Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2017/772 E. 2018/487 K. 30.10.2018 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/772
KARAR NO : 2018/487
KARAR TARİHİ : 30.10.2018

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 423-403

Davacılar … ve …’in birden fazla kişiye karşı taammüden adam öldürme, silahla müessir fiil ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından beraatlerine karar verilmesinden sonra, tutuklu kaldıkları süreler nedeniyle davacı …’ın 14.000 TL manevi, davacı …’nin 20.000 TL maddi ve 20.000 TL manevi tazminat istemiyle Maliye Hazinesi aleyhine ayrı ayrı açtıkları davalar Bitlis Ağır Ceza Mahkemesince 05.04.2012 tarih ve 209-193 sayı ile aynı mahkemenin 2012/208 esas sayılı dava dosyasında birleştirilmiş, yapılan yargılama sonucunda davaların kısmen kabulü ile davacı … için 4.500 TL manevi, davacı … için 35,28 TL maddi ve 1.100 TL manevi tazminatın davalı … Hazinesinden tahsiline, fazlaya dair taleplerin reddine ilişkin Bitlis Ağır Ceza Mahkemesince verilen 07.12.2012 tarihli ve 208-544 sayılı hükümlerin davacı … vekili ve davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 09.09.2014 tarih ve 4268-17424 sayı ile;
“İncelenen dosya kapsamına göre; dava 466 sayılı Kanun hükümlerine dayalı tazminat istemine ilişkin olup, Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarih ve 2009/256 esas-2010/57 sayılı kararında 466 sayılı Kanun’un 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21.04.1975 tarih ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat kararından davacının haberdar olmasının arandığı, ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama bulunmamakla birlikte, hiçbir hakkın sonsuza dek dava konusu yapılamayacağı, özel hukuk kapsamında değerlendirilmesi gereken bu talebin de makul bir süre içinde dava edilmesi, dava süresi açısından en lehe kabul ile Borçlar Kanunu’nun 60. maddesindeki sürenin kabulü gerektiği ve her koşulda davanın 10 yıllık süre içinde açılması gerektiği kabul edilmekle, kanun dışı yakalanan veya tutuklananlar bakımından, beraat hükmünün kesinleşmesinden itibaren 10 yıl dolduktan sonra 466 sayılı Kanun’a göre tazminat istenemeyeceği bu kapsamda tazminat talebinin dayanağı olan ceza dosyasında, 30.06.1997 tarihinde kesinleşen beraat hükmü ile tazminat davasının açılmış olduğu 26.03.2012 tarihine kadar, 14 yıldan fazla süre geçtiği ve davacıların bu uzun süre içerisinde haklarındaki beraat hükmünden haberdar olmadıklarından söz etmenin yaşamın olağan akışına uymayacağı, davanın süresinde açıldığının kabulünün mümkün olamayacağı gözetilip, süresinde açılmayan davanın reddi yerine, yazılı şekilde kabulüne hükmedilmesi” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Bitlis Ağır Ceza Mahkemesi ise 11.12.2014 tarih ve 423-403 sayı ile;
“Tüm dosya kapsamı birlikte değerlendirildiğinde; dava, 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun uyarınca açılan manevi tazminat davasıdır. 466 sayılı Yasa’nın 2. maddesi uyarınca; ‘1 inci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler.’ Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarih, 2009/256 Esas ve 2010/57 Karar sayılı kararında 466 sayılı Kanun’un 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21.04.1975 tarih ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı birleştirme kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat hükmünden davacının haberdar olmasının aranması gerektiği belirtilmektedir. Ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama yoktur. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 09.09.2014 tarih, 2014/4268-17424 Esas-Karar sayılı ilamında olduğu gibi birçok kararında, Borçlar Kanunu’nun 60. maddesi uyarınca tazminat davasının, zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her hâlde 10 yıl sonra zamanaşımına uğrayacağı kabul edilmiş, bu hükmün kıyas yoluyla kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimselerin açtığı tazminat davalarında da uygulanması gerektiği kabul edilmiştir. Ancak, Borçlar Kanunu’nda düzenlenen bu hükmün ceza hukuku bakımından açılan tazminat davalarında uygulanması kanaatimizce mümkün değildir. Zira ceza hukukunda kural olarak kıyas yasaktır. CMK veya 466 sayılı Yasa uyarınca açılan tazminat davaları, nevi şahsına münhasır (sui generis) bir kurumdur, borçlar hukukunda düzenlenen tazminata ilişkin hükümlerden farklıdır. Bu nedenle Borçlar Kanunu’nda düzenlenen haksız fiillere ilişkin 10 yıllık zamanaşımı süresinin bu davalar bakımından kıyas yoluyla uygulanması mümkün değildir. Yargıtay 12. Ceza Dairesinin, tazminat davasının her zaman açılamayacağı ve bunun belirli bir süreyle sınırlandırılması gerektiğine ilişkin kanaati yerindedir, ancak bunun özel olarak kanunda düzenlenmesi gerekir. Nitekim, 5271 sayılı CMK’da bu husus açıkça düzenlenmiş ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat davasının açılabileceği açıkça belirtilmiştir.
Somut olay açısından değerlendirme yapıldığında; davacılar … ve … hakkında tasarlayarak birden fazla kasten öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarını işlediklerinden bahisle dava açıldığı, davacı …’nin 16.02.1996 tarihinde tutuklandığı, 20.06.1996 tarihinde tahliye edildiği, davacı …’ın ise 29.07.1994 tarihinde tutuklandığı, 26.01.1996 tarihinde tahliye edildiği, her iki davacının da üzerlerine atılı bulunan suçlardan 20.06.1996 tarihinde beraatlerine karar verildiği, kararın Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından onanarak 30.06.1997 tarihinde kesinleştiği, kesinleşen kararın davacı … vekilinin 22.03.2012, davacı … vekilinin 15.03.2012 havale tarihli dilekçelerine istinaden davacı vekillerine tebliğ edildiği anlaşılmıştır. 466 sayılı Yasa’nın açık düzenlemesi uyarınca, sanığın gerek yokluğunda gerekse yüzüne karşı hükmolunan beraat kararının kesinleşme şerhi ile birlikte ilgiliye tebliği zorunlu olup, Yasa’nın 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresi, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başlamaktadır. (Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 14.01.2014 tarih, 2013/9-202 Esas, 2014/11 Karar sayılı kararı) Mevcut tazminat davası 26.03.2012 tarihinde açılmış olup, tazminata konu ceza davasında kesinleşen beraat kararının davacı … vekilinin 22.03.2012, davacı … vekilinin 15.03.2012 havale tarihli dilekçelerine istinaden davacı vekillerine tebliğ edildiği belirtilmiş olup dava tarihinden önce davacılar tarafından öğrenildiğine dair herhangi bir belge dosya kapsamında bulunmadığından, davanın süresinde açıldığının kabulü gerekmektedir” gerekçesiyle bozma kararına direnerek davaların kısmen kabulü ile davacı … için 4.500 TL manevi, davacı … için 35,28 TL maddi ve 1.100 TL manevi tazminatın davalı … Hazinesinden tahsiline, fazlaya ilişkin taleplerin reddine karar vermiştir.
Direnme kararına konu davaların kısmen kabulüne ilişkin hükümlerin de davalı vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 09.01.2016 tarihli ve 30580 sayılı “bozma” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 912-943 sayı ile 6763 sayılı Kanun’un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 20.03.2017 tarih ve 82-2166 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Davacıların fazlaya ilişkin taleplerinin reddine dair hükümler temyiz edilmeksizin kesinleşmiş olup temyizin kapsamına göre inceleme, davaların kısmen kabulüne dair hükümlerle sınırlı olarak yapılacaktır.
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemlerine ilişkin davaların süresinde açılıp açılmadığının belirlenmesine ilişkin ise de; davacı …’in 466 sayılı Kanun uyarınca maddi ve manevi tazminat taleplerinin kısmen kabulüne dair hükmün davacı tarafından temyiz edilmeyip davalı vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi, Cumhuriyet savcısının temyizinin de davacı aleyhine olması karşısında, Yargıtay İç Yönetmeliği’nin 27. maddesi uyarınca öncelikle, davacı …’in maddi ve manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne dair hükmün temyiz edilebilir nitelikte olup olmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Uyuşmazlık konularının sırasıyla değerlendirilmesinde fayda bulunmaktadır.
1- Davacı …’in maddi ve manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne dair hükmün temyiz edilebilir nitelikte olup olmadığı;
İncelenen dosya kapsamından;
Davacı …’in birden fazla kişiye karşı taammüden adam öldürme, silahla müessir fiil ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından 16.02.1996 tarihinde tutuklanıp 20.06.1996 tarihinde tahliye edildiği, Muş Ağır Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda 20.06.1996 tarih ve 70-68 sayı ile atılı suçları işlediğine dair cezalandırılmasını gerektirir yeterli ve kesin delil elde edilemediğinden beraatine karar verildiği, temyiz edilen hükümlerin, Yargıtay 1. Ceza Dairesince 30.06.1997 tarih ve 1937-2599 sayı ile onanmak suretiyle kesinleştiği,
Davacı … vekilinin 26.03.2012 havale tarihli dilekçe ile 20.000 TL maddi, 20.000 TL manevi tazminatın tahsilini talep ettiği,
Bitlis Ağır Ceza Mahkemesince 07.12.2012 tarih ve 208-544 sayı ile davaların kısmen kabulü ile davacı … için 35,28 TL maddi ve 1.100 TL manevi tazminatın davalı … Hazinesinden tahsiline, fazlaya ilişkin taleplerin reddine karar verildiği,
Hükmün davacı vekilince temyiz edilmeyip kısmen kabule ilişkin kısımlarının davalı Hazine vekili ve Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edildiği,
Anlaşılmaktadır.
1961 Anayasa’sının son fıkrasındaki “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” düzenlemesi doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, 1982 Anayasası döneminde de geçerliliğini sürdüren ve 5320 sayılı Kanun’un 6. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden uygulanmaya devam edecek olan 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesinde tazminat verilmesini gerektiren kanun dışı yakalama ve tutuklama hâlleri, bir başka deyişle öngörülen tazminatın hangi durumlarda istenebileceği yedi bent hâlinde gösterilmiştir.
Kanun’un 2. maddesinde dava açmaya ilişkin koşullar ve yöntem açıklanarak bu davalara bakmakla ağır ceza mahkemeleri görevlendirilmiş, 3. maddesinde de tazminat davalarının incelenmesi ve mahkemece karara bağlanması süreç ve yöntemi, olağan ceza ve medeni yargılama yöntemlerinden farklı biçimde düzenlenmiş, ayrıca mahkemenin kararı aleyhine tebliğ tarihinden başlayarak bir hafta içinde temyiz yoluna başvurulabileceği belirtilmiştir.
466 sayılı Kanun’da mahkeme kararının bir hafta içinde temyiz edilebileceği belirtilmiş, ancak haksız tutuklamaya ilişkin tazminat davası sonunda verilen kararlardan hangilerinin kesin nitelikte oldukları gösterilmemiştir. Anılan Kanun’da bu hususu düzenleyen bir kural bulunmaması, mahkemelerin haksız tutuklamaya ilişkin verdikleri tüm kararların herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmaksızın temyiz edilebileceği anlamına gelmemektedir. Ceza Genel Kurulunun 09.02.1981 tarihli ve 443-33 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında da vurgulandığı üzere, 466 sayılı Kanun’a göre açılan bu dava, ceza ve hukuk davalarındaki usul kurallarını karma biçimde içeren özel bir dava olduğundan, 466 sayılı Kanun’daki boşluklar, Ceza ve Hukuk Yargılama Kanunlarındaki hükümlere göre doldurulmalıdır.
1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 305. maddesinde, ceza mahkemelerinden verilen hükümlerin temyiz edilebileceği belirtilmektedir. Maddede sözü edilen hükümler, 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesinde sayılan ve ancak bir ceza yargılamasına özgü olan beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbiri, davanın reddi, düşme ve adli yargı dışındaki bir yargı mercisine yönelik görevsizlik kararlarıdır. Yine 1412 sayılı CMUK’nın 305. maddesinde, temyiz edilemeyecek olan hükümler de belirlenmiş, bunlarla ilgili ölçütler ise, para cezası miktarına göre saptanmıştır. Dolayısıyla ancak bir ceza hükmünde esas alınabilecek olan bu kıstas, şahsi hakka ilişkin bir talep üzerine verilen kararlar bakımından uygulanabilir nitelikte değildir. O bakımdan, haksız tutuklamaya ilişkin tazminat davasında verilen kararların temyizi hâlinde, sözü edilen boşluğun, karar tarihinde yürürlükte bulunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427. maddesi uygulanmak suretiyle doldurulması gerekir.
Hukuk Genel Kurulunun 28.02.2018 tarihli ve 557-404 sayılı kararında da belirtildiği üzere, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemelerinin göreve başlama tarihinden önce aleyhine temyiz yoluna başvurulmuş olan kararlar hakkında, kesinleşinceye kadar 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun’la yapılan değişiklikten önceki 427 ila 454’üncü maddeleri hükümlerinin uygulanacağı, 21.07.2004 tarihli ve 25529 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan ve öngördüğü istisnalar dışındaki hükümleri yayım tarihinde yürürlüğe giren 14.07.2004 tarihli ve 5219 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, yürürlük tarihinden sonra yerel mahkemelerce verilen hükümler yönünden 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427. maddesindeki temyiz (kesinlik) sınırını bir milyar TL olarak değiştirmiştir. 5219 ve 5236 sayılı Kanunlara göre katsayı artışı uygulanarak bu sınırlar arttırılmış olup direnme kararına konu hükmün verildiği 11.12.2014 tarihinde temyiz (kesinlik) sınırı 1.890 TL’dir.
Bu açıklamalar ışığında davacı …’in maddi ve manevi tazminat taleplerinin kısmen kabulüne dair hükmün temyiz edilebilir nitelikte olup olmadığına ilişkin ön sorun değerlendirildiğinde;
Davalı ve Cumhuriyet savcısının temyiz istemlerinin Yerel Mahkemece davacı …’in 466 sayılı Kanun’a ilişkin maddi ve manevi tazminat taleplerinin kabul edilen kısmına ilişkin olması, kabul edilen 35,28 TL maddi ve 1.100 TL maddi tazminat miktarının ise karar tarihinde yürürlükte bulunan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427. maddesindeki 1.890 TL’lik temyiz sınırının altında olması nedeniyle anılan karara karşı temyiz kanun yoluna gidilmesi miktar itibarıyla mümkün olmayıp hükmün kesin ve temyiz edilemez nitelikte olduğu açıktır. Nitekim Ceza Genel Kurulunun 14.02.2006 tarihli ve 29-22 sayılı, 14.04.2012 tarihli ve 327-147 sayılı, 15.05.2012 tarihli ve 319-195 sayılı kararlarında da aynı sonuca ulaşılmıştır.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına konu davacı …’in maddi ve manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne ilişkin hükme yönelik davalı vekilinin ve Cumhuriyet savcısının temyiz istemlerinin 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427 ve 1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 317. maddesi uyarınca reddine karar verilmesi gerekmektedir.
2- Davacı …’in maddi ve manevi tazminat davalarının kısmen kabulüne dair hükmün miktar itibarıyla temyiz edilemeyeceği sonucuna ulaşılmakla, davacı …’ın 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılıp açılmadığı;
İncelenen dosya kapsamından;
Davacı …’ın birden fazla kişiye karşı taammüden adam öldürme, silahla müessir fiil ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından 29.07.1994 tarihinde tutuklanıp 26.01.1996 tarihinde tahliye edildiği, Muş Ağır Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda 20.06.1996 tarih ve 70-68 sayı ile atılı suçları işlediğine dair cezalandırılmasını gerektirir yeterli ve kesin delil elde edilemediğinden beraatine karar verildiği, temyiz edilen hükümlerin, Yargıtay 1. Ceza Dairesince 30.06.1997 tarih ve 1937-2599 sayı ile onanmak suretiyle kesinleştiği,
Beraat kararlarının kesinleşmiş örneğinin talebi üzerine davacı … vekiline 22.03.2012 tarihinde tebliğ edildiği,
Davacı … vekilinin 23.03.2012 havale tarihli dilekçe ile, 14.000 TL manevi tazminatın tutuklama tarihi olan 29.07.1994 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte tahsilini talep ettiği,
Muş Ağır Ceza Mahkemesinin 08.05.2012 tarih ve 70-67 sayılı yazısında; mahkemenin 1994/70 esas-1006/67 karar sayılı dosyasında, sanık (davacı) … hakkındaki beraat hükümlerinin 30.06.1997 tarihinde onanarak kesinleştiği, dava dosyası içerisinde kesinleşmiş kararın …’a ya da müdafisine tebliğ edildiğine dair tebligat parçasına rastlanılmadığı, … vekilinin 22.03.2012 havale tarihli dilekçesine istinaden gerekçeli kararın vekiline mahkeme kaleminde tebliğ edildiği, …’ın 29.07.1996 tarihinde tutuklandığı, 25.01.1996 tarihinde tahliyesine karar verildiği ve 26.01.1996 tarihinde de tahliye edildiği, davacı hakkında mahsup kararı verilmediği, gözaltına alındığına ilişkin belgeye dosya arasında rastlanılmadığı yönünde açıklamalara yer verildiği,
Anlaşılmaktadır.
466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca açılacak tazminat davalarının hukukumuza girişi ve hukuki niteliğine değinilmek suretiyle uyuşmazlık sağlıklı bir şekilde çözümlenebilecektir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasası’nda düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hâllerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
1961 Anayasası’nda yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesinde 7 bent hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası hâline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 18.01.1991 tarihli ve 20759 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 3696 sayılı Kanun ile kaldırılmıştır.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasası’nda da sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama şartlarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmiştir.
Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile; “Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara aykırı davranılması hâlinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilerek, bireyin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanun’un 18. maddesi ile 07.05.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Kanun’un Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ila 144. maddelerinde, tazminat isteme şartları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Kanun’un 6. maddesindeki; “(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2)Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Kanun hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden uygulanmaya devam edecektir.
Davaya konu işlem tarihi itibarıyla uygulanması gereken 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesi;
“1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan;
4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen;
6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
7. Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir” hükmünü içermektedir.
Kişilerin suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmeden önce uygulanan yakalama ve tutuklama gibi koruma tedbirleri, bazen bir kısım zararların meydana gelmesine de neden olabildiğinden, hürriyetten yoksun kalanların haklarının teslim edilmesi amacıyla bu tedbirlerin uygulanması sonucu meydana gelen zararların tazminine yönelik olarak söz konusu düzenleme öngörülmüştür.
Öğretide yer alan yaygın görüşe göre; mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte, ancak kanun ile düzenleme yapılması hâlinde tazminat verilebileceği belirtilmektedir. Yakalama ve tutuklamanın haksızlığını giderici bir müessese olan tazminat sisteminin hukuki niteliği de tartışmalıdır. Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı, farklı teorilere dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır.
Hâkimlerin hukuki sorumluluklarını düzenleyen 6100 sayılı HMK’nın 46. maddesindeki genel kuralın tazminatın dayanağı olduğu görüşü şahsi kusur teorisini açıklamış, haksız yakalanan veya tutuklanan kişilere ödenen paranın tazminat değil devletin bu kişilere yardımı olduğunu ileri süren görüş de yardım teorisini ortaya koymuştur. Risk teorisi ise; toplumda herkesin kanun dışı yakalanma veya tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakla beraber, uygulamada ancak bazı kişilerin haksız olarak tutuklandığına, kamu düzeni faydası için bazı kimselerin zarar görebildiğine, bu zararın toplum tarafından giderilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Devletin kendisine organik olarak bağlı olan organlarının yaptığı işlemlerden doğan zarardan sorumluluğu da organ teorisi ile açıklanmıştır.
Haksız fiil teorisine göre ise, hukuk düzeninin uygun bulmadığı, hukuka, kanuna, örf ve adete aykırı olan zarar verici filler haksız filler olup tazminat isteme hakkını doğuracaktır. Haksız fiile dayanan sorumluluk hukukunda da; kişinin hukuka aykırı ve kusurlu eylemleri ile sebep olduğu zarardan sorumluluğunu ifade eden kusur ilkesi ve kusuru aranmaksızın sadece kendisinin zarara sebep olması hâlinde zarardan sorumluluğunu ifade eden sebebiyet ilkesi olarak iki ilke ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, adalet hizmetinin yürütülmesi sırasında bir zarar doğmuşsa kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın devletin sorumlu tutulması gerektiği görüşü de kusursuz sorumluluk teorisi ile açıklanmıştır. Bu konuda öğretide “466 sayılı Kanun’da öngörülen maddi ve manevi tazminatlar, hâkimlerin görevlerini yaparken kasıtlı olmayan fakat hizmet kusuru olarak nitelendirilebilecek hatalı davranış ve kararları ya da ihmali hareketleri ile haksız yakalama veya tutuklamaya sebep olduklarının anlaşılması üzerine devletin objektif sorumluluğunun kabul edilmesi nedeniyle ortaya çıkan tazminatlardır” (Hasan Köroğlu, Haksız Tutuklama Tazminatı, Adil Yayınevi, Ankara 1996, s.21.) şeklinde görüş de mevcuttur.
466 sayılı Kanun’un gerekçesinde de; “…yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet bulunmamakla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanmalarının haksızlığı meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır” açıklamasına yer verilmiştir.
Öte yandan, Ceza Genel Kurulunun 23.11.2004 tarihli ve 177-203 sayılı kararında ise; 466 sayılı Kanun’a dayalı tazminatlarda, her türlü sorunun, öncelikle bu Kanun normlarıyla çözümlenmesi gerektiği, açıklık bulunmayan ahvalde “tazminat hukuku” kıyaslamasına başvurulacağı, fiilin en ziyade “haksız fiil” benzeri olduğu gözetilerek çözüme ulaşılacağı vurgulanmıştır.
Haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarının hukukumuzdaki tarihsel süreci ve hukuki niteliğine ilişkin bu genel açıklamalardan sonra 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davalarında azami bir dava açma süresinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.
466 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasında; “1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler” hükmü yer almakta olup maddede belirtilen üç aylık dava açma süresinin, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmektedir.
Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın “Tazminat İsteminin Koşulları” başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir” şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her hâlde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “Müruru zaman” başlıklı 60. maddesinde; zarar gören tarafın zararı ve failini öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her hâlde fiilin vukuundan itibaren on yıl, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Zamanaşımı” başlıklı 72. maddesinde de, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her hâlde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, söz konusu Kanunlar uyarınca açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan asıl sürenin yanında eylem ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına alınmıştır.
466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında esas alınacak makul azami bir süre kabul edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasasının “kişi hürriyeti ve güvenliği” ile ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen 19. maddesinde yapılan; “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre 10 yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacaktır. Böylece, haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava açmak için azami süre şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının kesinleşmesinden sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanun’a göre dava açma keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 23.02.2016 tarihli ve 582-85 sayılı, 06.05.2014 tarihli ve 141-229 sayılı, yine 06.05.2014 tarihli ve 122-231 sayılı kararlarında da beraat hükmünün kesinleştiğinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren 3 ay ve her hâlde kararın kesinleşmesinden itibaren 10 yıl içinde açılmayan tazminat davasının süresinde açılmadığının kabulü gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacı …’ın birden fazla kişiye karşı taammüden adam öldürme, silahla müessir fiil ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından 29.07.1994 tarihinde tutuklanıp 26.01.1996 tarihinde tahliye edildiği, Muş Ağır Ceza Mahkemesince yapılan yargılama sonucunda 20.06.1996 tarih ve 70-68 sayı ile atılı suçları işlediğine dair cezalandırılmasına yeterli ve kesin delil elde edilemediğinden beraatine karar verildiği, hükümlerin temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Ceza Dairesince 30.06.1997 tarih ve 1937-2599 sayı ile onanmak suretiyle kesinleştiği, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat davasının ise kesinleşme tarihinden itibaren 10 yıllık süre geçtikten sonra 23.03.2012 tarihinde açıldığı anlaşıldığından, beraat hükümlerinin kesinleşmesinden itibaren 10 yıl içinde açılmayan tazminat davasının süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabulüne karar verilmesi isabetli değildir.
Bu itibarla, Yerel Mahkemenin direnme kararına ve temyize konu davacı …’ın manevi tazminat davasının kısmen kabulüne dair hükmünün, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabulüne karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Bitlis 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 11.12.2014 tarihli ve 423-403 sayılı direnme kararına konu davacı …’in maddi ve manevi tazminat istemlerinin kısmen kabulüne ilişkin hükme yönelik davalı vekilinin ve Cumhuriyet savcısının temyiz istemlerinin 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 427 ve 1412 sayılı CMUK’nın 5320 sayılı Kanun’un 8. maddesi uyarınca karar tarihi itibarıyla uygulanması gereken 317. maddesi uyarınca REDDİNE,
2- Bitlis 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 11.12.2014 tarihli ve 423-403 sayılı direnme kararına konu davacı …’ın manevi tazminat davasının kısmen kabulüne dair hükmünün, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılmaması nedeniyle reddine karar verilmesi gerekirken kısmen kabulüne karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
3- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 30.10.2018 tarihinde yapılan müzakerede her iki uyuşmazlık yönünden oy birliğiyle karar verildi.