 12. Dairenin grup sorumlusunun …, 8. Dairenin grup sorumlusunun…, 5. Dairenin grup sorumlusunun …, 2. Dairenin grup sorumlusunun Kemalettin İşlek, 6. Dairenin grup sorumlusunun Ertuğrul Arslanoğlu, 10. Dairenin grup sorumlusunun Mahmut Ersert, 13. Dairenin grup sorumlusunun…, kendi grubunun mesulünün ise … olduğunu bildiğini, sivil imamlardan gördüğü tek şahsın “Faik” isimli, öğretmen olduğunu söyleyen, 50’li yaşlarda birisi olduğunu, “Faik” isimli şahıs ile sadece bir defa …’ın evinde görüştüklerini, kendi sohbet grubunda …, …, … …, Edat… ve sanık …’ın bulunduğunu, sohbet abiliğini … ve…’ın yaptığını, sohbetlerde genelde mesleki konuların, Dairedeki genel gündeme ilişkin konuların, üst kuruldan gelen notlar ve dini konuların konuşulduğunu, bu yapının dışarıya karşı gerçek yüzünü göstermediği dönemde yani ayrışma yaşanmadığı dönemde kime oy verileceği, seçimlerde kimlerin aday olacağı ve oylamaların nasıl yapılacağı konusunda talimatlar verildiğini, 17-25 Aralık sonrasında ise kendisinin bu yapıyla bağlantısını kestiği için bu sohbetlerde tam olarak neler konuşulduğunu bilemeyeceğini, hangi dairelere kimlerin atanacağının üst kurul tarafından belirlendiğini, 32 ve 33 bin sicilli üyelerden oluşan bu yapıya dahil grubun Danıştaydaki işleyişin nasıl yürütülmesi gerektiğini belirlediğini tahmin ettiğini, ancak bu konuda somut bir bilgisi olmadığını, bu grupta …, …, …..isimli üyelerin yer aldığını tahmin ettiğini, 8. Dairede bir yığılmanın olduğunu bildiğini, bu dairede …, … ile sanık …’ın bulunduğunu ayrıca 2, 5, 12, 14 ve 15. Dairelerde de bu örgütün yoğun bir şekilde yığılma yaptığını, dershanelerin kapatılmasına ilişkin Yönetmelik’in 8. Dairede görüşüldüğünü ve bu Daire tarafından iptal edildiğini, bu kararın söz konusu yapının etkisi ile alındığını, 17/25 Aralıktan sonra ki süreçte bahse konu yapıya mensup olup aynı Dairede çalıştığı üyeler …, …, …, …, … ve…’nin etrafta anket yaptırdıklarını, Ak Parti’nin 2014 Yerel Seçimlerinde %30 oy alacağı ve iktidarın kaybedeceği söylentisini yaydıklarını, bu söylenenleri eleştirdiğinde ise aynı Dairede çalışması dolayısıyla işi vesile ederek odasına gelip giden üyelerden; …, … ve sanık …’ın kendisine “Hain. Satılmış. Herkesin bir değeri var.” diyerek hakaret ettiklerini,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 09.05.2017 tarihinde Savcılıkta; Fethullah Gülen yapılanması içinde herhangi bir sohbet ve toplantıya katılmadığını, …’ın evinde yapılan çay sohbetine gittiğini, bu toplantıda …, … ve …’ın olduğunu hatırladığını, aynı toplantıda ismi kendisine söylenmeyen ve yargı mensubu olmayan bir kişinin daha bulunduğunu, söz konusu toplantının… yapısı içerisinde bulunan üyelerin katıldığı bir toplantı olmadığını, normal ziyaret daveti olduğunu, bu ziyaretlerde zaman zaman 13. Dairenin konularının da konuşulduğunu, farklı dairelerde yer alan söz konusu kişilerle bir araya gelmeyi yadırgadığı için bir daha bu çay davetlerini iştirak etmediğini, bu toplantılara …’un daveti üzerine gittiğini, bu kişinin yapılan toplantının mahiyetini kendisine söylemediğini, söz konusu toplantıları bir grup toplantısı olarak nitelendirmediğini, ancak… ile aynı Dairede çalışmaları nedeni ile bu kişinin kendisini evine çağırdığını, söz konusu yerde …, …, Edat…, İbrahim Günenç ve… ile bir araya geldiklerini, bu davetlere bir iki defa katıldığını, bu toplantılarda daire ile ilgili hususlar konuşulduğunu, toplantıların birinde para da toplandığını, ancak kimin para istediğini hatırlamadığını, istenen parayı vermediğini, 2011 yılında Danıştay üyesi olduktan sonra tüm üyelerin katıldığı yemek toplantıları yapıldığını, bunun bir tanışma toplantısı şeklinde olduğunu, bu yemekli toplantıdan sonra daha önceden tanıdığı …’un kendisini evine çay içmeye davet ettiğini, bunun üzerine tek başına …’un evine gittiğini, onun da kendisini alarak …’ın evine götürdüğünü, …’ın evine bir defa gittiğini, daha öncesinde de …’un kendisini evine çay içmeye davet ettiğini, gittiğinde evde kendisi dışında … ile …’ın da bulunduğunu, evde havadan sudan meselelerin konuşulduğunu, Fetullah Gülen ile ilgili herhangi bir konuşma geçmediğini, o dönemde kendisinden kimin para istediğini hatırlamadığını, Fetullah Gülen mensuplarının para istediklerini ve toplanan bu paralara himmet adını verdiklerini daha sonra basından öğrendiğini, bu paraların nereye gittiğini bilmediğini, 2014 yılından sonra Danıştayda kimlerin bu yapı içinde olduğunun isim isim belirtilmeye başlandığını, isimleri zikredilen kişilerin katıldığı toplantılarda yer alan kişiler olduğunu görünce de toplanan paraların himmet parası olduğunu tahmin ettiğini,
Tanık … Mahkemede; sanığın 37 bin sicilliler arasından ilk 51 kişilik grupta seçildiğini, 2014’ten sonra, Danıştayda cemaate yakın olanlar ve karşı taraf şeklinde bir ayrım oluştuğunu, tüm üyelerle yemek toplantıları olduğunu, bunun paralelinde zaman zaman çay içildiğini bildiğini, daha önceki ifadelerinde sadece İrfan Eroğlu isimli şahsın adının yer aldığını, hâlen Danıştayda Daire Başkanı olan İrfan Eroğlu’nun da cemaat toplantısı anlamında değil de genel anlamda bu çay toplantısına katıldığını ondan duyduğunu ifade ettiğini, diğerlerinin Savcı tarafından ifadeye geçmediğini, sanık …’ı da bir defa gördüğünü hatırladığını, yine çok net olmamakla birlikte aynı beyanında Nevzat Özgür isimli şahıstan da bahsettiğini, kendisinin böyle bir çay toplantısına bir değil iki defa katıldığını ama cemaat toplantısı olarak değil de tüm üyelerin zaman zaman katıldığı toplantılar şeklinde olduğunu, 2014 yılından sonra söz konusu yapı üyelerine mesafe koyduğunu, yapı üyeleri derken yapı mensubu olduğunu tahmin ettiği üyelere mesafe koyduğunu yoksa yüzde yüz hepsini tahmin etme veya bilme şansının olmadığını, Danıştayda bu isimlerin şekillendiğini ve ayrıca basında yer aldığını, bu kapsamda da sanıkla birbirlerine gidip gelmeleri olmadığını, mecburen heyet sonrası veya yemek sonrası denk geldiğinde sanığın kendisine birkaç defa “Herkesin bir değeri var.” şeklinde söz söylediğini, sanığın kendisine mesafeli ve sert davranışları olduğunu, eski diyaloglarını asgariye indirdiğini, gidip gelmeleri olmadığını, 12.12.2016 tarihli ifadesinde 2011 yılında Danıştay üyesi olarak göreve başladıktan sonra… isimli şahsın kendisini evine sohbete çağırdığı şeklindeki beyanına ilişkin olarak bunun bir çay sohbeti olduğunu, hatta Nevzat Özgür isimli şahsın da katıldığı bir sohbet olduğunu ancak Savcının ifadesinde o isme yer vermediğini, savcılık ifadesinin hatalı yazıldığını, iki defa ifade verdiğini ve CMK avukatının ifadelerinde bulunduğunu, ifadelerinde yanlışlık ve fazlalık olduğunu, …isimli şahsın evindeki toplantının örgüt toplantısı değil genel anlamda bir tanışma toplantısı olduğunu, örgüt üyesi olmayan kişilerin de bu toplantıya katıldıklarını, ifade sırasında Savcının “Toplantılarda Gülen ismi geçti mi?” şeklinde sorması üzerine Gülen gündemde olduğundan geçmiş olabileceği şeklinde cevap verdiğini, yani bunu Danıştay veya ev ortamında olabilir şeklinde ifade ettiğini, maaşının %10 oranında himmet verilmesinin istendiğine yönelik beyanına ilişkin olarak o rakamı telaffuz etmediğini, ancak bir para toplandığını, daha önceki ifadelerinde sohbetlerin bir çay sohbeti olduğunu, bu sohbetlere iki defa katıldığını, ancak Savcının müteaddit defalar şeklinde yazdığını, üzerinde tahliye baskısı kurduğunu, bazı beyanlarını farklı şekilde yazdığını, sadece bir beyanını düzeltme şansı verdiğini, müdahale ettiği konularda “Şu an kalsın daha sonra düzeltirsin?” dediğini, tansiyon problemi olduğunu, CMK avukatına da söylediğini, saat 08.00’de ifadesinin sonlandığını ve okuma şansı olmadığını, önceki ifadelerinin bir kısmının doğru olmadığını, Akademide de yemek toplantısı olduğunu, tüm üyelerin katıldığını, Akademinin fiziki ortamı müsait olduğu için herkesin çağrıldığını, kendisini çağıran kişinin Mehmet Ali Samur olduğunu, bu kişinin hâlen Danıştay Daire Başkanı olduğunu, bu toplantıya katıldığını, bu toplantıya 2011’de seçilen tüm üyelerin katıldığını, buna benzer farklı toplantılar olduğunu, yemek toplantıları ve evde çay sohbetlerinin olduğunu, 20-30 üyenin ismini sayabileceğini, katılanlardan Hasan Gül ve Hanefi Doğan isimli şahısları bildiğini, daha çok isim sayabileceğini, kendisinin de bu kapsamda davete iştirak ettiğini, ikinci ek ifadesinde sadece bir maddeye müdahale etme şansı olduğunu, bu konuya ilişkin olarak Savcının kendisine “Dairede yapıya ilişkin herhangi bir karara imza attın mı?” diye sorduğunu, kendisinin de atmadığını söylediğini, bu olaya CMK avukatının da tanık olduğunu, Savcının “Bu benim işime yaramaz, ben bunu böyle yazmak istemiyorum.” dediğini ve farklı şekilde yazdığını, ifade çıkışında avukatın kendisine bu ifade şu maddede böyle geçti dediğini, bu durumun ikinci ek ifadesinde yer aldığını, bunu düzeltmek zorunda kaldığını, bazı beyanlarının ifadeye olduğu gibi geçmediğinin diğer tanıklar tarafından da beyan edildiğini, kendisinin grup toplantısına katıldığını hiçbir zaman beyan etmediğini, 12.10.2016 tarihli ifadesinde belirttiği himmet parası toplanmasına ilişkin olarak bir toplantıda kendisinden bir para istendiğini, niye toplandığının kendisine söylenmediğini, o sırada üzerinde para olmadığından vermediğini, daha sonra basında yer alan haberlere göre himmet olduğunu tahmin ettiğini Savcıya söylediğini, parayı kimin istediğini hatırlamadığını, soruşturma aşamasında çeşitli vesilelerle verdiği ifadeleri sırasında CMK’nın 148. maddesi kapsamında yasak sorgu yöntemlerine maruz kalmadığını ancak itirazlarına rağmen Savcının bazı beyanlarını farklı geçtiğini fark ettiğini, bunun üzerine Savcının kendisine “Ben sana kumpas mı kuruyorum?” dediğini, aralarında bu şekilde bir tartışma yaşandığını, 2014 yılından sonra Danıştayda iktidara yakın hissedilenlerle cemaate yakın hissedilenler şeklinde bir ayrım olduğunu, bununla ilgili …’ın birkaç kez odasına geldiğini, sanık …’ın da kendisine yönelik negatif tavırları olduğunu, bu kişiler ile arasına mesafe koyduğu için iletişimlerinin resmileştiğini, söz konusu yapıyla hiçbir ilişkisi olmadığını, bu yapının üyesi veya sempatizanı olmadığını, grup toplantısına katılmadığını,
Tanık … kendisi hakkında yürütülen soruşturma kapsamında 14-26.12.2016 tarihinde Savcılıkta; 2010 yılı Aralık ayında boş olan Yargıtay üyeliklerine yapılacak seçimin gündeme geldiğini ancak Müsteşar…’ın yeni kanun çalışması olduğunu, bu doğrultuda Yargıtay ve Danıştay üyelerinin sayılarının arttırılacağını, bunun sonucuna göre de seçimlerin yapılması gerektiğini belirtmesi üzerine bu doğrultuda çalışmalara başlandığını, bir akşam…’nın kendilerini evine davet ettiğini, bu eve … ve … ile birlikte Yargıtay üyelerinin seçimi ile ilgili ön çalışma yapmak amacıyla gittiklerini, evde. …, …,…., Genel Sekreter Yardımcıları …. Yargıtay Tetkik Hâkimleri…. ile …’nin de olduğunu gördüklerini, kendileri dışında Yargıtaydan da kişilerin bulunmasından rahatsız olduğunu, bu hususu dile getirdiğinde söz konusu kişilerin Yargıtaydan seçilecek üyeler hakkında bilgi vermeleri amacıyla çağırıldıklarının söylendiğini, bu toplantıda Danıştaya seçilecek kişilerin isimlerinin gündeme gelmediğini, ancak hangi sicillilerin alınacağının görüşüldüğünü, kendilerinin 32, 33 bin ve aşağı sicillilerin seçilmesini istediklerini, Fetullah Gülen yapı mensuplarının ise 37 ve 38 bin sicillilerden de seçim yapılmasını istediklerini, idari yargıda 33 bin sicillilerden sonra bir alım yapılmadığını, dört yıl aradan sonra alınanlara ise 37 bin sicil verildiğini ancak bu kişilerin de oldukça genç ve kıdemsiz olduklarını, o tarihte 37 ve 38 bin sicilliler içerisinde… yapı mensuplarının daha fazla bulunduğunu, yine seçilecek yüksek yargı üyelerinin belirlenmesi için …’nin evinde toplantı yaptıklarını, bu toplantıya …, … ile birlikte kendisi ve …’in katıldığını, HSYK Genel Sekreteri…, Genel Sekreter Yardımcıları …, … ile Yargıtaydan…’nin de bu toplantı da bulunduğunu, toplantının amacının Yargıtaya seçilecek… yapı mensuplarının isimlerinin belirlenmesi olduğunu, Danıştay üyeliklerine kimlerin seçileceğinin de bu toplantı da konu olduğunu, bu çalışmayı ise …’in kendileri dışında yaptığını, idari yargıda çalışanları fazla tanımadığını, …’in bu konuda liste hazırladığını, liste hazırlarken de bazı kişilerle görüştüğünü, Mehmet Kaya’nın evinde Danıştaya seçilecek kişilerin sicillerinin 37 ve 38 binlilerden de oluşabileceği hususu gündeme geldiğinden …’in …’nin evine 33 bin ve aşağı sicillilerin yer aldığı bir liste ile geldiğini, orada 37 bin sicilliler olmadan da 50 sayısına ulaşıldığını belirterek listeyi gösterdiğini ancak… yapı mensuplarının 37 ve 38 bin sicillilerde ısrar etmeleri nedeniyle yeniden isim belirlemesi yapıldığını böylece idari yargıda… yapı mensuplarına 37 veya 38 kişilik bir kontenjan verilmiş olduğunu, ilk seçimde bu sayıdaki kişinin söz konusu yapı mensuplarından Danıştaya üye seçildiğini, 2011 yılı başında seçilen 37 bin sicillilerin tümünün… yapı mensubu olduklarını, sanık …’ın da bahse konu cemaat mensuplarının kontenjanından seçildiğini, Fetullah Gülen yapı mensubu olduğunu düşündüğünü,
Tanık … Mahkemede; sanığın daha öncesinde Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğünde tetkik hâkimi olarak çalıştığını, o vesileyle kendisini tanıdığını, tam dönemini hatırlamamakla birlikte…ın genel müdür olduğu dönemde gelmiş olabileceğini, ilk olarak sanığın bu birimin Lojman Bürosunda çalıştığını, ardından Teftiş Kuruluna geçtiğini, burada müfettiş olarak görev yaptığını, 2011 yılındaki Danıştay üye seçimleri sırasında da Danıştay üyeliğine seçilen bir meslektaşı olarak tanıdığını, 2011 yılına kadar sanığın bahse konu yapı ile bağlantısına ilişkin herhangi bir bilgi sahibi olmadığını, 2011 yılında yapılan seçimlerde daha önce diğer dosyalarda da anlattığı gibi… ile …’nin evlerinde yaptıkları görüşmelerde …, …. ve…’nın içinde olduğu bloğun idari yargıdan 37 bin ve 38 bin sicillilerin de seçilmesi gerektiğinden bahsettiklerini, kendisi ile birlikte tanıklar … ve …’nin ise 37 ve 38 bin sicillilerin çok kıdemsiz olacağını, 33 bin sicillilerden ileriye geçmemeleri gerektiğini savunduklarını, ancak özellikle… ve …’nun, kendilerinin 37 bin sicilli olduklarını, Kurul üyesi olduklarına göre onların kıdemindeki kişilerin de Danıştay üyesi olabileceklerini, seçecek pozisyonda olup da seçilecek pozisyonda olmamalarının düşünülemeyeceğini söyleyip ısrar ettiklerini, hatta o tarihte ilk gün…’nın evinde bir sonuca varamadıklarını, tanık …’in ertesi gün tekrar bahse konu yapı mensupları ile görüşmeye gittiğinde “Biz bu konuyu görüşmeye açık değiliz. 37 binler yoksa biz bu seçime katılmayacağız.” diye söylediklerini, bunun üzerine kabul etmek zorunda kaldıklarını, 19 veya 20 civarında 37 bin sicilli meslektaşının bu vesileyle Danıştay üyeliğine seçildiğini, sanık …’ın da o grubun içinde yer alanlardan biri olduğunu, bu seçimden önce 37 bin sicillilerden gelip de üyelik isteyenlere 37 bin sicillilerden seçmeyeceklerini söylediklerini, seçimden sonra bu sicildeki hâkimlerden yanlarına gelip “Hem seçmeyeceğiz dediniz, hem seçtiniz. Seçtiklerinizin hepsini de cemaat mensuplarından seçtiniz. Bu nasıl iştir. O zaman bizi niye değerlendirmediniz.” şeklinde tepki gösterenler olduğunu, kendilerinin bu seçimlerde 37 bin sicilli hâkim önermediklerini, bu seçilenlerin tamamının karşı tarafın önerdiği isimlerden seçildiğini, daha sonra gelen tepkiler sonucunda da seçilenlerin söz konusu yapı ile bağlantılarına yönelik kanaatlerinin pekişmiş olduğunu, 2013 yılında kendilerinin Yargıtay ve Danıştayda cemaat mensubu olmayan üyeleri bir araya getirip tanıştırmak amacıyla yemekler düzenlediklerini, o yemeklere 37 bin sicillilerden hiç kimseyi davet etmediklerini, hem seçilme şekilleri, hem seçimden sonra konuşulanlar hem de Danıştaydan gelen üyelerin söyledikleri itibarıyla bu kişileri davet etmediklerini, sadece sanık ile ilgili farklı bilgisi olduğunu, sanığın Danıştayda 8. Dairede çalıştığını, hatırladığı kadarıyla o tarihte 8. Dairenin Başkanı olan …’ın görev süresi dolduğunda yaş haddine bir yıl kaldığını, o tarihte …’ın başkanlığının tekrar bir yıl uzatılmasına karar verilip verilmeyeceği konusunda bir tartışma olduğunu, bu nedenle söz konusu yapı mensuplarının …’yi aramaları üzerine …, … ve Yunus isimli bir kişi ile bir araya geldiklerini, birlikte yemek yediklerini, bu sırada konunun gündeme geldiğini, oradaki cemaat mensuplarının …’ın başkanlığının tekrar uzatılmaması gerektiğini, geçmişte çok kötü kararları olduğunu söyleyerek …’ün Başkan olmasını istediklerini,….ve …’ün ise bir yılı kalmış bir kişinin başkanlığının uzatılması ve bu durumun tekrar tartışma konusu yapılmaması gerektiği şeklinde beyanları olduğunu ancak özellikle … ve Yunus isimli kişinin “Yapamayacaksan bunu açıkça söyle. Sonuçta biz seni Başkan yapmak istiyoruz. Sen buna nasıl karşı çıkarsın.” şeklinde çok sert tepki gösterdiklerini, bunun üzerine…’ın “8. Dairedeki arkadaşları da çağıralım. Onların kanaatini de alalım.” dediğini, bunun üzerine hatırladığı kadarıyla sanık ile…’ın yanlarına geldiklerini, kendilerine “Siz ne diyorsunuz, nasıl Başkanınızdan memnun musunuz?” diye sorduklarını, her ikisinin de Başkanın süresinin uzatılması gerektiğini söylediklerini, bunun üzerine orada bulunan …, … ve Yunus isimli şahıs tarafından “Nasıl böyle bir şey söylersiniz.” şeklinde çok sert tepkiyle karşılaştıklarını, yani oradaki örgütün talebinin dışında çok farklı bir görüş beyan ettiklerini, bu sebeple de oradaki kişiler tarafından tabiri yerindeyse fırçalandıklarını, bunun dışında somut olarak bilgisi olmadığını, sanığın üye seçilmesine ilişkin liyakat noktasında bir sıkıntısı olmadığını, sadece kendilerinin kıdem olarak 37 bin sicillilere karşı olduklarını, sanığın…’ın referansıyla da girmiş olabileceğini, Danıştay ile ilgili çalışmayı daha ziyade …’in yürüttüğünü ve bu kişilerle görüşmeleri de …’in yaptığını, kendisinin 37 bin sicillilerin hepsinin onlardan geldiğini bildiğini, ancak …’in… ile aynı lojmanda oturması sebebiyle…’dan gelen bir talep varsa bunu …’in daha iyi bileceğini, sadece sanığın… ile samimi olduğunu, hemşehrisi olduğunu, yakın görüştüklerini bildiğini, hatta eşinin HSYK’ya alınmasını…’ın sağladığını, o vesileyle… ile yakınlıklarını bildiğini, ancak…’ın kendisinden sanığa yönelik herhangi bir talebi olmadığını, …’e iletilmiş ise de onu bilmediğini, Bakanlıkta birlikte çalıştıkları döneme ilişkin olarak sanığı başarılı bulduğunu ayrıca sanığın bu yapıya dahil olduğuna ilişkin bir bilgisi veya duyumu olmadığını, bunu net olarak söyleyebileceğini,
Tanık … Savcılıkta; 1994 yılı Aralık ayında Samsun idari yargı hâkim adayı olarak göreve başladığını, Samsun’da staj yaparken evlendikten hemen sonra o dönem Samsun’da adli yargı hâkim adayı olan ve bahse konu yapıya mensup olan Ayhan Bozlak’ın yanına gelerek kendisini sohbete davet ettiğini, o dönem birkaç kez Samsun’da bu yapının sohbetlerine katıldığını, aynı yıl Hâkim ve Savcı Eğitim Merkezinde ve Danıştayda staj yapacağı için Eylül ayında Ankara iline taşındığını, Ankara’da bulunduğu sırada kendisi ile bu yapı adına temas kuran ilk kişinin … olduğunu, bu kişinin kendisini sohbetlere davet ettiğini, bu sohbetlerin staj dönemi bitinceye kadar sürdüğünü, bu sohbetlere ve genel toplantılara katılan idari yargı kökenli stajyerlerin sayısının 40 civarında olduğunu, ayrıca o dönem bu yapıya mensup olup da adli yargı hâkim adayı olan tanıdığı kişilerin de bulunduğunu, sanık …’ın da bahse konu yapıya müzahir ve bu yapı ile iltisaklı olduğunu, 2010 yılında seçilen HSYK’nın bu yapıya iltisaklı üyesi … ile yaşadığı mesleki anlaşmazlıklar ve bu yapının adaletsiz olan emir ve talimatlarını dikte etmeye çalışması nedeniyle 2011 yılı Eylül ayında bu yapı ile tüm bağlarını kopardığını,
Tanık … Mahkemede; sanık ile birlikte Teftiş Kurulu Başkanlığında yaklaşık beş yıl süre ile çalıştığını, o dönemde kendisinin cemaatin içerisinde olduğunu, 2011 yılı Eylül ayında ayrıldığını, sanıkla birlikte denetimlere çıktığını, Ankara’da bulundukları dönemde zaman zaman cemaat sohbetlerine katıldıklarını, bu sohbet toplantılarında himmet, bağış ya da yardım adı altında paralar verdiklerini, bu toplantılara genel olarak teftiş kurulunda görevli olup söz konusu yapıya mensup olan üyelerin katıldığını, sanığın da bu yapıya mensup kişilerden olduğunu, FETÖ yapılanmasına dahil kişilerin oturdukları yere, bahse konu yapının aldığı tedbirlere göre zaman zaman gruplarının değişebildiğini ancak kendi gruplarında teftiş dışından kimsenin bulunmadığını, sanıkla kısa bir süre aynı grup içinde yer aldıklarını çünkü sanığın farklı yerde oturması nedeniyle gidip gelmelerde sorun olduğunu, bu toplantıların gruba katılanların evlerinde olduğunu, kendi evinde de bir defa toplandıklarını ancak genelde grupların dört kişiden oluştuğunu ve herkesin evinde toplandıklarını, bu dört kişilik grubun …, sanık … ve kendisi ile birlikte şu an ismini hatırlamadığı adli yargıda görevli bir kişiden oluştuğunu ancak aradan on yıl geçtiği için çok net hatırlamadığını, sanıkla birlikte 2009 yılında Bursa denetimi ile 2010 yılında İstanbul denetimini yaptıklarını, o tarihlerde bahse konu yapı içinde olduğunu, grup başkanı da kendisi olduğundan biri kayrılacaksa bu yapının kendisi ile temas kurduğunu, kayrılacaksa kendisinin kayırdığını, sanığa bu konuda bir söz düşmediğini, bu teftişler öncesi yapı mensubu olanların listelerinin grup başkanı olması nedeniyle kendisine verildiğini, bu listedeki isimleri sanığa ilettiğini, ancak yaptığı teftişlerde yapı mensubu olması nedeniyle kimseyi parlatmadığını, buna sanığın da şahit olduğunu, 2009 yılında yapılan Bursa denetiminde yapı mensubu olan Aydoğan Güngör hakkında sanıkla birlikte soruşturma yaptıklarını, bahse konu yapıdan çok baskı gelmesine karşın bu kişiye ceza istediklerini, söz konusu yapı ile arasının açılmasının nedeninin de bu anlaşmazlık olduğunu,
Tanık … Savcılıkta; tarafına okunan BİMER başvurusunun kendisi tarafından yapıldığını, sanık …’ın teyzesinin oğlu olduğunu ve hâkim olarak görev yaptığını bildiğini, sanığın kardeşinin adının Mehmet …, eşinin adının ise… olduğunu, bu şahıslarla son olarak 1-2 yıl önce teyzesinin memleketi olan Manisa ili, Turgutlu ilçesi, Urganlı Kasabasında görüştüklerini, sanık ve eşi ile sanığın kardeşi olan Mehmet …’ın FETÖ ile irtibatlı oldukları gerekçesiyle soruşturma geçirdiklerini, sanık ve eşinin ilk olarak açığa alınan hâkim ve savcıların içerisinde yer aldıklarını, bundan bir hafta sonrada sanığın Ankara’da gözaltına alındığını, sanığın ve eşinin toplantılara katılma, himmet parası adı altında yardım yapma veya toplama gibi eylemleri olup olmadığını bilmediğini ancak…’i sevdiklerini ve desteklediklerini bildiğini buna ilişkin olarak 07.06.2015 tarihinde yapılan genel seçimden sonra amcasının kızı olan … …’a sanığın eşi olan…’ın “Sıra İbrahim Kan’a da gelecek.” diyerek kardeşine haber gönderdiğini, bu şekilde destekledikleri partilere oy vermedikleri ve…’in çağrılarını dinlemedikleri için sanığın eşinin kendilerine tavır aldığını anladığını, yine yaklaşık 1-2 sene önce Urganlı Kasabasında karşılaştıklarında MİT tırlarının durdurulması olayı ile ilgili olarak sanığın hükûmet aleyhine konuşup MİT tırlarının durdurulmasının doğru olduğunu savunduğunu, yine sanığın kardeşi olan Mehmet …’ın 7 Haziran seçimlerinde HDP adına çalıştığını duyduğunu, aslında kendi görüşünün bu parti ile uyumlu olmadığını, ailelerinden şehit olanlar olduğunu ancak HDP adına çalışarak cemaat ile birlikte hareket ettiklerini düşündüğünü, Mehmet …’ın hâl ve hareketleri ile tam bir cemaat destekçisi olduğunu, sanık ve eşinin FETÖ ile bağlantıları bulunduğundan emin olduğu için devlete hizmet olsun düşüncesi ile BİMER’e başvurduğunu,
Tanık … istinabe olunan Mahkemede; teyzesinin oğlu olan sanık …’ın Ankara’da ne gibi bir görev yürüttüğünü bilmediğini, zaten kendisinin çiftçilik yaptığı … ilçesine de sanığın sık sık gelmediğini, bayram ziyaretlerinde Urganlı Mahallesinde oturan ailesini görmek için geldiğini, sanığın FETÖ’yü sevdiğini ve desteklediğini düşündüğünü, tam tarihini hatırlamamakla birlikte darbe teşebbüsünden yaklaşık bir-iki yıl kadar önce yine Urganlı Mahallesine bayram ziyaretine geldiğinde sohbet esnasında sanığın Cumhurbaşkanını kast ederek “Tayyip Erdoğan haddini aştı.” şeklinde bir cümle kullandığını, yine amcasının kızı olan … …’a sanığın eşi olan…’ın “Sıra İbrahim Kan’a gelecek.” şeklinde cümle kullanarak kardeşine haber gönderdiğini, kardeşi İbrahim Kan’ın devlet memuru olduğunu, Adalet ve Kalkınma Partisine oy verdiği için de sanığın eşinin böyle bir cümle kullandığını, sanık … ile sık sık görüşmediğini, kendisi ile genelde … ilçesinde ikamet eden Mehmet … isimli kardeşi aracılığıyla görüştüğünü, sanığın kardeşlerinin de FETÖ yapılanması ile yakın olduklarının bilindiğini, bu kişilerin örgüte ait gazete ve dergi aboneliklerinin bulunduğunu, … ilçesinde düzenlenen sohbet toplantılarına katıldıklarını, sanığın “Tayyip Erdoğan haddini aştı.” şeklindeki cümlesini sanıkla MİT tırlarının durdurulması olayını konuştukları sırada duyduğunu, sanığın hükûmet aleyhine konuşarak MİT tırlarının durdurulmasının doğru olduğunu savunduğunu, sanık ve eşinin bahse konu yapının sohbet toplantılarına katılıp katılmadıklarını bilmediğini yine örgüte ait dergi ve gazetelere abone olup olmadıklarını da bilmediğini, sanığın örgütsel faaliyetlerine şahit olmadığını, yine sanığın başkalarına propaganda yaptığına da şahit olmadığını,
İfade etmişlerdir.
Sanık Savcılıkta; FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün üyesi olmadığını, bu örgütün hiyerarşik yapısı içinde yer almadığını, bu örgüt adına herhangi bir eylemde bulunmadığını, cep telefonu numarasının 0 553… olduğunu, Facebook hesabı bulunduğunu ancak aktif olarak kullanmadığı için adresini hatırlamadığını, @Mthtcan adlı twitter hesabı ile [email protected] uzantılı mail adresi bulunduğunu, ilk, orta ve lise öğrenimini memleketi olan Manisa ili, Turgutlu ilçesinde tamamladığını, ilkokulu Urganlı Kasabasındaki Besime Işıldak İlkokulunda, ortaokulu Turgutlu İmam Hatip Ortaokulunda, liseyi Turgutlu Lisesinde okuduğunu, o dönemde ailesi ile birlikte ikamet ettiğini, 1987 yılında liseden mezun olduğunu, herhangi bir dershaneye devam etmeden 1988 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandığını, 1988-1993 yılları arası Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okuduğunu, üniversite birinci sınıfta iken hemşehrisi olan ve Ankara Hukuk Fakültesinde okuyan Neşet isimli daha sonra vefat eden bir arkadaşının daveti üzerine onun iki arkadaşı ile birlikte bir evde kaldığını, kendisi ile birlikte kalan diğer iki kişinin ismini hatırlamadığını, bu şahıslarla daha sonra herhangi bir görüşmesinin olmadığını, ikinci sınıfa geçtiğinde arkadaşının vefat etmiş olması ve kendisinin de ekonomik durumunun elvermemesi nedeniyle devam mecburiyetinin de olmamasından istifade ederek sadece sınavlara gelip gitmeye başladığını, bu nedenle herhangi bir evde veya öğrenci yurdunda kalmadığını, 1993 yılında mezun olduğunu, 1994 yılında İzmir idari yargı hâkim adayı olarak göreve başladığını, adaylıktan sonra kura ile İzmir Vergi Mahkemesine hâkim olarak atandığını, 2002 yılına kadar İzmir’de hâkim olarak görev yaptığını, 2002 yılında Adalet Bakanlığına tetkik hâkimi olarak geldiğini, 2006 yılına kadar Adalet Bakanlığı Hukuk İşleri Genel Müdürlüğünde tetkik hâkimi olarak görev yaptığını, 2006 yılında teftiş kuruluna geçtiğini, 2011 yılında Danıştay üyeliğine seçilene kadar Teftiş Kurulunda müfettiş olarak görev yaptığını, Yargıtay 23. Ceza Dairesinde tetkik hâkimi olarak görev yapan eşi… ile 2003 yılında, eşinin Eğitim Merkezine staj için geldiği dönemde, Eğitim Merkezinde görevli olan Yusuf Toprak isimli Eğitim Merkezi Müdürünü ziyarete gittiğinde tanıştığını, daha sonra kendisi ile görüştüğünü, evlenmeye karar vererek 2004 yılında evlendiklerini, eşinin Tokatlı olduğunu, bu evliliklerinden üç çocuğu bulunduğunu, 11 yaşında olan büyük kızı Zeynep Nevra’nın Çayyolu Doktorlar Koleji 5. sınıf öğrencisi olduğunu, ortanca kızı Betül Serra’nın aynı okulda 3. sınıf öğrencisi olduğunu, küçük kızı Asude Zehra’nın ise 1,5 yaşında olduğundan okula gitmediğini, eşi…’ın da FETÖ/PDY isimli örgüte ait okul, yurt ve dershane gibi yerlere gitmediğini, FETÖ/PDY örgütüne himmet adı altında herhangi bir mali destekte bulunmadığını, kendisinden bu manada destek talep edilmediğini, kendisinin ve eşinin Bank Asya’da hesaplarının olmadığını, BDDK’nın bu bankaya yönelik tasarrufundan sonra da herhangi bir şekilde destek amaçlı para yatırmadığını, 23 yıldır hâkimlik görevini ifa ettiğini, 2009 yılında Teftiş Kurulunda müfettiş olarak görev yaptığı dönemde hatırladığı kadarıyla ucuz bilet temin edebildiği için üç günlüğüne İsviçre ve Fransa’ya turistik bir geziye gittiğini, 2011 yılında Danıştay üyesi seçildikten sonra 2013 yılında Danıştay Başkanlığının İskandinav ülkelerine düzenlemiş olduğu ve o dönemin Danıştay Başkanı…Karakullukçu’nun başkanlığında yapılan şu anda isimlerini hatırlayamadığı bir grup Danıştay üyesi ile birlikte bir haftalık çalışma ziyaretine katıldığını, bunun dışında yurt dışına uzun veya kısa süreli herhangi bir çalışma veya özel bir geziye gitmediğini, Danıştay üyesi seçildikten sonra çalıştığı Dairenin görevi ile ilgili konuları anlatmak üzere bir dönem Adalet Akademisinde görev yaptığını, sınav komisyonlarında görev almadığını, soru hazırlayan komisyonlarda da görev almadığını ancak Adalet Akademisinde ders anlatan herkesten istendiği gibi kendisinden de adaylara anlattığı derslerle ilgili beş adet soru hazırlamasının ve bu soruları Akademiye kapalı zarf içerisinde teslim etmesinin istendiğini, 15-16 Temmuz 2016 tarihlerinde ikamet etmiş olduğu lojmanlardaki evinde olduğunu, yanında da eşi ve çocuklarının bulunduğunu, o gece eşinin küçük çocuklarına baktığı için erken uyuduğunu, kendisinin de yorgunluktan olsa gerek o gün erken uyuduğunu, gece saat 01.00 sıralarında uyanıp telefonunu şarjdan çıkarmak istediği sırada kayınpederi olan Nail Seçkin’in telefonla birkaç kez kendisini aramış olduğunu gördüğünü, fakat gecenin ilerlemiş olması nedeniyle kendisini sabah arayabileceği düşüncesi ile tekrar uyuduğunu, sabah 05.00 sıralarında çocuklarının uyanması üzerine eşinin de uyandığını, telefonuna bakması sonucu annesi ve babasının defaatle kendisini aramış olduğunu görünce endişelenerek eşinin kendisini uyandırdığını, bunun üzerine kayınpederini aradığını, kayınpederinin “Darbe oldu, siz neredesiniz?” demesi üzerine “Ne darbesi, nasıl oldu?” diye sorduğunu, kayınpederinin “Endişe etmeyin darbe bastırıldı.” demesi üzerine televizyonu açtıklarında Cumhurbaşkanının konuşma yaptığını gördüklerini, darbeye teşebbüsten bu şekilde haberdar olduklarını, darbe teşebbüsü ile ilgili önceden kendisine herhangi bir bilgi verilmediğini, darbeye ilişkin görev teklif veya tevdi edilmediğini, yargı imamının kim olduğunu bilmediğini, Yargıtayda bir yargı imamı olduğunu basından öğrendiğini ancak kim olduğunu bilmediğini, bu örgütün gerçekleştirdiği darbeye teşebbüs olayını tasvip etmediğini, bu örgütle irtibatlandırılmasının sebebinin 2011 yılında Danıştay üyesi seçilmesi olduğunu, 2011 yılında Yargıtaya 160, Danıştaya ise 60 üye seçileceğinin söylenmeye başlandığını, buna ilişkin kanun çıktığını, o tarihte HSYK üyesi olan çocukluk arkadaşı…’ın bir gün kendisini makamına çağırarak “Seni Danıştay üyeliği için önereceğim, sicilin de müsait olursa seçilme imkânın olabilir.” dediğini, bu kişinin kendisine referans olması nedeniyle de Danıştay üyeliğine seçildiğini, bunun dışında herhangi bir kimseyle de görüşmesinin olmadığını,
Sanık Mahkemede; öncelikle iddianamede yer alan suçlamaları kabul etmediğini, atılı suçlamayla ilgili olarak terör kavramının Terörle Mücadele Kanunu’nun birinci maddesinde tanımlandığını, bu tanım içinde özellikle baskı, cebir, şiddet, sindirme, tehdit gibi suç teşkil edecek eylemlere vurgu yapıldığını, Yargıtay 16. Ceza Dairesince de örgüt üyeliği için örgütün kanunların suç saydığı filleri işlemek amacıyla kurulan bir örgüt olduğunu bilerek üye olmanın yani kasıt unsurunun bulunmasının şart koşulduğunu, bu yargılamanın asıl nedeninin darbe teşebbüsü olduğu hususunda kuşku bulunmadığını, bu durumda darbe teşebbüsünde bulunduğu iddia olunan örgüte darbe yapacağını bilerek üye olunması iddiasının savcılıkça ispatlanması gerektiğini, ancak bu durumun ispat edilmediğini, böyle bir amaçtan habersiz olan kişilerin de suç işlemek amacıyla kurulmuş bir örgüte üye olmaktan sorumlu tutulamayacaklarını, suçlamaların bir takım ön kabuller ve varsayımlardan hareketle soyut suç isnadından ibaret olduğunu, iddianamede somut bir hareketi ile söz konusu örgütün nihai amacı arasında bir nedensellik bağı bulunduğunu ortaya koyacak delillerin belirtilmediğini, silahlı terör örgütü üyeliği suçlamasında cebir, şiddet ve tehdidi yöntem olarak hatırlatan bir silahın ele geçirilmemiş olmasının da suçun unsurlarının gerçekleşmediğini tek başına gösterdiğini, örgütün yatay ve dikey yapılanmasındaki yerinin iddianamede gösterilmediğini, örgütün yargı yapılanması bölümünde Yargıtay imamı olarak nitelendirilen kişiyi yıllardır Ankara’da görev yapmasına karşın tanımadığını, 2010 HSYK’sı tarafından örgüt üyesi olduğu iddia edilen HSYK üyelerinin kendi aralarında yaptıkları toplantılar sonucunda Danıştay üyeliğine seçilmesine karar verilen isimler arasında olduğu iddialarını kesinlikle reddettiğini, üye seçilmenin kendi eylemi olmadığını, ayrıca cemaat listesi diye bir listeden de haberi olmadığını, böyle bir liste olduğu iddiasını bu süreçte basına yansıyan itirafçı ifadelerinden öğrendiğini, Kanun’un aradığı tüm koşulları taşıdığı için üye seçildiğini düşündüğünü, hâkimlik, tetkik hâkimliği ve adalet müfettişliği görevlerinde bulunduğunu, hiçbir kişi, kurum, örgüt ve oluşumun etkisinde kalmadan mesleğini icra ettiğini, iddianamede HSYK’nın iki eski üyesinin evinde toplanılarak örgüt mensuplarının hangilerinin üyeliğe seçileceğine karar verildiğinin belirtildiğini, kendisi ile ilgili olarak da bu davanın aynı zamanda sanığı konumunda olan itirafçı iki eski üye tarafından bahse konu yapı mensuplarının isteği üzerine üye seçilen kişilerden olduğu beyanına yer verildiğini, 22 kişiden oluşan Kurulda şüpheli konumunda bulunan iki kişinin beyanının kendisinin de bu kriterle seçildiğini göstermeyeceğini, bu kişilerin beyanlarının tek yönlü olduğunu, soruşturmadan kurtulmak tahliye olmak ya da lehlerine olan hükümlerden yararlanmak için soyut, çelişkili ve gerçek dışı iddialarda bulunduklarını, üye seçilmenin hiçbir zaman suç olamayacağını, bu durumun Kurulun takdiri olduğunu, yapılan soruşturmaların aynı zamanda sanığı olan itirafçıların özgürlüklerine kavuşmak mesleklerine geri dönebilmek ümidiyle her türlü söylemi icra edebilecek duruma getirildiklerini, bu şahısların Cumhuriyet savcısına ilk ifade verdiklerinde tahliye olamayınca sonraki gidişlerinde yeni bir şeyler kurgulamak zorunda kaldıklarını, bu kapsamda tanık …’in de tutuklandıktan sonra hücreye konulmasına müteakip buradan kurtulmak amacıyla 18.11.2016 tarihinde ilk ifadesini verdiğini ancak ifadesindeki beyanları yeterli görülmeyerek tahliye edilmeyince savcılığa tekrar başvurduğunu, 08.12.2016 tarihinde tekrar ifade verdiğini, bu defa tahliye olduğunu, tanık …’in ifadelerinde kendi döneminden tanıdığı ne kadar isim varsa hepsini cümlelerinin içine yerleştirmeye çalıştığını, ilk ifadesinde 2011 yılında üye seçildiğinde… isimli şahsın çağırması üzerine yapılan sohbete katılan dört şahıstan biri olarak kendisini de söylediğini, bu sohbetlerin her defasında katılan kişilerden birinin evinde yapıldığını belirttiğini, kendisinin sayılan isimlerle bu şekilde herhangi bir toplantıya ya da sohbete katılmadığını, …’in yanılmış olabileceğini düşündüğünü, nitekim 09.05.2017 tarihli bir başka ifadesinde ise bahse konu sohbet grubu içinde ismini saymadığını, ayrıca bu ifadesinde isimlerini saydığı ve Bağlıca’da oturduklarını söylediği altı kişiden sadece… isimli şahsın Bağlıca’da oturduğunu, diğer şahısların ise oturmadığının, bunun bir çelişki oluşturduğunun, yine tanığın aynı Dairede çalıştıklarını belirttiği …, … ve kendisinin işi bahane ederek tanığın odasına gittiklerinde tanığın 17 Aralık sürecini eleştirdiğinde tanığa hitaben bu şahısların “Hain, satılmış, herkesin bir değeri vardır.” şeklinde hakaret ettiklerini belirtse de tanığın bu üç isimden sadece …’le aynı Dairede çalıştığını, …’ın 4. Dairede, kendisinin ise 8. Dairede çalıştığını, bu şahıslarla birlikte kesinlikle tanığın odasına gitmediğini, bu durumun kamera kayıtları ile ispat edilebileceğini, tanık …’in burada da hafızasının kendisini yanıltmış olabileceği gibi kendisini bu yapıdan uzaklaşmaya çalıştığını gösterme telaşıyla kendisini ve diğer isimleri de bir şekilde bu senaryonun içerisine dahil etmeye çalıştığını, yine tanık …’ın ifadesinde adından iltisaklı olarak bahsederek 2013 yılı yaz tatilinde İstanbul’daki bir yaz kampı ile Çamlıca’da bulunan FEM Dershanesine bir grup arkadaşıyla geziye gittiklerini bu geziye katılanların isimlerini sayarken de kendi ismini de söylediğini, bu şahıs ile üye seçilinceye kadar hiçbir tanışıklığı olmadığını, üye seçildikten sonra da kendisiyle tanışmakla birlikte kurum dışında hiçbir birliktelikleri olmadığını, kesinlikle söz konusu geziye gitmediğini, tanık …’ın tutuklandıktan sonra özellikle de tek başına bir hücreye konulduktan sonra psikolojisinin bozulmasıyla bir takım ilaçlar kullandığının bilindiğini, bu şahsın psikolojisinin bozulduğunu ve bu durumun ifadelerine çelişki olarak yansıdığını, ifadelerinde İstanbul gezisi ya da kampı konusunda katılan isimler yönünden “Hatırlayabildiğim kadarıyla.” ifadesini kullandığını, saydığı isimler arasında da en son kendisinin ismini söylediğini, tanığın bu söylediklerinin somut olgularla desteklenmesi gerektiğini, büyük ameliyatla sonuçlanan hastalığının 2013 yılı Haziran-Temmuz aylarında nüksetmeye başladığını o dönemde şiddetli öksürük ve sırt ağrılarıyla uğraşırken böyle bir toplantıya katılmasının mümkün olmadığını, hâl böyle iken kendisini fazla tanımayan beyanları doğru olmayan birinin soyut, çelişkili ve zanna dayalı ifadelerinin gerçeği yansıtmayacağını ve suçlamaya yeterli olmayacağını, 20 Temmuz 2012 tarihinde Bağlıca’ya ev taşıdığını, telefonların orada çekmediğini, bu anlamda telefonunun hattan mı düştüğünün yoksa kapalı hâle mi getirildiğinin tespitini istediğini, tanık …’in ifadelerinin daha çok somut olaylara dayandığını, bu olaylarla ilgili onlarca isimden bahsedildiğini, ancak kendisi ile ilgili tek bir olay veya eylemden söz edilmediğini, tanık …’ın bir senaryo kurgulayıp kendi kişisel yorum ve kanaatlerini de ekleyerek bir takım gerçek dışı iddialarda bulunduğunu, ifadesinde kendisini, eşini ve kardeşini hedef aldığını, bu kişinin teyzesinin oğlu olduğunu, kendisiyle akrabalık ilişkisi dışında hiçbir münasebeti bulunmadığını, bu şahsın kendisinden 15 yaş küçük olduğunu, 2-3 yılda bir bayram ziyaretinde kalabalık bir ortamda karşılaşırlarsa karşılaştıklarını, böyle bir ortamda MİT tırları gibi konunun konuşulmasının mümkün olmadığını, ayrıca bu konuda hiçbir zaman hiçbir yerde iddia edildiği gibi “Bu iyi olmuştur.” şeklinde kesin bir yargı belirten bir cümle kurmadığını, kendisiyle mahkemede yüzleştiğinde bunların netleşeceğini, bu tanığın, eşi ile ilgili söylediklerine ilişkin olarak eşinin bu kişiyi tanımasının mümkün olmadığını, tanığın da eşini tanıdığını düşünmediğini, sivil imamlarla aynı yerde bulunduğu iddiasına ilişki olarak iddianamede baz istasyonu bilgileri dikkate alınarak …adlı kişi ile 07.11.2014 tarihinde, … adlı kişiyle de 07.11.2015 tarihinde Ankara’da aynı yerde bulunduğu belirtilse de baz istasyonlarının en az üç km’lik bir alanı kapsadığını, diğer taraftan sivil imamın ne olduğunu ve ne işe yaradığını bilmediğini, bu şahısları tanımadığını, bu şahıslardan … isimli şahıs ile 07.11.2015 tarihinde çakışılan yerin Beştepe Mahallesi olduğunu, bu mahallede Bölge İdare Mahkemesi, Gazi Tıp Hastanesi, Turgut Özal Hastanesi ve yargı mensuplarının sıkça gittikleri Ala Restaurant’ın bulunduğunu, yaptığı araştırmada 07.11.2015 tarihinde çocuklarını hastaneye götürmüş olması nedeniyle o bölge de telefonunun sinyal verdiğini, hastaneye gittiğine ilişkin belgeyi de sunduğunu, bu konuda gerekirse yazışma yapılabileceğini, diğer şahıs olan …adlı kişiyle çakışıldığı iddia olunan Planet Sitesi adresinin neresi olduğunu hangi semt olduğunu bilmediğini, Telekom şirketine bu hususta bir yazı yazılmasını ve bu yerin tam adresini bildirilmesini talep ettiğini, cevap geldiğinde bu hususta ayrıca savunma yapacağını, bu yere ilişkin eşinin araştırma yaptığını eğer söz konusu site Elvankent’te ise orasının lojmanlar bölgesi ve Sincan ilçesine giden İstasyon Caddesinin üzerinde bir yer olduğunu, oradan geçmiş olabileceğini, lojmanlarda herhangi bir arkadaşına gitmiş olabileceğini, o saatte lojmanlarda oturan veya o yoldan geçen herkesin böyle bir çakışmaya maruz kalabileceğini, üyesi olmakla suçlandığı örgütün illegal amaçlarını bilerek ve bu amaçlar doğrultusunda somut, eylem, olay, oluşum vb. faaliyetlerde bulunduğunun açıkça ortaya konulması gerekirken, hakkında düzenlenen iddianamede kimlik bilgileri dışında doğruları söyleme mecburiyeti olmayan itirafçı beyanlarındaki şahsı ile ilgili gerçek olmayan ifadelere yer verilerek suç isnadında bulunulduğunu, bu ifadelerin somut delillerle teyide muhtaç olduğunu, baz istasyonu bölgesinde çakıştığı iddia olunan diğer şahıslar ile herhangi bir telefon trafiğinin olup olmadığının araştırılmasıyla bu durumun ortaya konulabileceğini, öncesinde olmadığı gibi özellikle 17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra da şahsı ile ilgili olarak böyle bir yapının içinde olduğu, para verdiği, gizli haberleşme içerisinde yer aldığı, mesleğini bu yapının yönlendirilmesiyle ifa ettiği, şeklinde bir tespitin bulunmadığını, ayrıca teşhisi tam olarak konulamayan bir rahatsızlığı nedeniyle 2014 yılı Nisan ayında geçirdiği ameliyat sonucu akciğerinin yarısının alındığını, bu nedenle sağlık problemleri olduğunu, soruşturmayla ilgili tüm delillerin toplandığını, delilleri karartma, kaçma, gizleme ihtimalinin bulunmadığını, zira kendisinin giderek kolluğa teslim olduğunu, bu nedenlerle tahliyesine karar verilmesini talep ettiğini, usule ilişkin itirazlarını ise yazılı olarak sunduğunu, hatırladığı kadarıyla 2015 tarihinden itibaren 0 553… nolu telefonu kullandığını, daha öncesinde ise 0 505… numaralı telefonu kullandığını, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca hakkında FETÖ terör örgütüne üye olmaktan soruşturma yapılan … isimli şahsa 2013 yılında 170.000 TL göndermesine ilişkin olarak Anayasa Mahkemesinden bir raportörün Gölbaşı ilçesinden bir arsa alacaklarını belirtip kendisinin de hissedar olmak isteyip istemediğini sorduğunda bunu uygun görmesi nedeniyle göndermiş olduğu para olabileceğini, söz konusu şahsı ise tanımadığını, Danıştay üyeliği seçimleri aşamasında 37-38 bin sicilliler meselesini bilmediğini, hatırladığı kadarıyla seçimlerden on gün kadar önce HSYK eski Üyesi… kendisini yanına çağırdığını, bu kişi ile aynı sokakta büyüdüğünü, kendisinden birkaç yaş büyük olduğunu, Teftiş Kurulunda bulundukları sırada 37 bin sicillilerin seçilmesinin gündeme geldiğini belirterek kendisine “Eğer 37.000’lilerden seçilme olursa sicillerinde uygunsa seni de önereceğim.” dediğini, Danıştay üyeliği seçimiyle ilgili tek bilgisinin bu olduğunu, 2011 yılında Danıştay üyesi olarak seçildiğinde o zamanın Danıştay Bakanlar Kurulu tarafından 8. Dairede görevlendirildiğini, tanık …’in ifadelerine ilişkin olarak… isimli şahısla çok fazla samimiyeti olmadığını ancak aynı lojmanlarda oturduklarını, çocuklarının yaşıt olmaları nedeniyle zaman zaman çocuğu onlara gittiğinde veya onun çocuğu kendilerine geldiğinde çocukları almak amacıyla birbirlerinin evlerine gittiklerini, onun dışında ailecek görüşmediklerini, … …’yi üye seçildikten sonra daha fazla tanıdığını, … …, … ve… ile aynı lojmanda birlikte kalmaları nedeniyle samimiyeti olduğunu, ilk seçildiği zamanlarda muhtemelen…’nin evine çocuğunu almaya gittiğinde tanık… ile karşılaşmış olabileceğini, hatta orada görünce kendisine hayırlı olsun dediğini hatırladığını, tanık…’nın ne maksatla oraya geldiğini bilmediğini, ancak kendisinin çocuğunu almak için gittiğini, tanık… ile aynı Dairede çalışmadıklarını, aynı kat veya blokta da olmadıklarından karşılaşmalarının da mümkün olmadığını, tanık …’ın ifadelerini kabul etmediğini bu ifadelerin kişisel problemlerden kaynaklanan iftiralardan ibaret olduğunu, teftiş döneminde tanık … ile birer kez çocuklarının tebriği dışında gidip gelmeleri olmadığını, kendisinin o tarihte Akyurt ilçesinde oturduğunu, nitekim daha önceki ifadesinde tanığın nerede buluştuklarını ve kimlerin olduğu hususlarını söyleyemediğini, yine başka bir ifadesinde ise sohbete katılan kişiler olarak başka isimler söylediğini, çocuğunun doğumu sonrası sadece bir kere tanık …’in evine geldiğini, bir defada kendisinin tanığın evine gittiğini, bu hususun baz istasyonu bilgilerinin karşılaştırılması suretiyle araştırılmasını istediğini, 2011 yılında yapılan seçimler sırasında tanık …’in kendisini daha kıdemli olduğu için üyeliğe daha yakın gördüğünü ancak seçilemediğini ardından da kendisi ile irtibatını kestiğini, tanığın duyduğu kıskançlık nedeniyle bu şekilde ifade verdiğini düşündüğünü, MASAK raporunda belirtilen rakamların çoğunun hatalı olduğunu, havale tarihleri belli olmadığı için bu havalelerin hangi amaçla yapıldığının anlaşılamayacağını, kısaca değinmesi gerekirse … ile bir borç alışverişi olduğunun zaten belli olduğunu, aralarında karşılıklı havale yapıldığını, …’in kendisine 10.04.2013 tarihinde para gönderdiğini, o tarihte araba aldığını, daha doğrusu 3 Nisan’da araba aldığını, bununla ilgili bir borç alışverişi olabileceğini, …’ın araba alması nedeniyle kendisinden borç istediğini, kendisinin de verdiğini, aynı dairede çalıştığı arkadaşı olduğunu, …’a araba sattığını, bunun ödemesine ilişkin olduğunu, bunların MASAK raporunda belli olduğunu, hatırladığı kadarıyla 2012 ve 2013 yıllarında satın aldığı bir arsaya ilişkin olarak aynı serviste birlikte gelip gittiği Danıştay üyesi olan … isimli şahıstan bir borç talebine ilişkin olabileceğini, nitekim daha sonra da kendisine EFT gönderdiğini, … isimli bir şahsı tanımadığını, 2013 yılında bir arsa aldıklarını, Anayasa Mahkemesindeki bazı raportörlerin Gölbaşı’ndan arsa almak istediklerini duyunca kendisinin de buna dahil olabileceğine ilişkin haber gönderdiğini, bunun üzerine …isimli bir raportörün kendisini aradığını, isterse kendisini de dahil edebileceklerini söylediğini, hatırladığı kadarıyla …’in bu arsanın tedarikçisi olduğunu, bu şahısla muhatap olmadığını, kendisine verilen hesap numarasına para gönderdiğini, bu havalenin 135 bin civarında olduğunu, 120 bini direkt … isimli şahsın hesabına gönderdiğini, 20’sini ise … …’e gönderdiğini, … …’e gönderdiği miktarın harç, tapu giderleri için olduğunu, Tarım ve Plastik Ürünlerinden kendisine yapılan havaleye ilişkin olarak bu şirketin ortaklarından birinin FETÖ soruşturması geçirdiği için şirkete kayyum atandığını, söz konusu şirketin kasabalarındaki üzüm işletmesi yapan tek işletme olduğunu, kasabanın hemen hemen bütün üzümlerinin buraya verildiğini, babasının çiftçilik yaptığını, üzüm satışındaki usulün ya üzümlerin hemen satıldığını ve parasının alındığını ya da o sıradaki fiyat beğenilmiyorsa üzümün açığa yatırılıp zaman zaman üzümün parasının alındığını, babasının zaman zaman kendisinden borç aldığını, aynı şekilde kendisinin de ondan para istediğini, her iki hâlde de babasının üzüm işletmesini aradığını ve kendi hesabına para gönderilmesini istediğini bu şekilde üzümün bir kısmının hesabını kestirdiğini, bu havalelerin de bu şekilde olduğunu, raporda sadece böyle havale ve EFT yapılanlar bu soruşturma altındaki insanlar vitrine konulduğu için sanki kendisinin sadece bunlarla iş birliği, para alışverişi yapıyormuş gibi bir intiba oluştuğunu, hâlbuki raporda… ile de borç alışverişi olduğu yine örneğin… hakkında 2015 yılında ilk suç duyurusunda bulunan kişi olan … isimli bir avukatın da yer aldığını, sadece diğer şahıslar ortaya çıkarıldığı için bu tür insanlar ile oturup kalkıyormuş gibi bir intiba oluştuğunu ve bunu reddettiğini,
Savunmuştur.
I- SİLAHLI TERÖR ÖRGÜTÜ SUÇU
1- Terör Kavramı, Suç Örgütü, Terör Örgütü ve Silahlı Terör Örgütü Kurma, Yönetme ve Üye Olma Suçları
Terör konusunu özel bir kanunla düzenleme yoluna giden kanun koyucu, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 1. maddesinde terörü; “Cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasî, hukukî, sosyal, laik, ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemlerdir.”; aynı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasında terör suçlusunu, “Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi örgütlerin mensubu olan kişi…” şeklinde tanımlamış, aynı maddenin ikinci fıkrasında ise, terör örgütüne mensup olmasa da örgüt adına suç işleyenlerin de terör suçlusu sayılacağını hüküm altına almıştır.
Bu genel terör ve terör suçlusu tanımları dışında; 3713 sayılı Kanun’un 3. maddesinde doğrudan terör suçları, 4. maddesinde de dolaylı terör suçları düzenlenmiştir.
18.07.2006 tarihli ve 26232 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5532 sayılı Terörle Mücadele Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 17. maddesiyle, terör örgütünün tanımını yapan 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun birinci maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları yürürlükten kaldırılmış; madde gerekçesinde, Türkiye’nin de taraf olduğu Sınır Aşan Örgütlü Suçlara Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 2. maddesinin (a) bendine uygun olarak 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 220. maddesinde suç işlemek amacıyla kurulmuş örgüt tanımlaması yapıldığı için, Terörle Mücadele Kanunu’nda ayrıca örgüt tanımlaması yapılmasına gerek görülmediği belirtilmiştir.
TCK’nın 6. maddesinin birinci fıkrasının (j) bendine göre örgüt mensubu suçlu; suç işlemek için örgüt kuran, yöneten, bu örgüte katılan veya örgüt adına suç işleyen kişidir.
TCK’nın “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” başlıklı 220. maddesinde;
“(1) Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, örgütün varlığı için üye sayısının en az üç kişi olması gerekir.
(2) Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olanlar, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Örgütün silahlı olması halinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza dörtte birinden yarısına kadar artırılır.
(4) Örgütün faaliyeti çerçevesinde suç işlenmesi halinde, ayrıca bu suçlardan dolayı da cezaya hükmolunur…” hükmüne yer verilmiştir.
Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuyla korunan hukuki yarar kamu güvenliği ve barışıdır. Suç işlemek için örgüt kurmak, toplum düzenini tehlikeye soktuğu ve araç niteliğindeki suç örgütü, amaçlanan suçları işlemede büyük bir kolaylık sağladığından, bu suç nedeniyle kamu güvenliği ve barışın bozulması bireyin güvenli, barış içinde yaşamak hakkını da zedeleyeceğinden, işlenmesi amaçlanan suçlar açısından hazırlık hareketi niteliğinde olan bu fiiller ayrı ve bağımsız suçlar olarak tanımlanmıştır. Böylece bu düzenlemeyle aynı zamanda bireyin, Anayasa’da güvence altına alınmış olan hak ve özgürlüklerine yönelik fiillere karşı da korunması amaçlanmıştır. Bu amaçla henüz suç işlenmese dahi, sadece suç işlemek amacıyla örgüt oluşturmuş olmaları nedeniyle örgüt mensubu faillerin cezalandırılması yoluna gidilmiştir. Bunun asıl nedeni suç işlemek için örgüt kurmanın, kamu barışı yönünden ciddi bir tehlike oluşturmasıdır. Kanun koyucu bu düzenleme ile öncelikle gelecekte işlenebilecek suçları engellemek istemiştir.
Bu suçun mağduru ise öncelikle kamu güvenliği ve barışını sağlamakla yükümlü olan devlet ve toplumu oluşturan bireylerdir.
TCK’nın 220. maddesi kapsamında bir örgütün varlığından söz edebilmek için; en az üç kişinin, suç işlemek amacıyla hiyerarşik bir ilişki içerisinde, devamlı olarak amaç suçları işlemeye elverişli araç ve gerece sahip bir şekilde bir araya gelmesi gerekmektedir.
Örgüt, soyut bir birleşme olmayıp bünyesinde hiyerarşik bir ilişki barındırmaktadır. Bu hiyerarşik ilişki, bazı örgüt yapılanmalarında gevşek bir nitelik taşıyabilir. Oluşturulan bu ilişki sayesinde örgüt, mensupları üzerinde hâkimiyet tesis eden bir güç kaynağı niteliğini kazanmaktadır. Bu nedenle niteliği itibarıyla devamlılık arz eden örgütün varlığı için ileride ihtimal dahilindeki suç/suçları işlemek amacı etrafındaki fiilî birleşme yeterlidir. Buna karşın, kişilerin belirli bir suçu işlemek için bir araya gelmesi hâlinde ise örgüt değil, iştirak ilişkisi mevcuttur.
Ceza Genel Kurulunun istikrar bulunan ve süregelen kararlarında da belirtildiği üzere, TCK’nın 220. maddesi anlamında bir örgütten bahsedilebilmesi için,
a) Üye sayısının en az üç veya daha fazla kişi olması gerekmektedir.
b) Üyeler arasında gevşek de olsa hiyerarşik bir bağ bulunmalıdır. Örgütün varlığı için soyut bir birleşme yeterli olmayıp örgüt yapılanmasına bağlı olarak gevşek veya sıkı bir hiyerarşik ilişki olmalıdır.
c) Suç işlemek amacı etrafında fiili bir birleşme yeterli olup örgütün varlığının kabulü için suç işlenmesine gerek bulunmadığı gibi işlenmesi amaçlanan suçların konu ve mağdur itibarıyla somutlaştırılması mümkün olmakla birlikte, zorunluluk arz etmemektedir. Örgütün faaliyetleri çerçevesinde suç işlenmesi hâlinde, fail, örgütteki konumuna göre, üye veya yönetici sıfatıyla cezalandırılmasının yanında, ayrıca işlenen suçtan da cezalandırılacaktır.
d) Örgüt niteliği itibarıyla devamlılığı gerektirdiğinden, kişilerin belli bir suçu işlemek veya bir suç işlemek için bir araya gelmesi hâlinde, örgütten değil ancak iştirak iradesinden söz edilebilecektir.
e) Amaçlanan suçları işlemeye elverişli, üye, araç ve gerece sahip olunması gerekmektedir.
Yukarıda belirtildiği üzere kanunların suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli yapılara suç örgütü denmektedir. Terör örgütleri ise ideolojik amaçları olan suç örgütleridir. Terör örgütlerini, suç örgütlerinden ayıran bu ideolojik amaç; 3713 sayılı Kanun’un 1. maddesinde gösterilen Cumhuriyetin Anayasa’da belirtilen niteliklerine karşı olabileceği gibi, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, Türk Devleti ve Cumhuriyetin varlığına, Devlet otoritesini zaafa uğratmaya veya yıkmaya ya da ele geçirmeye, Devletin iç ve dış güvenliğine, kamu düzeni veya genel sağlığa ya da temel hak ve hürriyetlere yönelik de olabilmektedir.
Bununla birlikte, suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu tamamlayıcı bir suçtur. Bu nedenle bazı suçları işlemek için örgüt kurmanın başka ceza normları tarafından ayrıca özel olarak düzenlenmesi durumunda, ilgili suç tipinde öngörülen hükümlerin uygulanması gerekir. Buna göre soykırım ve insanlığa karşı suç için kurulmuş örgütleri kuran, yöneten ve üye olanlar hakkında TCK’nın 78. maddesi, devletin güvenliğine, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları işlemek amacıyla terör örgütü kuranlar, yönetenler ve üye olanlar hakkında ise TCK’nın 314. maddesi uygulanacaktır.
3713 sayılı Kanun’un “Terör örgütleri” başlıklı 7. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “Cebir ve şiddet kullanılarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemleriyle, 1 inci maddede belirtilen amaçlara yönelik olarak suç işlemek üzere, terör örgütü kuranlar, yönetenler ile bu örgüte üye olanlar Türk Ceza Kanununun 314 üncü maddesi hükümlerine göre cezalandırılır. Örgütün faaliyetini düzenleyenler de örgütün yöneticisi olarak cezalandırılır.” hükmü ile TCK’nın 314. maddesine atıf yapılmıştır.
TCK’nın 314. maddesinde tanımlanan “Silahlı örgüt” suçu ise;
“(1) Bu kısmın dördüncü ve beşinci bölümlerinde yer alan suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran veya yöneten kişi, on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Birinci fıkrada tanımlanan örgüte üye olanlara, beş yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.
(3) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümler, bu suç açısından aynen uygulanır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Örgütlü suçluluğun özel bir türü olarak öngörülen, TCK’nın “Silahlı Örgüt” başlıklı 314. maddesinde; TCK’nın İkinci Kitabının, Dördüncü Kısmının Dördüncü Bölümünde yer alan devletin güvenliğine karşı suçlar ile Beşinci Bölümünde yer alan Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları işlemek amacıyla, silahlı örgüt kuran, yöneten ve örgüte üye olanların cezalandırılmaları öngörülmüş ve maddenin son fıkrasında; suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçuna ilişkin diğer hükümlerin, bu suç açısından aynen uygulanacağı düzenlenmiştir.
3713 sayılı Kanun kapsamına giren suçları işlemek için örgüt kurulması hâlinde ortada bir terör örgütünün varlığı söz konusudur. TCK’nın 314. maddesinde hüküm bulunmayan hâllerde, TCK’nın 220. maddesindeki koşullar göz önünde bulundurulacaktır (Feridun Yenisey, Örgütlü Suçlar ve Terör Suçları Eğitim Modülü, s. 46.).
Buna göre TCK’nın 314. maddesi bakımından bir oluşumun veya yapılanmanın, silahlı terör örgütü sayılabilmesi için TCK’nın 220. maddesinde düzenlenen suç işlemek için örgüt kurma suçunda gerekli koşulların yanında aşağıda gösterilen şartlar da aranmaktadır:
a) Yöntem: Terör örgütü, cebir ve şiddet kullanarak; baskı, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle hareket eden bir örgüt tipidir. Buradaki cebir ve şiddet kullanma tabirini doğrudan kullanma şeklinde anlamlandırmak doğru olmayacaktır. Bu kavramın içine cebir veya şiddet kullanılacağına ilişkin güncel tehdidin bulunması da dahildir.
b) Amaç-Saik: Silahlı terör örgütü, siyasi maksatla faaliyet gösteren örgütleri ifade eder. Bu bakımdan 3713 sayılı Kanun’un birinci maddesinde sayılan amaca yönelik ve devletin Anayasal düzeni veya devletin güvenliğine karşı bir suç işlemek amacıyla faaliyet gösterir.
c) Elverişlilik: Silahlı terör örgütünün, TCK’nın İkinci Kitabının, Dördüncü Kısmının Dördüncü ve Beşinci Bölümlerinde yer alan suçları amaç suç olarak işlemek üzere kurulmuş ve amaca matuf bir eylem gerçekleştirmeye yeterli derecede silahlı olması ya da bu silahları kullanabilme imkânına sahip bulunması gerekir. Amaca matuf kavramı ise, silahlı terör örgütünün yapısının, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olmasını ifade eder.
Belirsiz sayıda suç işleme hedefi doğrultusunda kurulan silahlı terör örgütünün, 3713 sayılı Kanun’un birinci maddesinde belirtilen amaca yönelik faaliyet göstermesi örgütün varlığı için yeterli olup ayrıca amaçlanan suçları işlemesi gerekmez.
d) Araç-gereç: Örgüt mensuplarının tamamı olmasa bile bir kısmının silahlı olması, silahlı terör örgütünün oluşması için yeterlidir. Örgüt, bu silahları gerektiğinde kullanma imkân ve olanağına sahip ise silahlı olduğu kabul edilmelidir. Silahlı terör örgütünün elinde bulunan silahın devlete ait olması ya da bu silahların hukuka aykırı yollardan elde edilmesi bu suçun oluşması açısından önem taşımaz.
2- FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütü
Ceza Genel Kurulunun 24.01.2019 tarihli ve 417-44 sayılı, 20.12.2018 tarihli ve 419-661 sayılı ile 26.09.2017 tarihli ve 956-370 sayılı kararlarında da ayrıntılarıyla belirtildiği üzere;
FETÖ/PDY silahlı terör örgütü, paravan olarak kullandığı dini, din dışı dünyevi emellerine ulaşma aracı hâline getiren; siyasi, ekonomik ve toplumsal yeni bir düzen kurma tasavvuruna sahip örgüt liderinden aldığı talimatlar doğrultusunda hareket eden; bu amaçla öncelikle güç kaynaklarına sahip olmayı hedefleyip güçlü olmak ve yeni bir düzen kurmak için şeffaflık ve açıklık yerine büyük bir gizlilik içerisinde olmayı şiar edinen; bir istihbarat örgütü gibi kod isimler, özel haberleşme kanalları, kaynağı bilinmeyen paralar kullanıp böyle bir örgütlenmenin olmadığına herkesi inandırmaya çalışarak ve bunda başarılı olduğu ölçüde büyüyüp güçlenen, bir yandan da kendi mensubu olmayanları düşman olarak görüp mensuplarını motive eden; “Altın Nesil” adını verdiği kadrolarla sistemle çatışmak yerine sisteme sahip olma ilkesiyle devlete tabandan tavana sızan; bu kadroların sağladığı avantajlarla devlet içerisinde belli bir güce ulaştıktan sonra hasımlarını çeşitli hukuki görünümlü hukuk dışı yöntemlerle tasfiye eden; böylece devlet aygıtının bütün alt bileşenlerini ünite ünite kontrol altına almayı ve sisteme sahip olmayı planlayıp ele geçirdiği kamu gücünü de kullanarak toplumsal dönüşümü sağlamayı amaçlayan; casusluk faaliyetlerini de bünyesinde barındıran atipik/suigeneris bir terör örgütüdür.
İstişare kurulu, ülke, bölge, il, ilçe, semt, ev imamları gibi hiyerarşik bir yapı içeren insan gücünü ve finans kaynaklarını örgütsel menfaat ve ideolojisi çerçevesinde kullanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirme amacı taşıyan FETÖ/PDY silahlı terör örgütü “gizli yaşamak, her zaman korkmak, doğruyu söylememek, gerçeği inkâr etmek” üzerine kuruludur.
Talimatlar yoluyla kollektif bir şekilde mobilize olan, kamu erkinin kritik bürokratik alanları başta olmak üzere, kamusal alanı ele geçirme refleksiyle hareket eden, mülkiye, adliye, emniyet, eğitim, istihbarat ve ordu içerisinde kendi özel hiyerarşisiyle illegal şekilde kadrolaşan, devletin tüm kurumlarına yerleştirdiği örgüt mensuplarıyla devlet teşkilatını kendisine hizmet eder hâle getiren ve adeta devlet içinde ayrı bir devlet yapısı oluşturan örgütün lideri… tarafından;
“Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın!; bütün güç merkezlerine ulaşıncaya kadar hiç kimse varlığınızı fark etmeden sistemin ana damarlarında ilerleyin!”
“Adliye, mülkiye veya başka hayati bir müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. Bir ölçüde onlar bizim varlığımızın teminatıdır.”
“Zaman henüz uygun değil. Bütün dünyayı omuzlayıp taşıyabileceğimiz zamana dek, tamam olacağınız ve koşulların uygun olacağı zamana dek beklemelisiniz! Bilhassa, haber alma hususunda her zaman hasım cephenin çok önünde olunmalıdır.”
“Yani siz hâkim değilsiniz başka kuvvetler var. Bu ülkede değişik kuvvetleri hesap edecek dengeli, dikkatli, tedbirli, temkinli yürümekte yarar var ki geriye adım atmayalım…”
“Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır. (…) bunca kalabalık içinde ben bu dünyayı ve düşüncemi sözde mahremiyet içinde anlattım. (…) sırrınız sizin sırrınızdır. Söylerseniz siz esir olursunuz.”
“Daima tedbirli olmalıyız, daima istişare içerisinde karar alın, ana istişare organı olan Başyüceler ne karar aldıysa onu uygulayın (Kaldı ki; Başyüceler’in lideri de kendisidir) bütün güç merkezlerine ulaşmalıyız …”
“Bir gün bana Ankara’da bin evimiz olduğunu söyleyin, devletin paçasından şöyle bir tutacağım, devlet uyandığında yapacağı hiçbir şey kalmayacak.” şeklinde değişik yer ve zamanlarda örgüt mensuplarına verilen talimatlarda gizliliğe atfedilen önem görülmektedir.
Örgüt, kamu kurum ve kuruluşlarına yerleştirdiği personelin aile yaşamlarına dahi müdahale ederek şahısların kiminle evleneceğine de karar vermektedir.
Örgüt, kamu kurumlarında sayısı beş kişiyi geçmeyen bir örgüt abisine bağlı hücreler şeklinde yapılanmıştır. Hücreler birbirinden haberdar değildir. Bu şekilde bir hücre açığa çıksa bile diğer hücrelerin faaliyetlerine devam ederek deşifre olmaları engellenmektedir. İçlerinde katı bir askeri disiplin hâkimdir.
Örgütün bütünlüğü üzerinde tek hâkim ve önder… olup örgüt içerisinde kainat imamı olarak görülmektedir. Diğer yöneticiler onun verdiği yetkiyle onun adına görev yaparlar.
Kainat imamı inancı ve yedi katlı piramidal yapılanmaya sahip FETÖ/PDY silahlı terör örgütünde, örgüt içi hiyerarşide itaat ve teslimiyet katı bir kuraldır. Teslimiyet hem örgüte hem de liderin emrine ona atfen verilen göreve adanmışlıktır.
Örgütün hiyerarşik yapılanması tabaka-kat sistemine dayanır. Katlar arasında geçişler mümkün ise de, dördüncü kattan sonrasındaki geçişleri önder belirlemektedir. Katlar şu şekildedir:
a) Birinci Kat (Halk Tabakası): Örgüte iman ve gönül bağı ile bağlı olanlar, fiili ve maddi destek sağlayanlardan oluşur. Bunların bir çoğu örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmayan, bilinçli veya bilinçsiz hizmet ettirilen kesimdir.
b) İkinci Kat (Sadık Tabaka): Okul, dershane, yurt, banka, gazete, vakıf ve kurum görevlilerinden oluşan sadık gruptur. Bunlar örgüt sohbetlerine katılan, düzenli aidat ödeyen, az veya çok örgüt ideolojisini bilen kişilerdir.
c) Üçüncü Kat (İdeolojik Örgütlenme Tabakası): Gayri resmi faaliyetlerde görev alan, örgüt ideolojisini benimseyen ve ona bağlı, çevresine propaganda yapan kişilerdir.
d) Dördüncü Kat (Teftiş Kontrol Tabakası): Bütün hizmeti (legal ve illegal) denetler. Bağlılık ve itaatte dereceye girenler buraya yükselebilir. Bu tabakaya girenler örgüte çocuk yaşta kazandırılanlardan seçilir. Örgüte sonradan katılanlar genellikle bu katta ve daha üst katlarda görev alamazlar.
e) Beşinci Kat (Organize Eden ve Yürüten Tabaka): Üst düzey gizlilik gerektirir. Birbirlerini çok az tanırlar. Örgüt lideri tarafından atanan ve devletteki yapıyı organize edip yürüten kişilerdir.
f) Altıncı Kat (Has Tabaka): Örgüt lideri… tarafından bizzat atanan ve lider ile alt tabakaların irtibatını sağlayan, örgüt içi görev değişiklikleri yapıp azillere bakan kişilerdir.
g) Yedinci Kat (Kurmay Tabaka): Örgüt lideri tarafından doğrudan seçilen ve on yedi kişiden oluşan örgütün en seçkin kesimidir.
Örgütün deşifre olmaması ve Devletin örgüt yapısını çözmekte zorlanması için örgüt hücre tipinde yatay yapılanmaya özen göstermiştir. Hücreler genellikle en fazla beş kişiden oluşan ve bir abla veya abiye bağlı birimlerdir. Hücredeki kişi sayısı bazı kurumlarda üç, TSK gibi bazı kurumlarda ise birebirdir. Her hücreden sorumlu bir imam vardır.
FETÖ/PDY’nin asli unsuru müntesipler, ışık evi, yurtlar, okullar, dershaneler olan hizmet birimlerinde yetiştirilmektedir. Bu kurumların temel amacı bu örgüte müntesip yetiştirmektir. İlk ve öncelikli kuruluş gayesi eğitim değil, insan kaynağı sağlamaktır. Örgüte ait özel okul ve yurt gibi yerler toplantı ve himmet toplama amaçlı da kullanılmaktadır. Örgüt, elemanlarını genel olarak genç yaştaki öğrencilerden seçmekte ise de kamu personelini de sonradan örgüte kazandırabilmektedir.
Bütün terör örgütleri gibi FETÖ/PDY de eleman bulma, buldukları elemanları örgüt amacına göre eğitme, örgütsel olarak onlara nasıl davranılması gerektiğini öğretip uygulatma üzerine kuruludur. Örgütsel bağlılığın temini bakımından; kod adı kullanma, gizlilik ve tedbir uygulanması, kişiler hakkında istihbarat toplayıp özel bilgi edinmek, sorunsuz işleyen bir emir ve rapor zincirinin varlığı, devletten ve aileden önde gelen örgüt aidiyeti, devlet hiyerarşisinde daha üstte olsa bile örgüt hiyerarşisi asıl olduğundan daha ast birinden emir alınması, hizmet kardeşliği ve örgüt içi dayanışma nedeniyle illegal olsa dahi talimatın sorgulanmaması, psikolojik tehdidin etkisiyle özgür iradenin kaybedilmesi hususları önem taşımaktadır.
Örgütten ayrılmak kural olarak mümkün değildir. Örgütsel disipline uymayan kişiler örgütten kovulma yerine pasifize edilmektedir. Bu düşüncede olan kişiler önce korkutulur, manevi baskının yanında maddi yaptırımlar da uygulanır. Tüm yaptırımlara rağmen ayrılmakta ısrar eden, itaatsizlikte devam eden kişinin örgütle ilişkisi kesilir. Örgüt bu kişiyi hain ilan ettiğinden her türlü cezalandırma metodu uygulanır.
FETÖ/PDY’nin Türk Silahlı Kuvvetlerine, Emniyet Teşkilatına ve MİT’e sızan militanları, şeklen kamu görevlisi gibi gözükse de bu kişilerin örgüt aidiyetleri diğer tüm aidiyetlerinden önce gelmektedir. FETÖ/PDY’nin devletin tasarrufunda bulunması gereken kamu gücünü, kendi örgütsel çıkarları lehine kullanmakta olduğu anlaşılmaktadır. Çeşitli aşamalardan geçirildikten sonra güçlü örgütsel bağlarla bağlandığı FETÖ/PDY’nin bir neferi olarak TSK, Emniyet Teşkilatı ve Milli İstihbarat Teşkilatında meslek hayatlarına başlayan örgüt mensupları, sahip oldukları silah ve zor kullanma yetkilerini FETÖ/PDY’deki hiyerarşik üstünden gelen emir doğrultusunda seferber etmeye hazır olacak şekilde bir ideolojik eğitimden geçirilmektedir. Bu durum, örgüt lideri tarafından hizmet insanı başlığı altında “örgüte bağlı kişinin azimli, kararlı, hizmete karşı itaatkar, her şeyin sorumluluğunu alması gereken, darbe yediğinde azmi bozulmayan, yüksek rütbelere geldiğinde kendi rütbesi değil de hizmetin rütbesini ön planda tutan, hizmet içerisinde yapacağı görevlerin zor olabileceğine inanan ve bütün varlığını, canını, sevdiklerini hizmet için feda etmeye hazır olması” şeklinde açıklanmaktadır.
Emniyet Genel Müdürlüğü kadrolarının etkin birimlerinde ve TSK’da yapılanan FETÖ/PDY, Emniyet ve TSK birimlerinin doğasında var olan cebir ve şiddet kullanma yetkisinin verdiği baskı ve korkutuculuğu kullanmaktadır. Örgüt mensuplarının silahlar üzerinde gerektiğinde tasarruf imkânının bulunması, silahlı terör örgütü suçunun oluşması için gerekli ve yeterli olmakla birlikte; 15.07.2016 tarihinde meydana gelen kalkışma esnasında TSK içerisinde yapılanıp görünürde TSK mensubu olan ve ancak örgüt liderinin emir ve talimatları ile hareket eden örgüt mensuplarınca silah kullanılmış, birçok sivil vatandaş ve kamu görevlisi şehit edilmiştir.
Söz konusu terör örgütü, nihai amaçlarına ulaşmak gayesiyle öncelikle askeriye, mülkiye, emniyet, yargı ve diğer stratejik öneme sahip kamu kurumlarını ele geçirmek için kendilerine engel olacaklarını düşündüğü bürokrat ve personelin sistem dışına çıkarılmasını sağlayarak örgüt elemanlarını bu makamlara getirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirmeye yönelik nihai hedefi bulunan FETÖ/PDY, söz konusu ele geçirme süreci tamamlandıktan sonra devlet, toplum ve fertlere dair ne varsa ideolojisi doğrultusunda yeniden dizayn ederek oligarşik özellikler taşıyan bir zümre eliyle ekonomik, toplumsal ve siyasal gücü yönetmek ve aynı zamanda uluslararası düzeyde büyük ve etkili siyasi/ekonomik güç hâline gelmek amacıyla hareket etmektedir.
Örgütte sıkı bir disiplin ve eylemli bir işbirliği bulunduğu, örgütün kurucusu, yöneticileri ve üyeleri arasında sıkı bir hiyerarşik bağın mevcut olduğu, gizliliğe riayet edildiği, illegal faaliyetleri gizleyebilmek için hiyerarşik yapıya uygun hücre sistemi içinde yapılanarak grup imamları tarafından emir talimat verilmesi, üyeleri arasında haberleşmenin sağlanması için ByLock gibi haberleşme araçlarının kullanıldığı, görünür yüzüyle gerçek yüzü arasındaki farkın gizlendiği, amaca ulaşabilmek için yeterli eleman, araç ve gerece sahip olduğu, amacının Anayasa’da öngörülen meşru yöntemlerle iktidara gelmek olmayıp örgütün yarattığı kaos ortamı sonucu, demokratik olmayan yöntemlerle cebir şiddet kullanmak suretiyle parlamento, hükûmet ve diğer anayasal kurumları feshedip iktidarı ele geçirmek olduğu, bu amaçla, Emniyet, Jandarma teşkilatı, MİT ve Genel Kurmay Başkanlığı gibi kuvvet kullanma yetkisini haiz kurumlara sızan mensupları vasıtasıyla, kendisinden olmayan güvenlik güçlerine, kamu görevlilerine, halka, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Meclis binası gibi simge binalar ve birçok kamu binasına karşı ağır silahlarla saldırıda bulunmak suretiyle amaç suçu gerçekleştirmeye elverişli öldürme ve yaralama gibi çok sayıda vahim eylem gerçekleştirildiği, anılan örgüt mensupları hakkında 15 Temmuz darbe girişiminden ya da örgüt faaliyetleri kapsamında işlenen diğer bir kısım eylemlere ilişkin bir kısmı derdest olan ya da mahkemelerce karara bağlanan davalar, bu davalarda dinlenen itirafçı sanıkların savunmaları ve gizli-açık tanık anlatımları, bu davalarda verilen mahkeme ve Yargıtay kararları, örgüt lider ve yöneticilerinin açık kaynaklardaki yazılı ve sözlü açıklamaları gibi olgu ve tespitler dikkate alındığında;
FETÖ/PDY, küresel güçlerin stratejik hedeflerini gerçekleştirmek üzerine kurulan bir maşa olarak; Anayasa’da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik ve ekonomik düzeni değiştirmek, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, Devlet otoritesini yıkıp ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini bozmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Bu örgüt, kuruluşundan 15 Temmuz sürecine kadar örgüt lideri… tarafından belirlenen ideoloji doğrultusunda amaçlarını gerçekleştirmek için hareket etmiştir. Gerçekleştirilen eylemlerde kullanılan yöntem, bir kısım örgüt mensuplarının silah kullanma yetkisini haiz resmî kurumlarda görevli olması, örgüt mensuplarının bu silahlar üzerinde tasarrufta bulunma imkânlarının var olması ve örgüt hiyerarşisi doğrultusunda emir verilmesi hâlinde silah kullanmaktan çekinmeyeceklerinin anlaşılması karşısında; tasarrufunda bulunan araç, gereç ve ağır harp silahları bakımından 5237 sayılı TCK’nın 314. maddesi kapsamında bir silahlı terör örgütüdür.
Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin istikrar kazanan kararlarında da belirtildiği üzere; terör suçlarının soruşturulması kamu makamlarını ciddi zorluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bu nedenle kişi hürriyeti ve güvenliği hakkı, adli makamlar ve güvenlik görevlilerinin – özellikle organize olanlar olmak üzere – suçlarla ve suçlulukla etkili bir şekilde mücadelesini aşırı derecede güçleştirmeye neden olabilecek şekilde yorumlanmamalıdır (Süleyman Bağrıyanık ve diğerleri, B. No: 2015/9756, 16/11/2016, § 214; Devran Duran [GK], B. No: 2014/10405, 25/5/2017, § 64.). Özellikle darbe teşebbüsüyle bağlantılı ya da doğrudan darbe girişimiyle bağlantılı olmasa bile FETÖ/PDY ile bağlantılı soruşturmaların kapsamı ve niteliği ile FETÖ/PDY’nin gizlilik, hücre tipi yapılanma, her kurumda örgütlenmiş olma, kendisine kutsallık atfetme, itaat ve teslimiyet temelinde hareket etme gibi özellikleri de dikkate alındığında, bu soruşturmaların diğer ceza soruşturmalarına göre çok daha zor ve karmaşık olduğu ortadadır (Aydın Yavuz ve diğerleri [GK], B. No: 2016/22169, 20/6/2017, § 350.).
a) ByLock İletişim Sistemi
Ceza Genel Kurulunun 24.01.2019 tarihli ve 417-44 sayılı ile 20.12.2018 tarihli ve 419-661 sayılı kararlarında da ayrıntılarıyla belirtildiği üzere;
ByLock iletişim sistemi global bir uygulama görüntüsü altında belli bir tarihten sonra yenilenen ve geliştirilen hâliyle münhasıran FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanımına sunulmuş bir programdır. ByLock iletişim sisteminin FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensuplarının kullanmaları amacıyla oluşturulan ve münhasıran bu terör örgütünün bir kısım mensupları tarafından kullanılan bir ağ olması nedeniyle; örgüt talimatı ile bu ağa dahil olunduğunun ve gizliliği sağlamak için haberleşme amacıyla kullanıldığının, her türlü şüpheden uzak, kesin kanaate ulaştıracak teknik verilerle tespiti, kişinin örgütle bağlantısını gösteren bir delil olacaktır.
Kullanılması için indirilmesi yeterli olmayıp özel bir kurulum gerektiren ByLock iletişim sistemi, güçlü bir kriptolama yoluyla internet bağlantısı üzerinden iletişim sağlamak üzere, gönderilen her bir mesajın farklı bir kripto anahtarı ile şifrelenerek iletilmesine dayanan bir tasarıma sahiptir. Bu şifrelemenin, kullanıcıların kendi aralarında bilgi aktarırken üçüncü kişilerin bu bilgiye izinsiz şekilde (hack) ulaşmasını engellemeye yönelik bir güvenlik sistemi olduğu tespit edilmiştir. 2014 yılı başlarında işletim sistemlerine ait uygulama mağazalarında yer alıp bir süre herkesin ulaşımına açık olan ByLock’un, bu mağazalardan kaldırılmasından sonra geliştirilen ve yenilenen sürümünün ancak örgüt mensuplarınca harici bellek, hafıza kartları ve Bluetooth yoluyla yüklenildiği yürütülen soruşturma ve kovuşturma dosyalarındaki ifadeler, mesaj ve e-postalardan anlaşılmıştır.
ByLock iletişim sistemi 46.166.160.137 IP adresine (Internet ağına doğrudan bağlanan her cihaza verilen, numaralardan oluşan benzersiz adres) sahip sunucu üzerinde hizmet sunmaktadır. Sunucu yöneticisi, uygulamayı kullananların tespitini zorlaştırmak amacıyla ayrıca 46.166.164.176, 46.166.164.177, 46.166.164.178, 46.166.164.179, 46.166.164.180, 46.166.164.181, 46.166.164.182, 46.166.164.183 no’lu IP adreslerini de kiralamıştır.
ByLock iletişim sisteminin akıllı telefonlara yüklendikten sonra kullanılabilmesi için kullanıcı adı/kodu ve parolanın, akabinde cihaz üzerinde rastgele el hareketleriyle oluşturulan kullanıcıya özel güçlü bir kriptografik şifrenin belirlenmesi ve bu bilgilerin uygulama sunucusuna kriptolu olarak iletilmesi gerekmektedir. Bu şekilde ByLock iletişim sistemine dahil olan kullanıcıya sistem tarafından otomatik olarak bir kullanıcı kodu (User-ID numarası) atanmaktadır.
Global ve ticari uygulamaların aksine, kullanıcıların tespitini zorlaştırmak için ByLock iletişim sistemine kayıt esnasında kullanıcıdan telefon numarası, kimlik numarası, e-posta adresi gibi kişiye ait özel bir bilgi talep edilmemekte, SMS şifre veya e-posta yoluyla doğrulama işleyişi bulunmamaktadır.
ByLock iletişim sistemi üzerinde telefon numarası veya ad-soyad bilgileri ile arama yapılarak kullanıcı eklenmesine imkân bulunmamaktadır. Diğer taraftan ByLock iletişim sisteminde benzer uygulamalarda bulunan telefon rehberindeki kişilerin uygulamaya otomatik olarak eklenmesi özelliği de bulunmamaktadır.
ByLock iletişim sisteminde kullanıcıların haberleşebilmesi için her iki tarafın önceden temin ettikleri kullanıcı adlarını ve kodlarını birbirlerine eklemeleri gerekmekte, ancak bu aşamadan sonra taraflar arasında mesajlaşma başlayabilmektedir. Bu bakımdan kullanıcıların dahi istediği zaman bu sistemi kullanma imkânı bulunmamaktadır. Bu kurgu sayesinde uygulama, sadece oluşturulan hücre tipine uygun şekilde bir haberleşme gerçekleştirilmesine imkân vermektedir.
ByLock iletişim sisteminde, kriptolu anlık mesajlaşma, e-posta gönderimi, ekleme yoluyla kişi listesi oluşturma, grup içi mesajlaşma, kriptolu sesli görüşme, görüntü veya belge gönderebilme özellikleri bulunmaktadır. Böylece kullanıcıların, örgütsel mahiyetteki haberleşmelerini başka herhangi bir haberleşme aracına ihtiyaç duymadan gerçekleştirmesine olanak sağlanmıştır. Kullanıcıların tüm iletişimlerinin ByLock sunucusu üzerinden yapılması, buradaki grupların ve haberleşme içeriklerinin uygulama yöneticisinin denetim ve kontrolünde olmasını da mümkün hâle getirmiştir.
Kullanıcı tespitinin önlenmesi ve haberleşme güvenliği için alınan bir diğer güvenlik tedbiri ise ByLock’a ait sunucu ve iletişim verilerinin, uygulama veri tabanında da kriptolu olarak saklanmasıdır.
ByLock kurgusunun aldığı önlemlerin yanı sıra, kullanıcılar da kendilerini gizlemek amacıyla birtakım önlemler almış, bu çerçevede haberleşme içeriklerinde ve uygulamadaki arkadaş listelerinde, kişilerin gerçek bilgileri yerine örgüt içindeki “kod adlarına” yer verip çok haneli parolalar belirlemişlerdir.
Türkiye’den ByLock’a erişim sağlayan kullanıcılar, kimlik bilgilerinin ve iletişimin gizlenmesi amacıyla VPN (Sanal Özel Ağ) kullanmaya zorlanmıştır.
Büyük bir kullanıcı kitlesine sahip ByLock iletişim sistemi, 15.07.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi öncesinde Türk ve yabancı kamuoyu tarafından bilinmemektedir.
ByLock üzerinden yapılan iletişimin çözümlenen içeriğinin tamamına yakını FETÖ/PDY mensuplarına ait örgütsel temas ve faaliyetlere ilişkindir. Bu kapsamda buluşma adreslerinin değiştirilmesi, yapılacak operasyonların önceden bildirilmesi, örgüt mensuplarının yurt içinde saklanması için yer temini, yurt dışına kaçış için yapılan organizasyonlar, himmet toplantıları, açığa alınan veya meslekten çıkarılan örgüt mensuplarına para temini, Fetullah Gülen’in talimat ve görüşlerinin paylaşılması, Türkiye’yi terörü destekleyen ülke gibi göstermek amacına yönelik faaliyette bulunan birtakım internet adreslerinin paylaşılması ve bu sitelerdeki anketlerin desteklenmesi, FETÖ/PDY’ye yönelik yürütülen soruşturma ve kovuşturmalarda şüpheli veya sanıkların hâkim ve Cumhuriyet savcılarınca serbest bırakılmasının sağlanması, örgüt mensuplarına müdafii temin edilmesi, örgüt üyelerinden kimlere operasyon yapıldığına ve kimlerin deşifre olduğuna ilişkin bilgilerin paylaşılması, operasyon yapılması ihtimali olan yerlerde bulunulmaması ve bu yerlerdeki örgüt için önemli dijital verilerin arama-tarama mesulü olarak adlandırılan kişilerce önceden temizlenmesi, kamu kurumlarında FETÖ/PDY aleyhine görüş bildiren veya yapılanmayla mücadele edenlerin fişlenmesi, deşifre olduğu düşünüldüğünde ByLock iletişim sisteminin kullanımına son verileceği ve Eagle, Dingdong ve Tango gibi alternatif programlara geçiş yapılacağının haber verilmesi, yapılanmaya mensup kişilerin savunmalarında kullanabilmeleri amacıyla hukuki metinler hazırlanması gibi örgütsel niteliği olan mesajlar gönderildiği anlaşılmıştır.
Gelinen noktada, tek başına delil olarak kullanılması gerektiğinde, kişinin ByLock sistemine (ağına) dahil olduğunun belirlenebilmesi açısından, öncelikle ByLock sunucusunda kayıtlı bir User-ID numarasının kişiyle eşleştirilmesine dair veriler içeren ByLock tespit ve değerlendirme tutanağının; bu belgenin bulunmaması hâlinde de varsa sanığa ait olduğu belirlenen ByLock User-ID numarasını içerir tutanağın getirtilerek tutanaklarda yer alan veriler usulünce sanığa anlatıldıktan sonra sanık ve varsa müdafisinden diyeceklerinin sorulması gerekmektedir.
Bu itibarla, failin bilerek ve isteyerek ByLock sunucusunda kayıtlı bir User-ID aldığının belirlenmesi; ByLock sistemine dahil olup ancak bir örgüt üyesinin sahip olabileceği gizli haberleşme imkânına kavuştuğunun, dolayısıyla en azından FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi olduğunun kabulü için gerekli ve yeterli olacaktır. Ayrıca bu ağa dahil olan kişilerin ağ içerisinde başka kişi ya da kişilerle yaptıkları görüşme içeriklerinin olması da aranmayacaktır. ByLock sistemine dahil olan failler yönünden sistem içerisindeki haberleşmelerin kimlerle yapıldığının ve içeriklerinin tespiti ise ancak fail hakkında örgüt yöneticiliğinden dava açılmış olması ve failin örgüt yöneticisi olduğunun belirlenmesi açısından yol gösterici olacaktır.
b) Ardışık ve Periyodik Olarak Ankesörlü veya Sabit Telefondan Aranma
Güncel Türkçe Sözlükte ardışık “birbiri ardına gelen”, periyodik ise “süreli” anlamına gelen sıfatlardır. Buna göre ankesörlü veya sabit telefon hatlarından kısa bir zaman içerisinde ve birbiri ardına gelecek şekilde birden çok kimsenin aranması “ardışık aranma”, belirli bir tarih aralığında değişik zamanlarda ve süreli olacak şekilde bir kimsenin aranması ise “periyodik aranma” olarak tanımlanır.
Günümüzde kişiler arası iletişimde ankesörlü (kumbarasına para, jeton ya da özel kart atılınca konuşmaya açılan telefon) veya sabit (kablolu) telefon kullanımına göre cep telefonu kullanımı daha yaygındır. Kişilerin konuşma ücreti karşılığında herkesin kullanımına açık bulunan ankesörlü veya sabit bir telefon hattından arama yapmaları cep telefonunun veya cep telefonunu kullanma imkânının bulunmaması gibi durumlarda bir hizmeti karşılamaktadır. Diğer taraftan sabit ve ankesörlü telefon hatlarının kişinin kendisi adına kayıtlı olmaması nedeniyle kendi kimliğini gizlemesini sağlamasından dolayı bu amaçla kullanılması da mümkündür.
FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün gizliliğe azami derecede riayet ettiği, genellikle ayda bir kez iletişime geçilerek toplantıların gerçekleştirildiği, toplantılarda bir sonraki buluşma tarihinin kararlaştırıldığı, bir problem olmadığı sürece yeniden bir aramaya ihtiyaç duyulmadığı, ihtiyaç olduğunda ise örgüt üyelerinin birbirlerine ankesörlü telefonlar, büfelerde kurulu bulunan sabit hatlar, gizli numaralar veya şehir içi hatlardan ulaşmayı tercih ettikleri anlaşılmaktadır.
Nitekim, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca Kara Kuvvetleri Komutanlığında görev yapan ve FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün mahrem yapılanması içerisinde oldukları değerlendirilen örgüt üyelerinin tespiti amacıyla, Ankara ili genelinde 477 adet ankesörlü sabit telefon hattı sahiplerinin soruşturulması sırasında mahkeme kararı doğrultusunda bu hatların HTS kayıtlarının temin edildiği, bu hatlarla, haklarında aynı örgüte üye oldukları iddiasıyla ayrı soruşturma yürütülen yüksek yargı eski üyelerince kullanılan telefon hatlarına ait HTS kayıtlarının karşılaştırılarak sabit hatlarla bu kişilerin hatlarının ardışık, sistematik veya periyodik olarak aranıp aranmadığı hususunda yapılan araştırma sonucunda düzenlenen 13.09.2018 tarihli rapor ekinde bulunan şüpheli Metin Boztürk kendisi hakkında yürütülen soruşturmada müdafisi huzurunda savcılık ifadesinde; FETÖ içerisinde yer aldığını, öğretmen konumunda yaptığı toplantılarda bir sonraki toplantıyı kararlaştırdıklarını, acil durumlarda toplantıları iptal etmek veya başka konuları aktarmak için cep telefon numaralarını küçük kâğıtlara kodlu olarak kaydettiklerini, son iki rakamı 99’a tamamlayacak şekilde kodladıklarını, kendi cep telefonundan asla arama yapmadığını, bu şekilde irtibat kurmanın yasak olduğunu, tedbir olarak evine olabildiğince uzak büfelerden kontörlü telefonlardan aradığını, bir büfeden sadece bir kişiyi aradığını, bir kaç kişiyi arayacağı zaman farklı büfeleri gezdiğini, aynı büfeden art arda arama yapılmış olmasının arayan öğretmenin tedbire uymadığını gösterdiğini, tedbirlerin kendilerine öğretildiğini, ancak uygulanıp uygulanmadığının takibinin mümkün olmadığını beyan etmek suretiyle FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyelerinin sabit telefon hatlarını ne şekilde ve hangi amaçla kullandıklarına açıklık getirmiştir.
Bu itibarla, ankesörlü veya sabit telefon hatlarından ardışık veya periyodik olarak aranan failin örgütün uyguladığı iletişimin gizliliğine ilişkin tedbir ve haberleşme yöntemi hakkında bilgi sahibi olduğu, özellikle ardışık aramalarda örgüt tedbirine aykırı bir şekilde birden fazla örgüt üyesinin kısa süre içerisinde aranmasının failin örgütsel toplantılara katılım gösterdiği, FETÖ/PDY ile arasında organik ve sıkı bir bağ olduğu, ardışık ve periyodik aranmaların hücre tipine uygun şekilde bir haberleşme gerçekleştirilmesine imkân verdiği ve diğer delillerle birlikte fail aleyhine delil olabileceği kabul edilebilir.
c) Genel Olarak Örgütün Yargı Yapılanması, HSYK ve Yüksek Mahkeme Üyelikleri Seçimleri
FETÖ/PDY silahlı terör örgütüyle ilgili olarak ülke sathında yürütülen soruşturmalarda elde edilen dijital veriler, tanık beyanları, haklarında soruşturma yürütülen kişilerin etkin pişmanlık hükümleri kapsamında verdikleri ifadelerle, örgüte ilişkin açık kaynaklara da yansıyan bilgiler doğrultusunda ve Anayasal düzende devletin üç kuvvetinden biri olan yargının işlevinden ileri gelen önemi karşısında; bu örgütün, yargısal mekanizmalara egemen olma faaliyetlerini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirmeye yönelik nihâi amacına ulaşmak için bir süreç ve basamak olarak gördüğü anlaşılmaktadır.
Bu bağlamda, örgüt lideri…’in açık kaynaklara da yansıyan “Orada icabında mahkemenin altını üstüne getireceksin, avucuna alacaksın, arkadaşlara diyorum ki ben ‘Belki bin döktüreceksin, geriye biri dönecek, 1 milyar vereceksiniz, 10 milyonluk tazminat davası alacaksınız, önemli olan mahkum etmektir yani, avukat da kiralayacaksınız, hakim de kiralayacaksınız… Dünyada satın alınmayacak adam yoktur. Sadece fiyatları farklıdır. Birini az fiyata birini çok fiyata alırsın” şeklindeki beyanı, yargıda kanun dışı kadrolaşma ve bu erke egemen olma hususlarında verdiği örgütsel talimatlardan biridir.
Örgütsel kadrolaşma açısından; FETÖ/PDY silahlı terör örgütü tarafından kendi mensuplarına hâkimlik ve Cumhuriyet savcılığı sınavlarına girmeleri konusunda telkinlerde bulunulduğu, örgüt mensubu öğrencilere hâkimlik ve savcılık sınavını kazanmaları hâlinde örgütün kendilerine referans olacağının söylendiği, mülakatı geçip staja başlayan örgüt mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcısı adaylarının Adalet Akademisi ve staj döneminde de yine örgüt tarafından koordine edildiği, söz konusu adayların örgüt mensubu olduklarının anlaşılmaması için kendi başlarına, fakat örgütle irtibatı koparmayacak şekilde ev tutmalarının tavsiye edildiği, adayların beşer kişilik kapalı gruplar hâlinde örgüt tarafından finanse edilen evlerde kalmalarının sağlandığı, bu kapsamda örgüt kurallarına göre iki evin irtibat hâlinde olmasının istendiği, bu evlere murakıp adı verilen örgüt mensubu kişilerin gelerek evde kalan adaylardan bilgi alıp tavsiyelerde bulundukları,
Bununla birlikte, örgüte ait ışık evlerinin il bazında eyalet adı altında birden çok bölgeye ayrıldığı, her bölgenin sekiz ilâ on evi kapsadığı, bölgelerden sorumlu kişilere bölge abisi/ablası adı verildiği, örgütün Türkiye Adalet Akademisi stajında adayları staj dönemlerine göre ayırdığı, bazı örgüt mensubu adaylara Türkiye Adalet Akademisi yurdunda kalmaları tavsiye edilerek bu kişilerden, örgüt lehine ya da aleyhine konuşan aday arkadaşlarının bildirilmesinin istendiği, her dönemin sorumlu abisinin/ablasının bulunduğu, evlere gelen örgüt mensubu murakıpların adaylara dinsel ve sosyal davranışları açısından telkinde bulundukları, örgüt mensubu hâkim ve Cumhuriyet savcılarının T1, T2, T3, T4 ve T5 şeklinde kategorize edilerek taşra ve devre yapılanmasının oluşturulduğu, bu yapılanmalarda belirli aralıklarla organizasyon ve görüşmelerin gerçekleştirildiği,
FETÖ/PDY Silahlı Terör Örgütünün yüksek yargı içerisinde de benzer şekilde bir yapılanma içerisinde hareket ettiği, bu durumun Emniyet Genel Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünce düzenlenen 03.05.2018 tarihli rapordan da anlaşıldığı, söz konusu rapora göre; örgüt mensubu Yargıtay eski üyelerinin görev yapmakta oldukları hukuk ve ceza dairelerine göre gruplar oluşturulduğu, yüksek yargı eski üyelerini aldıkları kod isimler dikkate alındığında (H1, H2, H3, C1, C2, C3, C4) şeklinde gruplandırıldıkları, Yargıtay eski üyelerinin görevde bulundukları zaman içerisinde görev yaptıkları Yargıtay Daireleri göz önünde bulundurulduğunda, “H” kod adı ile isimlendirilenlerin Yargıtay Hukuk Dairelerinde, “C” kod adı ile isimlendirilenlerin Yargıtay Ceza Dairelerinde görev yaptıkları, isimlendirmelerde yer alan 0, 1, 2, 3 rakamlarının grup içerisindeki hiyerarşiye ilişkin sıralamayı, “0” ile kodlamanın ise grup sorumlusunu gösterdiği, harf ve rakam ile gruplandırmalardan sonra (C3, H2 vb.) bazı isimlendirmelerde kullanıcının adı ve soyadının baş harflerinin eklenmesi suretiyle kod adı oluşturulduğu, “D” harfi ile yapılan gruplandırmanın “Danışma Heyetinde” bulunanları gösterdiği, Yargıtay Hukuk ve Ceza Daireleri genel sorumlusunun “59344 ID” numaralı ByLock hesabı kullanıcısı Yargıtay eski Üyesi Ali Akın olduğu ve bu kişinin “Danışma Heyeti” ile diğer gruplarda bulunanların irtibatını sağladığının belirtildiği,
Yine, 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle Hâkimler ve Savcılar Kurulu Üyelerinin bir bölümünün hâkim ve Cumhuriyet savcıları arasından yapılacak seçimle belirlenmesi öngörüldüğünden, örgüt tarafından öncelikle bu seçimlerdeki, ardından da bu Kurul tarafından üyeleri belirlenen yüksek mahkemelerdeki kadrolaşmaya önem verildiği, bu doğrultuda 2010 yılındaki HSYK Üyeliği seçimleri sürecinde örgüt mensuplarınca toplantı ve diğer organizasyonlar düzenlenerek hem HSYK Üyeliği, hem de ardından yüksek mahkeme üyeliklerinin belirlenmesi hususunda çalışmalar yapıldığı,
Örgütsel etkinliğin ve baskının yargısal mekanizmalarda devamlılığının sağlanabilmesi açısından, bu çalışmaların 2014 yılındaki HSYK seçimlerinde de hem hâkim ve Cumhuriyet savcılarınca hem de yüksek yargı üyelerince yapılan seçimler açısından da sürdürüldüğü tespit edilmiştir.
3- Hata Hükümleri Çerçevesinde Silahlı Terör Örgüt Üyeliği Suçunun Değerlendirilmesi
Bir suç örgütü, baştan itibaren suç işlemek üzere kurulmuş illegal bir yapı olabileceği gibi, legal olarak faaliyet göstermekte olan bir sivil toplum örgütünün sonradan bir suç örgütüne, hatta terör örgütüne dönüşmesi de mümkündür. Bu kapsamda önceden var olan ancak hakkında karar verilmediği için kamuoyu tarafından varlığı bilinmeyen örgütün hukuki varlık kazanması mahkemeler tarafından verilecek karara bağlı ise de örgütün kurucusu, yöneticileri ya da üyeleri; kuruluş tarihinden veya meşru amaçlarla kurulup daha sonra suç örgütüne dönüştüğü andan itibaren ceza hukuku bakımından sorumlu olacaklardır.
Silahlı terör örgütüne üye olma suçunun doğrudan kastla işlenebildiği gözetilerek, hukuki zeminde faaliyet gösteren ve nihai amacını gizli tutması nedeniyle açıkça bilinmeyen yapılara dahil olan örgüt mensuplarından bir kısmının, oluşumun bir terör örgütü olduğunu bilmediklerini iddia etmeleri durumunda, TCK’nın 30. maddesinin birinci fıkrasında yer alan hata hükmü uyarınca değerlendirme yapmak gerekecektir.
5237 sayılı TCK’nın “Hata” başlıklı 30. maddesi üç fıkra hâlinde;
“Fiilin icrası sırasında suçun kanunî tanımındaki maddî unsurları bilmeyen bir kimse, kasten hareket etmiş olmaz. Bu hata dolayısıyla taksirli sorumluluk hali saklıdır.
Bir suçun daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli hâllerinin gerçekleştiği hususunda hataya düşen kişi, bu hatasından yararlanır.
Ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenlere ait koşulların gerçekleştiği hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, bu hatasından yararlanır.” şeklinde düzenlenmiş iken, 08.07.2005 tarihli ve 25869 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5377 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile eklenen; “İşlediği fiilin haksızlık oluşturduğu hususunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişi, cezalandırılmaz” biçimindeki dördüncü fıkra ile son hâlini almıştır.
Maddede çeşitli hata hâlleri düzenlenmiş olup maddenin birinci fıkrasında suçun maddi unsurlarında hataya ilişkin hükme yer verilmiştir.
İkinci fıkra ile, kişinin suçun daha ağır veya daha az cezayı gerektiren nitelikli hâllerinin gerçekleştiği hususundaki hatasından yararlanması öngörülmüş, buna göre, kardeşi olduğunu bilmediği bir kişiyi öldüren failin, kasten öldürme suçunun nitelikli hâllerinden olan kardeşini öldürmekten değil, kasten öldürmenin temel şeklinden sorumlu olacağı, değersiz zannederek değerli bir kolyeyi çalan fail hakkında ise değer azlığı hükmünün uygulanacağı ilke olarak kabul edilmiştir.
Üçüncü fıkrada, ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenlere ait şartların gerçekleştiği konusunda kaçınılmaz bir hataya düşen kişinin, bu hatasından yararlanacağı hüküm altına alınmış olup fıkrada hem hukuka uygunluk sebebinin maddi şartlarında hata, hem de kusurluluğu etkileyen hata hâlleri düzenlenmiştir. Failin bu fıkra hükmünden yararlanabilmesi için bulunduğu durum itibarıyla hatasının kaçınılmaz olması gerekmektedir.
Maddeye 5377 sayılı Kanun’la eklenen dördüncü fıkrada ise kişinin işlediği fiilden dolayı kusurlu ve sorumlu tutulabilmesi için, bu fiilin bir haksızlık oluşturduğunu bilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Buna göre fail, işlediği fiilin haksızlık oluşturduğu konusunda kaçınılmaz bir hataya düşmüşse, diğer bir ifadeyle, eyleminin hukuka aykırı olmadığı, haksızlık oluşturmadığı, meşru olduğu düşüncesiyle hareket etmişse ve bu yanılgısı içinde bulunduğu şartlar bakımından kaçınılmaz nitelikte ise artık cezalandırılmayacaktır. Hatanın kaçınılmaz olduğunun belirlenmesinde, kişinin bilgi düzeyi, gördüğü eğitim, içinde bulunduğu sosyal ve kültürel çevre şartları göz önünde bulundurulacaktır.
Üçüncü ve dördüncü fıkraların uygulanması yönüyle kişinin kaçınılmaz bir hataya düşmesi şartı aranmakta olup hatanın kaçınılabilir olması durumunda kişi kusurlu sayılacak, diğer bir ifadeyle fiilden dolayı sorumlu tutulacak, ancak bu hata temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınacaktır.
Konumuza ilişkin olarak maddenin birinci fıkrasının daha ayrıntılı ele alınmasında fayda bulunmaktadır.
Maddenin birinci fıkrasının gerekçesinde; “Kast, suçun kanuni tanımındaki maddî unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesidir. Bu unsurlara ilişkin bilgisizlik, eksik veya yanlış bilgi sahibi olunması durumu ise, maddî unsurlarda hata olarak adlandırılır. Böyle bir hata kastın varlığına engel olur. Örneğin, kişi vestiyerden kendisininki zannederek başkasının paltosunu alır. Keza, kişi gece karanlığında vahşi bir hayvan zannıyla hareketli bir cisme ateş eder. Ancak, gerçekte bu hareket eden cisim bir insandır ve dolayısıyla; bu insan ölür veya yaralanır. Örnek olarak verilen bu olaylarda failin bilgisi gerçeğe uysaydı; işlediği fiil haksızlık teşkil etmeyecekti. Bu nedenle hata hâlinde kasten işlenmiş bir suçtan söz etmek mümkün değildir.
Fıkrada ayrıca, maddî unsurlarda hata hâlinde, taksirle sorumluluğa ilişkin hükme yer verilmiştir. Buna göre, meydana gelen neticeye ilişkin olarak gerekli dikkat ve özen gösterilmiş olsaydı böyle bir netice ile karşılaşılmazdı şeklinde bir yargıya ulaşılabiliyorsa; taksirle işlenmiş bir suç söz konusu olur. Ancak bu durumda neticenin taksirle gerçekleştirilmesinin kanunda suç olarak tanımlanmış olması gerekir. Bu nedenle, kendisinin sanarak başkasının çantasını alan kişinin yanılgısında taksirin varlığı kabul edilse bile; kanunda hırsızlık fiilinin ancak yararlanma kasdıyla işlenebileceği belirtildiği için; böyle bir olay dolayısıyla ceza sorumluluğu doğmayacaktır. Buna karşılık, av hayvanı zannederek gerçekte bir insana ateş edip onun ölümüne neden olan kişinin bu hatasında taksiri varsa, adam öldürme kanunda taksirle işlenen bir suç olarak da tanımlandığı için, böyle bir olayda fail, taksirle adam öldürme suçundan dolayı sorumlu tutulacaktır…” açıklamalarına yer verilmiştir.
Kast suçun kanuni tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi olup bu unsurlara ilişkin bilgisizlik, eksik ya da hatalı bilgi, maddi unsurlara ilişkin bir hatadır. Bu hatanın kastın varlığına engel olacak düzeyde bulunması hâlinde sanığa ceza verilmeyecektir. Suçun maddi unsurlarına ilişkin hata, eylemin suç teşkil etmesi için bulunması zorunlu hususlara ilişkin bir yanılmadır. Maddenin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde, hata dolayısıyla taksirli sorumluluk hâlinin saklı olduğu belirtildiğinden, taksirle de işlenebilen bir suçun maddi unsurlarında tedbirsizlik ve dikkatsizlik sonucu hataya düşülmesi kusurluluğu ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, gerekli dikkat ve özeni göstermeden gece gördüğü karartıya av hayvanı olduğunu düşünerek ateş eden ve bir kişinin ölümüne neden olan fail, taksirle öldürmeden sorumlu olacaktır.
Öğretide bu konuya ilişkin olarak; “Suçun maddi unsurlarına ilişkin hata, eylemin suç teşkil etmesi için bulunması zorunlu hususlara ilişkin bir yanılmadır. Örneğin, arkadaşını ziyarete giden bir kimsenin, arkadaşının olduğu düşüncesiyle bir başkasının konutuna girmesi.” (Artuk/Gökcen/Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 7. Baskı, s. 522.), “Suçun maddi unsurlarında hata (unsur yanılgısı), müşahhas bir olayda suçun maddi unsurlarına müteallik hususlardaki bilgisizliği, eksik veya yanlış bilgiyi ifade eder. Bir başka ifadeyle, faildeki müşahhas olaya ilişkin tasavvurun gerçekle bağdaşmaması hâlidir. Bu hata, suça ilişkin kastı ortadan kaldırır. Bu hata hâlinde kasten işlenmiş bir haksızlıktan bahsetmek mümkün değildir. Failin bilgisi veya tasavvuru gerçeğe uysaydı; işlediği fiilin bir haksızlık teşkil etmeyeceği muhakkak olmalıdır” (İzzet Özgenç, Türk Ceza Kanunu Gazi Şerhi Genel Hükümler, Seçkin, 1. Baskı, 2005, s. 421.) şeklinde görüşlere yer verilmiştir.
Failin isnat olunan suçun maddi unsurlarına ilişkin hatası esaslı, diğer bir ifadeyle kabul edilebilir bir hata olursa, bu takdirde fail TCK’nın 30. maddesinin birinci fıkrası uyarınca bu hatasından yaralanacak, bunun sonucu olarak yüklenen suç açısından kasten hareket etmiş sayılmayacağından ve suçun taksirle işlenmesi hâli de kanunda cezalandırılmıyor ise CMK’nın 223. maddesinin ikinci fıkrasının (c) bendi gereğince beraatına karar verilmesi gerekecektir.
Ceza Genel Kurulunun 26.09.2017 tarihli ve 956-370 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün, Devletin Anayasal düzenini cebir ve şiddet kullanarak değiştirmek olan nihaî amacını gerçekleştirmek için “mahrem alan” şeklinde örgütlenmesi ve devletin silahlı kuvvetlerindeki unsurları dikkate alındığında gerekli ve yeterli örgütsel güce sahip olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır. Örgütün bu amaç ve yöntemlerini bilen örgüt mensuplarının örgütteki konumları gözetilerek cezalandırılacağı da açıktır. Örgütlenme piramidine göre, beş, altı ve yedinci kat ve kural olarak üç ve dördüncü katlarda bulunan örgüt mensuplarının bu durumda olduklarının kabulü gerekmektedir. Ancak önce dinî bir kült, ardından da terör örgütü hâline dönüşen FETÖ/PDY’nin, başlangıçta bir ahlâk ve eğitim hareketi olarak ortaya çıkması ve genellikle böyle algılanması, örgütün gayrı meşru amaçlarını gizleyip alenen kriminalize olmamaya çalışması ve örgütün kurucusu ve yöneticisi… hakkında Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesince verilen beraat kararının onanarak kesinleşmesi karşısında, özellikle örgütün sözde meşruiyet vitrini olarak kullanılan diğer katlardaki örgüt mensupları tarafından bilinip bilinmediğinin olaysal olarak TCK’nın 30. maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda söz konusu değerlendirme yapılırken, ülke çapında yürütülen soruşturma ve kovuşturmalar, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü ile ilgili dava dosyalarında yer alan belgeler, mahkemelerce karara bağlanan davalar, bu davalarda dinlenen itirafçı sanıkların savunmaları, tanık beyanları ve benzer pek çok kaynakta yer aldığı üzere; örgüt mensubu olan kamu görevlileri tarafından örgütün nihai amacının açıkça ortaya konularak devleti ve hükûmeti açıkça hedef alan terör faaliyetlerinin icra edilmesi, bu faaliyetlerin örgüt liderinin açıklamaları ve basın yayın araçlarıyla üstlenilmesi gibi sansasyonel olayların kamuoyunun gündemini uzunca bir süre meşgul edip yoğun bir şekilde tartışılması hususları gözden kaçırılmamalıdır. Bu nitelikli çok sayıda olay arasında, 7 Şubat 2012 tarihli MİT krizi, gayri hukuki iletişimin dinlenmesi kararları aracılığıyla elde edilmiş hukuka aykırı bulgulara dayandığı ve suç unsurlarının da oluşmadığı gerekçeleriyle kovuşturmaya yer olmadığı kararlarına konu olan 17/25 Aralık 2013 tarihli operasyonlar ile 1 Ocak ve 19 Ocak 2014 tarihli MİT tırlarının durdurulması hadiselerini saymak mümkündür.
Ayrıca Milli Güvenlik Kurulunun 26.02.2014 ve daha sonraki tarihlerde gerçekleştirdiği müteaddit toplantılarında alınan ve kamuoyu ile paylaşılan kararlarda; FETÖ/PDY’nin, milli güvenliği tehdit eden ve kamu düzenini bozan, devlet içerisinde legal görünüm altında illegal faaliyetler yürüten, illegal ekonomik boyutu bulunan, diğer terör örgütleri ile işbirliği yapan bir terör örgütü olduğuna dair değerlendirmelerin yapılması ve bu terör örgütü ile devletin tüm kurum ve birimleri ile birlikte etkin bir mücadele edilmesine dair kararların alınması, aynı tespit ve açıklamaların devlet ve hükûmet yetkililerince de en üst düzeyde benimsenip kamuoyu ile paylaşılması gibi olguların da gözardı edilmemesi gerekir.
II- SANIK HAKKINDAKİ MAHKÛMİYET HÜKMÜNÜN; SANIK MÜDAFİSİNİN 27.02.2019 TARİHLİ, SANIĞIN İSE 08.03.2019 TARİHLİ TEMYİZ DİLEKÇELERİ İLE SANIK MÜDAFİSİNİN TEMYİZ NEDENLERİNİ BİLDİRİR 29.04.2019 TARİHLİ EK DİLEKÇESİNE HASREN VE 5271 SAYILI CMK’NIN 289. MADDESİNDE SAYILAN HUKUKA KESİN AYKIRILIK HÂLLERİ BAKIMINDAN İNCELENMESİ:
1- SAV: Sanık müdafisi; suçüstü hâlinin bulunmadığını, soruşturmanın genel hükümlere göre yürütülemeyeceğini, atılı suçun görev suçu olup yargılamanın Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesince yapılması gerektiğini, atılı suçun görev suçu kapsamında olmadığı değerlendirilse dahi yargılama mercisinin Yargıtay Ceza Genel Kurulunun olması gerektiğini, kovuşturma makamlarının kanun hükmünde kararnameyle değiştirilmesinin ve yargılamanın Yargıtay 9. Ceza Dairesince yapılmasının bu yönüyle de kanuni hâkim ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmüştür. Sanık müdafisinin bu yöndeki temyiz itirazlarıyla bağlantılı olması nedeniyle CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan “Mahkemenin kanuna uygun olarak teşekkül etmemiş olması” ve (d) bendinde yer alan “Mahkemenin kanuna aykırı olarak davaya bakmaya kendini görevli veya yetkili görmesi” hâlleri açısından birlikte değerlendirilmiştir.
Söz konusu hukuka kesin aykırılık hâllerinin değerlendirilebilmesi açısından, konunun geniş bir perspektif içerisinde ve birkaç başlık hâlinde ayrıntılı olarak ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir.
A- Danıştay
Devletin hukuk düzeninin gerçekleştirilmesini ve korunmasını amaçlayan yargı fonksiyonunun, bireylerin kendi aralarında ya da devletle olan hukukî uyuşmazlıklarını kesin olarak çözme niteliğine sahip olması, bu fonksiyonu ifa eden devlet organlarının da buna uygun niteliklerle donatılmasını gerektirmektedir (Bülent Tanör – Necmi Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, 17. Bası, Beta Yayıncılık, İstanbul, Şubat 2018, s. 476.). Nitekim, Anayasa’nın “Yargı Yetkisi” başlıklı 9. maddesinde bu husus “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır.” biçiminde ifade edilmektedir.
Anayasa’nın 142. maddesinde, mahkemelerin kuruluşunun, görev ve yetkilerinin, işleyişinin ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği öngörülmekle birlikte, yargı kollarında yer alan Yüksek Mahkemeler yönünden kanunilik esasının ötesinde bu mahkemelerin niteliklerine, üyelerin ne şekilde atanacağına ya da seçileceğine, görev ve yetkilerinin neler olduğuna dair konular doğrudan doğruya Anayasa’da hüküm altına alınmıştır.
Ülkemizdeki yargı kolları arasında yer alan idari yargı; kural olarak devletin merkez’i idare teşkilatı ve yerinden yönetim kuruluşlarının idarî eylem veya işlemlerinden kaynaklanan davaların çözümlendiği yargı kolu olup teşkilât yapısı idare ve vergi mahkemeleri, bölge idare mahkemeleri ve Danıştay olmak üzere üç derecelidir (Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, 3. Baskı, Ekin Basın Yayın Dağıtım, Ocak 2019, s. 1035.).
Anayasa’nın 155. maddesi uyarınca Danıştay, idari yargı içerisinde Anayasal boyutta bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olarak düzenlenmiştir. Danıştayın yargısal görevleri aynı maddenin birinci fıkrasında; “Danıştay, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Aynı maddenin üçüncü fıkrasında, Danıştay üyelerinin dörtte üçünün, birinci sınıf idari yargı hâkim ve savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından Hâkimler ve Savcılar Kurulunca; dörtte birinin de nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçileceği, beşinci fıkrasında da bu mahkemenin kuruluşunun, işleyişinin, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile üyelerinin niteliklerinin ve seçim usullerinin, idari yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenleneceği öngörülmüştür.
Anayasa’da yer alan bu düzenlemeler doğrultusunda hazırlanan 2575 sayılı Danıştay Kanunu 20.01.1982 tarihli ve 17580 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş, bu Kanun’un 1. maddesinde Danıştayın, Anayasa ile görevlendirilmiş Yüksek İdare Mahkemesi, danışma ve inceleme mercisi olduğu vurgulanmıştır.
Böylelikle, Danıştay’ın Anayasa’da ve 2575 sayılı Kanun’da tanımlanan temel görevleri, fonksiyonları ve bu kapsamda güvence altına alınan yargısal yetkileri dikkate alındığında; genel olarak devlet yapılanmasında, özelde de yargı kolları arasında yer alan son derece özel ve hassas makamlardan biri olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
B- Danıştay Meslek Mensuplarının Hukukî Durumları ve Adli Suçlarıyla İlgili Soruşturma ve Kovuşturma Usulüne Dair 2575 sayılı Danıştay Kanunu ve 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nda Yer Alan Düzenlemeler
Adaletin kendisinin ve dağıtılmasının toplumdaki öneminin bir yansıması olarak hâkimlik mesleği, toplum hayatında her zaman çok önemli bir yere ve göreve sahip olmuştur. Hâkim; bir uyuşmazlığı çözerken, suçluyu tespit edip cezalandırırken, bir hakkı sahibine teslim ederken kişilerin hak ve özgürlüklerine, bireysel ya da toplumsal yaşam alanlarına herkesten çok daha fazla temas edebilmektedir. Yine hâkim, yargılama ve hüküm verme yetkisini kullanırken devlet ile bireyler arasındaki uyuşmazlıkları da çözüme bağlamakta ve bu bağlamda devlet organlarının kullandığı yetkinin hukukiliğini denetleyebilmektedir. Bu nedenle hâkimlik mesleği, özel bir statü olarak Anayasa ile teminat altına alınmıştır. Anayasa’nın 138. maddesinde “mahkemelerin bağımsızlığı”, 139. maddesinde “hâkimlik ve savcılık teminatı” konularında ayrıntılı güvencelere yer verilmiş, 140. maddesinde ise “hâkimlik ve savcılık mesleği” hakkında bu güvenceler doğrultusunda düzenlemeler getirilmiştir.
Hâkimlerin suç işlemeleri hâlinde cezai sorumluluklarının bulunduğu, çağdaş hukuk sistemlerinin ortak kabulüdür. Bir hâkimin göreviyle ilgili ya da kişisel bir suç işlemesi mümkün olup bu durumda kişinin hâkim olması nedeniyle işlediği suçun yaptırımsız kalması düşünülemez. Bu nedenledir ki, hukuk sistemimiz içinde hâkimlerin görevleriyle ilgili ya da kişisel nitelikte işledikleri ve suç oluşturan eylemlere ilişkin Anayasa, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu, 6087 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kurulu Kanunu, 2797 sayılı Yargıtay Kanunu ve 2575 sayılı Danıştay Kanunu gibi kanunlarla kural olarak özel soruşturma ve kovuşturma usulleri ve mercileri öngörülmüştür.
Danıştay meslek mensuplarının hukukî durumları 2575 sayılı Kanun’da düzenlenmiştir. Aynı Kanun’un 3. maddesinde; Danıştay Başkanı, Danıştay Başsavcısı, Danıştay başkanvekili, daire başkanları ile üyelerin “Danıştay Meslek Mensupları”nı ifade ettiği, 4. maddesinde de bu görevlilerin yüksek mahkeme hâkimleri olarak Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve kanunların kendilerine sağladığı teminat altında görev yapacakları belirtilmiştir.
Yine, 2575 sayılı Kanun’un “Ceza Kovuşturması” başlıklı Yedinci Bölümünde, Danıştay meslek mensupları hakkında adli yönden yürütülecek soruşturma ve kovuşturma işlemlerine dair düzenlemelere yer verilmiştir.
Danıştay meslek mensuplarına atılı görev suçları, kişisel suçlar ve ağır cezalık suçüstü hâlinde işlenen suçların soruşturulması ve kovuşturulması usulüyle bu hususlarda görevli ve yetkili makamların belirlenebilmesi açısından, öncelikle konuyla ilgili iç hukukumuzdaki düzenlemelere, bu düzenlemelerde yapılan değişikliklere ve söz konusu değişikliklere hâkim olan ilkelere değinmekte fayda bulunmaktadır.
2575 sayılı Kanun’un “Soruşturma” başlıklı 76. maddesi;
“1- Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyelerin görevlerinden doğan veya görevleri sırasında işlemiş bulundukları suçlardan dolayı, Danıştay Başkanının seçeceği bir daire başkanı ile iki üyeden oluşan bir kurul tarafından ilk soruşturma yapılır.
2- Danıştay Başkanı hakkında soruşturma, kendisinin katılmayacağı Başkanlık Kurulunca seçilecek bir daire başkanı ile iki üyeden oluşan bir kurul tarafından yürütülür.
3. Kurul, soruşturma sonunda düzenleyeceği fezlekeyi ve buna ilişkin evrakı Danıştay Başkanına, soruşturma Danıştay Başkanı hakkında ise fezlekeyi ve evrakı başkanvekiline verir. Bu husustaki dosya Danıştay Başkanı veya vekili tarafından gerekli karar verilmek üzere İdari İşler Kurulu Başkanlığına tevdi edilir. Bu Kurulun vereceği kararlar sanığa ve varsa şikayetçiye tebliğ olunur.
4. Yargılamanın men’i kararı kendiliğinden ve son soruşturmanın açılmasına dair kararlar itiraz üzerine İdari İşler Kurulu Başkan ve üyelerinin katılmayacağı Danıştay Genel Kurulunda incelenir.
5. Danıştay Genel Kurulunun bu toplantılarında yeter sayı en az otuzbirdir. Toplantıda hazır bulunanlar çift sayıda ise en kıdemsiz üye toplantıya katılmaz.
” biçiminde,
Aynı Kanun’un “Soruşturma dosyasının yargı yerlerine gönderilmesi” başlıklı 79. maddesi;
“76 ncı madde gereğince verilen son soruşturmanın açılmasına dair kararlar üst kurulca onanmak veya itiraz olunmamak suretiyle kesinleştikten sonra, soruşturma dosyası, gereği yapılmak üzere Danıştay Başkanı veya vekili tarafından Cumhuriyet Başsavcısına gönderilir.
“,
“Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun uygulanacağı haller” başlıklı 81. maddesi ise;
“1. Yukardaki maddeler hükümlerine göre yapılacak soruşturmalar ile verilecek kararlarda, bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun soruşturmaya ilişkin hükümleri uygulanır.
2. Soruşturma kurulları sorgu hakiminin yetkilerini haizdir.” şeklinde düzenlenmiş olup “Şahsi suçların kovuşturma usulü” başlıklı 82. maddesinin birinci fıkrasında ise, Danıştay Başkanı, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyelerin şahsi suçlarının takibinde Yargıtay Başkanı, Cumhuriyet Başsavcısı ve üyelerinin şahsi suçlarının takibiyle ilgili hükümlerin uygulanacağı öngörülmüştür.
Gelinen noktada, 2575 sayılı Kanun’un 82. maddesinin birinci fıkrasında yapılan atıf nedeniyle, 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun, Danıştay meslek mensuplarına atılı kişisel suçların soruşturma ve kovuşturma usullerinin belirlenmesinde de uygulanması gereken, suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan ve sonradan değiştirilen hükümleriyle, bu hükümlerde yapılan değişikliklere dair gerekçelerin de irdelenmesi gerekmektedir.
Gerek Anayasa’nın 154. gerekse Yargıtay Kanunu’nun 1. maddelerine göre, bağımsız bir yüksek mahkeme olan Yargıtayın kuruluş amacı ve genel görevi, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı mercisine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercisi olup bu bakımdan Yargıtay Dairelerinin ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapması tali bir görevdir. Söz konusu tali görev, Yargıtay Kanunu’nun “Yargıtay Daire ve Kurullarının Görevleri” başlıklı ikinci bölümünde yer alan “Yargıtayın görevleri” başlıklı 13. maddesinin ikinci bendinde; “Yargıtay Başkan ve üyeleri ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ve özel kanunlarında belirtilen kimseler aleyhindeki görevden doğan tazminat davalarına ve bunların kişisel suçlarına ait ceza davalarına ve kanunlarda gösterilen diğer davalara ilk ve son derece mahkemesi olarak bakmak” şeklinde tanımlanmıştır.
Bu doğrultuda, 2797 sayılı Kanun’un “Hukuk ve Ceza Genel Kurullarının Görevleri” başlıklı 15. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca; “Yargıtay Başkan ve üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ile yargılama görevi özel kanunlarınca Yargıtay Genel Kurullarına verilen kişilere ait davaları ilk mahkeme olarak görmek ve hükme bağlamak” Ceza Genel Kurulunun görevleri arasında sayılmışken, suç tarihinden sonra 06.01.2017 tarihli ve 29940 sayılı mükerrer Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 680 sayılı Olağanüstü Hâl Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin (680 sayılı KHK) 4. maddesiyle yapılan ve 7072 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşan düzenlemeyle ilgili fıkrada yapılan değişiklik sonucunda, Yargıtayın ilk derece mahkemesi sıfatıyla baktığı davalarda Genel Kurulların görevi; “İlk derece mahkemesi olarak ilgili dairelerce verilen hükümlerin temyiz yoluyla incelemesini yapmak”la sınırlandırılmış, böylelikle 2797 sayılı Kanun’da ve özel kanunlarda sayılan kişilerin işledikleri kişisel suçlar yönünden Genel Kurulların ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapma yetkisi kaldırılmıştır.
Bu düzenlemeyle bağlantılı olarak, 2797 sayılı Kanun’un, Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin görevleriyle ilgili veya kişisel suçlarından dolayı yapılacak inceleme, soruşturma ve kovuşturma usullerini düzenleyen 46. maddesi de suç tarihi itibarıyla;
“Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin görevleriyle ilgili veya kişisel suçlarından dolayı haklarında soruşturma yapılabilmesi Birinci Başkanlık Kurulunun kararına bağlıdır. Ancak, ağır cezayı gerektiren suçüstü hallerinin hazırlık ve ilk soruşturması genel hükümlere tabidir.
Birinci Başkanlık Kurulu kendisine intikal eden veya ettirilen ihbar ve şikayetleri inceleyerek soruşturma açılmasını gerektirir nitelikte gördüğü takdirde, ilk soruşturma yapılması için ceza dairesi başkanlarından birini görevlendirir. Aksi takdirde dosyanın işlemden kaldırılmasına karar verir. Bu karar kesindir.
Soruşturma ile görevlendirilen başkan, soruşturmayı ikmal ettikten sonra evrakı Birinci Başkanlık Kuruluna gönderir.
Soruşturmayı yapan ceza dairesi başkanı sorgu hakiminin yetkisini haiz olup Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun ilk soruşturmaya ait hükümlerini uygular. Vereceği tutuklama ve tutuklamanın kaldırılması veya kefaletle salıvermeye ait kararları Birinci Başkanlık Kurulunun onaması ile tekemmül eder.
Birinci Başkanlık Kurulu, incelediği evrakı eksik bulursa soruşturmayı yapan başkana tamamlattırır. Son soruşturmanın açılmasına gerek görmediği takdirde evrakın işlemden kaldırılmasına, aksi halde son soruşturmanın açılmasına karar verir ve görevle ilgili suçlarda Anayasa Mahkemesine, kişisel suçlarda Yargıtay Ceza Genel Kuruluna tevdi olunmak üzere dosyayı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderir. Evrakın işlemden kaldırılmasına dair verilen kararlar kesindir.
Sanık, Ceza Genel Kurulunca verilen kararın tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde yeniden incelenmesini isteyebilir.” şeklinde düzenlenmişken, bu maddenin beşinci fıkrasında 680 sayılı KHK’nın 5. maddesiyle değişiklik yapılarak bu kişilerin kişisel suçlarında kovuşturma makamı “Yargıtay Ceza Genel Kurulu” yerine “Yargıtay ilgili ceza dairesi” olarak yeniden belirlenmiş ve maddenin altıncı fıkrası da yürürlükten kaldırılmıştır. Yine bu değişiklik de 7072 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Son olarak, 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesinin yürürlükten kaldırılan altıncı fıkrası bu kez 29.04.2017 tarihli ve 30052 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 690 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin (690 sayılı KHK) 2. maddesiyle yeniden düzenlenmiş ve bu fıkra;
“Ağır ceza mahkemesinin görevine giren kişisel suçlarla ilgili suçüstü halinde genel hükümlere göre yürütülen soruşturma sonucunda dosya, düzenlenen fezlekeyle birlikte Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilir. Hâkim kararı gerektiren işlemlere dair Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının talepleri ile kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlara yapılan itirazlar hakkında, soruşturma konusu suçların en ağırına bakmakla görevli Yargıtay ceza dairesini numara itibarıyla izleyen ceza dairesi başkanı tarafından karar verilir. Suçun son numaralı ceza dairesinin görevine girmesi halinde talebi inceleme yetkisi Birinci Ceza Dairesi Başkanına aittir. Hâkim kararı gerektiren işlemlerde başkanın verdiği kararlara karşı yapılan itirazı numara itibarıyla izleyen ceza dairesi başkanı inceler. Son numaralı daire başkanının kararı, Birinci Ceza Dairesi Başkanı tarafından incelenir. İddianame hazırlanması hâlinde kovuşturma Yargıtay ilgili ceza dairesince yapılır.” biçiminde son hâlini almış, bu düzenleme de 7072 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır.
Söz konusu değişikliklerle birlikte, 2797 sayılı Kanun’un “Dairelerin Görevleri” başlıklı 14. maddesinde yine 680 sayılı KHK’nın 3. maddesiyle yapılan ve 7072 sayılı Kanun’un 2. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşan değişiklik sonucunda bu maddeye “Yargıtayın ilk derece mahkemesi olarak bakmakla görevli olduğu davalarda, iş yoğunluğunun zorunlu kılması halinde Birinci Başkanlık Kurulu bir veya birden fazla daireyi sadece bu işlere bakmak amacıyla görevlendirebilir. Bu durumda, görevlendirilen dairenin bakmakta olduğu işler, bir sonraki takvim yılı beklenmeksizin Birinci Başkanlık Kurulu tarafından başka dairelere verilebilir.” biçiminde (f) bendi eklenmiştir.
2797 sayılı Kanun’un 14 ve 46. maddelerinde yapılan değişiklikler üzerine toplanan Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunca öncelikle 11.07.2017 tarih ve 245 sayı ile; söz konusu düzenlemelere yer verildikten sonra “kovuşturma işlemlerini yürütmek üzere Yargıtay 9. Ceza Dairesinin görevlendirilmesine” karar verilmiş ve bu karar 18.07.2017 tarihli ve 30127 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiş, ardından da aynı Kurul tarafından 03.10.2017 tarih ve 306 sayı ile; “18.07.2017 tarih, 30127 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 11.07.2017 tarihli ve 245 sayılı kararının gereği düşünüldü bölümündeki ‘Yukarıda sayılan düzenlemeler ışığında’ ibaresinden sonra gelmek üzere ‘2797 sayılı Yargıtay Kanunun 46. maddesi uyarınca diğer Dairelerin görev alanına girmeyen kişisel suçlarla ilgili yapılacak” ibaresinin eklenmesine karar verilerek Yargıtayın diğer ceza dairelerinin kendi görev alanlarına giren konularda ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapacakları hususuna açıklık getirilmiş ve Yargıtay ceza daireleri arasında bu konudaki yorum farklılıkları ortadan kaldırılmıştır.
Yargıtay Başkanlık Kurulunca yapılan bu düzenlemelerle, terör suçlarından kaynaklanan davalara ilişkin hem temyiz incelemesi, hem de çok sayıda ilk derece yargılaması yapmakta olan Yargıtay 16. Ceza Dairesinde bu davaların yarattığı iş yoğunluğundan kaynaklanan zorunluluk nedeniyle, bu davalara ve 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesi uyarınca yapılacak yargılamalara konu kişilerin makul sürede yargılanma haklarının korunması amaçlanmıştır. Öte yandan, söz konusu düzenlemeler olağanüstü mahkeme kurulması niteliğinde olmayıp herhangi bir dairenin bakmakla görevli olduğu suç açısından, örneğin sahtecilik suçu açısından yaşanacak bir iş yoğunluğunun getireceği zorunluluk karşısında, ilgili ceza dairesinin bu suçtan dolayı yapacağı ilk derece yargılamalarının da alınacak aynı türden kararlarla başka bir ceza dairesine devredilmesi söz konusu olabilecektir.
2575 ve 2797 sayılı Kanun’larda sayılan kişilerin işledikleri iddia olunan kişisel suçlarla, özellikle bu suçların ağır cezalık suçüstü hâlinde işlenmesi durumuna ilişkin soruşturma ve kovuşturma usullerinde yapılan değişikliklerin gerekçeleri, söz konusu değişikliklere dair ilgili maddeleri sonradan aynen kabul edilerek kanunlaşan 680 ve 690 sayılı KHK’ların komisyon raporlarında açıklanmıştır.
680 sayılı KHK’nın komisyon raporlarında, Yargıtay Birinci Başkanı, birinci başkanvekilleri, daire başkanları, üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ve özel kanunlarda sayılan diğer kişilerin kişisel suçlarına ilişkin kovuşturma makamının “Yargıtay Ceza Genel Kurulu” yerine “Yargıtay ilgili ceza dairesi” olarak değiştirilmesinde; bu kişilerin kişisel suçlarından dolayı yargılanmalarında etkinliği artırmanın amaçlandığı, Yargıtayın ilk derece mahkemesi olarak bakmakla görevli olduğu davalarda, iş yoğunluğunun zorunlu kılması hâlinde Birinci Başkanlık Kurulunun bir veya birden fazla daireyi sadece bu işlere bakmak amacıyla görevlendirebileceğine ilişkin düzenlemeyle de Yargıtayın bu davalardan kaynaklanan iş yükünün hafifletilmesinin hedeflendiği belirtilmiştir.
690 sayılı KHK’nın komisyon raporlarında da, bu KHK ile yapılan söz konusu düzenlemelerle ağır cezalık suçüstü hâllerinde ilgili ceza dairesi tarafından yapılacak kovuşturmalarda Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının soruşturma ve iddianame düzenleme yetkisine açıklık getirildiği, hâkim kararlarının alınma usulü ile bu kararlar ve takipsizlik kararlarına itirazlara bakacak mercilerin belirlendiği ve HSYK Üyeleri hakkında ağır cezalık suçüstü hâlinde genel hükümlere göre yürütülecek soruşturma akabinde yapılacak işlemler bakımından düzenlemeler yapıldığı ifade edilmiştir.
Söz konusu hukuki düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde;
Konumuza ilişkin olarak; Danıştay meslek mensuplarına atılı kişisel suçun suçüstü hâli bulunup bulunmadığına bakılmaksızın CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasında yazılı suçların işlenmesi ya da “ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâli” kapsamında işlenmesi durumunda, soruşturma ya da kovuşturma izinleri alınmasına gerek bulunmaksızın, dolayısıyla 2797 sayılı Kanun’da düzenlenen güvenceler uygulanmaksızın genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesi gerekmektedir.
Öte yandan, 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 46. maddesinin altıncı fıkrasında “ağır cezalık suçüstü hâlinde işlenen kişisel suçlar” bakımından ise kovuşturma makamı açıkça Yargıtayın ilgili ceza dairesi olarak gösterilmiştir.
C- Silahlı Örgüt Suçunun Niteliği, Soruşturma ve Kovuşturma Usul ve Makamlarına İlişkin CMK, 2575 ve 2797 sayılı Kanunlardaki Düzenlemeler Bakımından Bu Suçun Değerlendirilmesi
1) Silahlı Örgüt Suçunun Nitelikleri
a) Genel Olarak
TCK’nın 314. maddesinin birinci fıkrasında yer alan suçları işlemek amacıyla silahlı örgüt kurmak veya yönetmek ya da bu örgüte üye olmak fiilleri, TCK’nın 220. maddesinde düzenlenen “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçuna nazaran daha ağır cezayı gerektiren müstakil suçlar olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla örgütlü suçluluğun özel bir türü olarak öngörülen “silahlı örgüt” suçu ile ihlal edilen ve ceza ile korunan hukukî değer, devletin güvenliğine, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları işlemek için çeteleşerek oluşturulan tehlikeli suç ve suçluluk ortamının giderilmesine ilişkin kamusal yarardır (Zeki Hafızoğulları – Muharrem Özen, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Millete ve Devlete Karşı Suçlar, 1. Baskı, US-A Yayıncılık, Ankara, 2016, s. 398-399.).
Nitekim Yargıtayın istikrar kazanan uygulamalarına göre; devletin güvenliğini, Anayasal düzeni ve bu düzenin işleyişini koruma amacıyla düzenlenen dava konusu suçun, herhangi bir kamu göreviyle bağlantılı ve görevden yararlanılarak işlenmesi zorunlu olmadığı gibi, “özgü suç” niteliği taşımayan bu suç açısından failin memur olması suçun kurucu unsuru da değildir. Dolayısıyla sanığa atılı silahlı terör örgütü üyeliği suçunun kişisel suç niteliğinde olduğu açıktır.
Öte yandan, ağır ceza mahkemesinin görevi, 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle düzenlenmiş olup, bu maddeye göre; “Kanunların ayrıca görevli kıldığı hâller saklı kalmak üzere, Türk Ceza Kanununda yer alan yağma (m. 148), irtikâp (m. 250/1 ve 2), resmî belgede sahtecilik (m. 204/2), nitelikli dolandırıcılık (m. 158), hileli iflâs (m. 161) suçları, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısmının Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (318, 319, 324, 325 ve 332. maddeler hariç) ve 12.4.1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar ile ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve on yıldan fazla hapis cezalarını gerektiren suçlarla ilgili dava ve işlere bakmakla ağır ceza mahkemeleri”nin görevli olduğu hüküm altına alınmıştır. Aynı madde ile Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler de saklı tutulmuştur. Söz konusu düzenleme karşısında, silahlı örgüt suçunun ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçlardan olduğu da anlaşılmaktadır.
b) Suç Teorisi Bakımından Silahlı Örgüt Üyeliği Suçu
ba- Mütemadi Suç Kavramı
Ceza hukuku doktrininde; kendisine bağlı olan hukuki hükümler bakımından önem taşıyan ve hareket tarafından meydana getirilmek veya engel olunmamak suretiyle oluşturulan dış alemdeki değişiklik, “netice” olarak adlandırılmaktadır. Suçun maddi unsuru bakımından dikkate alınacak netice ise sadece suçun kanuni tanımında yer alan, hukukî değer taşıyan dış alemdeki değişikliktir (Sulhi Dönmezer – Sahir Erman, Nazarî ve Tatbikî Ceza Hukuku, Cilt II, 14. Bası, Der Yayınları, İstanbul, 2019, s. 97; Kayıhan İçel – Füsun Sokullu Akıncı – İzzet Özgenç – Adem Sözüer – Fatih. S. Mahmutoğlu – Yener Ünver, Suç Teorisi, 2. Kitap, 2. Bası, Beta Yayınları, Eylül 2000, s. 67.).
Doktrinde suçun sonuç alt unsuru bakımından yapılan ayrımlardan biri; anî ve mütemadi (kesintisiz – sürekli) suç ayrımıdır. Buna göre; hareketten doğan neticenin devam etmeyip derhal sona erdiği suçlara anî suç, neticenin devam ettiği suçlara ise mütemadi suç adı verilmektedir. Bununla birlikte, kesintisiz bir suçun varlığı için suçtan doğan hukuka aykırı durumun yani suçun eserinin bir süre devam etmesi yeterli olmamaktadır. Mütemadi suçta devam eden şey neticenin kendisi olup bu devam ettikçe suç da işlenmektedir. Dolayısıyla, kesintisiz suçlar, bu suçun hukukî konusunu oluşturan hak ve menfaatin ihlâline devam edildiği sürece icra edilmiş olmaktadırlar (Sulhi Dönmezer – Sahir Erman, s. 102). Diğer bir ifadeyle, bu suçların kanunî tanımında gösterilen sonucun her ân yeniden meydana gelmesi, devam etmesi gerekmektedir (Uğur Alacakaptan, Suçun Unsurları, Sevinç Matbaası, Ankara, 1970, s. 48). Alman doktrininde savunulan görüşlerden biri de; mütemadi suçlarda suç tipinde tarif edilen hareketin başlamasıyla suç kural olarak tamamlanmaktaysa da, hukuka aykırı durumun sonlanmasıyla bittiği yönündedir (Bernd Heinrich, Ceza Hukuku Genel Kısım – 1, Cezalandırılabilirliğin Temel Esasları Tamamlanmış ve Teşebbüs Edilen Suçlarda Suçun Yapısı, Editör: Yener Ünver, Adalet Yayınevi, Ankara – 2014, s. 95). Kunter’e göre de, suçun bitme anı tamamlanmasından sonra gelmekte olup bitme anı temadinin bittiği andır (Nurullah Kunter, Suçun Maddi Unsurları Nazariyesi (Hareket – Netice – Sebebiyet Alâkası, İstanbul 1955, s. 94.).
Mütemadi suçun tanımına dair hem diğer yabancı hukuk doktrinlerinde, hem de Türk Hukukunda birlik bulunmamaktadır. Söz gelimi, bu suçlarda hareketin devam ettiği, neticenin devam ettiği, hem hareket hem neticenin devam ettiği ya da hukuka aykırılığın devam ettiği görüşleri öne sürülmektedir (M. Emin Artuk – … Gökcen – M. Emin Alşahin – Kerim Çakır, Ceza Hukuku Genel Hükümler, 11. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara – 2017, s. 267). Nitekim doktrinde Özgenç ve Koca – Üzülmez; neticenin hareketin bir sonucu olduğunu, bu bağlamda, neticenin devamının hareketin sürdürülmesiyle mümkün olduğunu, dolayısıyla mütemadi suçta devam eden şeyin netice değil, esasen suçun kanuni tanımında gösterilen hareket olduğunu, böylelikle mütemadi suçun, kanuni tanımda gösterilen hareketin icrasının devam ettiği suçlar olduğunu ifade etmektedirler (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 13. Bası, Seçkin Yayıncılık, Eylül 2017, s. 176; Mahmut Koca – İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 10. Baskı, Seçkin Yayınları, Eylül 2017, s. 123.).
Bununla birlikte, Alman Yüksek Mahkemesi 4. Ceza Dairesi, vergi suçlarına dair bir kararında mütemadi suçu; “Failin suç unsurlarını muayyen bir müddet devam ettirmek iradesi ile fiili ika etmesi ve iradesinin de buna müteveccih bulunması gerekmektedir” şeklinde; İsviçre Federal Mahkemesi ise; ”Gayri hukuki durumu bertaraf etmek failin iktidarı dahilinde olduğu hâlde, bu duruma nihayet vermediği müddet içinde suç işlenmektedir” şeklinde tanımlamıştır. İsviçre Federal Mahkemesi söz konusu ifadeyle, mütemadi suçta karakteristik olan özelliğin hukuka aykırı durumun devam etmesi olduğunu değerlendirmiştir (Ayhan Önder, Mütemadi Suç, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 29, Sayı: 1-2, 1963, s. 82.).
Mütemadi suçta hukuka aykırı durumun her an yeniden kendini yenilemesi failin iradi davranışının eseri olmalıdır. Dolayısıyla mütemadi suç, failin iradi davranışının kesintiye uğradığı anda işlenmiş olmaktadır. Kural olarak hukuka aykırı duruma son verilmesi anı, kesintinin gerçekleştiği, yani suçun işlendiği andır (Zeki Hafızoğulları – Muharrem Özen, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, 9. Baskı, US-A Yayıncılık, Ankara – 2016, s. 189-190). Bu doğrultuda doktrinde benzer biçimde, mütemadi suçlarda fiilin icrası devam ettiği sürece, fiilin ifade ettiği haksızlığın da işlenmeye devam ettiği, sadece haksız duruma sebebiyet vermenin değil, onun sürdürülmesinin de kanuni tipi gerçekleştirdiği kabul edilmektedir (Mahmut Koca – İlhan Üzülmez, s. 124.).
Mütemadi suçlarda temadinin ne zaman biteceği konusunda farklı ihtimaller gündeme gelebilmektedir. Nitekim suç, söz gelimi mağdurun ölümü gibi doğal nedenlerle sona erebileceği gibi, yine mağdurun kaçması ya da üçüncü kişilerin müdahalesiyle de son bulabilecektir. Diğer yandan, failin eylemine son verebilme iktidarını kaybetmesi de temadinin bitmesine neden olmaktadır. Failin yakalanması veya tutuklanması hâlinde temadinin bitmesi için, bu işlemlerin aynı zamanda onun temadiye son verme olanağını da ortadan kaldırmış olmasına bağlıdır.
bb- Sonuçları Açısından Silahlı Örgüt Üyeliği Suçu
Doktrinde örgüte üye olmakla ilgili çokça tanım yapılmakta olup bu tanımlardan biri de; örgütü kuranlar veya yönetenler dışında kalmakla birlikte, örgütün amaçlarını benimseyerek verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olmak üzere, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmak şeklinde ifade edilmektedir (Vesile Sonay Evik, Cürüm İşlemek İçin Örgütlenme, Prof. Dr. Çetin Özek Armağanı, İstanbul 2004, s. 256 vd.).
Yargıtayın istikrar kazanan uygulamalarına göre de; örgüt üyesi, örgüt amacını benimseyen, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olan ve bu suretle verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olmak üzere kendi iradesini örgüt iradesine terk eden kişidir. Örgüt üyeliği, örgüte katılmayı, bağlanmayı, örgüte hâkim olan hiyerarşik gücün emrine girmeyi ifade etmektedir. Örgüt üyesi örgütle organik bağ kurup faaliyetlerine katılmalıdır. Organik bağ, canlı, geçişken, etkin, faili emir ve talimat almaya açık tutan ve hiyerarşik konumunu tespit eden bağ olup üyeliğin en önemli unsurudur. Örgüte yardımda veya örgüt adına suç işlemede de, örgüt yöneticileri veya diğer mensuplarının emir ya da talimatları vardır. Ancak örgüt üyeliğini belirlemede ayırt edici fark, örgüt üyesinin örgüt hiyerarşisi dahilinde verilen her türlü emir ve talimatı sorgulamaksızın tamamen teslimiyet duygusuyla yerine getirmeye hazır olması ve öylece ifa etmesidir.
Diğer bir ifadeyle, fail açık veya zımni beyanıyla örgütün hiyerarşik yapısı içerisinde yer almayı, bu kapsamda, bu katılımının tek bir fiil için değil sürekli bir hâl almasını, örgütün amacı çerçevesinde verilen emirleri yerine getirmeyi, bu kapsamda kişisel iradesini örgütsel faaliyetlerde örgüt iradesinin emrine terk etmeyi kabul etmiş ise; örgüte üye olma iradesiyle hareket ettiği kabul edilmelidir (Önder Tozman, Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma Suçu, 2. Baskı, Adalet Yayınevi, Ankara – 2017, s. 266; Erkan Sarıtaş, Suç İşlemek Amacıyla Örgütlenme Suçları, (TCK m. 220 – 221), 1. Baskı, On İki Levha Yayıncılık, İstanbul – 2018, s. 465 – 466.).
Örgüt üyesinin, örgütsel eylemlere maddi bir katkı sunmuş olması gerekmemektedir. Bir kimsenin, örgütün emir ve komutası içerisinde yer aldığını bilmesi ve bu çerçevede verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olması, örgüt üyesi olarak kabulü için yeterlidir. Zira emir komuta zinciri içerisinde verilecek görevleri ifaya hazır olmak da asgari düzeyde de olsa örgütün hayatta kalmasına bir katkıyı yansıtmaktadır (Erkan Sarıtaş, s. 474.).
Gerçekten de, suç örgütü, suçun konusunu oluşturan kamu düzeni, kamu barışı ve kamu güvenliği açısından başlı başına bir tehlike oluşturduğundan, suç için örgütlenme fiilleri bağımsız suç tipleri olarak düzenlenmiş olup bu tehlikelilik durumunu ilk kez meydana getiren kişiler örgütün kurucuları ve bu tehlikelilik hâlini yönlendiren kişiler de örgütün yöneticileri iken, örgütsel iradeye boyun eğerek bu tehlikeliliğin devamı ve somut eylemlere dönüştürülmesini sağlayan da örgütün üyeleridir. Dolayısıyla faillerin sürekli bir şekilde örgütsel iradenin emir ve talimatlarını yerine getirmeye hazır olmaları da örgütsel yapının mevcudiyeti yönünden son derece önemli olup ortaya çıkan tehlikeliliğe önemli bir katkı sağlamaktadır.
Doktrinde kabul edilen ortak görüş ve Yargıtay kararlarında istikrar kazanan uygulama; örgüt üyeliği suçunun mütemadi suçlardan olduğu yönündedir. Bu nedenle, suç işlemek amacıyla kurulmuş olan bir örgüte katılma hâlinde suç, örgütün hiyerarşik yapısına bağlılık devam ettiği sürece işlenmeye devam edilmektedir. Dolayısıyla örgütün hiyerarşik yapısına bağlılığın sona erdiği anda temadi bitmektedir (İzzet Özgenç, Suç Örgütleri, 10. Bası, Seçkin Yayıncılık, Ankara – 2017, s. 25). Bu bağlamda örgüte üye olma fiili, örgütün hiyerarşik bünyesine dahil olmakla birlikte tamamlanmakta ise de suç sona ermemekte ve fail, örgüt üyesi olarak kaldığı sürece suç da devam etmektedir (Fatih Yurtlu, Suç İşlemek Amacıyla Örgüt Kurma Suçu (TCK m. 220), Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara – 2013, s. 99; Erkan Sarıtaş, s. 480.).
2) Suçüstü Hâli Kavramı ve Genel Olarak Mütemadi Suçlarda Uygulanması
a) Suçüstü Hâli Kavramı
Genel olarak bir ceza usul hukuku kurumu olarak düzenlenen suçüstü hâli kavramına Anayasa’da ve özel soruşturma ve kovuşturma usullerini düzenleyen birtakım kanunî düzenlemelerde hukukî sonuçlar atfedilmiştir. Bunlardan en önemlisi de, kural olarak adli suçların soruşturulması ve kovuşturulmasında genel hükümlere göre işlem yapılmasını düzenleyen normların uygulanmasını, bazı kamu görevlilerinin ifa ettikleri görevlerin niteliğinden kaynaklanan yasama dokunulmazlığı, hâkimlik teminatı gibi evrensel ilkelerin iç hukuka yansıması olarak öngörülen düzenlemelerle engelleyen güvenceleri ağır cezalık suçlar yönünden ortadan kaldırmasıdır.
5271 sayılı CMK’nın yürürlüğe girmesinden önce suçüstü hâli; 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun (CMUK) “Tevkif, muvakkat yakalama ve salıverme” başlıklı Dokuzuncu Faslında yer alan 127. maddesinin üçüncü fıkrasında; “İşlenmekte olan suç, meşhud suçtur” şeklinde ve “asıl meşhud suç” olarak tanımlanmış, aynı maddenin dördüncü fıkrasında da “Henüz işlenmiş olan suç ile suçun işlenmesinden hemen sonra zabıta veya suçtan zarar gören şahıs yahut başkaları tarafından takib edilerek veya suçun pek az evvel işlendiğini gösteren eşya veya izlerle yakalanan kimsenin işlediği suç” biçiminde “suçüstü karinesi” öngörülmüştü. 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 01.06.2005 tarihli ve 25772 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 18. maddesiyle yürürlükten kaldırılan 3005 sayılı Meşhut Suçların Muhakeme Usulü Kanunu’nda da, suçüstü hâlinde işlenen suçlara ilişkin soruşturma ve kovuşturma usulleri düzenlenmişti.
5271 sayılı CMK’nın “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinin (j) bendinde de ‘Suçüstü hâli’nin benzer şekilde;
“1. İşlenmekte olan suçu,
2. Henüz işlenmiş olan fiil ile fiilin işlenmesinden hemen sonra kolluk, suçtan zarar gören veya başkaları tarafından takip edilerek yakalanan kişinin işlediği suçu,
3. Fiilin pek az önce işlendiğini gösteren eşya veya delille yakalanan kimsenin işlediği suçu” ifade ettiği öngörülmüştür.
Doktrinde suçüstü hâlinin unsurları; belli bir suçun bulunması, failin geniş anlamda yakalanmış olması ve failin suçu işlediği an ile geniş anlamda yakalandığı an arasında uzun sürenin geçmemiş olması şeklinde sayılmaktadır. Geniş anlamda yakalama; failin suçu işlediğinin hiç bir şüpheye yer kalmayacak şekilde objektif ve apaçık belli olması şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak suçüstü hâlinin varlığı için failin özgürlüğünün de kısıtlanmış olması gerekmemektedir. Nitekim yakalama, aynı zamanda failin suçu işlerken görülmesini ifade etmektedir. Bununla birlikte, suç sırasında sanığın yakalanması suçun apaçıklığını ve objektifliğini daha büyük oranda ortaya koyabilmektedir (Halûk Çolak, Türk Hukukunda Suçüstü Yargılaması, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul – 1998, s. 14.).
Suçüstünün apaçıklığı, suç işlenirken hiç bir şüpheye yer olmaksızın failin görülüp işitilmesi ya da tüm duyusal algıların suçüstünün ortaya çıkarılmasına yardımcı olması (Bozulmuş gıdanın koklanarak ya da tadılarak belirlenmesi gibi) şeklinde gerçekleşebileceği gibi, yetkili makamların işlemleriyle de ortaya çıkarılabilmektedir. Bu anlamda, gizli bir suçta yetkili makamlar elde ettikleri bilgi ve belirtilerden bir suçun işlenmekte olduğunu bilebilmekte ya da tahmin edebilmektedirler. Dolayısıyla, suçüstü hâlinin varlığı için failin eyleminin her durumda herkes tarafından gözlemlenebilir olmasına gerek bulunmamakta, bu hususta yalnızca yetkili makamlarca bilgi edinilmiş olması da yeterli olabilmektedir.
Öte yandan, suçüstü hâlinin varlığı açısından hukukî düzenlemelerde açıkça bir zaman sınırı öngörülmediği göz önüne alındığında, bir zaman sınırlaması getirmek mümkün değildir. Bir olayın hangi ana kadar “suçüstü” olarak nitelendirilebileceği, o olayın özelliklerine, işlenen suça, türüne, işlenme biçimine, icra ile yer ve zaman bakımından gerçekleşen illiyet bağına göre takdir edilmelidir.
Suçüstü hâli doktrinde; dar anlamda ve geniş anlamda suçüstü olmak üzere ikili ayrıma tabi tutulmuştur (… Erem, Ceza Usulü Hukuku, 5. Bası, Sevinç Matbaaası, Ankara – 1978, s. 692, 693). Konumuza ilişkin olarak, asıl suçüstü ya da dar anlamda suçüstü; CMK’nın 2. maddesinin (j) bendinde yer alan (1) numaralı alt bentteki “işlenmekte olan suç”u ifade etmektedir.
Hem 1412 sayılı CMUK, hem de 5271 sayılı CMK’da “suçüstü hâli”ne bağlanan en önemli hukuki sonuçlardan biri de; genelde koruma tedbirleri, özelde de yakalama işlemi açısından kendisini göstermektedir. Nitekim, toplum içinde etkileri, tepkileri ve sonuçları gözlenebilen sosyal bir olgu olarak “suçüstü hâli”nde işlenen bir eyleme ve bu eylemi gerçekleştirdiği iddia edilen kişiye yönelik yapılan ilk usul işlemi çoğunlukla yakalama işlemidir.
5271 sayılı CMK’nın “Yakalama ve Yakalanan Kişi Hakkında Yapılacak İşlemler” başlıklı 90. maddesinde bu durum;
“(1) Aşağıda belirtilen hâllerde, herkes tarafından geçici olarak yakalama yapılabilir:
a) Kişiye suçu işlerken rastlanması
b) Suçüstü bir fiilden dolayı izlenen kişinin kaçması olasılığının bulunması veya hemen kimliğini belirleme olanağının bulunmaması” biçiminde düzenlenmiştir.
1412 sayılı CMUK’un 127. maddesinde herkes tarafından yapılabilen yakalama işleminin şartları arasında sayılan asıl meşhud suçta, suçun bu hâlde işlenmesinin yanında failin kaçacağından korkulması veya hüviyetinin hemen tespitinin mümkün olmaması şartlarından biri aranmaktaydı. Ancak 5271 sayılı CMK’nın 90. maddesinin birinci fıkrasının aynı kavrama ilişkin (a) bendinde fiilin işlenmekte olması yeterli görülerek, herkes tarafından yakalama yapılabilmesi için 1412 sayılı CMUK’da öngörülen diğer şartların varlığı aranmamıştır. Söz konusu düzenlemelere göre de; işlenmekte olan bir suç açısından suçüstü hâlinin varlığı için eylemin mutlaka herkes tarafından bilinip görülmesi gerekmemekte olup işlenen suçun niteliğine ve işleniş şekline göre, bu suçtan ve failinden yalnızca yetkili makamlarca bilgi sahibi olunması ve yakalama işleminin doğrudan bu makamlarca yapılması da mümkündür.
b) Mütemadi Suçlarda Suçüstü Hâli
Doktrinde, bir suçun mütemadi suç olmasına bağlanan hukukî sonuçlar daha ziyade; ceza ve usul hukuku açısından, işlenen suçun sayısı, teşebbüs, iştirak, meşru savunma, af, suçun işlendiği yer, zaman, şikâyet ve zamanaşımı gibi hususlar üzerinden ele alınıp değerlendirilmektedir. Ancak, mütemadi suçların suçüstü hâli bakımından da irdelenmesi gerekmektedir.
Doktrinde genel kabul gören görüşe göre; mütemadi suçlar suçüstü hâlinde işlenebilen suçlardır. Dahası, … Erem 1978 yılında, Halûk Çolak da 1998 yılında hazırladıkları eserlerinde, İtalyan CMUK’un 237. maddesinde, temadinin sona erdiği ana kadar mütemadi suçun suçüstü sayılacağı hususunun açıkça belirtildiğini ifade etmişlerdir (… Erem, s. 694; Halûk Çolak, s. 21-22). Gerçekten de, 1930 tarihli İtalyan CMUK’un “Suçüstü” başlıklı 237. maddesinin birinci cümlesinde yer alan “Il reato permanente é flagrante fino a che sia cessata la permanenza.” ibaresi “Mütemadi suçta suçüstü, temadinin sona ermesine kadardır.” anlamına gelmektedir. Nitekim bu yöndeki düzenleme, 1988 tarihli İtalyan CMUK’un “Suçüstü Hâli” başlıklı 382. maddesinin ikinci fıkrasında da “Mütemadi suçta suçüstü hali, temadinin sona ermesine kadar devam eder.” anlamına gelecek şekilde “Nel reato permanente lo stato di flagranza dura fino a quando non è cessata la permanenza.” ibaresiyle yer almaktadır.
Nitekim Türk Hukuk doktrininde de benzer şekilde; mütemadi suçlarda, temadi devam ettikçe suçüstü hâlinin devam ettiği, icra hareketlerinin tamamlanmasının gerekmediği, mütemadi suçu oluşturan icra hareketlerinin bir kısmında, sanığın geniş anlamda yakalanmasının yeterli olduğu, kanuni düzenlemelerde bu konuda bir ayrıma gidilmediği görüşü (Hâluk Çolak, s. 23; Burhan Kuzu, Türk Anayasa Hukukunda ve Muhtelif Kanunlarda Yakalama Müessesesi, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, S. 1-4, 1985, s. 159) ve suçüstü hâlinde temadinin sona ereceği görüşü savunulmaktadır (M. Emin Artuk – … Gökcen – M. Emin Alşahin – Kerim Çakır, s. 268.).
Gelinen noktada, Türk Hukukundaki silahlı örgüt suçuna ve usul hukukuna ilişkin düzenlemelere ayrıca değinilecek olmakla birlikte, faile atılı mütemadi suçun niteliği, suçun işlenme şekli ve geniş anlamda yakalama şartlarının her olayda ayrı ayrı değerlendirilmesi koşuluyla, mütemadi suçlarda genel olarak failin o suça ilişkin devam eden icra hareketlerinin, bu hareketlerin meydana getirdiği hukuka aykırılığın devam ettiğinin, böylelikle o suçun işlenmekte olan bir suç olduğunun ve geniş anlamda yakalama sonucunda somut olayda dar anlamda suçüstü hâlinin var olabileceğinin kabulü gerekmektedir.
Bununla birlikte, objektif olarak suç, ilgili kamu görevlilerine bildirildiği andan sonra suçüstü niteliği kazanmaktadır. Delil ise yargılama makamlarının görevlerini yaparken kullandıkları bir araçtır. Yargılama makamında yer alan hâkim, önüne getirilen delilleri inceleyerek veya kendi araştırması sonucunda bir hükme varmaktadır. Dolayısıyla bir olayın kanıtlanması, ancak hâkim önüne gelmesinde söz konusu olmaktadır. Suçüstü durumu ise hâkim kararından sonra kanıtlanmış ya da kanıtlanamamış olabilmektedir. Bu hususta öncelikle kolektif bir yargılama yapılarak sonuca varılması gerekmektedir. Bu bakımdan suçüstü hâli, başlı başına suçun hukuken kanıtlanması anlamına gelmemektedir.
3) Silahlı Terör Örgütü Üyeliği Suçu Açısından Suçüstü Hâlinin ve Bu Bağlamda Sanığın Hukuki Durumunun Değerlendirilmesi
Ceza Genel Kurulunun 02.07.2019 tarihli ve 312-514 sayılı kararında da belirtildiği üzere;
Özel soruşturma ve kovuşturma usullerine tabi olan kamu görevlileri yönünden bu usullere konu olan hukuki teminatlardan faydalanmalarını engelleyen suçüstü hâli, hukuki sonuçları itibarıyla öncelikle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin (İHAS) 5. maddesinde ifadesini bulan özgürlük ve güvenlik hakkı ile bağlantılı bir kurum olmakla birlikte, uygulandığı kişinin hâkim veya Cumhuriyet savcısı olması durumunda, söz konusu hakkın yanı sıra evrensel nitelikteki hâkimlik teminatı ilkesi bağlamında sonuçlar doğuran bir özellik de taşımaktadır. Dolayısıyla suçüstü kurumunun somut olayda uygulanma koşullarının var olup olmadığına dair yorumlarda, söz konusu hak ve ilkeler bağlamında son derece özenli davranılması gerekmektedir.
Yüksek mahkeme üyeleri dışında görev yapan birinci sınıfa ayrılmış ya da birinci sınıf bazı hâkim ve Cumhuriyet savcıları hakkında yerel Cumhuriyet Başsavcılıklarınca 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 93 ve 94. maddeleri gereğince genel hükümlere göre yürütülen soruşturma sonucunda düzenlenen iddianamelerle; ağır ceza mahkemesinin görevine giren ve suçüstü hâlinde işlendiği değerlendirilen silahlı terör örgütüne üye olma, Anayasa’yı ihlal, cebir ve şiddet kullanarak Türkiye Büyük Millet Meclisini ve Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etme suçlarından cezalandırılmaları istemiyle yerel mahkemelere açılan davaların hangi mercide görüleceğine ilişkin yerel mahkemeler ile ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay arasında ortaya çıkan olumsuz görev uyuşmazlığının çözümlenmesi amacıyla dosyaların gönderildiği Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 10.10.2017 tarihli ve 998-388 sayılı ile benzer uyuşmazlığa ilişkin diğer kararlarında istikrarlı olarak “mütemadi suçlardan olan silahlı terör örgütüne üye olma suçunda, daha önce örgütün kendisini feshetmesi, kişinin örgütten ayrılması gibi bazı özel durumlar hariç olmak üzere kural olarak temadinin yakalanma ile kesileceği, dolayısıyla suçun işlendiği yer ve zaman diliminin buna göre belirlenmesi gerektiği, bu nedenle silahlı terör örgütüne üye olma suçundan şüpheli konumunda bulunan hâkim ve Cumhuriyet savcıları yakalandıkları anda ‘ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâli’nin mevcut olduğu ve 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesi gereğince soruşturmanın genel hükümlere göre yapılacağı anlaşılmaktadır” sonucuna ulaşılmıştır. Söz konusu kararlara konu uyuşmazlığın ana eksenini, sanıklara atılı suçun görev suçu mu yoksa kişisel suç mu olduğunun belirlenmesi oluşturduğundan, bu kararlarda mütemadi suç ve suçüstü hâliyle ilgili açıklamalara yalnızca bu kavramların uyuşmazlıkla bağlantısıyla orantılı olarak değinilmiştir.
Gelinen noktada, sanık müdafisinin olayda sanık yönünden suçüstü hâlinin bulunmadığına dair usuli itirazıyla ve bu itirazla bağlantılı diğer hususlarla ilgisi bakımından, 15.07.2016 tarihli darbe teşebbüsünden sonra, FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne üye olduğu iddiasıyla hakkında genel hükümlere göre soruşturma yürütülen ve Yargıtay 9. Ceza Dairesinde aynı suçtan kamu davası açılan Anayasa Mahkemesi eski Üyesi Alparslan Altan’ın, benzer olayda kendisi ve atılı suç yönünden suçüstü hâlinin bulunmadığına ve tutuklamanın bu yönüyle hukukî olmadığına dair yaptığı bireysel başvuru sonucunda İnsan Hakları Avrupa Mahkemesince (İHAM) verilen kararın da irdelenmesi gerekmektedir.
Benzer olayda başvurucunun, hakkında genel hükümlere göre soruşturma yürütülmek suretiyle, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 16. maddesinde düzenlenen ve Anayasa Mahkemesi Başkan ve üyeleri hakkındaki adli soruşturmalar bakımından 6087 ve 2797 sayılı Kanun’larda öngörülen teminatlarla aynı doğrultudaki hukuki teminatlardan usule aykırı olarak yararlandırılmadığına dair başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesince 11.01.2018 tarih ve 15586 sayı ile; bu hususta bir ihlalin olmadığı ve başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle kabul edilemez olduğuna karar verilmiştir.
Başvurucu Alparslan Altan’ın sonrasında İHAM’a yaptığı bireysel başvuruda, olayda ağır cezalık suçüstü hâlinin bulunmadığı, bu nedenle hâkimlik teminatından yararlandırılmayarak yapılan yakalama, gözaltı ve tutuklama kararlarının hukukî olmadığına dair iddiayı inceleyen İHAM 16.04.2019 tarihli ve 12778/17 Başvuru numaralı kararında bu hususa ilişkin olarak;
“…
104.  Mahkeme, başvuranın 16 Temmuz 2016 tarihinde yakalandığını ve aynı gün gözaltına alındığını, daha sonra 20 Temmuz 2016 tarihinde silahlı terör örgütü üyesi olmak şüphesiyle tutuklandığını ve 6 Mart 2019 tarihinde aynı suçtan mahkûm edildiğini gözlemler.
105.  Başvurunun konusu, başvuranın ilk tutukluluğu olduğu için belirlenmesi gereken birinci husus, söz konusu zamanda Anayasa Mahkemesi üyesi olan başvuranın, 16 Temmuz 2016 tarihinde yakalandıktan sonra 20 Temmuz 2016 tarihinde tutuklanmasının, Sözleşme’nin 5 § 1 maddesi ile gerekli kılındığı üzere, ‘yasayla öngörülmüş bir usule uygun’ olup olmadığının belirlenmesidir. Başvuranın tutukluluğunun 5 § 1 madde amaçları dâhilinde ‘hukuka uygun’ olup olmadığını ve özgürlüğünden mahrumiyetinin ‘yasa ile öngörülen bir usul uyarınca’ olup olmadığının belirlemek için Mahkeme, ilk olarak, başvuranın tutukluluk halinin Türk hukukuna uygun olup olmadığını inceleyecektir.
106.  Mahkeme, taraflar arasında şu hususun ihtilaf konusu olmadığını belirtir: başvuran, ilgili mevzuat kapsamında Anayasa Mahkemesi üyelerine verilen güvencelere karşın, CMK’nın 100 ve devam maddeleri gereğince yakalanıp gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır. Tarafların iddiaları ve görüş ayrılıklarına ilişkin husus ise olayların meydana geldiği esnada Anayasa Mahkemesi üyesi olan ve bu itibarla özel bir statüye haiz olan başvuranın genel hükümler uyarınca tutuklanmasının ‘hukukun kalitesi’ (quality of the law) ilkesini karşılayıp karşılamadığıdır.
107.  Mahkeme, başvuranın bu husustaki iddiasını Anayasa Mahkemesi önünde dile getirdiğini ve Anayasa Mahkemesinin de Yargıtay içtihadına atıfta bulunarak mevcut davada genel hükümler uyarınca uygulanan tutukluluk tedbirinin ilgili mevzuata uygun olduğu tespitinde bulunduğunu gözlemler. Anayasa Mahkemesine göre, Anayasa ile 6216 sayılı Yasa gereğince Anayasa Mahkemesi üyelerine tanınan usuli güvencelere rağmen, soruşturma makamlarının ‘başvurana isnat edilen silahlı terör örgütü üyeliği suçunun suçüstü hâli olduğuna ilişkin tespitinin olgusal ve yasal dayanaktan yoksun olduğu sonucuna varılamaz’ (bk. yukarıdaki 42. paragraf).
108.  Mahkeme, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının düzenlediği 16 Temmuz 2016 tarihli dokümanda anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etme suçundan da bahsedilmiş olmasına rağmen, başvuranın 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimiyle alakalı bir suç işlerken yakalandığı veya bu nedenle tutuklandığına dair herhangi bir iddia olmadığını dikkate alır. Aslında, anayasal düzeni yıkmaya teşebbüs etme suçu, başvuranın daha sonra ifadesini alan ve tutuklanmasına karar veren ilgili sulh ceza hâkimi tarafından dikkate alınmamıştır (bk. yukarıdaki 19-20. paragraflar). Başvuran bu nedenle, temelde, soruşturma makamları ve Türk mahkemelerince darbe girişimini düzenleyen silahlı terör örgütü olarak kabul edilen bir yapı olan FETÖ/PDY üyesi olma şüphesiyle özgürlüğünden mahrum bırakılmıştır. Anayasa Mahkemesi, bu hususların, soruşturma makamlarının suçüstü hâlinin mevcut olduğuna ilişkin tespitinin olgusal ve yasal dayanağını teşkil ettiğine hükmetmiştir. Anayasa Mahkemesi, bu sonuca varırken, Yargıtay’ın ilgili içtihadına atıfta bulunmuştur (bk. yukarıdaki 42. paragraf).
109.  Bu bağlamda Mahkeme, 10 Ekim 2017 tarihinde verdiği öncü kararda Yargıtay Ceza Genel Kurulunun, silahlı bir örgüte üye olmak şüphesiyle yakalanan hâkimler açısından suçüstü hâlinin söz konusu olduğu yönünde karar verdiğini dikkate alır (bk. yukarıdaki 63. paragraf). Bu öncü kararda, suç örgütü üyeliği şüphesi bulunan davalarda, yargı mensubu üyesi olan şüphelinin suçüstü hâli mevcut olduğu gerekçesiyle tutuklanması için CMK 100. maddede belirtilen koşulların karşılanmasının yeterli olduğu belirtilmiştir. Suçüstü hâli kavramının, başvuran tutuklandıktan uzun bir süre sonra yapılan bu yeni yargısal yorumunda, Yargıtay’ın mütemadi suçlara ilişkin yerleşik içtihadı temel alınmıştır.
110.  Bu bağlamda, Mahkeme, çoğu kez belirttiği üzere, ulusal hukukun yorumlanması ve uygulanması konusunda asli sorumlu olan ulusal mahkemelerin yaptığı iddia edilen olgusal veya hukuki hataları değerlendirirken sınırlı yetkisi bulunduğunu dile getirir. Ulusal mahkemelerin yorumu keyfi olmadığı veya açıkça makul olduğu sürece (bk. Anheuser-Busch Inc./Portekiz [BD], no. 73049/01, § 86, İHAM 2007-I), Mahkemenin rolü, yapılan yorumun etkilerinin Sözleşme ile uyumlu olup olmadığını tespit etmekle sınırlıdır (bk. Waite and Kennedy/Almanya [BD], no. 26083/94, § 54, İHAM 1999-I, ve Rohlena/Çek Cumhuriyeti [BD], no. 59552/08, § 51, İHAM 2015). Mahkemenin, bu nedenle, önündeki davalarda ulusal hukukun yorumlanma ve uygulanma şeklinin Sözleşme’ye uygun olup olmadığını incelemesi gereklidir (bk., mevcut davaya uygulanabildiği ölçüde, Assanidze/Gürcistan [BD], no. 71503/01, § 171, İHAM 2004-II).
111. Bu hususta Mahkeme, genel olarak, yerel mahkemelerin yürürlükteki yasal hükümlere ters düşen istisnaları içtihatlarına dâhil etmeleri halinde yasal kesinlik ilkesinin tehlikeye düşebileceğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda Mahkeme, CMK’nın 2. maddesinin, suçun işlendiği esnada ya da işlendikten hemen sonra tespit edilmesi durumuyla bağlantılı olan suçüstü (in flagrante delicto) kavramının klasik bir tanımına yer verdiğini gözlemlemektedir. Bununla birlikte, yukarıda belirtilen Yargıtay içtihadına göre, CMK’nın 100. maddesi uyarınca, bir suç örgütüne üye olma şüphesi, herhangi bir fiili unsur veya devam eden cezai bir eylem belirtisine ihtiyaç duyulmaksızın suçüstü olarak nitelendirme bakımından yeterli görülebilir.
112. Mahkemeye göre bu, suçüstü kavramının kapsamlı bir yorumu olup, söz konusu kavramın genişletilmesi sonucunda, bir suç örgütüne dâhil olduğundan şüphelenilen hâkimlerin, Türk hukukunun yargı mensuplarına tanıdığı yargısal korumalardan (Anayasa Mahkemesi üyesi olan başvuran da 6216 sayılı Kanun uyarınca söz konusu korumaya tabidir) mahrum bırakılması durumu ortaya çıkar. Sonuç olarak, mevcut davadakine benzer koşullarda, bu kavramın geniş bir şekilde yorumlanması, yürütme organının müdahalelerine karşı yargı mensuplarına sağlanan usule ilişkin güvenceleri etkisiz hale getirmektedir.
113. Mahkeme, bu tür bir yargısal korumanın, hâkimlere, şahsi menfaatleri için değil, görevlerini bağımsız bir şekilde ifa edebilmelerini güvence altına almak amacıyla sağlandığını gözlemlemektedir (bk. yukarıda 102. paragraf). Hükümetin de haklı olarak belirttiği gibi, böyle bir koruma cezadan muaf olma anlamına gelmemektedir. Söz konusu korumanın amacı, genel olarak yargı sisteminin, özel olarak da yargı mensuplarının, adli görevlerini yerine getirirken yargı dışındaki organların ve hatta denetim görevi ifa eden hâkimlerin yasal olmayan kısıtlamalarına maruz kalmalarını engellemektir. Bu bağlamda, Türk mevzuatının, Anayasa’da ve 6216 sayılı Kanun’da yer alan güvencelerin gözetilmesi koşuluyla, Anayasa Mahkemesi üyelerinin tutuklanmaları konusunda bir yasaklama öngörmediğini kaydetmek gerekir. Nitekim söz konusu Kanun’un 16. ve 17. maddelerinde öngörülen usul uyarınca, yargısal dokunulmazlık Anayasa Mahkemesi tarafından kaldırılabilmekte, kovuşturma açılabilmekte ve tutuklu yargılama gibi önleyici tedbirler uygulanabilmektedir.
114. Bunun yanı sıra, Mahkeme, Yargıtay’ın 10 Ekim 2017 tarihli kararından hareketle (bk. yukarıda 63. paragraf), Yargıtay’ın devam eden suç kavramına ilişkin yerleşik içtihadında, CMK’nın 2. maddesinde öngörüldüğü üzere geçerli bir cezai eylemin varlığını temsil eden suçüstü kavramının kapsamının genişletilmesinin nasıl haklı görülebildiğini anlayabilmiş değildir (bk. yukarıda 52. paragraf). Yargıtay’ın önceki kararlarına bakıldığında, devam eden suçların mahiyetlerinin, ceza mahkemelerinin yargı yetkisinin ve bu tür davalarda kovuşturma bakımından süre kuralının uygulanabilirliğinin belirlenmesi amacıyla böyle bir yaklaşımı benimsediği anlaşılmaktadır (bk. Yukarıda 60-62. paragraflar).
115. Yukarıdakiler ışığında Mahkeme, ulusal mahkemelerin suçüstü kavramının kapsamını genişletmelerinin ve mevcut davada iç hukuku uygulamalarının, sadece yasal kesinlik ilkesi bağlamında bir sorun teşkil etmediği (bk. yukarıda 103. paragraf), aynı zamanda bariz bir şekilde mantıksız olduğu kanaatine varmıştır.
Dolayısıyla, başvuranın Anayasa Mahkemesi üyelerine sağlanan usule ilişkin güvencelerden mahrum bırakılmak suretiyle, CMK’nın 100 maddesi uyarınca tutuklanması, Sözleşme’nin 5 § 1 maddesi gereğince kanunda öngörülen bir usul doğrultusunda gerçekleştirilmemiştir” sonucuna varmıştır.
Burada öncelikle ifade etmek gerekir ki; doktrinde suç niteliğine dair veya başkaca bir ayrım yapılmaksızın, mütemadi suçların salt işlenmeye devam eden suçlardan olduğu gerekçesiyle bu suçlarda suçüstü hâlinin bulunduğuna dair görüşlerin de mevcut olması bir yana, bu genel kabulün haricinde öncelikle değinilmesi gereken husus; örgüt üyeliğine ilişkin genel açıklamalarda da belirtildiği üzere, örgüt üyeliğinin varlığı için failin delillendirilebilir somut hareketleriyle örgütün hiyerarşik yapısına kendi iradesini sürekli olarak teslim etmesinin yeterliliğidir. Dolayısıyla, kişinin gizli bir yapılanma ve somut tehlike suçu niteliğindeki suç örgütünün üyesi olduğunu her an suç teşkil eden başkaca eylemlerle göstermesine gerek olmadığı gibi bu yöndeki eylemleri zaten ayrı bir suçu oluşturacak ve bu suçları işlerken yakalanması hâlinde o suçlar yönünden de suçüstü hâli gündeme gelecektir. Diğer yandan, failin suç örgütü üyesi olduğuna dair yetkili makamlarca şüphe oluşturan delil ya da delillere ulaşılması ve failin örgüt üyeliğindeki devamlılığın o anki delillere göre saptanması durumunda, örgütün kendisini feshettiğine ya da failin örgütten ayrıldığına dair başkaca delile ulaşılamaması hâlinde, failin örgüt üyeliği hususundaki icra hareketlerine devam ettiğinin, böylelikle bu durumdan bilgisi olan yetkili makamlarca faile CMK’nın 2. maddesinin (j) bendinin birinci alt bendi ve 90. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca bu suçu işlerken rastlandığının, dolayısıyla görünüşteki haklılık unsuru gereğince suçüstü hükümleri doğrultusunda fail hakkında işlem yapılabileceğinin kabulünde hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Burada failin cezai eyleminin muhakkak herkes tarafından görülmesi gerekmemekte, yakalama anı itibarıyla örgüt üyeliğinin sürekliliğine dair icra hareketlerinin devam ettiğinin ve failin örgütten ayrılmaya dönük bir eyleminin bulunmadığının yetkili makamlarca bilinmesi yeterlidir. Bunun ötesinde, failin gerçekte örgüt üyesi olup olmadığı veya hakkında CMK’nın 100. maddesinde öngörülen tutuklama şartlarının bulunup bulunmadığı ise farklı bir durumdur. Fail soruşturma evresinde sunacağı deliller doğrultusunda tutuklanmayacağı ya da adli kontrole dahi tabi tutulmayabileceği gibi kovuşturma evresinde hakkında beraat kararı da verilebilecektir.
Diğer yandan, Danıştay Başkanlık Kurulunun 17.07.2016 tarihli ve 2016/27 sayılı kararında; aralarında sanığın da bulunduğu bazı Danıştay Üyeleri hakkında genel hükümlere göre başlatılıp yürütülen adli soruşturmanın Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca idari yönden gereği için Danıştay Başkanlığına bildirilmesi sonucunda; bu kişilerin görevlerine devamlarının soruşturmanın selametini ve Danıştay’ın itibarını zedeleyecek nitelikte olduğu değerlendirilerek görev yaptıkları dairelerdeki görevlerinin sonlandırılmasına ve disiplin işlemleri için Yüksek Disiplin Kuruluna sevklerine karar verildiği, böylelikle, içeriği itibarıyla bu kararda sanık hakkında ağır cezalık suçüstü hâlinde kişisel bir suç işlediği iddiasıyla genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesinin usule uygun olduğunun kabul edildiği gözden uzak tutulmamalıdır.
İHAM tarafından Yargıtayca hukuka aykırı olarak geniş yorumlandığı sonucuna varılan suçüstü hâline ilişkin değerlendirmenin salt Yargıtayın yorumundan mı ibaret olduğu, aksi hâlde söz konusu yorumun, konumuza ilişkin olarak iç hukukumuzda yürürlükten kaldırılan ve hâlen yürürlükte bulunan düzenlemelerle de uyumlu olup olmadığının irdelenmesine gelince;
01.06.2005 tarihinde yürürlükten kaldırılmakla birlikte, suçüstü hâlinde işlenen suçlara ilişkin soruşturma ve kovuşturma usullerini düzenleyen 3005 sayılı Meşhud Suçların Muhakeme Usulü Kanunu’nun 1. maddesi;
“Faili suçu işlediği sırada veya pek az sonra yakalanan:
A) Ağır ceza mahkemesinin vazife gördüğü yerlerdeki belediye sınırları içinde işlenen ağır cezalı meşhud cürümler;
B) Asliye teşkilatı olan yerlerdeki belediye sınırları içinde ve panayırlarda işlenen ağır ceza mahkemelerinin vazifeleri dışındaki meşhud cürümlerle Türk Ceza Kanununun 529, 534, 536, 537, 539, 545, 547, 548, 551, 565, 567, 568, 571, 572, 573, 574, 575 ve 576 ncı maddeleri ile 540 ncı maddenin ikinci fıkrasında yazılı meşhud olarak işlenen kabahatlar hakkında takip ve duruşma bu Kanun hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
Bununla birlikte, yine yürürlükten kaldırılan 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’nun Ek 1. maddesinde;
“1) Anayasa’da yer alan temel hak ve hürriyetlere ideolojik amaçlarla, Devletin Ülkesi ve Milletiyle bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanılarak nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak maksadiyle işlenen suçlarla, bunlara murtabıt suçları;
2) Türk Ceza Kanununun 179, 180, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü fıkraları ayrı olmak üzere 188, 201, 254, 255, 256, 257 ve 264 üncü maddelerinde veya 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Hakkındaki Kanunun değişik 12 nci yahut aynı Kanunun ek maddesinin, birinci bendinde yazılı suçlar;
İşleyenler hakkında yapılacak soruşturma ve kovuşturmalar, 3005 sayılı Kanunun 1 inci maddesinin (A) bendindeki mahal ve aynı Kanunun 4 üncü maddesinde yazılı zaman kayıtlarına bakılmaksızın, bahis konusu kanun hükümlerine göre yapılır.” düzenlemesine yer verilmiştir.
Bu düzenlemeler doğrultusunda, uyuşmazlık konusuyla bağlantılı olarak, terör suçları bakımından yürütülecek soruşturma ve kovuşturma işlemlerinde suçüstü hükümlerine göre işlem yapılması öngörülmekteydi.
Diğer yandan, özel soruşturma ve kovuşturma usulleri öngören düzenlemelerden; yasama dokunulmazlığına ilişkin Anayasa’nın 83. maddesi, hâkim ve Cumhuriyet savcılarına ilişkin 2802 sayılı Kanun’un 94. maddesi, Hâkimler ve Savcılar Kurulunun seçimle gelen üyelerine ilişkin 6087 sayılı Kanun’un 38. maddesi, 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesi ile diğer kamu görevlilerine ilişkin 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun’un 2. maddesinde “ağır cezalık suçüstü hâli” ortak bir kavram olarak kullanılmaktadır. Aynı kavram, suç tarihinden sonra 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesine 680 sayılı KHK ile eklenen ve 7072 sayılı Kanun’la aynen kabul edilerek kanunlaşan altıncı fıkrada da yer almaktadır. İç hukuk düzenlemesi niteliğinde olan ve kişisel suçları nedeniyle Yargıtayın yargılayacağı kişilere yönelik bu düzenlemeyle de, 15.07.2016 tarihinden sonra haklarında örgütlü suçluluk nedeniyle ağır cezalık suçüstü hükümlerine göre işlem yapılan bu kişiler hakkında yetkili makamlarca uygulanan genel hükümlerin ve dolayısıyla fiili durumun suçüstü hâliyle uyumlu olduğu öngörülerek bu doğrultuda yapılacak soruşturma ve kovuşturma işlemleri hüküm altına alınmıştır.
Açıklanan nedenlerle, genelde mütemadi suçlarda temadinin yakalama ile kesileceğine ve o anda suçüstü hâlinin var olduğuna, özelde de olumsuz görev uyuşmazlıklarına konu kararlarda FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla yakalanan hâkim ve Cumhuriyet savcıları yönünden suçüstü hâlinin bulunduğuna dair Yargıtayca varılan kanaat salt suçüstü hâlinin yargısal, mantıksız ve keyfî yorumuna değil, doktrindeki görüşlere, örgütsel suçluluğun teorisine, dahası ve en önemlisi, yasama organınca istikrarlı ve birbiriyle uyumlu olarak hüküm altına alınan iç hukuk düzenlemelerine dayanmaktadır. Varılan sonuç sonrasında Anayasa Mahkemesince de benimsenmiştir.
İHAM’ın anılan ihlal kararında ise konunun yalnızca Yargıtayın yorumu üzerinden irdelendiği, bu yorumun aynı zamanda 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesinde yapılan ve kanunlaşan düzenlemelere dayandığının ve bu düzenlemelerle uyumlu olduğunun dikkate alınmadığı ve söz konusu kararda, ülkenin milli egemenliğini temsil eden yasamanın bu düzenlemelerinin İHAS’a ve evrensel hukuk ilkelerine aykırılık teşkil edip etmediği hususunda değerlendirme yapılmadığı görülmektedir.
Uyuşmazlığın çözümünde ayrıca, mütemadi suç ve suçüstü hâli kavramlarından, bu kavramların yukarıda belirtilen hukuki dayanaklarından ve söz konusu kavramların somut olaya uygulanma koşullarından bağımsız olarak; başlı başına suçun niteliği dikkate alınarak failler hakkında özel soruşturma usullerinin uygulanmasına yasal düzenlemelerle bir istisna getirilip getirilmediği hususuna da değinmek gerekmektedir.
Mülga 2845 sayılı Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Görev” başlıklı ikinci bölümünün “Devlet güvenlik mahkemelerinin görevleri” başlıklı 9. maddesi; “Devlet Güvenlik Mahkemeleri aşağıdaki suçlarla ilgili davalara bakmakla görevlidir.
a) Türk Ceza Kanununun 125 ila 139 uncu maddelerinde; 146 ila 157 nci maddelerinde; 161, 168, 169, 171, 172, 174 üncü maddelerinde; 312 nci maddenin 2 nci fıkrasında; (…); 499 uncu maddenin ikinci fıkrasında yazılı suçlar,

Yukarıda belli edilen suçları işleyenler ile bunların suçlarına iştirak edenler, sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanırlar.
Ancak, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile savaş ve sıkıyönetim hali dahil Askeri Mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.” şeklindedir.
“Soruşturma usulü” başlıklı 10. maddesinde;
“…Bu Kanun kapsamına giren suçlar hakkında, suç görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılıklarınca doğrudan doğruya takibat yapılır.
Devlet Güvenlik Mahkemelerinin görevine giren suçların hazırlık soruşturmasında Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 154, 156 ncı maddeleri hükümleri saklıdır.” hükmü yer almaktadır.
Mülga 1412 sayılı CMUK’nın 154. maddesi Cumhuriyet savcısının adli görevde doğrudan dava açmasını düzenlemekte ve zabıta amirleri hakkında da hâkimlerin tabi olduğu usul hükümlerinin uygulanacağı, vali, kaymakam ve nahiye müdürleri hakkında ise memurun muhakematı hükümlerinin uygulanacağını düzenlemekteydi.
5271 sayılı CMK’nın 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi ile ilga edilen 250. maddesi;
” (1) Türk Ceza Kanununda yer alan;
a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti suçu veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu,
b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeler hariç),
Dolayısıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür.
(2) Gelen iş durumu göz önünde bulundurularak birinci fıkrada belirtilen suçlara bakmakla görevli olmak üzere, aynı yerde birden fazla ağır ceza mahkemesi kurulmasına, Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca karar verilir. Bu hâlde, mahkemeler numaralandırılır. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
(3) Birinci fıkrada belirtilen suçları işleyenler sıfat ve memuriyetleri ne olursa olsun bu Kanunla görevlendirilmiş ağır ceza mahkemelerinde yargılanır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile (…) askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.”,
Aynı Kanun’un 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi ile ilga edilen “Soruşturma” başlıklı 251. maddesi ise;
(1) 250 nci madde kapsamına giren suçlarda soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu suçlar görev sırasında veya görevden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet Başsavcılığınca 250 nci madde kapsamındaki suçlarla ilgili davalara bakan ağır ceza mahkemelerinden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
(2) 250 nci madde kapsamına giren suçların soruşturması ve kovuşturması sırasında Cumhuriyet savcıları, hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları, varsa Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu işlerle görevlendirilen ağır ceza mahkemesi üyesinden, aksi halde yetkili adlî yargı hâkimlerinden isteyebilirler.
(3) Soruşturmanın gerekli kıldığı hâllerde suç mahalli ile delillerin bulunduğu yerlere gidilerek soruşturma yapılabilir. Suç, ağır ceza mahkemesinin bulunduğu yer dışında işlenmiş ise Cumhuriyet savcısı, suçun işlendiği yer Cumhuriyet savcısından soruşturmanın yapılmasını isteyebilir.
(4) Suç askerî bir mahalde işlenmiş ise, Cumhuriyet savcısı ilgili askerî savcılıktan soruşturmanın yapılmasını isteyebilir. Üçüncü fıkraya göre soruşturma yapmak üzere görevlendirilen Cumhuriyet savcıları ile askerî savcılıklar, bu soruşturmayı öncelikle ve ivedilikle yaparlar.
(5) 250 nci madde kapsamına giren suçlarda, yakalananlar için 91 inci maddenin birinci fıkrasındaki yirmidört saatlik süre kırksekiz saat olarak uygulanır. Anayasanın 120 nci maddesi gereğince olağanüstü hâl ilân edilen bölgelerde yakalanan kişiler hakkında 91 inci maddenin üçüncü fıkrasında dört gün olarak belirlenen süre, Cumhuriyet savcısının talebi ve hâkim kararıyla yedi güne kadar uzatılabilir. Hâkim, karar vermeden önce yakalanan veya tutuklanan kişiyi dinler.
(6) 250 nci madde kapsamına giren suçlarla ilgili soruşturma ve kovuşturmalarda kolluk; soruşturma ve kovuşturma sebebiyle şüpheli veya sanığı, tanığı, bilirkişiyi ve suçtan zarar gören şahsı, ağır ceza mahkemesi veya başkanının, Cumhuriyet savcısının, mahkeme naibinin veya istinabe olunan hâkimin emirleriyle belirtilen gün, saat ve yerde hazır bulundurmaya mecburdur.
(7) 250 nci maddede belirtilen suçlar nedeniyle Cumhuriyet savcıları, soruşturmanın gerekli kılması halinde geçici olarak, bu mahkemelerin yargı çevresi içindeki genel ve özel bütçeli idarelere, kamu iktisadi teşebbüslerine, il özel idarelerine ve belediyelere ait bina, araç, gereç ve personelden yararlanmak için istemde bulunabilirler.
(8) Türk Silahlı Kuvvetleri kıt’a, karargâh ve kurumlarından istemde bulunulması hâlinde istem, yetkili amirlikçe değerlendirilerek yerine getirilebilir.” şeklindedir.
“Görev ve yargı çevresinin belirlenmesi, soruşturma ve kovuşturma usulü” başlıklı 3713 sayılı Terörler Mücadele Kanunu’nun 10. maddesinin 21.02.2014 tarihli 6526 sayılı Kanun’un 19. maddeleriyle yürürlükten kaldırılmadan önceki hâli;
“Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayasıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkelemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler ile askeri mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.
Bu Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili olarak;
a) Soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat yapılır. Bu Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet başsavcılığınca başka mahkemelerde veya işlerde görevlendirilemez.
b) Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316’ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 01.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26’ncı maddesi hükmü saklıdır.
c) Yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak, bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.
ç) Ceza Muhakemesi Kanununun 91’nci maddesinin birinci fıkrasındaki yirmidört saat olan gözaltı süresi kırksekiz saat olarak uygulanır.
d) Soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet savcısının emriyle sadece bir yakınına bilgi verilir.
e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hâkim kararıyla yirmidört saat süre ile kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz.
f) Kolluk tarafından düzenlenen tutunaklara, ilgili görevlilerin açık kimlikleri yerine sadece sicil numaraları yazılır. Kolluk görevlilerinin ifadesine başvurulması gerektiği hallerde çıkarılan davetiye veya çağrı kâğıdı, kollluk görevlisinni iş adresine tebliğ edilir. Bu kişilere ait ifade ve duruşma tutanaklarında adres olarak iş yeri adresleri gösterilir.
g) Güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verilebilir.
ğ) Açılan davalara adli tatilde de bakılır.
h) Ceza Muhakemesi Kanununun 135’nci maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin (8) numaralı alt bendindeki, 139’ncu maddesinin yedinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendindeki ve 140’ncı maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin (5) numaralı alt bendindeki istisnalar uygulanmaz.
Türk Ceza Kanununda yer alan;
a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti suçu veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçu,
b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün faaliyet çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
c) İkinci kitap dördüncü kısmın dört, beş, altı ve yedinci bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332’nci maddeler hariç), dolayısıyla açılan davalar, birinci fıkra hükmüne göre görevlendirilen mahkemelerde görülür. Üçüncü fıkranın (d), (e), (f) ve (h) bentleri hariç olmak üzere, bu madde hükümleri, bu suçlardan dolayı yapılan soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanır.
Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 323, 324, 325 ve 332’nci maddeleri hariç olmak üzere, ikinci kitap dördüncü kısmın dört,beş, altı ve yedinci bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.
Çocuklar, bu madde hükümleri uyarınca kurulan mahkemlerde yargılanamaz; bu mahkemelere özgü soruşturma ve kovuşturma hükümleri çocuklar bakımından uygulanmaz.” şeklindeydi.
Mülga hükümlerin, incelenmesinde de görülmektedir ki;
Silahlı terör örgütü üyesi olma suçuyla ilgili olarak Devlet Güvenlik Mahkemelerinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunla kural olarak, soruşturmanın genel hükümlere göre, bu kanun uyarınca kurulmuş mahkemelerde görev yapan Cumhuriyet savcıları tarafından yapılacağı kabul edilmekle, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesinin yargılayacağı kişiler ile savaş ve sıkıyönetim hâli dahil askeri mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler genel kuralın istisnası olarak kabul edilmiştir. Devlet güvenlik mahkemelerinin kaldırılmasından sonra yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın 250. maddesi ile de bu genel kural ve istisnalar aynen korunmuştur.
05.07.2012 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanun’un 105. maddesi ile 3713 sayılı Kanun’un 10 maddesi 3. fıkrasının b bendi ile TCK’nın 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315, 316 maddelerinde yazılı olup 3713 sayılı Kanun’un 3. maddesi uyarınca da doğrudan terör suçu kabul edilen suçlar hakkında görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcıları tarafından doğrudan soruşturma yapılacağı hüküm altına alınmış olup aynı Kanun maddesinin bendinde 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nun 26. maddesi hükmünü saklı tutmuştur.
Daha sonra 06.03.2014 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6526 sayılı Kanun’un 19. maddesi ile 3713 sayılı Kanun’un 10. maddesi yürürlükten kaldırılmış ve aynı Kanun’un 15. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 161. maddesine “TCK’nın 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315, 316 maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 01.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunun 26. maddesi hükmünü saklıdır.” hükmü anılan maddeye 8. fıkra olarak eklenmiştir.
Suç tarihinde bu hüküm yürürlüktedir.
Görüldüğü üzere suç tarihinden önce Yargıtay ve Anayasa Mahkemesinin ilk derece sıfatıyla yargılayacağı kişiler yönünden 2845 sayılı Kanun ile CMK’nın 250 ve 251. maddelerinin yürürlükte olduğu zaman dilimlerinde getirilen istisnalara, 6352 sayılı Kanun ve 6526 sayılı Kanun’la getirilen düzenlemelerde yer verilmemiş olup tek istisna olarak 2937 sayılı Kanun’un 26. maddesi gözetilmiştir.
Dolayısıyla suç tarihinde CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrasında yazılı terör suçları yönünden görev ya da kişisel suç olup olmadığına bakılmaksızın Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay üyelerine yönelik kendi özel kanunlarına ilişkin özel bir koruma öngörülmemiştir.
Suç tarihinde yürürlükte bulunan 5235 sayılı Kanun’un “Ağır ceza mahkemesinin görevi” başlıklı 12. maddesinde ağır ceza mahkemesinin görevine giren davaların istisnası olarak yer verilen “Anayasa mahkemesi Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin hükümler askeri mahkemelerin görevine giren hükümler ile çocuklara özgü kovuşturma hükümleri saklıdır.” şeklindeki hüküm de kovuşturma aşamasında görevli mahkemenin belirlenmesine ilişkin olup soruşturmanın usulüne ilişkin düzenleme içermemektedir.
Bu bağlamda ele alınması gereken ve 2575 ile 2797 sayılı Kanun’ların yürürlük tarihinden sonra, somut olayımızda suç tarihinden önce 06.03.2014 tarihli ve 28933 sayılı mükerrer Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6526 sayılı Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 15. maddesiyle, 5271 sayılı CMK’nın 161. maddesine eklenen sekizinci fıkrada; “Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316 ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26 ncı maddesi hükmü saklıdır.” hükmüne ilişkin düzenlemede, aralarında silahlı örgüt suçunun da sayıldığı bazı suçların vahameti ve bu suçlarla korunan hukuki değer dikkate alınarak 2937 sayılı Kanun’da sayılan kişilere yönelik istisna haricinde, bu suçların soruşturmasının genel hükümlere göre yürütüleceği açıkça hüküm altına alınmıştır. Buna göre Yargıtay Kanunu’nun 46. maddesinin 6. fıkrasında belirtilen ağır ceza mahkemesinin görevine giren kişisel suçlarla ilgili suçüstü hâlinde ibaresi CMK’nın 161. maddesinin 8. fıkrası dışında kalan diğer suçlar yönünden geçerli olup TCK’nın 314. maddesinde yazılı silahlı terör örgütü üyesi olma suçu nedeniyle genel hükümlere göre soruşturma yapılması ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâlinin bulunması da gerekli değildir.
Nitekim özel soruşturma usulllerine istisna getiren benzer bir hükme, Yükseköğretim üst kuruluşları başkan ve üyeleri ile yükseköğretim kurumları yöneticilerinin, kadrolu ve sözleşmeli öğretim elemanlarının ve bu kuruluş ve kurumların 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi memurlarının görevleri dolayısıyla ya da görevlerini yaptıkları sırada işledikleri ileri sürülen suçlarla ilgili yine kural olarak özel soruşturma usulleri uygulanmasının ve buna bağlı hukuki teminatların öngörüldüğü 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun “Disiplin ve Ceza İşleri” başlıklı Dokuzuncu Bölümünde yer alan “Genel Esaslar” başlıklı 53. maddesinin yedinci fıkrasında da “İdeolojik amaçlarla Anayasada yer alan temel hak ve hürriyetleri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayrılığına dayanılarak nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak maksadıyla işlenen suçlarla bunlara irtibatlı suçlar, öğrenme ve öğretme hürriyetini doğrudan veya dolaylı olarak kısıtlayan, kurumların sükün, huzur ve çalışma düzenini bozan boykot, işgal, engelleme, bunları teşvik ve tahrik, anarşik ve ideolojik olaylara ilişkin suçlar ile ağır cezayı gerektiren suçüstü hallerinde, yukarıda yazılı usuller uygulanmaz; bu hallerde kovuşturmayı Cumhuriyet Savcısı doğrudan yapar.” şeklinde yer verilmiştir.
Her iki düzenleme birlikte ele alındığında, konumuza ilişkin olarak özellikle de 2575 ve 2797 sayılı Kanun’larda kural olarak özel soruşturma usulleri öngörülmüş olmasına rağmen, sonradan CMK’nın 161. maddesinin sekizinci fıkrasının yürürlüğe konulması karşısında, yasa koyucunun salt bu fıkrada sayılan suçların niteliğini gözeterek ayrıca suçüstü hâlinin varlığını araştırmaya gerek bulunmaksızın, 2937 sayılı Kanun’da sayılanlar dışında bu suçları işleyen kişiler hakkında, ilgili kanuni düzenlemeler uyarınca özel soruşturma usulleri uygulanmasının istisnasını öngören bir hüküm ihdas ettiği ve bu yönde bir sistem oluşturduğu anlaşılmaktadır. Ancak İHAM kararında silahlı terör örgütü üyeliği suçunda genel hükümlere göre yürütülen soruşturma işlemlerinin hukukîliği değerlendirilirken söz konusu uygulamanın aynı zamanda CMK’nın 161. maddesinin sekizinci fıkrasına da uygun olup olmadığı, dolayısıyla uygulamanın bu yönüyle de yargısal ve keyfi yorumun ötesinde iç hukuk düzenlemesine dayanıp dayanmadığı hususunda da bir değerlendirme yapılmadığı anlaşılmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında, dava konusu olayda sanık yönünden suçüstü hâline ilişkin koşulların bulunup bulunmadığı ve soruşturmayı yürüten makamların yetkili olup olmadığı değerlendirildiğinde;
Sanık … Danıştay Üyesi olarak görev yapmaktayken, FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensupları tarafından 15.07.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü sonrasında, kendisinin de bu örgüte üye olduğu iddiasıyla ve kişisel suç niteliğindeki bu suç açısından suçüstü hâlinin de varlığına dayalı olarak hakkında genel hükümlere göre soruşturma yürütüldüğü ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca sanık hakkında örgüt üyesi olduğundan bahisle iddianame düzenlenerek hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesine kamu davası açıldığı olayda; itiraza konu uygulamanın, sanığın FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi olduğuna, bu örgütten ayrılmaya dair icrai bir davranışta bulunmadığına ve elde edilen mevcut deliller itibarıyla yetkili makamlarca sanığın cezai eylem niteliğindeki örgüt üyeliğine ilişkin fiilinin icrasına devam ettiği, böylelikle sanığa atılı suçun işlenmekte olduğu hususunda resmî makamlarca edinilen bilgi kapsamında gerçekleştirildiği,
Bununla birlikte, silahlı terör örgütü üyeliği/yöneticiliği suçunun mütemadi suç ve bu suçlar yönünden yakalama anına kadar suçüstü hâlinin söz konusu olduğunu kabul ederek Yargıtayın yargılayacağı kişilere atılı bu suçlarla ağır cezalık suçüstü hâlinde işlenen diğer kişisel suçların soruşturma ve kovuşturma işlemlerine ilişkin 2797 sayılı Kanun’da değişiklik öngören ve sonradan aynen kanunlaşan hukuki düzenlemelerde, önceden beri 2797 ve 2575 sayılı Kanun’larda öngörülen hukuki teminatların istisnasını teşkil eden “ağır cezalık suçüstü hâli” tabirinin, Yargıtayın yargılayacağı söz konusu kişilere atılı bu suçların da benzer nitelikte olduklarını ortaya koyacak ve bu suçları da kapsayacak şekilde yeniden kullanıldığı,
Ayrıca 15.07.2016 tarihinde ülke genelinde başlayan ve 19.07.2018’e kadar devam eden hükûmeti devirmeye ve anayasal düzeni cebren ilgaya teşebbüs edilmesi sebebiyle ve demokrasinin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi amacıyla ilan edilen olağanüstü hâlin varlığı, ülkede terör saldırılarının yoğunlaştığı bir dönemde gerçekleşen 15 Temmuz darbe teşebbüsünün ulusal güvenlik üzerinde oluşturduğu tehdit ve tehlikenin boyutu, darbe teşebbüsünde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilmesi amacıyla yapılan işlemlerin uygulanabilmesi ve demokrasinin korunarak hukuk devleti ilkesine bağlılığın sağlanması için ihtiyaç duyulan sürenin darbenin yapıldığı gün ile sınırlı olmaması, 15.07.2016 tarihinde başlayan ve sonrasında da devam eden darbe teşebbüsünün savuşturulması sırasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca ağır ceza mahkemesinin görevine giren suçüstü hâli doğrultusunda ve 5271 sayılı CMK’nın 161. maddesinin sekizinci fıkrasına uygun olarak genel hükümlere göre yürütülen soruşturma kapsamında Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılan 16.07.2016 tarihli yazıda sanığın da aralarında bulunduğu yüksek mahkeme üyelerinin gözaltına alınmaları talimatı verildiği, 24.07.2016 tarihinde ikametinde, 25.07.2019 tarihinde ise çalışma odasında yapılan aramalar sırasında bulunamayan sanığın ise 28.07.2016 tarihinde saat 11.05’te Ankara Emniyet Müdürlüğüne gelerek kolluk kuvvetlerine teslim olmasının ardından gözaltına alınabildiği hususları dikkate alındığında; sanığa isnat edilen silahlı terör örgütü üyesi/yöneticisi olma suçuna ilişkin suçüstü hâlinin bulunduğu yönünde soruşturma ve kovuşturma mercilerince yapılan değerlendirmelerin olgusal ve hukuki temelden yoksun ve keyfî olduğunun kabul edilemeyeceği, Anayasa Mahkemesince “Erdal Tercan, § 145, B. No: 2016/15637 ve 12.04.2018” ve “Alparslan Altan, § 128, B. No: 2016/15586 ve 11.01.2018” tarihli kararlarda da benzer değerlendirmelerle aynı sonuca ulaşıldığı,
Diğer yandan, silahlı terör örgütü üyeliği/yöneticiliği suçundan genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesinin usule uygun olduğunun, hem aralarında sanığın da bulunduğu benzer durumdaki yüksek yargı eski üyelerine yönelik Danıştay Başkanlık Kurulunun kararıyla, hem de sonradan yürürlüğe konulan ulusal hukuk düzenlemeleriyle de kabul edilerek mevcut uygulama sonrasında adli ve idari açıdan devam edecek diğer işlemler öngörüldüğü gibi aynı zamanda itiraza konu uygulamanın, CMK’nın 161. maddesinin sekizinci fıkrasında hüküm altına alınan ve sanık hakkında öngörülen özel soruşturma usullerinin istisnasını teşkil eden düzenlemeyle de uyumlu olması hususları birlikte değerlendirildiğinde; Danıştay meslek mensuplarının işledikleri suçlara dair özel soruşturma usullerinin uygulanmasını öngören 2575 sayılı Kanun’un 76. maddesiyle 2797 sayılı Kanun’un 46. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinin uygulanma koşullarının somut olayda oluşmadığı, dolayısıyla, dava konusu olayda sanık hakkında genel hükümlere göre soruşturma yürütülmesinin doğrudan doğruya iç hukuk düzenlemelerinin verdiği yetkinin kullanılması niteliğinde olduğu, kanunların genişletici ve keyfî olarak yorumlanmasından kaynaklanmadığı, bu hâliyle “hukukun kalitesi” ilkesine de uygun olan itiraza konu uygulamanın hukuka aykırı olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Ç- Danıştay Meslek Mensuplarının İşledikleri İddia Olunan Suçlar Bakımından Kovuşturma Makamlarının Belirlenmesi
Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” başlıklı 2. maddesi;
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir”
“Kanuni hâkim güvencesi” başlıklı 37. maddesi de;
“Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz” şeklinde düzenlenmiştir.
Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihatlarında da, Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin, “insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlet” olduğu ifade edilmiş ve “hukuk devletinin temel ilkelerinden biri ‘hukuk güvenliği’ ilkesidir. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuk devletinde kanun metinlerinin ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. ‘Belirlilik’ ilkesine göre ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir” sonucuna varılmıştır.
Hukuk devletinin en önemli unsurlarından birini kanuni hâkim güvencesi oluşturmaktadır. Zira hukuk devletinin alt unsurlarından biri olan hukuk güvenliğinin sağlanmasının ön koşullarından biri kanuni hâkim güvencesidir. Kanuni hâkim güvencesinin sağlanmadığı bir sistemde bireylerin güven içinde hareket edebilmeleri mümkün olamaz. Bireyler herhangi bir hukuki uyuşmazlıkta hangi yargı merci tarafından hangi kurallar uygulanarak yargılama yapılacağını önceden bilmelidir. Aksi bir durumda hukuki öngörülebilirlik ve güvenlik ortadan kalkar. Eğer hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılıyorsa bu durumda hukuk güvenliğinin zorunlu ön koşulu olan kanuni hâkim güvencesi mutlak anlamda tesis edilmelidir.
Kanuni hâkim güvencesi 1982 Anayasası’nda özel olarak düzenlenmiştir. Anayasa’nın 37. maddesi gereğince herkes kanuni hâkim güvencesine sahiptir. Yine Anayasa Mahkemesinin istikrarlı kararlarında belirtildiği gibi, “kanuni hâkim güvencesi” suçun işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerini kanunun belirlemesi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir anlatımla “kanuni hâkim güvencesi”, yargılama makamlarının suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra özel olarak kurulmasına veya hâkimin atanmasına engel oluşturmaktadır.
Bu noktada, bir yargı yerinin, kuruluş, görev, işleyiş ve izleyeceği yargılama usulü itibarıyla hukuki yapılanmasının, doğal hâkim ilkesine uygunluğunun sağlanabilmesi için, bu alana ilişkin belirlemenin kanunla yapılmış olması tek başına yetmez. Ayrıca sözü edilen belirlemenin, yargılanacak olan uyuşmazlığın gerçekleşmesinden önce yapılmış olması da gerekir. Bu nedenle, doğal hâkim ilkesinin bünyesinde, “kanuniliğin” yanı sıra “önceden belirlenmiş” olmaya da yer verilmiştir.
Öte yandan, olağanüstü mahkeme kurma yasağı içeren kanuni hâkim güvencesi özel soruşturma ve kovuşturma usulleri izleyen özel/uzman mahkemelerin kurulmasına engel oluşturmamaktadır. Diğer bir ifadeyle olağanüstü mahkeme ile özel/uzman mahkeme kavramları aynı anlama gelmemektedir. Bir hukuk sisteminde bazı suçlarla etkin bir şekilde mücadele etmek için özel soruşturma ve kovuşturma usulleri izleyen yargı mercileri kurulabilir. Örneğin terör ve organize suçlarla etkin bir şekilde mücadele etmek bu tür özel/uzman yargı mercilerin kurulmasını gerekli kılabilir.
Kanuni hâkim güvencesi tüm yargılamalarda geçerli olan bir ilke olmakla beraber ceza yargılamalarında çok daha önemli olmaktadır. Nitekim ceza soruşturma ve kovuşturmaları özgürlük gibi bireylerin en temel haklarından birine yapılmış doğrudan ve radikal bir müdahale niteliğindedir. Dolayısıyla kişi hürriyetinin sahip olduğu önem, bireylere ceza yargılamalarında daha yüksek güvencelerin sağlanmasını gerektirmektedir. Kanuni hâkim güvencesi söz konusu güvencelerin ilk basamağını oluşturmaktadır. Zira adil ve güvenceli bir yargılama için her şeyden önce yargı yetkisi kullanacak merci olması gerektiği şekilde kurulmalı ve görev yapmalıdır. Aksi takdirde adil yargılanma hakkı kapsamında bireylere sağlanan bağımsız ve tarafsız bir yargı yerinde makul sürede yargılanma, silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama gibi güvencelerin bir önemi kalmayacaktır. Zira tüm bu güvenceler ancak olağan mahkemelerin varlığı hâlinde işlevsel olabilecektir.
Gelinen aşamada, suç tarihi itibarıyla Yargıtayın ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılayacağı kişilere atılı ağır cezalık suçüstü hâlinde işlenen kişisel suçlar bakımından kovuşturma makamı Yargıtay Ceza Genel Kurulu iken, sonradan olağanüstü hâl döneminde yürürlüğe konulan 680 sayılı KHK bu makamın Yargıtay ilgili ceza dairesi olarak değiştirilmesinin ve yargılamanın bu doğrultuda Yargıtay 9. Ceza Dairesince yapılmasının tabii hâkim ilkesi bağlamında incelenmesi gerekmektedir.
Bilindiği üzere; 15.07.2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsünün savuşturulmasından hemen sonra Milli Güvenlik Kurulu 20.07.2016 tarihinde yaptığı toplantıda “demokrasinin, hukuk devleti ilkesinin, vatandaşların hak ve özgürlüklerinin korunmasına yönelik tedbirlerin etkin bir şekilde uygulanabilmesi amacıyla” Hükûmete olağanüstü hâl ilan edilmesi tavsiyesinde bulunmayı kararlaştırmıştır. Bunun üzerine, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu 20.07.2016 tarihinde, ülke genelinde 21.07.2016 Perşembe günü saat 01.00’den itibaren doksan gün süreyle olağanüstü hâl ilan edilmesine karar vermiştir. Anılan karar 21.07.2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Olağanüstü hâl ilan edilmesine ilişkin karar, aynı gün TBMM tarafından onaylanmıştır. TBMM Genel Kurulunda yapılan görüşme sırasında Hükûmet adına söz alan Adalet Bakanı, olağanüstü hâl ilan edilme nedenini “… darbe teşebbüsünde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilmesi, bundan sonra da demokrasimiz ve hukuk devletimiz, milletimiz, millî irade ve ülkemiz için tehlike ve tehdit olmaktan çıkarılması, bir daha hiçbir şekilde darbe teşebbüsünün tekrarlanmaması ve bu konuda bu amaçla alınması gereken tedbirlerin hızlı ve kararlı bir biçimde alınıp hayata geçirilmesini sağlamak maksadıyla olağanüstü hâl ilan edilmesi yönündeki görüş … Bakanlar Kuruluna iletilmiştir. Cumhurbaşkanımızın başkanlığında Anayasa gereği toplanan Bakanlar Kurulumuz, bu görüş doğrultusunda Türkiye’de üç ay süreyle olağanüstü hâl ilan edilmesine karar vermiştir … Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini korumak, temel hak ve hürriyetleri korumak, genel güvenlik, asayiş ve kamu düzenini korumak, şiddet olaylarını önlemek, başarısız kılınan darbe teşebbüsünün tekrarı ile bundan sonra Türkiye’de darbe teşebbüslerine teşebbüs edilebilmesinin önüne geçmek, halkımıza en büyük kötülüğü yapan, kamu düzenimizi bozan, ekonomimize zarar veren, demokrasimizi, hukuk devletimizi, millî irademizin tecelligâhı Meclisimizi ve seçilmiş Cumhurbaşkanı ve Hükûmetimizi darbe teşebbüsüyle yok etmeye çalışan, devletimizi âdeta bir kanser hücresi gibi sarmış bulunan bu Fetullahçı terör örgütüyle ve bu örgütün Türk Silahlı Kuvvetleri, yargı, Emniyet ve üniversitelerimiz başta olmak üzere, kamu içindeki bütün uzantılarının kamudan temizlenmesi ve demokrasimizin, devletimizin, milletimizin, hukuk devletimizin emniyeti bakımından tam emniyetli hâle getirilmesi ve bunların ülkemiz için, demokrasimiz ve hukuk devletimiz için bir daha tehlike ve tehdit olmaktan çıkarılması maksadıyla bu karar alınmıştır.” sözleriyle ifade etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti 21.07.2016 tarihinde, Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne; Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine ise Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’ye (MSHUS) ilişkin derogasyon (askıya alma/yükümlülük azaltma) beyanında bulunmuştur. Olağanüstü hâlin uzatılmasına ilişkin kararlar da Avrupa Konseyi Genel Sekreterliğine ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine bildirilmiştir.
Olağanüstü hâl, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından 05.10.2016, 03.01.2017 ve 17.04.2017 tarihlerinde alınan kararlarla üçer ay daha uzatılmıştır.
Olağanüstü hâl KHK’lar konu, amaç, yer ve süre bakımından olağan KHK’lardan farklı özellikler taşımaktadır. Her şeyden önce, sıkıyönetim ve olağanüstü hâl KHK’ları, olağan KHK’lar bakımından Anayasa’nın, söz konusu düzenlemelerin yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan 91. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen “…sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.” şeklindeki sınırlamaya tabi tutulmamıştır. Başka bir ifadeyle, Anayasa’nın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümünde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler de 680 sayılı KHK’nın kabul edildiği ve yürürlüğe konulduğu tarih itibarıyla olağanüstü hâl KHK’ları ile düzenlenebilmekteydi. Hatta bu hususlarda düzenleme yapılabilmesinden de öte, söz konusu KHK’larla, Anayasa’nın 15. maddesi uyarınca, bu maddenin ikinci fıkrasındaki çekirdek temel haklara dokunmamak kaydıyla, temel hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilmekte veya bunlar için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilmekteydi.
Buna karşın, olağanüstü hâl KHK’ların “sebebe bağlı” işlem olmaları nedeniyle, Anayasa’nın yine söz konusu 680 sayılı KHK’nın yürürlüğe konulduğu dönemde yürürlükte bulunan 121. maddesi uyarınca sıkıyönetim veya olağanüstü hâlin gerekli kıldığı konularda çıkarılabileceği düzenlenmişti. Ayrıca Anayasa’nın 15. maddesi uyarınca, bu düzenlemelerin “milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükleri ihlal etmemesi” ve “durumun gerektirdiği ölçüde” olması da anayasal bir zorunluluktu.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin görev ve yetkilerini düzenleyen 148. maddesinin birinci fıkrasının, 680 sayılı KHK’nın yürürlüğe konulduğu tarih itibarıyla uygulanması gereken hâlinde; olağanüstü hâllerde, sıkıyönetim ve savaş hâllerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasa’ya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamayacağı hükme bağlanmıştır.
Bu durumda öncelikle belirtmek gerekir ki; kovuşturma makamlarına dair değişikliklerin yapıldığı tarih itibarıyla uygulanması gereken söz konusu Anayasal düzenlemeler karşısında; kural olarak olağanüstü hâl KHK’ları ile Anayasa’nın 37. maddesinde güvence altına alınan kanuni hâkim güvencesiyle ilgili düzenlemeler yapılmasında hukuka aykırı bir durumun söz konusu olmadığı ve bu düzenlemelere karşı soyut norm denetimi yoluna gidilemeyeceği anlaşılmaktadır.
Kovuşturma makamına dair KHK ile yapılan ve sonradan kanunlaşan değişikliğin, Yargıtayın iç işleyişine dair olağan bir düzenleme olmanın ötesinde, yargılanacak kişilerin kanuni hâkim ilkesini Anayasal sınırlar içerisinde dahi kısıtlayan bir yönünün olup olmadığı hususunun irdelenmesine gelince;
Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği üzere kanuni hâkim güvencesi; yeni kurulan mahkemelerin veya kurulu bulunan mahkemelere yeni atanan hâkimlerin, önceden işlenen suçlara ilişkin olarak hiçbir şekilde yargılama yapamayacakları biçiminde anlaşılamaz. Belirli bir olay, kişi veya toplulukla sınırlı olmamak kaydıyla, yeni kurulan bir mahkemenin veya kurulu bulunan bir mahkemeye yeni atanan hâkimin kurulma veya atanma tarihinden önce gerçekleşen uyuşmazlıklara bakması kanuni hâkim güvencesine aykırılık teşkil etmez (AYM, E. 2014/164, K. 2015/12, 14.01.2015). Bu kapsamda bir kuralın belirli bir suçun işlenmesinden sonra bu suça ilişkin davayı görecek yargı yerini belirlemeyi amaçlamaması, yürürlüğü müteakip kapsamına giren tüm davalara uygulanması hâlinde doğal hâkim ilkesine aykırılık söz konusu olamaz (AYM, E. 2009/52, K. 2010/16, 21.01.2010.).
Anayasa’nın 154. maddesinin birinci fıkrasında, Yargıtayın kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakacağı; aynı maddenin beşinci fıkrasında da Yargıtayın kuruluşunun, işleyişinin, Başkan, Başkanvekilleri, Daire Başkanları ve Üyeleri ile Cumhuriyet Başsavcısının ve Cumhuriyet Başsavcıvekilinin niteliklerinin ve seçim usullerinin, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenleneceği hüküm altına alınmıştır.
Bu düzenlemeler doğrultusunda yürürlüğe konulan 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 1. maddesinde de Yargıtayın bağımsız bir yüksek mahkeme olduğu açıkça ifade edilmiştir.
Öte yandan, hem Yargıtay Daireleri hem de Yargıtay Ceza Genel Kurulu 2797 sayılı Kanun’un 3. maddesinde Yargıtayın karar organları arasında sayılmış, aynı Kanun’un 4. maddesi uyarınca Yargıtay dairelerinde bir başkan ve yeteri kadar üye bulunacağı, 7. maddesi uyarınca da Ceza Genel Kurulunun ceza dairelerinin başkan ve üyelerinden oluşacağı öngörülmektedir.
Yargıtay Hukuk ve Ceza Genel Kurullarının görevi, 2797 sayılı Kanun’un 15. maddesinde suç tarihi itibarıyla;
“1. Yargıtay dairelerinin bozma kararlarına karşı mahkemelerce verilen direnme kararlarını inceleyerek karar vermek,
2. a) Aynı veya farklı yer bölge adliye mahkemelerinin kesin olarak verdikleri kararlar bakımından hukuk daireleri arasında veya ceza daireleri arasında uyuşmazlık bulunursa,
b) Hukuk daireleri arasında veya ceza daireleri arasında içtihat uyuşmazlıkları bulunursa,
c) Yargıtay dairelerinden biri; yerleşmiş içtihadından dönmek isterse, benzer olaylarda birbirine uymayan kararlar vermiş bulunursa,
Bunları içtihatların birleştirilmesi yoluyla kesin olarak karara bağlamak,
3. Yargıtay Başkan ve üyeleri, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekili ile yargılama görevi özel kanunlarınca Yargıtay Genel Kurullarına verilen kişilere ait davaları ilk mahkeme olarak görmek ve hükme bağlamak ve ilk mahkeme olarak özel dairelerce verilen hüküm ve kararların temyiz ve itiraz yoluyla incelenmesini yapmak,
4. Kanunlarla verilen diğer görevleri yerine getirmek.
Hukuk ve Ceza Genel Kurullarına katılmak zorunda olan Başkan ve üyelerin belirlenmesine ilişkin esaslar, görüşmelerin gündemi, yönetimi, çalışma gün ve saatleri, oylama ve karar, ön sorun ve öncelikle karara bağlanacak hususlar, kararın çıkmış sayılması, kanun hükümleri çerçevesinde Yargıtay İç Yönetmeliği ile düzenlenir.” biçiminde düzenlenmişti.
Aynı Kanun’un “Yargıtay Üyelerinin Nitelikleri ve Seçimi” başlıklı 29. maddesinde ise; Yargıtay üyelerinin, birinci sınıfa ayrıldıktan sonra en az üç yıl süre ile başarılı görev yapmış ve birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adli yargı hâkim ve Cumhuriyet savcıları ile bu meslekten sayılanlar arasından seçileceği hükme bağlanmıştır.
Bununla birlikte; Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 09.10.2018 tarihli ve 389-420 sayılı kararında; Yargıtay Daireleri arasındaki görev ilişkisinin, adli yargı ilk derece mahkemeleri arasında var olan ve kamu düzenine ilişkin bulunan görev ilişkisi niteliğinde olmayıp 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 6545 sayılı Kanun’la değişik 14. maddesinde yer alan “hukuk daireleri ile ceza daireleri kendi aralarında iş bölümü esasına göre çalışır” şeklindeki düzenlemeden de anlaşılacağı üzere; idari nitelikte iş bölümü ilişkisi olduğu, ancak kamu düzenine ilişkin görev ve bu husustaki uyuşmazlığın değerlendirilmesi açısından ilk derece yargılamasına konu dosyayı ele alan ve davaların birleştirilmesi hususunda farklı görüş bildiren Özel Dairelerin birbirinden farklı mahkemeler değil, istisnai hâllerde ilk derece yargılaması yapan “Yargıtay”, dolayısıyla tek mahkeme olarak değerlendirilmesi gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Anayasa’nın ilgili hükümleri, 2797 sayılı Kanun hükümleri ve Ceza Genel Kurulunun 09.10.2018 tarihli ve 389-420 sayılı kararı ile birlikte değerlendirildiğinde; temelde bağımsız bir mahkeme olarak kurulan Yargıtayın karar organları olan daireleri ile genel kurulların oluşumu ve çalışma usulleri itibarıyla, ilk derece mahkemesi sıfatıyla yapılacak yargılamalar yönünden bu organlar arasında mahkemenin bağımsızlığını ve tarafsızlığını ortadan kalkmasına dair bir nedenin bulunmadığı, diğer yandan, suç tarihinden önce ve genel nitelikteki düzenlemelerle hem bu karar organlarının oluşturulup çalışma usullerinin düzenlendiği, hem de dairelere ve genel kurullara katılacak üyelerin bu düzenlemeler doğrultusunda seçilerek aynı güvence ve hukuki statüyle görev yaptıkları, söz konusu düzenlemelerle, mevcut dosyaların yoğunluğu itibarıyla özelde ve çoğunlukla kişisel suç niteliğindeki FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensubiyeti iddiasıyla haklarında genel hükümlere göre soruşturma yürütülen yüksek mahkeme eski üyelerine atılı bu suçlardan dolayı yapılacak kovuşturma işlemleri belirlenmiş ise de sonradan aynen kabul edilerek kanunlaşan bu usullerin aynı zamanda 2797 sayılı Kanun’da sayılan kişilerin ağır cezayı gerektiren ve suçüstü hâlinde işlenen tüm suçları açısından da uygulanacak olması, yine bu kişiler yönünden kovuşturma yapma yetkisinin suç tarihindeki düzenlemeden farklı olarak “Yargıtay” dışında farklı bir makama devredilmemesi hususları birlikte değerlendirildiğinde; kovuşturma yapma yetkisinin Genel Kuruldan alınarak ilgili ceza dairesine verilmesine yönelik düzenlemenin, suç tarihinden sonra olağanüstü mahkeme kurulması niteliğinde olmadığı, böylelikle kanuni hâkim ilkesine aykırı olarak yargılama yapılmadığı ve bu düzenlemenin temel hak ve özgürlüklere müdahale niteliği dahi taşımayan, salt Yargıtayın iç işleyişine yönelik usulî bir düzenleme olduğu anlaşılmaktadır.
Son olarak, 2797 sayılı Kanun’da ve diğer özel kanunlarda sayılan kişilerin kişisel suçları bakımından Yargıtay 9. Ceza Dairesinin kovuşturma yapmakla görevlendirilmesine ilişkin düzenlemelerin İHAS’ın 6. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı yönünden de irdelenmesi gerekmektedir.
Terör suçlarına ilişkin davalara yönelik kanun yolu incelemeleri Yargıtay 16. Ceza Dairesince yapılmakta iken, bu suçlardan kaynaklanan davalardaki artış, bu artışın Yargıtayın tali ve istisnai görevi olan ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapma görevine de yansıması ve bu nedenle oluşan ciddi iş yoğunluğu, beraberinde daireler arasında bu hususta da iş bölümü yapılması sonucunu doğurmuştur. Bu bağlamda 2797 sayılı Kanun’da ve diğer özel kanunlarda sayılan kişilerin kişisel suçlarında ilk derece mahkemesi sıfatıyla yargılama yapılması hususunda Yargıtay 9. Ceza Dairesi görevlendirilmiş, Yargıtay 9. Ceza Dairesi Başkanınca hazırlanan Çalışma Yönergesine göre ise iş yoğunluğu nedeniyle Dairede birden fazla heyet oluşturularak çalışma usulüne gidilmiştir.
Suç tarihinden önce ve sonrasında da 2018 yılının Eylül ayına kadar Yargıtay Ceza Genel Kurulu ise 2797 sayılı Kanun’da ve Yargıtay İç Yönetmeliği’nde düzenlenen çalışma usulleri gereğince, değişken üyelerle haftada ancak bir kez toplanabilen ve zamanaşımı yakın, tutuklu iş niteliğinde, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının mahiyeti ve infaza dair olası hukuki sonuçları vb. nedenlerle önceliği bulunan dosyaların yoğun olarak görüşüldüğü bir karar organı olarak faaliyet göstermekteydi. Söz gelimi, Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi (UYAP) aracılığıyla temin edilen sayısal verilere göre; 2017 yılında özetle 271’i itiraz, 877’si direnme olmak üzere esasa kaydedilen toplam 1148 dosyanın toplam 524’ü karara bağlanmış, karara bağlanan dosya sayısı 2018 yılında da 698 olarak ortaya çıkmaktadır.
24.12.2017 tarihli ve 30280 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 696 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin (696 sayılı KHK) 45. maddesiyle, 2797 sayılı Kanun’a eklenen geçici 16. madde ile;
“Hukuk Genel Kurulu ve Ceza Genel Kurulunun içtihadı birleştirme toplantılarına ilişkin hükümler saklı kalmak kaydıyla, 31/12/2022 tarihine kadar bu kurulların oluşumu ve çalışma usulü hakkında aşağıdaki hükümler uygulanır.
a) Hukuk Genel Kurulu ve Ceza Genel Kurulu, her hukuk ve ceza dairesinden en az bir üye olmak kaydıyla Birinci Başkanlık Kurulu tarafından görevlendirilen yirmişer üyeden oluşur. Bu kurullara, Birinci Başkan veya ilgili başkan vekili, bunların bulunmaması halinde kurulların en kıdemli üyesi başkanlık eder.
b) Üyeler Hukuk Genel Kurulu ve Ceza Genel Kurulunda sürekli olarak görev yaparlar. Ancak, iş durumu göz önüne alınmak suretiyle üyelerin daire çalışmalarına katılmalarına Büyük Genel Kurul tarafından karar verilebilir.
c) Kurullarda toplantı ve görüşme yeter sayısı onbeştir. Toplantıda bulunanların üçte ikisinin oyu ile karar verilir. Birinci toplantıda üçte iki oy çoğunluğu sağlanamazsa ikinci toplantıda bulunanların çoğunluğuyla karar verilir
Bu maddede hüküm bulunmayan hallerde, Hukuk Genel Kurulu ve Ceza Genel Kurulunun çalışmasına ilişkin bu Kanunun mevcut hükümleri uygulanmaya devam olunur.” biçimindeki düzenleme, 08.03.2018 tarihli ve 30354 sayılı mükerrer Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7079 sayılı Olağanüstü Hâl Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 40. maddesiyle aynen kabul edilerek kanunlaşmıştır. Böylelikle 2018 yılının Eylül ayından itibaren Yargıtay Ceza Genel Kurulu, mevcut görevlerinin yerine getirilmesi hususunda sabit heyetle toplanıp karar vermeye başlamıştır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunda suç ayrımı yapılmaksızın tüm dairelerden gelen dosyaların karara bağlanmasına, derdest dosyaların çokluğu ve niteliğine, çalışma usulleri gereği önceden değişken tek heyet, sonradan ise sabit tek heyet hâlinde ve haftada en fazla 1-2 gün toplanabilmesine karşın, Yargıtay 9. Ceza Dairesinin bir uzmanlık mahkemesi biçiminde faaliyet göstermesi, bu Dairenin dahi yargılamaların makul sürede tamamlanabilmesi için haftanın bir çok günü ve birden fazla heyetle toplanarak yargılama yapıyor olması, mevcut çalışma prensipleri ve suç tarihinden sonra ortaya çıkıp belirginleşen iş yoğunluğu da dikkate alındığında, kişisel suçları nedeniyle Yargıtayda yargılanacak kişilerin kovuşturma makamının Yargıtay Ceza Kurulu olarak belirlenmesi, bu Kurulun önceden istisnai görevi olarak öngörülen yargılama yapma yetkisini asli görevi hâline getireceği, bu nedenle de hem derdest dosyaların, hem de kovuşturma yapılmak üzere gelen dosyaların adil yargılanma hakkına uygun olarak makul sürede tamamlanmasının imkânsızlaşacağı, dolayısıyla kovuşturma yapma yetkisinin Yargıtay ilgili ceza dairesine devredilmesine dair düzenlemenin, salt Yargıtay Ceza Genel Kurulunca bu görevin yerine getirilmesindeki zorluk yerine, adil yargılanma hakkının sağlanması gibi evrensel hukuk ilke ve kuralları açısından uluslararası üst normlardan kaynaklanan zorunluluğun gereği olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, söz konusu değişiklik üzerine kovuşturmanın Yargıtay ilgili ceza dairesince yapılmasının usul ve kanuna uygun olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
Bu nedenle; dava konusu olayda sanığa atılı suç nedeniyle yargılamanın Yargıtay 9. Ceza Dairesince yapılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı anlaşılmaktadır.
2- SAV: Sanık müdafisinin, tanık dinletilmesi taleplerinin reddedildiğini, bu yönüyle eksik araştırma ile karar verildiğini ve beyanları hükme esas alınan tanıkların dinlenilme usullerinin hukuka aykırı olduğunu iddia etmiştir. Sanık müdafisinin bu yöndeki temyiz itirazlarıyla bağlantılı olması nedeniyle CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (i) bendinde yer alan “Hükmün hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delile dayanması” hâli açısından birlikte değerlendirilmiştir.
Ceza yargılamasındaki savunma haklarının güvence altına alınması demokratik toplumun temel bir ilkesidir (AYM; B. No: 014/9817, 26.02.2015). AİHM bu kapsamda hakkaniyete uygun bir yargılama için yargılamanın yürütülmesi sırasında alınan önlemlerin, savunma hakkının yeterince kullanılması ile uyumlu olması ve bu hakların teorik ve soyut değil, etkili ve pratik şekilde yorumlanması gerektiğini vurgulamaktadır (Ludi/İsviçre, B.No:12433/86, 15.06.1992; Artico/İtalya, B.No:6694/74, 13.05.1980.).
Öte yandan, delillerin yerindeliği incelemesi yapmayan ve bu konunun ulusal yargı organlarının takdirinde olduğunu belirten AİHM, elde edilen deliller dâhil olmak üzere yargılamayı bir bütün olarak inceleyip bu çerçevede ilgilinin adil yargılanma hakkının ihlal edilip edilmediğine karar vermektedir (AİHM, Khan/Birleşik Krallık, 12.05.2000, B.No: 35394/97, § 34.). AİHM, delillerle ilgili olarak, başvurucuya delillerin gerçekliğine itiraz etme ve kullanılmalarına karşı çıkma fırsatı verilip verilmediğini esas almaktadır (Bykov/Rusya, 10.03.2009, B.No: 4378/02, § 90; Khodorkovskiy ve Lebedev/Rusya, 25.07.2013, B.No: 11082/06, 13772/05, § 700.). Bu manada esas olan, delilin keyfi ve açıkça dayanaktan yoksun olacak şekilde sanık aleyhine kullanılmaksızın, yargılamanın bir bütün olarak adil yapılmasıdır.
Öğretide de, ceza yargılaması normlarına ters düşülerek elde edilen delillerin yargı makamı tarafından değerlendirmeye alınmasının olanaksız olduğu kabul edilmektedir. Diğer bir anlatımla eğer bir delil, elde edilmesinde kanun koyucunun koşul öngördüğü bir delilse ve bu koşullara göre elde edilmemişse hükümde bu kanıta dayanılamayacaktır.
Tanık, kendisine karşı yürütülmeyen bir ceza soruşturmasında, olay hakkında beş duyusu ile edindiği algılamaları ifadesiyle açığa vuran kişidir. Herkes tanık olma ehliyetine sahip olduğundan çocuklar ve akıl hastalarının da tanıklığına başvurabilecektir. Ancak tanığın anlatımlarına itibar edilip edilmeyeceği yargılama makamının takdirindedir. Ceza muhakemesinde, tanık dinlemeye yetkili makam soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı, kovuşturma evresinde ise mahkeme, naip hâkim veya istinabe olunan hâkimdir.
Tanıklık, kamu hukukundan doğan toplumsal bir ödevdir. Bu nedenle tanığın, hukuka uygun olarak yapılan davet üzerine adli makamlar önüne gelmek, bildiklerini doğru olarak anlatmak ve yemin etme ödevi bulunmaktadır. Bununla birlikte ceza muhakemesinde tanığa bazı haklar da tanınmıştır. Tanığın; tanıklıktan çekinme, kendisi ve yakınları aleyhine açıklamada bulunmaktan çekinme, haklarını öğrenme, korunma, tazminat ve masraflarını isteme hakkı vardır.
Tanığı dinleyecek olan makam tarafından önce tanığın kimliği ve güvenirliği belirlenmelidir. Bu amaca yönelik olarak tanığın adı, soyadı, yaşı, işi, yerleşim yeri, iş yeri, geçici olarak oturduğu yerin adresi, varsa telefon numaraları, şüpheli, sanık veya mağdurla olan ilişkisine dair sorular yöneltilecektir. Bu şekilde tanığın kimliği, olayın tarafları ile olan ilişkisi ve güvenirliğine ilişkin bilgiler alındıktan sonra tanığa hakları hatırlatılmalı, bu hatırlatma yapıldıktan sonra da tanıklık görevinin önemi ve uyması gereken kurallar anlatılmalıdır.
Konumuzla ilgisi bakımından öncelikle, örgütlü suçluluk kapsamında yürütülen ceza muhakemesi sürecinde etkin pişmanlıktan yararlanmak amacıyla ifade veren kişilerin, aleyhine ifade verdikleri diğer kişiler hakkında silahlı terör örgütü üyeliği suçundan yapılan yargılamalarda tanıklıktan ve yeminden çekinme haklarının bulunup bulunmadığı değerlendirilmelidir.
Anayasa’nın 38. maddesinin beşinci fıkrasında; hiç kimsenin kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamayacağı hüküm altına alınmıştır.
Aynı doğrultuda, 5271 sayılı CMK’nın “Tanıklıktan çekinme” başlıklı 45. maddesi;
“(1) Aşağıdaki kimseler tanıklıktan çekinebilir:
a) Şüpheli veya sanığın nişanlısı.
b) Evlilik bağı kalmasa bile şüpheli veya sanığın eşi.
c) Şüpheli veya sanığın kan hısımlığından veya kayın hısımlığından üstsoy veya altsoyu.
d) Şüpheli veya sanığın üçüncü derece dahil kan veya ikinci derece dahil kayın hısımları.
e) Şüpheli veya sanıkla aralarında evlâtlık bağı bulunanlar.
(2) Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedeniyle tanıklıktan çekinmenin önemini anlayabilecek durumda olmayanlar, kanunî temsilcilerinin rızalarıyla tanık olarak dinlenebilirler. Kanunî temsilci şüpheli veya sanık ise, bu kişilerin çekinmeleri konusunda karar veremez.
(3) Tanıklıktan çekinebilecek olan kimselere, dinlenmeden önce tanıklıktan çekinebilecekleri bildirilir. Bu kimseler, dinlenirken de her zaman tanıklıktan çekinebilirler”,
“Kendisi veya yakınları aleyhine tanıklıktan çekinme” başlıklı 48. maddesi; “Tanık, kendisini veya 45 inci maddenin birinci fıkrasında gösterilen kişileri ceza kovuşturmasına uğratabilecek nitelikte olan sorulara cevap vermekten çekinebilir. Tanığa cevap vermekten çekinebileceği önceden bildirilir.” şeklinde hükümler içermektedir.
Diğer yandan, CMK’nın “Yemin verilmeyen tanıklar” başlıklı 50. maddesi de;
“(1) Aşağıdaki kimseler yeminsiz dinlenir:
a) Dinlenme sırasında onbeş yaşını doldurmamış olanlar.
b) Ayırt etme gücüne sahip olmamaları nedeniyle yeminin niteliği ve önemini kavrayamayanlar.
c) Soruşturma veya kovuşturma konusu suçlara iştirakten veya bu suçlar nedeniyle suçluyu kayırmaktan ya da suç delillerini yok etme, gizleme veya değiştirmekten şüpheli, sanık veya hükümlü olanlar” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Tanıklıktan çekinmede, bütün hâlinde tanığın çekinme hakkı gündeme gelmekte; burada ise tanık, kendisine sorulan sorulardan kendisi ya da sayılan yakınlarını ceza kovuşturmasına uğratabilecek nitelikte olanlar bakımından cevap vermeme takdirine sahiptir. Bu kapsam dışında kalan hususlarda tanığın, salt bu madde uyarınca çekinme hakkı bulunmamaktadır.
Tanıklıktan çekinme hakkı olan kimselere, bu hakları, dinlenmeye başlamadan önce hatırlatılmalı ve bu haklarını kullanıp kullanmayacakları hususu da tutanağa yazılmalıdır. Tanıklıktan çekinme hakkı bulunan bir kimsenin bu hakkı hatırlatılmadan dinlenilmesi hâlinde beyanlarının kanıt olarak değerlendirilmesi de artık olanaksızdır. Kaldı ki CMK’nın 210/2. maddesinde “Tanıklıktan çekinebilecek olan kişi, duruşmada tanıklıktan çekindiğinde, önceki ifadesine ilişkin tutanak okunamaz.” hükmü getirilmiş olup bu hakkın sonradan kullanılması hâlinde önceki ifadelerinin dahi kanıt olarak kullanılması yasaklanmıştır. O hâlde tanıklıktan çekinme hakkı bulunan bir kimseye bu hakkının hatırlatılması zorunlu olup çekinmeyen tanığın tanıklığının yemin ile teyidinin gerekip gerekmediği CMK’nın 51. maddesi uyarınca bundan sonra hâkim tarafından takdir edilecektir. Ancak tanık yemin etmekten çekinebilir. Bu hususun kendisine bildirilmesi gerekir.
Doktrinde genel kabul gören görüşe göre örgütlü suçlar, anlaşma suçlarının bir türü olup çok failli suçlardandır (Zeki Hafızoğulları – Muharrem Özen, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Topluma Karşı Suçlar, 2. Baskı, US-A Yayıncılık, Ankara, 2016, s. 270; Türkan Yalçın Sancar, Çok Failli Suçlar, Seçkin Yayınevi, Ankara 1998, s. 137; Devrim Aydın, Türk Ceza Hukukunda Suça İştirak, Yetkin Yayınları, Ankara 2009, s. 277; Ersan Şen, Suç Örgütü, Seçkin Yayıncılık, Mayıs 2018, s. 302, Vesile Sonay Evik, “Suç İşlemek Amacıyla Örgütlenme Suçu”, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Nur Centel’e Armağan Özel Sayı, Yıl: 2013, Cilt: 19, Sayı: 2, s. 673.). Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olmak da genel iştirak hükümlerinin ötesinde örgüt kurmak ve yönetmekten ayrı bir suç olarak düzenlenmiş ve cezai yaptırıma bağlanmıştır (Zeki Hafızoğulları – Muharrem Özen, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler Topluma Karşı Suçlar, s. 276.). Dolayısıyla, bu suç tipi açısından müşterek faillik suretiyle iştirak söz konusu olamayacaktır.
Diğer yandan, 5237 sayılı TCK’nın “Etkin pişmanlık” başlıklı 221. maddesi ise;
“(1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden önce, örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlayan kurucu veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz.
(2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.
(3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.
(4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra vermesi halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden dörtte üçe kadar indirim yapılır…” şeklinde düzenlenmiş olup maddenin ilk dört fıkrasında, suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, yönetmek veya bu amaçla kurulmuş örgüte üye olmak suçları ile ilgili etkin pişmanlık gösteren faillerin birbirinden farklı koşullarla, cezanın kaldırılmasını veya cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi hâller kabul edilmiştir.
05.06.1985 tarihli ve 3216 sayılı Bazı Suç Failleri Hakkında Uygulanacak Hükümlere Dair Kanun, 25.03.1988 tarihli ve 3419 sayılı Kanun ve 29.07.2003 tarihli 4959 sayılı Topluma Kazandırma Kanunu’na benzer şekilde 5237 sayılı TCK’nın 221. maddesinde yapılan düzenlemeyle; kanun koyucu, örgütlerle etkin mücadele edebilmek için, örgütleri ortaya çıkarıp dağıtmayı, örgüt elemanlarını devletin yanına çekerek bir yandan zayıflatıp diğer yandan da örgütlerin deşifre olmasını sağlayarak örgüt bünyesinde faaliyet gösteren failleri yakalamayı, “etkin pişmanlık” hükümlerinden yararlanan sanıkları topluma kazandırmayı, örgüt bünyesinde gerçekleştirilen eylemleri açığa çıkarmayı ve benzer suçların tekrar işlenmesini önlemeyi amaçlamaktadır.
Bu açıklamalar ışığında yapılan değerlendirmede;
Etkin pişmanlık hükümleri kanunda failin cezasının kaldırılmasını veya cezada indirim yapılmasını öngören bir şahsi hâl olarak düzenlendiğinden, örgütlü suçluluk kapsamında savunmasının alınması sırasında kişiye bu hükümlerin hatırlatılması CMK’nın 148. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “kanuna aykırı bir yarar vaadi” niteliğinde olmadığı gibi, kişinin de kendi iradesiyle bu hükümlerden yararlanmayı kabul ederek ifade vermesinde ve bu ifadenin başka kişiler hakkında görülmekte olan davalarda, adil yargılanma hakkına uygun olarak o davaların sanığına etkin itiraz yolları tanınması suretiyle delil olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olduğu iddiasıyla farklı yürütülen bir muhakemenin şüpheli ya da sanık sıfatıyla süjesi olan failin, aynı örgüte üye olduğu iddiasıyla yargılanan diğer kişilerin varsa örgüt içerisindeki konumlarının ve örgütsel faaliyetlerinin tanığı konumunda olup bu kişiler hakkında görülmekte olan davalarda tanık sıfatıyla dinlenmesinde bir sakınca bulunmadığı gibi diğer sanığa atılı örgüt üyeliği suçuna müşterek fail sıfatıyla iştiraki de mümkün olmadığından, bu kişilerin eylemlerine ilişkin tanıklık yaptığı noktada tanıklıktan ve yeminden çekinme hakkı da söz konusu olmayacaktır.
Dosyanın incelenmesinde; beyanları hükme esas alınan tanıkların kendi haklarında yürütülen soruşturmalarda müdafileri huzurunda alınan ifadelerinde kendi iradeleriyle beyanda bulunmuş olmaları, aşamalarda herhangi bir kimse tarafından kendilerine hukuka aykırı vaatte bulunduğuna ya da bu yönde zorlandıklarına dair delile dayanan somut iddialarının bulunmaması, kovuşturma aşamasında yapılan oturumlarda ayrıntıları SEGBİS kayıtlarından da anlaşılacağı üzere kendilerine tanıklığa ilişkin kanuni haklarının hatırlatılması, her birinin tanıklık yapacaklarını ve yemin de edeceklerini söyleyerek sanık ve müdafisinin de hazır bulunduğu ortamda beyanda bulunmuş olmaları karşısında; Özel Daire hükmünün bu yönüyle hukuka aykırı delile dayanmadığı anlaşılmaktadır.
Diğer yandan, SEGBİS kayıtlarına göre, kovuşturmada dinlenen tanıkların beyanları itibarıyla Özel Dairece aynı hususlarda yeniden tanık dinlenilmesine gerek görülmediği ve takdiren sanık ve müdafilerinin tanık dinletme taleplerinin reddine karar verilmiş olması karşısında; Özel Dairenin bu yöndeki takdirinin yeterli gerekçeyi içerdiği değerlendirilmiştir.
3- CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde yer alan “Hâkimlik görevini yapmaktan kanun gereğince yasaklanmış hâkimin hükme katılması”, (c) bendinde yer alan “Geçerli şüphe nedeniyle hakkında ret istemi öne sürülmüş olup da bu istem kabul olunduğu hâlde hâkimin hükme katılması veya bu istemin kanuna aykırı olarak reddedilip hâkimin hükme katılması”, (e) bendinde yer alan “Cumhuriyet savcısı veya duruşmada kanunen mutlaka hazır bulunması gereken diğer kişilerin yokluğunda duruşma yapılması” ve (f) bendinde yer alan “Duruşmalı olarak verilen hükümde açıklık kuralının ihlâl edilmesi” hâlleri açısından;
Değerlendirme;
Özel Dairece ilk derece mahkemesi sıfatıyla yapılan oturumlara ve bu oturumlar sırasında yapılan kovuşturma işlemlerine dair çözümlenmiş SEGBİS kayıtlarının incelenmesinde;
– Mahkeme heyetinde yer alan veya hükme katılan hâkimlerden herhangi birinin görevini yapmaktan kanun gereğince yasaklanmadığı ya da bu hususta bir iddianın bulunmadığı,
– Mahkeme heyetinde yer alan veya hükme katılan hâkimlerden herhangi biri hakkında ileri sürülen, kabul ya da reddedilen bir ret isteminin bulunmadığı,
– Tüm duruşmalarda hükme katılacak hâkimlerin, Cumhuriyet savcısının, zabıt kâtibinin yanı sıra sanık ve müdafisinin CMK’nın 188. maddesine uygun olarak hazır bulundukları,
– 26.02.2019 tarihli hükmün duruşmalı olarak açık oturumda verildiği,
Anlaşıldığından, Özel Daire hükmünde CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (b), (c), (e) ve (f) bentlerinde düzenlenen hukuka kesin aykırılık hâllerinin de bulunmadığı anlaşılmaktadır.
4- CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (h) bendinde yer alan “Hüküm için önemli olan hususlarda mahkeme kararı ile savunma hakkının sınırlandırılmış olması” hâli açısından;
Değerlendirme;
Ceza yargılamasındaki savunma haklarının güvence altına alınması demokratik toplumun temel bir ilkesidir (AYM; B. No: 014/9817, 26.02.2015). İHAM da bu kapsamda hakkaniyete uygun bir yargılama için yargılamanın yürütülmesi sırasında alınan önlemlerin, savunma hakkının yeterince kullanılması ile uyumlu olması ve bu hakların teorik ve soyut değil, etkili ve pratik şekilde yorumlanması gerektiğini vurgulamaktadır (Ludi/İsviçre, B.No:12433/86, 15.06.1992; Artico/İtalya, B.No:6694/74, 13.05.1980).
Öte yandan, delillerin yerindeliği incelemesi yapmayan ve bu konunun ulusal yargı organlarının takdirinde olduğunu belirten İHAM, elde edilen deliller dâhil olmak üzere yargılamayı bir bütün olarak inceleyip bu çerçevede ilgilinin adil yargılanma hakkının ihlâl edilip edilmediğine karar vermektedir (İHAM, Khan/Birleşik Krallık, 12.05.2000, B.No: 35394/97, § 34). İHAM, delillerle ilgili olarak, başvurucuya delillerin gerçekliğine itiraz etme ve kullanılmalarına karşı çıkma fırsatı verilip verilmediğini esas almaktadır (Bykov/Rusya, 10.03.2009, B.No: 4378/02, § 90; Khodorkovskiy ve Lebedev/Rusya, 25.07.2013, B.No: 11082/06, 13772/05, § 700). Bu manada esas olan, delilin keyfi ve açıkça dayanaktan yoksun olacak şekilde sanık aleyhine kullanılmaksızın, yargılamanın bir bütün olarak adil yapılmasıdır.
Sanığa soruşturma aşamasında yöneltilen suçlamaların; FETÖ/PDY silahlı terör örgütü üyesi ve bu örgütün yargı yapılanmasında yer aldığına ilişkin olduğu, bu suçlamanın içeriğinin Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca yapılan ifade alma işlemi sırasında sanığa açıklandığı ve sanığın farklı tarihlerde gönderdiği savunma dilekçelerinde anılan suçlamayla ilgili ayrıntılı beyanlarda bulunduğu, öte yandan, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca 20.07.2016 tarihinde düzenlenen tutuklama talep yazısında, sanığa isnat edilen suçlamalara ilişkin ayrıntılı şekilde açıklamalara yer verildiği, bu bağlamda, suça konu edilen olaylarla ilgili bilgi ve delillere yer verildiği, bu eylemlerin hukuki niteliğine yönelik olarak da değerlendirmelerde bulunulduğu, anılan talep yazısının sorgu işlemi öncesinde Ankara 5. Sulh Ceza Hâkimliği tarafından sanığa okunduğu, ayrıca sorgu tutanağında sanığa isnat edilen suçun okunup anlatıldığı, sanığın sorgu sırasında suçlama konusu olaylarla ilgili anlatımda bulunduğu, ayrıca sanığın tutukluluğa itiraz dilekçesinde de usul ve esasa ilişkin ayrıntılı bir biçimde beyanda bulunduğu, dolayısıyla sanık ve müdafisinin isnat edilen suçlamalara ve tutukluluğa temel teşkil eden bilgilere gerek sorgu öncesinde gerekse sorgu sonrasında erişimlerinin olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla suçlamalara dayanak olan temel unsurların ve tutuklamanın hukukiliğinin değerlendirilmesi için esas olan bilgilerin sanığa veya müdafisine bildirilmiş ve sanığa bunlara karşı savunma ve itirazlarını ileri sürme imkânı verilmiş olması dikkate alındığında; sanığın genel olarak soruşturma aşamasında savunma hakkının kısıtlanmadığı kabul edilmelidir.
Kovuşturma aşamasında ise sanığa ve müdafisine geniş bir şekilde savunma yapma imkân ve fırsatı tanındığı, zira kovuşturma evresinde yapılan oturumlarda ayrıntıları SEGBİS kayıtlarından da anlaşılacağı üzere sanık ve müdafisinin ayrıntılı bir şekilde savunmalarını yaptıkları, tüm iddia, argüman ve delillere karşı etkin bir şekilde itiraz etme, tanık beyanlarına karşı savunma yapma ve tanıklara soru sorma haklarının tanındığı, mahkemece sanık ve müdafisinin tanık dinletme talepleri ve sanığın yokluğunda dinlenen tanıkların yeniden dinlenmesi taleplerinin reddine karar verilirken, tanıkların dinlendiği celsede sanık müdafisinin hazır olması, soru sorma imkânının tanınması, sanığa da tanıkların beyanlarına karşı savunma hakkının verilmesi ile kovuşturmada dinlenen tanıkların beyanları ve elde edilen diğer deliller itibarıyla aynı hususlarda yeniden tanık dinlenilmesine ilişkin taleplerin dosyaya yenilik getirmeyeceği ve sonuca etkili olmayacağına ilişkin gerekçe de gösterildiğinden, hüküm için önemli olan hususlarda mahkeme kararı ile sanığın savunma hakkının sınırlandırılmadığı, böylelikle adil yargılanma hakkının ihlal edilmediği anlaşılmaktadır.
5- CMK’nın 289. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendinde yer alan “Hükmün 230 uncu madde gereğince gerekçeyi içermemesi” hâli açısından;
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması” başlıklı 141. maddesinin üçüncü fıkrası; “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
CMK’nın “Kararların gerekçeli olması” başlıklı 34. maddesinin birinci fıkrasında; “Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy dahil, gerekçeli olarak yazılır. Gerekçenin yazımında 230. madde göz önünde bulundurulur. Kararların örneklerinde karşı oylar da gösterilir.”,
“Hükmün gerekçesinde gösterilmesi gereken hususlar” başlıklı 230. maddesinde;
“(1) Mahkûmiyet hükmünün gerekçesinde aşağıdaki hususlar gösterilir:
a) İddia ve savunmada ileri sürülen görüşler.
b) Delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi, hükme esas alınan ve reddedilen delillerin belirtilmesi; bu kapsamda dosya içerisinde bulunan ve hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen delillerin ayrıca ve açıkça gösterilmesi.
c) Ulaşılan kanaat, sanığın suç oluşturduğu sabit görülen fiili ve bunun nitelendirilmesi; bu hususta ileri sürülen istemleri de dikkate alarak, Türk Ceza Kanununun 61 ve 62. maddelerinde belirlenen sıra ve esaslara göre cezanın belirlenmesi; yine aynı Kanunun 53 ve devamı maddelerine göre, cezaya mahkûmiyet yerine veya cezanın yanı sıra uygulanacak güvenlik tedbirinin belirlenmesi.
d) Cezanın ertelenmesine, hapis cezasının adlî para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilmesine veya ek güvenlik tedbirlerinin uygulanmasına veya bu hususlara ilişkin istemlerin kabul veya reddine ait dayanaklar.
(2) Beraat hükmünün gerekçesinde, 223. maddenin ikinci fıkrasında belirtilen hallerden hangisine dayanıldığının gösterilmesi gerekir.
(3) Ceza verilmesine yer olmadığına dair kararın gerekçesinde, 223. maddenin üçüncü ve dördüncü fıkralarında belirtilen hallerden hangisine dayanıldığının gösterilmesi gerekir.
(4) Yukarıdaki fıkralarda belirtilen hükümlerin dışında başka bir karar veya hükmün verilmesi hâlinde bunun nedenleri gerekçede gösterilir.”,
“Hükmün gerekçesi ve hüküm fıkrasının içereceği hususlar” başlıklı 232. maddesinde ise;
“(1) Hükmün başına, ‘Türk Milleti adına’ verildiği yazılır.
(2) Hükmün başında;
a) Hükmü veren mahkemenin adı,
b) Hükmü veren mahkeme başkanının ve üyelerinin veya hâkimin, Cumhuriyet savcısının ve zabıt kâtibinin, katılanın, mağdurun, vekilinin, kanunî temsilcisinin ve müdafiin adı ve soyadı ile sanığın açık kimliği,
c) Beraat kararı dışında, suçun işlendiği yer, tarih ve zaman dilimi,
d) Sanığın gözaltında veya tutuklu kaldığı tarih ve süre ile halen tutuklu olup olmadığı,
Yazılır.
(3) Hükmün gerekçesi, tümüyle tutanağa geçirilmemişse açıklanmasından itibaren en geç onbeş gün içinde dava dosyasına konulur.
(4) Karar ve hükümler bunlara katılan hâkimler tarafından imzalanır.
(5) Hâkimlerden biri hükmü imza edemeyecek hâle gelirse, bunun nedeni mahkeme başkanı veya hükümde bulunan hâkimlerin en kıdemlisi tarafından hükmün altına yazılır.
(6) Hüküm fıkrasında, 223. maddeye göre verilen kararın ne olduğunun, uygulanan kanun maddelerinin, verilen ceza miktarının, kanun yollarına başvurma ve tazminat isteme olanağının bulunup bulunmadığının, başvuru olanağı varsa süresi ve merciinin tereddüde yer vermeyecek şekilde açıkça gösterilmesi gerekir.
(7) Hükümlerin nüshaları ve özetleri mahkeme başkanı veya hâkim ile zabıt kâtibi tarafından imzalanır ve mühürlenir.”
Hükümlerine yer verilmiştir.
Buna göre, Anayasa’nın 141 ve CMK’nın 34, 230 ve 232. maddeleri uyarınca mahkeme kararlarının karşı oy da dahil olmak üzere gerekçeli olarak yazılması zorunlu olup, hüküm; başlık, sorun, gerekçe ve sonuç (hüküm) bölümlerinden oluşmalıdır. “Başlık” bölümünde; hükmü veren mahkemenin adı, mahkeme başkanının ve üyelerinin veya hâkimin, Cumhuriyet savcısının, zabıt kâtibinin, katılanın, mağdurun, varsa vekilinin ve kanuni temsilcisinin adı ve soyadı, sanığın açık kimliği ile varsa müdafisinin adı ve soyadı, beraat kararı dışında suçun işlendiği yer, tarih ve zaman dilimi, sanığın gözaltında veya tutuklu kaldığı tarih ve süre ile hâlen tutuklu olup olmadığı belirtilmeli, “Sorun” bölümünde; iddia ve savunmada ileri sürülen görüşler ortaya konulmalı, “Gerekçe” kısmında; mevcut deliller tartışılıp değerlendirildikten sonra, hükme esas alınan ve reddedilen deliller belirlenmeli, delillerle sonuç arasındaki bağ üzerinde durularak, niçin bu sonuca ulaşıldığı anlatılmak suretiyle hukuki nitelendirmeye yer verilmeli ve sonuç bölümünde açıklanan uygulamaların dayanaklarına değinilmeli, “Sonuç (hüküm)” kısmında ise CMK’nın 230 ve 232. maddeleri uyarınca aynı Kanun’un 223. maddesine göre verilen kararın ne olduğu, TCK’nın 61. ve 62. maddelerinde belirlenen sıra ve esaslara göre uygulanan kanun maddeleri ve hükmolunan ceza miktarı, yine aynı Kanun’un 53 ve devamı maddelerine göre, mahkûmiyet yerine veya cezanın yanı sıra uygulanacak güvenlik tedbiri, cezanın ertelenmesine, hapis cezasının adli para cezasına veya tedbirlerden birine çevrilmesine veya ek güvenlik tedbirlerinin uygulanmasına veya bu hususlara ilişkin taleplerin kabul veya reddine ait dayanaklar, kanun yollarına başvurma ve tazminat talep etme imkanının bulunup bulunmadığı, kanun yoluna başvurma mümkün ise kanun yolunun ne olduğu, şekli, süresi ve mercisi tereddüde yer vermeyecek biçimde açıkça gösterilmelidir.
CMK’nın 230. maddesi uyarınca, hükmün gerekçe bölümünde, suç oluşturduğu kabul edilen fiilin gösterilmesi, nitelendirilmesi ve sonuç (hüküm) bölümünde yer alan uygulamaların dayanaklarının gösterilmesi zorunludur. Gerekçe, hükmün dayanaklarının, akla, hukuka ve dosya muhtevasına uygun açıklamasıdır. Bu nedenle, gerekçe bölümünde hükme esas alınan veya reddedilen bilgi ve belgelerin belirtilmesi ve bunun dayanaklarının gösterilmesi, bu dayanakların da geçerli, yeterli ve kanuni olması gerekmektedir. Kanuni, yeterli ve geçerli bir gerekçeye dayanılmadan karar verilmesi, kanun koyucunun amacına uygun düşmeyeceği gibi, uygulamada da keyfiliğe yol açacaktır. Bu itibarla keyfiliği önlemek, tarafları tatmin etmek, sağlıklı bir denetime imkân sağlamak bakımından, hükmün gerekçeli olmasında zorunluluk bulunmaktadır.
Hükmün gerekçeyi ihtiva etmemesi, 5271 sayılı CMK’nın 289/1-g maddesi uyarınca hukuka kesin aykırılık hâllerinden birini oluşturacaktır.
Diğer taraftan, İHAM; bir yargılamada hak ve özgürlüklerin gerçek anlamda korunabilmesi için davaya bakan mahkemelerin, tarafların dayanaklarını, iddialarını ve delillerini etkili bir biçimde inceleme görevi olduğunu belirtmektedir (Dulaurans/Fransa, B. No: 34553/97, 21/3/2000, § 33). İHAM; mahkemelerin davaya yaklaşma yönteminin, başvurucuların iddialarına yanıt vermekten ve temel şikâyetlerini incelemekten kaçınmaya neden olduğunu tespit ettiği durumları, davanın hakkaniyete uygun bir biçimde incelenme hakkı yönünden İHAS’ın 6. maddesinin ihlali olarak nitelendirmektedir (Kuznetsov/Rusya, B. No: 184/02, 11/4/2007, §§ 84, 85.).
İHAM ayrıca, derece mahkemelerinin, kararların yapısı ve içeriği ile ilgili olarak özellikle delillerin kabulü ve değerlendirilmesinde geniş bir takdir yetkisine sahip olduğunu pek çok kararında yinelemiştir (Van Mechelen ve diğerleri/Hollanda, B. No: 21363/93, 21364/93, 21427/93 ve 22056/93, 23/4/1997, § 50; Barbera Messegue ve Jabardo/İspanya, B. No: 10590/83, 6/12/1988, § 68.). Buna göre, temel hak ve özgürlüklerin ihlâli sonucunu doğuracak derecede ve keyfî olmadıkça belirli bir kanıt türünün (tanık beyanı, bilirkişi raporu veya uzman mütalaası) kabul edilebilir olup olmadığına, değerlendirme şekline veya aslında başvurucunun suçlu olup olmadığına karar vermenin ilk derece mahkemelerinin görevi olduğunu vurgulamaktadır (Garcia Ruiz/İspanya, B. No: 30544/96, 21/1/1996, § 28; S.N./İsveç, B. No: 34209/96, 2/7/2002, § 44).
Bunun yanı sıra İHAM; derece mahkemelerinin kendilerine sunulan tüm iddialara yanıt vermek zorunda olmamakla birlikte somut davanın özelliğine göre esas sorunları incelemiş olduğunun, açık ya da zımni, anlaşılabilir bir şekilde gerekçeli kararında yer almasına önem vermektedir (Boldea/Romanya, B. No: 19997/02, 15/2/2007, § 30; Hiro Balani/İspanya, B. No: 18064/91, 9/12/1994, § 27). Bu anlamda İHAM, mahkemelerin, tarafların temyiz hakkını kullanabilmeleri için gerekli olan “kararlarını hukuken geçerli hangi temele dayandırdıklarını yeterince açıklama” yükümlülüğü altında bulunduklarını belirtmektedir (Hadjıanastassıou/Yunanistan, B. No: 12945/87, 16/12/1992, § 33.).
Gerekçeli karar hakkı, kişilerin adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamayı ve denetlemeyi amaçlamakta; tarafların muhakeme sırasında ileri sürdükleri iddiaların kurallara uygun biçimde incelenip incelenmediğini bilmeleri ve ayrıca demokratik bir toplumda, toplumun kendi adına verilen yargı kararlarının sebeplerini öğrenmesinin sağlanması için de gerekli olmaktadır (AYM, Sencer Başat ve diğerleri [GK], B. No: 2013/7800, 18/6/2014, §§ 31, 34.).
Bir kararda tam olarak hangi unsurların bulunması gerektiği davanın niteliğine ve koşullarına bağlıdır. Muhakeme sırasında açık ve somut bir biçimde öne sürülen iddia ve savunmaların davanın sonucuna etkili olması, başka bir deyişle davanın sonucunu değiştirebilecek nitelikte bulunması hâlinde, davayla doğrudan ilgili olan bu hususlara mahkemelerce makul bir gerekçe ile yanıt verilmesi gerekir (Sencer Başat ve diğerleri, § 35). Aksi bir tutumla mahkemenin, davanın sonucuna etkili olduğunu kabul ettiği bir husus hakkında “İlgili ve yeterli bir yanıt” vermemesi veya yanıt verilmesini gerektiren usul veya esasa dair iddiaların cevapsız bırakılmış olması hak ihlâline neden olabilecektir (Sencer Başat ve diğerleri, § 39.).
Nitekim Anayasa Mahkemesinin 25.05.2017 tarihli ve 11798 sayılı kararında da aynı hususlar vurgulanmıştır.
Bu açıklamalar ışığında Özel Daire hükmü değerlendirildiğinde;
Sanık hakkında kurulan hükümde FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün yapısının, teşkilatlanmasının ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasal sistemi içerisinde gizlice yayılarak kurumları ele geçirmeye yönelik faaliyetlerinin örneklerle anlatıldığı, örgüt içi iletişimde kullanılan haberleşme araçları hakkında detaylı bilgilere yer verildiği, özellikle de Özel Dairece yapılan bu tespitlerin Ceza Genel Kurulunun FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne ilişkin yerleşik kararlarına dayandırıldığı, bununla birlikte, somut davanın özelliğine göre esas sorunların incelenmiş olduğunun açıkça anlaşılabilir bir şekilde gerekçeli kararda yer aldığı, yanıt verilmesini gerektiren usul veya esasa dair iddiaların cevapsız bırakılmadığı anlaşıldığından, Özel Daire hükmünün gerekçeyi içerdiği değerlendirilmiştir.
III- Sanık … Hakkında Kurulan Mahkûmiyet Hükmünün İsabetli Olup Olmadığına Dair Maddi Hukuka İlişkin Uyuşmazlık Konuları Değerlendirildiğinde;
Sanık …’ın 16.07.1998-01.07.2003 tarihleri arasında İzmir Vergi Mahkemesi Üyesi, 07.07.2003-31.08.2008 tarihleri arasında Ankara İdare Mahkemesi Üyesi, 31.08.2008-18.01.2011 tarihleri arasında Adalet Müfettişi, 18.01.2011 tarihinden itibaren de HSYK Müfettişi olarak görev yaptığı, 24.02.2011 tarihinde Danıştay üyesi seçildiği, 23.07.2016 tarihli ve 29779 sayılı ikinci mükerrer Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6723 sayılı Danıştay Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 12. maddesi uyarınca Danıştay Üyeliğinin sona erdiği, HSYK Genel Kurulunca 24.08.2016 tarih ve 426 sayı ile; FETÖ/PDY silahlı terör örgütüyle iltisak ve irtibatının sabit görüldüğünden bahisle meslekten çıkarılmasına karar verildiği,
Sanığın örgütün mahrem sınıfında yer alan Yargı teşkilatında görev aldığı,
Sanığın örgütün yüksek yargı organlarında kadrolaşması kapsamında 2010 yılında seçimle iş başına gelen ve örgüt mensubu üyelerin etkin olduğu HSYK tarafından, örgüt mensubu olduğu iddia edilen HSYK üyelerinin teklifi ve ısrarıyla, örgüt mensuplarının Danıştayda kadrolaşmalarının sağlanması amacıyla 24.02.2011 tarihinde Danıştay Üyeliğine seçildiği, bu hususun o dönem HSYK üyesi olan ve yargı teşkilatında aktif ve önemli görevlerde yer alan tanıklar …, … ve …’in istikrarlı beyanlarıyla doğrulandığı,
Danıştay eski Üyesi olan tanık …’ın beyanına göre sanığın FETÖ mensubu olduğu, 2012 yılında düzenlenen Türkçe Olimpiyatları sırasında İstanbul’a bir gezi düzenlendiği, sadece Danıştay Üyesi olan örgüt mensuplarının katıldığı bu gezide sanığın da bulunduğu, gezinin son gününde örgüt lideri…’in yurtdışına çıkmadan önce kaldığı, Altunizade’deki bir dershanenin üst katında bulunan yerin de ziyaret edildiği, bu gezinin örgüt üyelerinin moral ve motivasyonlarının artırılması amacıyla yapıldığı, örgüt içi faaliyetlere yönelik bilgilendirme çalışmalarını içerdiği ve gizliliğe önem verilerek düzenlendiği gözetildiğinde geziye iştirak eden sanığın örgüte fiilen bağlılık gösterdiği,
05.07.2018 tarihli bilirkişi kurulu raporunda yer alan baz istasyon bilgileri incelendiğinde tanık …’a ait 5053562000 numaralı hattın söz konusu gezinin yapıldığı tarihlere denk gelen 21.07.2012, 22.07.2012 ve 24.07.2012 tarihlerinde İstanbul ilinde bulunan baz istasyonlarından sinyal verdiği, sanık …’a ait 5052182232 numaralı hattın ise 19.07.2012 tarihinde saat 17.39, 17.40 ve 19.50’de, 20.07.2012 tarihinde saat 11.16 ve 11.22’de, 25.07.2012 tarihinde saat 18.14, 18.15, 18.16, 18.21, 20.20, 21.15, 21.19, 21.25, 21.33 ve 21.43’te Etimesgut ilçesi, Bağlıca Mahallesinde bulunan baz istasyonundan sinyal vermesine karşın 20.07.2012 tarihinde saat 19.06’dan başlamak üzere 25.07.2012 tarihinde saat 18.14’e kadar yaklaşık beş gün gibi uzunca bir süre hiçbir sinyal vermediği, bu anlamda sanığın cep telefonunun söz konusu tarihlerde evini taşıdığını belirttiği Etimesgut ilçesi, Bağlıca Mahallesindeki baz istasyonu yetersizliğinden değil İstanbul ilinden sinyal vermemesi amacıyla bilirkişi raporunda belirtildiği gibi sanık tarafından ya tamamen kapatılması ya da veri trafiğine kapalı hâle getirilmesi nedeniyle sinyal vermediği,
Tanık …’in Savcılık tarafından müdafisi huzurunda alınan 18.11.2016 ve 08.12.2016 tarihli ifadelerinde benzer şekilde; sanık … ile birlikte örgüt faaliyetleri kapsamında yapılan sohbetlere katıldığını, bu sohbetlerde; Fetullah Gülen’in isminin birçok kez geçtiğini, Danıştayda yapılan seçimlere ilişkin oylamaların nasıl yapılacağı, nelere dikkat edilmesi gerektiğine yönelik talimatların aktarıldığını, verilen talimatlar doğrultusunda işlem yapıldığını ayrıca maaşlarının yüzde onu oranında da himmet verilmesinin istendiğini beyan ettiği,
Tanık …’in aşamalarda benzer şekilde; sanık … ile birlikte Teftiş Kurulu Başkanlığında yaklaşık olarak beş yıl süre ile çalıştıklarını, o dönemde kendisinin de bu yapının içerisinde olduğunu, 2011 yılının Eylül ayında ise ayrıldığını, Teftiş Kurulunda oldukları süre içinde sanıkla birlikte denetimlere çıktığını, Ankara’da oldukları dönemde zaman zaman bu yapının sohbetlerine katıldıklarını, bu sohbet toplantılarında himmet, bağış ya da yardım adı altında paralar verdiklerini, bu toplantılarda genelde Teftiş Kurulunda olan söz konusu yapıya mensup üyelerin bulunduğunu, sanığın da bu yapıya mensup kişilerden olduğunu, sohbet grubundaki kişilerin oturduğu yere göre, uzaklığa göre değişiklik gösterdiğini, cemaatin aldığı tedbirlere göre de zaman zaman grupların değişebildiğini ancak kendi gruplarında teftiş dışında kimsenin bulunmadığını, sanıkla kısa bir süre aynı grup içinde yer aldıklarını çünkü sanığın farklı yerde oturması nedeniyle sohbetlere katılmada sorun olduğunu, genelde dört kişilik bir grup olduğunu ve herkesin evinde toplandıklarını, bu dört kişilik grubun Danıştay eski Üyesi …, sanık … ve kendisi ile birlikte şu an ismini hatırlamadığı ancak adli yargıdan olabileceğini hatırladığı bir kişiden oluştuğunu, sanıkla birlikte 2009 yılında Bursa denetimi ile 2010 yılında İstanbul denetimini yaptıklarını, o tarihlerde cemaatin içinde olduğunu, grup başkanının da kendisi olduğunu, biri kayrılacaksa bu yapının kendisi ile temas kurduğunu, sanığa bu konuda bir söz düşmediğini, bu teftişler öncesi cemaat mensubu olanların listelerinin grup başkanı olması nedeniyle kendisine verildiğini, bu listedeki isimleri sanığa ilettiğini ifade ettiği,
Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde; sanığın örgüt üyesi sıfatıyla ve örgüt üyeliğinden kaynaklanan hiyerarşi içerisinde hareket ettiği, örgütün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tüm Anayasal kurumlarını ele geçirmeye yönelik hiçbir bir kamu göreviyle bağdaşmayan nihâi amacına ulaşmak için bir süreç ve basamak olarak gördüğü idari ve yargısal mekanizmalara egemen olma faaliyetleri kapsamında Danıştay üyeliğine yerleştirildiği, örgütsel amaçların gerçekleştirilmesine yönelik olarak gerek müfettiş olduğu dönemde gerekse Danıştay üyeliğine seçilmesinden sonra örgütsel saikle hareket ederek örgüt adına yapılan faaliyetlere katıldığı, bu suretle sanığın FETÖ/PDY silahlı terör örgütünün hiyerarşik yapısına dahil olduğu ve böylelikle silahlı terör örgütüne üye olma suçunu işlediği anlaşılmaktadır.
Suç tarihi itibarıyla FETÖ/PDY’nin silahlı terör örgütü olduğuna ilişkin kesinleşmiş bir mahkeme kararının bulunmaması, neticeyi bilerek ve isteyerek tipik hareketi gerçekleştiren sanığın kanuni yönden sorumlu tutulmasına engel teşkil etmeyecektir. Ayrıca örgüt piramidi içindeki konumu itibarıyla “mahrem alan” kapsamında yer alması ve sanığın eğitim düzeyi, yaptığı görev nedeniyle edindiği bilgi ve tecrübeleri ile örgütteki konumu itibarıyla bu oluşumun bir silahlı terör örgütü olduğunu bilebilecek durumda olduğu anlaşıldığından, sanık hakkında TCK’nın 30. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen hata hükmünün uygulanma olanağı bulunmamaktadır.
Bu sebeplerle, sanık … yönünden TCK’nın 314. maddesinin ikinci fıkrasında belirtilen silahlı terör örgütüne üye olma suçunun tüm unsurlarıyla oluştuğunun kabulü gerekmektedir.
Bununla birlikte, sanığın örgütte kaldığı süre ve bu süre içerisindeki örgütsel eylemlerinin çeşitliliği itibarıyla suç kastının yoğun olması, örgütün mahrem yapılanmasında ve bu yapılanmanın da Danıştay gibi örgüt tarafından büyük önem taşıyan Anayasal bir kurum içerisindeki örgütlenmesinde yer alması, bu örgütlenme içerisinde tanık beyanları ve diğer delillerle ispatlandığı şekilde örgütsel saikle gerçekleştirdiği faaliyetlerin yoğunluğu, işlediği suçla meydana gelen tehlikenin ağır olması birlikte değerlendirildiğinde; alt sınırı beş yıl hapis cezasını gerektiren bu suçta temel cezanın alt sınırdan uzaklaşılarak yedi yıl olarak tayin edilmesi dosya kapsamına uygun olup TCK’nın 3. maddesinin birinci fıkrasında düzenlenen “orantılılık” ilkesine de aykırılık oluşturmamakta; TCK’nın 61. maddesindeki suçun işleniş biçimi, suçun işlendiği zaman ve yer ile failin kast veya taksirine dayalı kusurunun yoğunluğu kriterlerine uygun olarak gösterilen “örgüt hiyerarşisi içerisindeki konumu, örgütte kaldığı süre ve kastının yoğunluğu ” şeklindeki gerekçelerin yasal ve yeterli olduğu anlaşılmıştır
Bu itibarla, sanık … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün, CMK’nın 289. maddesinde sayılan hukuka kesin aykırılık hâlleri ile sanık müdafisinin temyiz nedenlerini bildirir ek dilekçesinde ileri sürdüğü usule ve maddi hukuka ilişkin temyiz itirazları kapsamında yapılan inceleme sonucunda, Özel Daire kararı isabetli olup sanık ve müdafisinin salıverme talepleri, maddi hukuka ve usule ilişkin tüm temyiz itirazlarının reddi ile sanık hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün onanmasına karar verilmelidir.
SONUÇ :
Açıklanan nedenlerle,
1- Yargıtay 9. Ceza Dairesinin usul ve yasaya uygun bulunan 26.02.2019 tarihli ve 124-18 sayılı sanık … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün ONANMASINA,
2- Onama kararı ve sanığın tutuklukta geçirdiği süre göz önüne alınarak sanık hakkındaki salıverilme isteklerinin REDDİNE,
3- Dosyanın, Yargıtay 9. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 15.10.2020 tarihinde yapılan müzakerede, (1) ve (3) numaralı ön sorunlara ilişkin uyuşmazlık konuları bakımından oy çokluğuyla, (2) numaralı ön soruna ilişkin uyuşmazlık konusu ve mahkûmiyet hükmünün isabetli olup olmadığına ilişkin inceleme konusu ile sanık hakkındaki salıverilme istekleri bakımından oy birliğiyle karar verildi.