Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2017/785 E. 2019/404 K. 09.05.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/785
KARAR NO : 2019/404
KARAR TARİHİ : 09.05.2019

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 14. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 229-223

Sanık …’ın katılan mağdure … ile mağdureler … ve …’a karşı karşı nitelikli cinsel saldırı suçundan TCK’nın 102/2, 43/1 ve 53. maddeleri uyarınca üç kez 10 yıl hapis, katılan mağdure …’a karşı beden veya ruh sağlığını bozacak şekilde nitelikli cinsel saldırı suçundan TCK’nın 102/2, 102/5, 43/1 ve 53. maddeleri uyarınca 12 yıl hapis cezası ile cezalandırılmasına, hak yoksunluğuna ilişkin Aksaray Ağır Ceza Mahkemesince verilen 01.04.2015 tarihli ve 229-223 sayılı hükümlerin sanık müdafisi tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 14. Ceza Dairesince 19.12.2016 tarih ve 4887-8588 sayı ile;
“Olayın meydana çıkış biçimi, mağdurelerin aşamalardaki beyanları, iletişimin dinlenmesine ilişkin görüşme dökümleri, savunma ile tüm dosya kapsamına göre; sanık …’nın, beden veya ruh sağlığı bakımından kendilerini savunabilecek durumda bulunan mağdurelere yönelik eylemlerini cebir, tehdit veya mağdurelerin rızası dışında gerçekleştirdiğine dair delil bulunmadığından, mağdureler Seher, Dilek, Nazife ile Hülya’ya yönelik nitelikli cinsel saldırı suçundan (dört kez) beraatine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde mahkumiyetine hükmedilmesi,” isabetsizliğinden oy çokluğuyla bozulmasına karar verilmiş,
Daire Başkanı M. Demirdağ ile Daire üyesi …;
“Sayın çoğunluk ile aramızdaki görüş ayrılığı sanık …’ın mağdureler Seher, Dilek, Nazife ve Hülya’ya yönelik nitelikli cinsel saldırı suçlarının oluşup oluşmadığının belirlenmesi ile sınırlıdır.
Dosya içeriğine ve oluşa uygun kabule göre özetle sanığın kendisini Suffe Derneği’nin manevi hocası olarak tanıttığı, pek çok insanın dini bilgiler almak amacıyla onun düzenlediği sohbetlere katıldığı, bu sohbetlere katılan kadınların güvenlerini kazanmak ve kendisiyle cinsel ilişkiye girmelerini sağlamak amacıyla dini düşünce ve duyguları kötüye kullandığı, manevi anlamda yükselmek isteniyorsa istediği her şeyin yapılması ve bu arada kendisine teslim olunması gerektiğini söylediği, mağdurların dini duygularını istismar edip hile kullanmak suretiyle iradelerini fesada uğratarak zincirleme biçimde cinsel saldırıda bulunduğu, mevcut rızalarının hukuken geçerli olmaması nedeniyle yüklenen suçun oluştuğu gerekçesiyle Yerel Mahkemece sanığın mahkumiyetine karar verilmiştir.
Sayın çoğunluk tarafından ‘beden veya ruh bakımından kendisini savunacak durumda olan mağdurelere yönelik eylemlerin, cebir, tehdit veya rızaları dışında gerçekleştirildiğine dair delil bulunmadığından’ adı geçenlere yönelik eylemlerden dolayı beraat kararı verilmesi gerektiğinden bahisle anılan mahkumiyet hükümlerinin bozulmasına karar verilmiştir.
TCK’nun 102. maddesinde düzenlenen cinsel saldırı suçu, ‘mağdurun cinsel dokunulmazlığına haksız bir müdahale oluşturan, onun rıza ve iradesi dışında meydana gelen bir tecavüz’ olarak tanımlanmaktadır. TCK’nun 26/2.maddesi de ‘Kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilmez’ hükmünü içermektedir. Suçun tanımı ve anılan düzenleme gereğince geçerli bir rızanın varlığı hâlinde cinsel saldırı suçunun basit ve nitelikli hâlinin her ikisi de oluşmamaktadır. Cinsel saldırı suçuna ilişkin yasal düzenlemede iradeyi bozan ve sakatlayan durumların neler olduğuna yer verilmeyerek bireyin cinsel özgürlüğünün geniş bir şekilde korunması amaçlanmıştır. Hükmün gerekçesine ve doktrine göre cebir, şiddet, tehdit ve hile başlıca iradeyi etkileyen nedenlerdir. Somut olayda sanığın, mağdurelere karşı cebir, şiddet veya tehdit kullanmadığı, diğer bir ifade ile maddi cebir uygulamadığı hususu tartışmasızdır. Uyuşmazlık konusu olan sanığın mağdurelerin direnmelerini engellemek ve isteklerine itaati sağlamak için kullandığı sözde dini söylem ve telkinlerinin fiile karşı koymalarını olanaksızlaştırarak suça vücut verecek hile boyutuna varıp varmadığıdır. Bunun anlaşılması için sanığın kullandığı yöntemlerin belirlenip incelenmesi gerekmektedir.
Dosya içeriğine göre, sanığın biri resmi nikahlı, diğerleri dini nikahlı olmak üzere toplam yedi eşiyle birlikte kaldığı ikametine gelen insanlara izinsiz olarak dini eğitimler verip barınma sağladığı, güven duyulmasını temin için kendisini çevrede hoca, peygamber soyundan gelen seyyit, alim ve benzeri sıfatlarla tanıttığı, söz ve davranışlarıyla manevi anlamda mertebesi yüksek, dönemin en büyük evliyası olabilecek kapasitede keramet sahibi, manevi alemde aynı anda yetmiş farklı yerde bulunabilen, üstün, dürüst ve alim bir zat olduğu konusunda talebe sıfatıyla sohbetlerine katılan mağdurları inandırdığı, cinsel isteklerinin karşılanmasını ve eylemlerini dini inancın gereği gibi gösterdiği, yapılanların ilahi olduğuna ilişkin kanaat oluşturduğu, manevi mertebelerinin yükselmesi, Allah’a yaklaşmaları için bunları ve söylediği her şeyi yapmaları gerektiğine inandırdığı, günah işlemenin normal, asıl olanın tövbe etmek olduğunu bildirerek ahlaki değerleri yıkmak suretiyle direnç gösterme olasılıklarını yok edip, itaat etmelerini sağladığı, bu yolla mağdurelerle cinsel ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır.
Sanığın cinsel eylemleri öncesinde ve sırasında mağdurları ikna için kullandığı yöntemlerin hile boyutuna ulaşıp ulaşmadığı konusuna gelince; Uygulamada, bir kişinin kendi veya üçüncü kişiler yararına hukuka aykırı bir çıkar sağlamak amacıyla yalan söyleyerek veya gerçek olayları değiştirmek yahut gizlemek suretiyle başkasında yanılgıya dayalı bir inanç meydana getirmek veya mevcut yanılgılı inancı korumayı sağlamaya yönelik hareketler hile sayılmaktadır.
Hilenin kandırıcı ve iradeyi bozucu boyutta olup olmadığı her somut olayda yöneldiği kişinin sübjektif durumu, diğer bir ifade ile yaşı, zeka seviyesi, eğitim durumu, ekonomik ve sosyal koşulları dikkate alınarak belirlenmektedir. Sanığın özellikle ilk eylemleri sırasında hileli gerçek dışı dini söylem ve telkinler ile mağdureleri aldattığı, irade özerkliklerini kısıtladığı ve buna bağlı olarak rızalarını temin ettiği açıktır. Kullandığı yöntemlerin doğru dini bilgi ve din kültürüne sahip, iyi eğitimli insanları kandırıcı vasıfta olmaması somut olayda içinde bulundukları psikolojik ve sosyal koşullara nazaran mağdurelerin kandırıldığı gerçeğini değiştirmez. Mağdur ve eylem sayısı dikkate alındığında, hile kullanılmadan serbest irade ürünü rıza ile yargılamaya konu eylemlerin gerçekleştirilmesine olanak yoktur. Sanık, hilenin tanımına uyar biçimde önce güven oluşturduktan sonra dini inancın gerekleri konusunda gerçek dışı beyanlarda bulunmuş, dini inanç ve duyguları istismar ederek iradelerini fesada uğratmış, bu şekilde hile ile rızalarını temin etmiştir. Daha doğrusu direnme istek ve güçlerini yok edip, itaate zorlamıştır. Bu nedenle mağdurelerin rızaları hukuken geçersiz olduğundan, sanığın fiillerini hukuka uygun hale getirmez.
Yukarıda açıklanan biçimde sanığın, hile ile mağdurelerin rızalarını temin ederek cinsel ilişkide bulunduğu, TCK’nun 102/2. maddesinde düzenlenen nitelikli cinsel saldırı suçunun tüm unsurlarıyla oluştuğu, açıklanan nedenlerle Yerel Mahkemenin mahkûmiyet hükümleri yasal ve yerinde olduğundan onanması gerektiği” düşüncesi ile karşı oy kullanmışlardır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı 24.02.2017 tarih ve 353017 sayı ile;
“…Sanığın biri resmi nikahlı, diğerleri dini nikahlı olmak üzere toplam yedi eşiyle birlikte kaldığı ikametine gelen insanlara izinsiz olarak dini eğitimler verip barınma sağladığı, güven duyulmasını temin için kendisini çevrede hoca, peygamber soyundan gelen seyyit, alim ve benzeri sıfatlarla tanıttığı, mağdurelerin anlatımlarından anlaşıldığı üzere kendilerine ‘hoca’ diye hitap edilen sanığın resmi nikahlı ve dini nikahlı eşleri vasıtası ile bu iddiaların mağdurelere telkin edildiği, söz ve davranışlarıyla manevi anlamda mertebesi yüksek, dönemin en büyük evliyası olabilecek kapasitede keramet sahibi, manevi alemde aynı anda yetmiş farklı yerde bulunabilen, yardım ettiği öğrencilere verilen paraları banka vasıta kılınmadan bu kişilerin cebine koyabilen, üstün, dürüst ve alim bir zat olduğu konusunda talebe sıfatıyla sohbetlerine katılan mağdurları inandırdığı, cinsel isteklerinin karşılanmasını ve eylemlerini dini inancın gereği gibi gösterdiği, yapılanların ilahi olduğuna ilişkin kanaat oluşturduğu, manevi mertebelerinin yükselmesi, Allah’a yaklaşmaları için bunları ve söylediği her şeyi yapmaları, kendisine tamamen teslim olmaları gerektiğine inandırdığı, günah işlemenin normal, asıl olanın tövbe etmek olduğunu bildirerek ahlaki değerleri yıkmak suretiyle direnç gösterme olasılıklarını yok edip, itaat etmelerini sağladığı, bu yolla mağdurelerle cinsel ilişkiye girdiği anlaşılmaktadır.
TCK md. 26/2’de ilgilinin rızası düzenlenmiştir. Bu hükme göre; ‘Kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilmez’. Bu düzenleme gereğince, ilgilinin üzerinde tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olarak vermiş olduğu rıza üzerine kanunî tipte tanımlanmış bir fiili gerçekleştiren kişi hukuka uygunluktan yararlanabilecektir. Yine bazı suç tiplerinde ilgilinin rızası tipikliği ortadan kaldıran bir neden olarak öngörülmüştür (Örneğin, TCK md. 116) Rıza, ceza hukukunun en eski ve en tartışmalı kurumlarından biridir. Romalı hukukçu Ulpinyan’ın aktardığı ‘rızayla gerçekleştirilen fiil haksızlık oluşturmaz’ (nulla iniuria est, quae in volentem fiat) sözü, ceza hukukunda yerleşmiş, geleneksel bir ifadedir. Bu söz günümüze kadar varlığını korumuş ve ‘razı olana karşı gerçekleştirilen fiil, suç değildir’ (volenti non fit iniuria) şeklinde ifade edilen, temel bir hukuk ilkesine dönüşmüştür. Gerek öğretide gerekse yerleşmiş yargısal kararlarda vurgulandığı üzere ilgilinin rızasına dayalı hukuka uygunluk nedeninin varlığı için gerekli koşullar şu şekilde sıralanabilir:
a) İlgili kişinin suç konusu üzerinde serbestçe tasarruf hakkı olmalıdır.
b) Rıza göstereceği hususlarda aydınlatılmış olmalıdır.
c) Rızayı serbest olarak özgürce açıklamalıdır. Hile, hata, cebir ve tehdit gibi irade sakatlıkları ile sakatlanmamış olması rızanın en önemli geçerlilik şartlarından bir tanesidir.
d) Rıza baştan itibaren bulunmalı, eylemin gerçekleştirilmesinden önce veya en geç suçun işlendiği sırada açıklanmalıdır. Failin hareketini yapmasından sonra açıklanan rıza, artık rıza değil, bir icazet olacak ve eylemde hukuka uygunluk etkisi yaratmayacaktır.
e) İlgili kişi rızaya ehil olmalıdır.
Sanığın, eşlerinin de yardımı ile mağdureleri kendisinin âlim bir zat olduğuna, çeşitli kerametlere sahip olduğuna, kendisinin isteklerinin yerine getirilmesi halinde dînen mertebelerinin yükseleceğine, aksi takdirde imtihanı kaybedenlerden olacaklarına ikna etmesi ve bu suretle onunla cinsel ilişkiye girmeye razı etmesinde, mağdurelerin rızalarının hile ile sakatlanıp sakatlanmadığının irdelenmesi gerekmektedir.
Hile, kişiyi ikna etmeye yönelik sözlerle gerçeğin gizlenmesi veya gerçeğe ilişkin kişinin algısının değiştirilmesi için söylenen söz ve davranışlardır; Kişinin gerçeğe ilişkin olarak aldatılması, iradesinin, psişiğinin yanılgıya sevk edilmesi veya sahte bir dış görünüm yaratarak dış gerçekliği etkilemektir.
Uygulamada, bir kişinin kendi veya üçüncü kişiler yararına hukuka aykırı bir çıkar sağlamak amacıyla yalan söyleyerek veya gerçek olayları değiştirmek yahut gizlemek suretiyle başkasında yanılgıya dayalı bir inanç meydana getirmek veya mevcut yanılgılı inancı korumayı sağlamaya yönelik hareketler hile sayılmaktadır. Hilenin kandırıcı ve iradeyi bozucu boyutta olup olmadığı her somut olayda yöneldiği kişinin sübjektif durumu, diğer bir ifade ile yaşı, zekâ seviyesi, eğitim durumu, ekonomik ve sosyal koşulları dikkate alınarak belirlenmektedir.
Öğretide savunulan geleneksel görüşe göre, hile ile elde edilmiş olan rıza hiçbir zaman geçerli değildir. Kişiyi aldatmaya yönelik yapılan hileli davranışların ihlal edilmek istenen hukuksal değere ilişkin olma zorunluluğu yoktur. İhlaline rıza gösterilen hukuksal değer dışındaki başka bir hususa ilişkin olan hileli davranışlar da rıza açısından önemlidir. Önemli olan kişinin iradesinin hile nedeni ile sakatlanmış olması ve bu irade sakatlığına bağlı olarak rıza göstermiş olmasıdır. Kişi aldatılmasaydı rıza göstermeyecekti denebiliyorsa hile önemlidir. Hukuksal değere ilişkin olmayan, ancak kişiyi rıza göstermeye sevk eden beklentilere ilişkin saik hatasının ve bu konudaki hilenin ise kural olarak önemli olmadığı kabul edilse bile kişinin kendi hukuksal değerine ilişkin karar verme serbestisisini engelleyen hilenin önemli olduğunu kabul etmek gerekir. (Yrd. Doç. Dr. Meral Ekici Şahin, Ceza Hukukunda Rıza, Doktora Tezi)
Mağdurelerin geleneksel yaşam tarzını benimsemiş kişiler oldukları, inançlarını yaşamak ve kendilerini geliştirmek anlamında bir ‘mürşide’ ihtiyaç duydukları ve bu amaçla sanık ve eşleri tarafından yapılan telkinlerin de etkisi ile alim bir zat olarak tanıdıkları sanıktan ders aldıkları anlaşılmaktadır. Geleneksel din anlayışı ile keramet sahibi veliler ve mürşitlerin varlığına inançla yetişmiş mağdureler gibi insanların, sahip oldukları sosyo- kültürel arka planın etkisi ile, geleneksel dini yapıları taklit ederek oluşan ve istismar amacını taşıyan organizasyonlar içine girdiğinde, kendisine mürşit süsü vermiş sanık gibi kişilerin karizması önünde küçülmeleri, kendilerine yapılan telkinlerin etkisi ile neredeyse kayıtsız şartsız kendilerini ona teslim etmeleri yaygın bir şekilde rastlanan bir sonuçtur. Bu olayda da benzer bir yaklaşımla, tasavvuf geleneğindekine benzer şekilde keramet ve menâkıb (din büyüklerinin yaşamları ve olağanüstü davranışlarıyla ilgili anlatı) geleneğiyle bütünleşerek, sanık etrafında kutsal koruma hâleleri oluşturulmuş, sanık hatasız, kusursuz, âdeta sorgulanamaz kişi olarak kabul edilmiştir. Sanığın bu kabulü oluşturmak ve pekiştimek için Hz. Muhammed’in soyundan gelen bir ‘seyyid’ olduğunu ve mehdinin kendi soyundan geleceğini iddia ettiği ve eşlerinin de yardımı ile bu duruma mağdureleri ikna ettiği dosyada yer alan beyanlardan anlaşılmaktadır.
Karşı oy yazısında da isabetle belirtildiği gibi, sanığın özellikle ilk eylemleri sırasında hileli gerçek dışı dini söylem ve telkinler ile mağdureleri aldattığı, irade özerkliklerini kısıtladığı ve buna bağlı olarak rızalarını temin ettiği açıktır. Kullandığı yöntemlerin doğru dini bilgi ve din kültürüne sahip, iyi eğitimli insanları kandırıcı vasıfta olmaması somut olayda içinde bulundukları psikolojik ve sosyo- kültürel koşullara nazaran mağdurelerin kandırıldığı gerçeğini değiştirmez. Mağdur ve eylem sayısı dikkate alındığında, hile kullanılmadan serbest irade ürünü rıza ile yargılamaya konu eylemlerin gerçekleştirilmesine olanak yoktur. Sanık, hilenin tanımına uyar biçimde önce güven oluşturduktan sonra dini inancın gerekleri konusunda gerçek dışı beyanlarda bulunmuş, dini inanç ve duyguları istismar ederek iradelerini fesada uğratmış, bu şekilde hile ile rızalarını temin etmiştir. Daha doğrusu direnme istek ve güçlerini yok edip, itaate zorlamıştır. İsteklerine karşı çıkanları ‘misyoner’ olarak adlandırmış ve içinde bulundukları topluluktan dışlanmalarına neden olmuştur. ‘Hoca’ olarak adlandırılan eşlerinin anlattığı menkıbelerle keramet sahibi, olağanüstü hallere sahip bir kişi imajı oluşturulup bu imajı ‘seyyid’ olduğu, soyundan mehdinin geleceği söylemleri ile pekiştirilen sanık, mağdureleri dini mertebelerinin başka türlü yükselmeyeceğine dair uyguladığı psikolojik baskı ile onları adeta seçim hakkını ortadan kaldırmak suretiyle cinsel ilişkiye girmeye zorlamıştır. Bu nedenle sanığın ağır ve karşı konulması neredeyse imkansız bir psikolojik baskı oluşturacak düzeye erişen hile elde edilmiş mağdure rızaları hukuken geçersiz olduğundan, sanığın fiillerini hukuka uygun hale getirmeyeceğinin kabul edilmesi gerektiği,” görüşyle itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
CMK’nın 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 14. Dairesince 03.05.2017 tarih, 1645-2379 sayı ve oy çokluğu ile itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
İtirazın kapsamına göre inceleme sanık hakkında katılan mağdureler … (Barın) ve … ile mağdureler … ve …’a yönelik eylemlerinden dolayı nitelikli cinsel saldırı ile beden veya ruh sağlığını bozacak şekilde nitelikli cinsel saldırı suçlarından kurulan mahkûmiyet hükümleriyle sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire çoğunluğu ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar; sanığa atılı katılanlar … (Barın) ile … ve mağdureler … ile …’a yönelik nitelikli cinsel saldırı suçlarının sabit olup olmadığının belirlenmesine ilişkin ise de Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle;
1) 6284 sayılı Kanun’un 20/2. maddesi uyarınca Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının sanık hakkında açılan kamu davasından haberdar edilmesinin zorunlu olup olmadığının,
2) Yokluğunda verilen kararın katılan … (Barın) ‘a usulüne uygun şekilde tebliğ edilip edilmediğinin,
Değerlendirilmesi gerekmektedir.
Sanık … hakkında katılan mağdureler … ile … (Barın) ve mağdureler … ile …’ye karşı nitelikli cinsel saldırı suçunu işlediği iddiasıyla kamu davası açıldığı, Yerel Mahkemece 01.04.2015 tarih ve 229-223 sayı ile katılan mağdure …’a karşı beden veya ruh sağlığını bozacak şekilde nitelikli cinsel saldırı, katılan madure … ve mağdureler … ile …’ye karşı ise nitelikli cinsel saldırı suçlarında mahkûmiyetine karar verildiği,
Mağdure …’ın (Barın) İstanbul 19. Ağır Ceza Mahkemesince 21.02.2014 tarihli oturumda talimat yoluyla alınan beyanında sanıktan şikâyetçi olup kamu davasına katılma talebinin olduğunu belirtmesi üzerine Yerel Mahkemece 11.03.2014 tarihli oturumda mağdurenin kamu davasına katılan olarak kabulüne karar verildiği,
Katılan …’ın (Barın) talimat yoluyla beyanına başvurulan İstanbul 19. Ağır Ceza Mahkemesinde “Dervişali Mahallesi, Kasap Sokak, No: 5 Daire:3 Fatih/İstanbul” adresinde ikamet ettiğini beyan ettiği,
Yerel Mahkemece katılan …’ın (Barın) yokluğunda verilen kararın mernis adresi olduğu şerhi düşülerek “Yenidoğan Mah. Selçuk Sk. No:10-12 İç Kapı No:4Bayrampaşa/ İstanbul” adresine gönderilen kararın, tebliğ imkansızlığı nedeniyle 22.05.2015 tarihinde Tebligat Kanunun 21/2. maddesine göre mahalle muhtarına teslim edilip katılanın kapısına haber kağıdının yapıştırılması suretiyle tebliğ edildiği,
Hükümlerin sadece sanık müdafisi tarafından temyiz edildiği,
Yerel Mahkemece Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına duruşma davetiyesi çıkarılmadığı gibi gerekçeli kararın da tebliğ edilmediği,
Anlaşılmaktadır.
Ön sorunlara ilişkin uyuşmazlık konularının birlikte ele alınmasında fayda bulunmaktadır.
Dünya genelinde güncelliğini koruyan ve mücadele edilmesi gereken aile içi ve kadına karşı şiddet, insanların temel hak ve özgürlüklerini ihlal etmesinin yanı sıra toplumsal yaşamı da tehdit eden sosyal bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bakımdan insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk Devleti olma konusundaki kararlılığını ortaya koyan ülkemizce Anayasa’mızda gerekli düzenlemeler yapılarak eşitlik ilkesi temelinde gerekli önlemler alınmıştır. Bu kapsamda;
Anayasa’nın herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğunu hüküm altına alan “Kanun önünde eşitlik” kenar başlıklı 10. maddesine 22.05.2004 tarih ve 25469 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5170 sayılı Kanun ile eklenen ikinci fıkrada; kadınlar ve erkeklerin eşit haklara sahip olduğu, devletin bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olduğu belirtilmiş, 13.05.2010 tarih ve 27580 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5982 sayılı Kanun ile ikinci fıkraya eklenen cümle ile kadın-erkek eşitliğinin sağlanması hususunda alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamayacağı, eklenen üçüncü fıkra ile de çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacağı hüküm altına alınarak pozitif ayrımcılık ilk defa Anayasa düzeyinde benimsenmiştir.
Öte yandan ailenin, Türk toplumunun temeli olduğunu ve eşler arasındaki eşitliğe dayandığını belirten Anayasa’nın 41. maddesinin kenar başlığı “Ailenin korunması” şeklinde iken yine 5982 sayılı Kanun ile “Ailenin korunması ve çocuk hakları” hâline getirilip anılan Kanun ile maddeye eklenen üçüncü fıkrada devletin, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacağı öngörülmüştür.
Aile içi ve kadına karşı şiddetle ilgili kavramların Türk Hukukuna girmesinde uluslararası bildirge ve sözleşmelerin önemli bir rol oynadığı ve yasal düzenlemelerde yer alan kavramların, temelini bu uluslararası sözleşmelerden aldığı görülmektedir. (Ebru Ceylan, Türk Hukukunda Aile İçi Şiddet ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesiyle İlgili Yeni Düzenlemeler, Türkiye Barolar Birliği Dergisi Kasım-Aralık Sayısı, Yıl: 2013, S.103, s. 15.) Öte yandan Anayasa’nın 90. maddesinde, usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmaların kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı ve usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası antlaşma hükümlerinin esas alınacağının hüküm altına alınması nedeniyle uyuşmazlık konusu bakımından önem arz eden uluslararası antlaşmalara değinmekte zorunluluk bulunmaktadır.
Birleşmiş Milletler tarafından 18.12.1979 tarihinde kabul edilen ve ülkemizde de 14.10.1985 tarih ve 18898 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”, yaşamın her alanında kadın-erkek arasındaki ayrımcılığı kaldırıp insan hakları ve temel özgürlüklerin kadınlara tanınması için sözleşmeye taraf devletlerin kararlı şekilde eşitlik politikası izlemelerini sağlama amacı taşımaktadır. (Nazan Moroğlu, Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi 6284 Sayılı Yasa ve İstanbul Sözleşmesi, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Yıl: 2012, Mart-Nisan S.99, s. 359-360; Ceylan, s. 15-16.) Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi de cinsiyete dayalı şiddetin, kadınların erkeklerle eşitlik temelinde hak ve özgürlüklerden yararlanma imkânına ciddi bir engel teşkil eden ve bu nedenle Sözleşme’nin 1. maddesi kapsamında yasaklanan bir ayrımcılık şekli olduğunu belirtmiştir. (AİHM, Opuz/Türkiye Kararı, 09.06.2009, B.N:33401/02, &74.)
Birleşmiş Milletler tarafından 20 Aralık 1993 tarihinde kabul edilip kadına yönelik şiddet konusunda ilk uluslararası belge özelliği taşıyan “Kadınlara Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Bildirge” ile şiddetin önlenmesi, failin cezalandırılması ve şiddete uğrayanın korunması konusunda üye Devletlere düşen sorumluluklar ile görevler ayrıntılı bir şekilde düzenlenerek Devletlerin iç hukuklarında gerekli düzenlemeleri yapması ve uygulamaya geçirmesi öngörülmüştür. (Bildirgenin Türkçe metni için bkz. Https://www.tbmm.gov.tr/komisyon /kefe/belgeuluslararasibelgeler/kadina_karsi_siddet/BM) Bu kapsamda Türk hukukunda ilk kez kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” 14.01.1998 tarihinde kabul edilmiş ve 17.01.1998 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. (Moroğlu, s. 361-362.)
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Kadınların Şiddetten Korunmasına Dair 30.04.2002 tarih ve 2002-5 sayılı Tavsiye Kararında; üye devletlerin, şiddete karşı gerekli olan her alanda ulusal politikalar başlatıp ceza hukukunda ve medeni hukukta iyileştirmeler yapmaları gerektiği vurgulanmış, üye devletlerin, kadınlara karşı cinsel şiddeti yahut savunmasız, engelli ve korunmaya muhtaç mağdurların zaafiyetlerinin istismarını cezalandırmaları ve bu mağdurlara dava açma imkânı sağlayacak, savcıların ceza kovuşturması başlatmalarına imkân tanıyacak ve yargılama sırasında çocuk haklarını koruyacak gerekli tüm tedbirleri almaları gerektiği belirtilmiştir. (Kararın İngilizce metni için bkz. https://rm.coe.int/09000016805e2612)
Türkiye’nin ilk imzalayan ve onaylayan ülke konumunda olduğu“Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” (İstanbul Sözleşmesi) ise kadına yönelik şiddeti ilk kez açıkça insan hakkı ihlali olarak tanımlamış ve taraf devletlere uluslararası hukukta kadına karşı ve aile içi şiddet konusunda yükümlülükler getirmiştir. Sözleşme, Türkiye tarafından 11.05.2011 tarihinde çekince konulmaksızın imzalanmış, 29.11.2011 tarih ve 28127 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. Ancak, 75. maddesindeki en az sekizi Avrupa Konseyi üyesi olan on Devlet tarafından onaylanma şartı nedeniyle Sözleşme, Türkiye bakımından 01.08.2014 tarihinde yürürlüğe girerek iç hukukumuzun parçası hâline gelmiştir.
Sözleşme’nin 3/a maddesi kadınlara yönelik cinsel eylemleri, kadına yönelik şiddet kapsamına dahil etmiş, 5/2. maddesi ise taraf devletlere, sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerinin gereken özeni göstererek önlenmesini, soruşturulmasını, cezalandırılmasını ve tazmin edilmesini sağlamak üzere gerekli hukuki tedbirleri alma yükümlülüğü getirmiştir. Bu Sözleşme’nin etkisiyle 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un kadına karşı ve aile içi şiddetle mücadelede yetersiz kaldığı düşünülerek 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” 20.03.2012 tarihli ve 28239 sayılı, bu Kanunun Uygulama Yönetmeliği ise 18.01.2013 tarih ve 28532 sayılı Resmî Gazetelerde yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Bu aşamada uyuşmazlık konusunun isabetli bir şekilde çözümlenebilmesi için 6284 sayılı Kanun ile bu Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nde yer alan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının davaya katılma hakkına ilişkin hükümler, Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesi ve “Temel Hak ve Hürriyetlerin Korunması” başlıklı 40. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın “Kamu davasına katılma” başlıklı 237. maddesi çerçevesinde tartışılmalıdır.
Anayasanın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesi; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”; “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesine 4709 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle eklenen ikinci fıkrasında da, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” şeklinde hükümlere yer verilmiş, 40. maddenin ikinci fıkrasının gerekçesinde bireylerin yargı ya da idari makamlar önünde sonuna kadar haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanmasının amaçlandığı, son derece dağınık mevzuat karşısında kanun yolu, mercisi ve sürelerin belirtilmesinin hak arama, hak ve hürriyetlerin korunması açısından zorunluluk hâline geldiği belirtilmiştir.
Genel olarak pozitif hukukça tanınmış hakların ön koşulu ve usuli güvencesi olarak anlaşılması gereken ve yargıya başvurma olanağını her olayda ve aşamada gerekli kılan hak arama özgürlüğü, Anayasa Mahkemesinin 19.09.1991 tarihli ve 2-30 sayılı kararında belirtildiği üzere sav ve savunma hakkı şeklinde birbirini tamamlayan iki unsurdan oluşmakta, hukuksal olanakları kapsamlı biçimde sağlama ve bu konuda tüm yollardan yararlanma haklarını içermektedir. (Mesut Aydın, Anayasa Mahkemesi Kararlarında Hak Arama Özgürlüğü, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Yıl:2006, S. 3, s. 4-10.) Bu bakımdan içerdiği sav unsuru nedeniyle davaya katılma hakkı, hak arama hürriyeti ile yakından ilgilidir.
Öte yandan katılma hakkına bağlı olan kanun yolu davası açma hakkı, karar veya hükümlerdeki hukuka aykırılıkları gidermek ve isabetli karar verilmesini sağlamak bakımından davanın tarafları yanında toplum için de önemli bir teminat oluşturduğundan temel haklar arasında sayılmaktadır.
5271 sayılı CMK’nın “Kamu davasına katılma” başlıklı 237. maddesi;
“1) Mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanlar, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek kamu davasına katılabilirler.
2) Kanun yolu muhakemesinde davaya katılma isteğinde bulunulamaz. Ancak, ilk derece mahkemesinde ileri sürülüp reddolunan veya karara bağlanmayan katılma istekleri, kanun yolu başvurusunda açıkça belirtilmişse incelenip karara bağlanır”,
“Katılma usulü” başlıklı 238. maddesi ise;
“1) Katılma, kamu davasının açılmasından sonra mahkemeye dilekçe verilmesi veya katılma istemini içeren sözlü başvurunun duruşma tutanağına geçirilmesi suretiyle olur.
2) Duruşma sırasında şikâyeti belirten ifade üzerine, suçtan zarar görenden davaya katılmak isteyip istemediği sorulur.
3) Cumhuriyet savcısının, sanık ve varsa müdafiinin dinlenmesinden sonra davaya katılma isteminin uygun olup olmadığına karar verilir.” şeklinde düzenlenmiştir.
5271 sayılı CMK’nın 237. maddesinde, mağdur, suçtan zarar gören gerçek ve tüzel kişiler ile malen sorumlu olanların, ilk derece mahkemesindeki kovuşturma evresinin her aşamasında hüküm verilinceye kadar şikâyetçi olduklarını bildirerek davaya katılabilecekleri hüküm altına alınmış, ancak kanun yolu muhakemesinde bu hakkın kullanılamayacağı esası benimsenmiştir. Bununla birlikte, istisnai olarak ilk derece mahkemesinde ileri sürülüp reddolunan veya karara bağlanmayan katılma isteklerinin, kanun yolu başvurusunda açıkça belirtilmesi hâlinde inceleme mercisince incelenip karara bağlanacağı kabul edilmiştir.
Bir tüzel kişinin kamu davasına katılabilmesi için ise, CMK’nın davaya katılmayı düzenleyen genel kural niteliğindeki 237. maddesinde belirtilen şartın gerçekleşmesi, başka bir deyişle suçtan doğrudan zarar görmüş olması veya herhangi bir kanunda, belirli bir tüzel kişinin bazı suçlardan açılan kamu davalarına katılmasını özel olarak düzenleyen bir hükmün bulunması gerekir. Örneğin 5607 sayılı Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nun davaya katılmayı düzenleyen 18. maddesi uyarınca Gümrük İdaresinin, 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nun 18. maddesi uyarınca Maliye Bakanlığının, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 162. maddesi uyarınca Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun usulüne uygun başvuruda bulunmaları hâlinde kamu davasına katılacakları açıkça hükme bağlanmıştır.
Uyuşmazlık konusu ile ilgili 6284 sayılı Kanun’un “İhbar” başlıklı “Şiddet veya şiddet uygulanma tehlikesinin varlığı hâlinde herkes bu durumu resmi makam veya mercilere ihbar edebilir. İhbarı alan kamu görevlileri bu Kanun kapsamındaki görevlerini gecikmeksizin yerine getirmek ve uygulanması gereken diğer tedbirlere ilişkin olarak yetkilileri haberdar etmekle yükümlüdür.” şeklinde hüküm altına alınan 7. maddesinde ise ihbar yükümlülüğü hususunda daha kapsamlı bir düzenleme yapılmıştır.
Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının katılma hakkı hususunda yasal düzenlemelere gelince;
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un “Tanımlar” başlıklı 2. maddesinde;
“(1) Bu Kanunda yer alan;
a) Bakanlık: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığını,

d) Şiddet: Kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranışı,

ifade eder”,
“Harçlar ve masraflardan, vergilerden muafiyet ve davaya katılma” başlıklı 20. maddesinin 2. fıkrasında; “Bakanlık, gerekli görmesi hâlinde kadın, çocuk ve aile bireylerine yönelik olarak uygulanan şiddet veya şiddet tehlikesi dolayısıyla açılan idarî, cezaî, hukukî her tür davaya ve çekişmesiz yargıya katılabilir”, şeklinde hükümler mevcut olup Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının davaya katılma hakkı açıkça düzenlenmiştir.
6284 sayılı Kanun’un ikinci maddesinde Bakanlık ibaresinden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının anlaşılması gerektiği belirtilmiş ise de, 09.07.2018 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 703 sayılı KHK ve 1 numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle anılan Bakanlık Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı adıyla yeniden düzenlenmiş, 04.08.2018 tarihli ve 30499 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 15 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile de adı Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olarak değiştirilmiştir.
6284 sayılı Kanuna İlişkin Uygulama Yönetmeliğinin 46. maddesinde de; “Bakanlık, gerekli görmesi hâlinde kadın, çocuk ve aile bireylerine yönelik olarak uygulanan şiddet veya şiddet tehlikesi dolayısıyla açılan ve herhangi bir şekilde haberdar olduğu idarî, cezaî, hukukî her tür davaya ve çekişmesiz yargıya müdahil olarak katılabilir” denilmek suretiyle katılma hususunda yürütme organı içindeki görevliler için de aynı hüküm tekrarlanmıştır.
5271 sayılı CMK’nın “Suçun mağduru ile şikâyetçinin çağırılması” başlıklı 233. maddesinin 1. fıkrası; “Mağdur ile şikâyetçi, Cumhuriyet savcısı veya mahkeme başkanı veya hâkim tarafından çağrı kâğıdı ile çağırılıp dinlenir” şeklinde düzenlenmiş olup, bu hüküm uyarınca mağdur ve şikâyetçinin, soruşturma aşamasında Cumhuriyet savcısı, kovuşturma aşamasında ise mahkeme başkanı veya hâkim tarafından usulüne uygun olarak çağrılıp dinlenmesi gerekmektedir. Katılma hakkı olan gerçek veya tüzel kişinin şikayet hakkının da olduğu, diğer bir deyişle katılma hakkının şikâyet hakkını da içerdiği hususunda hiçbir kuşku yoktur.
5271 sayılı CMK’nın mağdur ve şikâyetçinin haklarını düzenleyen “Mağdur ile şikâyetçinin hakları” başlıklı 234. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi;
“Kovuşturma evresinde;
1. Duruşmadan haberdar edilme,
2. Kamu davasına katılma,
3. Tutanak ve belgelerden örnek isteme,
4. Tanıkların davetini isteme,
5. Vekili bulunmaması halinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme,
6. Davaya katılmış olma koşuluyla davayı sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına başvurma” şeklinde olup, buna göre mağdur ile şikâyetçinin kovuşturma evresinde; duruşmadan haberdar edilme, kamu davasına katılma, tutanak ve belgelerden örnek isteme, tanıkların davetini isteme, vekili bulunmaması hâlinde, cinsel saldırı suçu ile alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda, baro tarafından kendisine avukat görevlendirilmesini isteme ve davaya katılmış olmak şartıyla davayı sonuçlandıran kararlara karşı kanun yollarına başvurma haklarının bulunduğu hüküm altına alınmıştır.
Anılan maddenin birinci fıkrasının (b) bendinin açık düzenlemesinden de anlaşılacağı üzere, duruşmadan haberdar edilme kanun koyucu tarafından, mağdur ve şikâyetçi için kovuşturma aşamasında kullanılabilecek bir hak olarak düzenlenmiştir. Buna göre, mağdur ve şikâyetçiye veya vekillerine usulüne uygun tebliğ işlemi yapılmadan “duruşmadan haberdar edilme” hakkının kullandırıldığından bahsetmek mümkün değildir. CMK’nın 234. maddesi uyarınca bu hakkın kullandırılmaması kanuna aykırılık oluşturacaktır.
Anayasa’nın 40. maddesinde yer alan hak arama hürriyeti ile yakından ilişkili olan CMK’nın “Kararların Açıklanması ve Tebliği” başlıklı 35. maddesi;
“(1) İlgili tarafın yüzüne karşı verilen karar kendisine açıklanır ve isterse kararın bir örneği de verilir.
(2) Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur.
(3) İlgili taraf serbest olmayan bir kişi veya tutuklu ise tebliğ edilen karar, kendisine okunup anlatılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi temyiz incelemesinin yapılabilmesi için, temyiz kanun yoluna başvuru hakkı bulunanların kararı tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmelerinin sağlanması kanuni bir mecburiyettir.
5271 sayılı CMK’nın kanun yollarına başvurma hakkını düzenleyen 260. maddesinin birinci fıkrası ise;
“(1) Hâkim ve mahkeme kararlarına karşı Cumhuriyet savcısı, şüpheli, sanık ve bu Kanuna göre katılan sıfatını almış olanlar ile katılma isteği karara bağlanmamış, reddedilmiş veya katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar görmüş bulunanlar için kanun yolları açıktır” hükmünü içermektedir. Bu düzenlemenin amacı, ayrıntıları yukarıda açıklanan duruşmadan haberdar edilme hakkının kullandırılmaması suretiyle CMK’nın 234. maddesinin ihlal edilmesi durumunda anılan hukuka aykırılığın telafisine imkân sağlamaktadır. Bu emredici düzenleme nedeniyle temyiz mahkemesince, temyiz davasının görülmesine başlamadan önce ilgililerin tümünün davadan ve hükümden haberdar olup olmadığının denetlenmesi, kararı usulüne uygun şekilde öğrenmelerinin sağlanması ve müteakiben inceleme yaparak kanun yoluna başvuru hakkını da içeren adil yargılama ilkesine işlerlik kazandırılması gerekmektedir. Buna göre; duruşmadan haberdar olmayan mağdura, şikâyetçiye veya suçtan zarar görene gerekçeli kararın tebliğ edilmesinden sonra, hükmün temyiz edilmesi durumunda CMK’nın 260. maddesi uyarınca “katılan sıfatını alabilecek surette suçtan zarar gören” sıfatı ile temyizi incelenecek, ancak katılma hakkının kanundan doğmuş olması halinde CMK’nın 233 ve 234. maddelerine aykırı davranılması gerekçesiyle hükmün bozulmasına karar verilemeyebilecektir.
Konumuzla ilgisi bakımından temyiz talebi ve süresi üzerinde de durulmasında fayda bulunmaktadır.
5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 1412 sayılı CMUK’nın 310. maddesi; “Temyiz talebi, hükmün tefhiminden bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye bir dilekçe verilmesi veya zabıt katibine yapılacak beyanla olur. Beyan tutanağa geçirilir ve tutanak hakime tasdik ettirilir” şeklindedir.
Olağan kanun yollarından olan temyiz incelemesinin yapılabilmesi için bir temyiz davasının açılmış olması gerekir. Temyiz davasının açılabilmesi için de aranan iki şartın birlikte gerçekleşmiş olması gerekir. Bunlardan ilki süre, ikincisi ise istek şartıdır.
Anılan maddede temyiz süresinin yüze karşı verilen kararlarda hükmün tefhimi ile, yoklukta verilen kararlarda ise tebliğle başlayacağı, bir hafta içinde hükmü veren mahkemeye veya bir başka yer mahkemesine verilecek dilekçe ile ya da zabıt kâtibine yapılacak beyanla temyiz talebinin gerçekleştirilebileceği, bu takdirde beyanın tutanağa geçirilerek hâkime onaylatılacağı belirtilmiştir.
Yukarıda ayrıntıları ile belirtilen kararların açıklanması, ilgilerine tebliği ve temyiz süresi ile yasal düzenlemelerden sonra işleme muhatap olan kişilere hangi adreste ve 7201 sayılı Tebligat Kanununun hangi maddeleri dikkate alınarak tebligat yapılacağı ve nasıl bir usul gözetilerek gerçekleştirilmesi gerektiği hususuna gelince;
7201 sayılı Tebligat Kanununun “Bilinen adreste tebligat” başlıklı 10. maddesinde;
“Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır.
Bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya tebligat yapılamaması hâlinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat buraya yapılır.
Şu kadar ki; kendisine tebliğ yapılacak şahsın müracaatı veya kabulü şartiyle her yerde tebligat yapılması caizdir” düzenlemesine yer verilmiştir.
Buna göre tebligat, öncelikle tebliğ yapılacak şahsın bilinen en son adresinde yapılır. Adres, muhatabın konut veya iş yeri adresi olabilir. Bilinen en son adresin tespitinde, tebliğ isteyenin beyanı, muhatabın veya diğer ilgililerin bildirimleri ya da mevcut belgeler esas alınır. Ancak, tebligatı çıkaran makama bildirilen adresin, tebligata elverişli olmadığının anlaşılması ya da bu adrese tebligat yapılamaması hâllerinde, muhatabın 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanununa göre adres kayıt sistemindeki adresi bilinen son adresi olarak kabul edilerek tebligat buraya yapılacaktır. (Canan Ruhi, Ahmet Cemal Ruhi, Tebligat Hukuku, Seçkin Yayınevi, s.82)
Bu bilgiler ışığında ön sorunlara ilişkin uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Kadına karşı ve aile içi şiddetin önlenmesi ve faillerin cezalandırılması hususunda ülkemizin taraf olduğu uluslararası antlaşmalar ile pozitif ayrımcılık bağlamında Anayasa’nın getirdiği yükümlülüklere uygun düzenlemeler içeren 6284 sayılı Kanun’un 20/2. maddesi ile bu Kanunun Uygulama Yönetmeliği’nin 46. maddelerinde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının açılan kamu davasına katılma hakkının bulunduğu belirtilmektedir.
Bu itibarla, uluslararası sözleşmeler ve Anayasa ile güvence altına alınan hak arama hürriyetinin sağlanması ve pozitif ayrımcılık ilkesinin tesisi amacına uygun olarak CMK’nın 234. maddesinin 1. fıkrası ve 6284 sayılı Kanun’un 7. maddesi uyarınca, sanık hakkında açılan kamu davasına katılma hakkı bulunan Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının davadan haberdar edilmesi zorunluluğunun bulunduğu, bu zorunluluğun hüküm verilinceye kadar yerine getirilmemesi durumunda ise CMK’nın 35 ve 260. maddeleri uyarınca kanun yollarına başvurma hakkı bulunan anılan Bakanlığa gerekçeli kararın tebliğ edilmesi gerektiği, ancak somut olayda sözü edilen kanuni imkânların tanınmadığı anlaşılmıştır.
Öte yandan katılan …’ın (Barın) yokluğunda verilen kararın 7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun 10. maddesine göre, öncelikle katılanın talimat yoluyla beyanına başvurulduğu İstanbul 19. Ağır Ceza Mahkemesinde 21.02.2014 tarihli oturumda beyan ettiği en son bilinen adresi olan “Dervişali Mahallesi, Kasap Sokak, No: 5 Daire:3 Fatih/İstanbul” adresine tebliğe gönderilmesi gerekirken, Yerel Mahkemece kararın mernis adresi şerhi düşülerek “Yenidoğan Mah. Selçuk Sk. No:10-12 İç Kapı No:4Bayrampaşa/ İstanbul” adresine tebliğ edildiği, katılanın bilinen son adresine tebligat yapılmaksızın doğrudan mernis adresi şerhi düşülerek tebligat yapılmasının Tebligat Kanunu’na aykırı olduğu saptanmıştır.
Yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan tespitler karşısında, davadan haberdar edilmesi gereken, temyiz aşamasına kadar bu hakkı kullandırılmayan ve haklarını korumanın başka bir yolu da bulunmayan Bakanlığın katılma hakkını, katılan mağdure …’ın (Barın) ise hükmü temyiz etme hakkını kullanabilmeleri amacıyla; Özel Dairece öncelikle tevdi kararı verilmek suretiyle, 01.04.2015 tarihli hükmün katılan …’a (Barın) ve Bakanlığa usulünce tebliğinin sağlanarak yasal temyiz süresinin başlatılması, kararın Bakanlık veya katılan … tarafından tarafından temyiz edilmemesi durumunda temyiz davasının sadece sanık müdafisinin temyiziyle sınırlı olarak sonuçlandırılması; Bakanlık veya katılan … tarafından temyiz edilmesi durumunda ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca ek tebliğname düzenlenmesi sağlanıp, CMK’nın 260. maddesi uyarınca Bakanlığın davaya katılan olarak kabulüne karar verildikten sonra temyiz istemlerinin birlikte ve tek seferde incelenerek temyiz davasının sonuçlandırılması gerekmektedir.
Birinci uyuşmazlık konusu yönünden çoğunluk görüşüne katılmayan beş Genel Kurul Üyesi; Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının sanık hakkında açılan kamu davasından haberdar edilmesinin zorunlu olmadığı düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının değişik gerekçeyle KABULÜNE,
2- Yargıtay 14. Ceza Dairesinin 19.12.2016 tarihli ve 4887-8588 sayılı katılan mağdureler … (Barın) ve … ile mağdureler … ve …’a yönelik eylemlerinden dolayı nitelikli cinsel saldırı ile beden veya ruh sağlığını bozacak şekilde nitelikli cinsel saldırı suçlarından kurulan hükümlere ilişkin bozma kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, 01.04.2015 tarihli gerekçeli kararın katılan …’a (Barın) ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına tebliğin sağlanması için tevdi kararı verilmesi amacıyla Yargıtay 14. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 09.05.2019 tarihinde yapılan müzakerede birinci uyuşmazlık konusu yönünden oy çokluğuyla, ikinci uyuşmazlık konusu bakımından ise oy birliğiyle karar verildi.