Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2017/768 E. 2018/528 K. 13.11.2018 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/768
KARAR NO : 2018/528
KARAR TARİHİ : 13.11.2018

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 134-282

Davacı …’nın kasten adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından beraatine karar verilmesinden sonra, tutuklulukta kaldığı süreler nedeniyle 14.450 TL maddi ve 10.000 TL manevi tazminatın yasal faizi ile birlikte davalı … Hazinesinden tahsili talebiyle açtığı davanın süre yönünden reddine ilişkin Gebze Ağır Ceza Mahkemesince verilen 27.10.2011 tarihli ve 90-343 sayılı hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 09.04.2013 tarih ve 4627-9165 sayı ile;
“Dava 466 sayılı Kanun hükümlerine dayalı tazminat istemine ilişkin olup; Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarih ve 2009/256 Esas ve 2010/57 sayılı kararında 466 sayılı Kanun’un 2. maddesindeki üç aylık sürenin başlangıcı için 21.04.1975 tarih ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına atıf yapılarak kesinleşen beraat kararından davacının haberdar olmasının aranması gerektiği şeklindedir. Ancak adı geçen kararda tazminat davasının ne zamana kadar açılması gerektiğine dair bir açıklama yoktur. Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinde tazminat davasının, zarar verici fiil veya olayın vukuundan itibaren her hâlde 10 yıl sonra zamanaşımına uğrayacağı kabul edilmiştir. Kanun dışı yakalanan veya tutuklanan kimseler bakımından, devletin yaptığı yakalama veya tutuklama haksız fiili ceza davasının kesinleşmesi ile netleştiğinden bu tarih olayın vuku tarihi olup, bu tarihten itibaren 10 yıl dolduktan sonra 466 sayılı Kanun’a göre tazminat istenemeyecektir. İncelemeye konu olan dosya kapsamına göre kesinleşmiş beraat kararının davacıya tebliğ edildiğinin anlaşılmaması ve davanın 10 yıl dolmadan açıldığının anlaşılması karşısında davanın kabulü yerine, ‘davacının CMK 142/1. maddesindeki karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren 3 ay ve her halde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabileceği, karar kesinleştikten 1 yıl sonra talepte bulunulduğundan, dava açma süresinin dolduğu’ gerekçesiyle reddine karar verilmesi” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Gebze 1.Ağır Ceza Mahkemesi ise 01.10.2013 tarih ve 134-282 sayı ile;
“Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 2013/4627 Esas, 2013/9165 Karar sayılı ilamında belirtilen bozma nedenlerinin usul ve yasaya uygun olmadığı, zira her ne kadar dosya kapsamına göre kesinleşmiş beraat kararının davacıya tebliğ edildiğinin anlaşılmaması gerekçesi ile mahkememiz hükmü bozulmuş ise de, dosya içerisinde Kartal 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 28.09.2011 tarihli 2011/624 Muh. sayılı yazıları ekinde gönderilen aslının aynıdır olarak tasdikli tebligat evrakından anlaşılacağı üzere 29.12.2003 tarihli gerekçeli kararın 19.02.2004 tarihinde bizzat birlikte oturan eşi Hilal Kaya adına tebliğ edildiği, bu nedenle Yargıtay 12. Ceza Dairesinin bozma ilamının hukuki dayanaktan yoksun olduğu görüşüyle 1412 sayılı CMUK ve 5271 sayılı CMK 307/3. maddeleri gereğince önceki hükümde ısrar edilmesine karar vermenin uygun olacağı görüş ve sonucuna varılmıştır.
…Dosya içerisinde Kartal 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 2001/531 Esas 2003/526 Karar sayılı dosyasının tasdikli fotokopisi ve gerekçeli karar örneği mevcuttur…davacı …’nın delil yetersizliğinden beraatine karar verilmiş, aleyhe temyiz olmayan hüküm 19.02.2004 tarihinde bizzat birlikte oturan eşi Hilal Kaya adına tebliğ edilerek kesinleşmiştir. Aile nüfus kayıt tablosuna göre de davacının Hilal isimli bir eşi vardır. Dava dilekçe tarihi 17 Şubat 2011 tarihi olup, 466 Sayılı Kanun’un 2 nci maddesindeki 3 aylık süre ile 5271 sayılı Kanun’un 141. maddesindeki 3 aylık ve l yıllık süreler 19.02.2004 tebliğ tarihine göre açılan dava tarihine göre fazlası ile geçmiştir.
Sanığın tutuklu kaldığı süre içerisinde mülga 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümleri yürürlükte olup, 1 Haziran 2005 tarihi itibarıyla yürürlükten kaldırılan Kanun’un 2. maddesi ‘…verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametlerinin bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçe ile başvurarak uğradıkları zararın tazminini isteyebilirler’ hükmünü içermektedir. 5271 sayılı CMK’nın 142/1. maddesi ‘Karar ve hükümlerin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her halde karar ve hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içerisinde tazminat isteminde bulunulabilir.’ hükmünü taşımaktadır.
Yargıtay 9. Ceza Dairesinin 08.02.2010 tarihli 2008/15181 Esas, 2010/1627 Karar sayılı ilamında ‘…Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 07.03.2000 gün ve 2000/8-44Esas, 2000/48 Karar sayılı kararı da gözetilerek tazminat istemine ilişkin davanın, beraat kararının verildiği tarihten uzunca bir süre geçtikten sonra açıldığı, davacı asılın bu uzun süre içinde hakkındaki hükmün kesinleştiğini bilmediğinden söz edilmesinin yaşamın olağan akışına uygun bulunmadığı, bu durumda davanın 466 Sayılı Kanun’un 2. maddesinde öngörülen süre içinde açıldığının kabulünün mümkün olamayacağı ve bu nedenle davanın reddi yerine, yazılı şekilde tazminata karar verilmesi’ gerekçesi ile bozulmuş bulunmaktadır.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi tarafından kararda belirtilen Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarihli 2009/256 Esas ve 2010/57 sayılı kararında özetle sanığın yokluğunda verilen beraat hükmü aleyhe temyiz edilmesi nedeni ile 22.04.1996 tarihinde kesinleşmiştir. Kesinleşen bu hükmün davacıya tebliğ edildiğine ilişkin dosyada herhangi bir bilgi ve belge bulunmadığından dolayı sanık davacı henüz beraat kararı kesinleşmeden bu kararı çalıştığı kuruma sunmuş, ancak karar üzerinde hükmün aleyhe temyiz nedeni ile henüz kesinleşmediğinin karara şerh edilerek mahkeme başkanı tarafından imzalanıp mühürlendiği, kesinleşme keyfiyeti bu kararın sunulmasından dört ay sonra gerçekleştiğinden incelenen dosyaya özgü mahkemesince verilen direnme kararı bozulmuştur.
Bu nedenle davacının tazminat istediği, haksız tutuklu kaldığını iddia ettiği dosyada davacı aleyhine temyiz bulunmamaktadır. Yargıtay 12. Ceza Ceza Dairesinin bozma ilamına konu ettiği olay ile dosyamız davacısının dosyası farklılık göstermektedir. Bu nedenle eski hükümde ısrar edilmesi gerektiği” gerekçesiyle bozma kararına direnerek önceki hükümde olduğu gibi davanın süre yönünden reddine karar vermiştir.
Direnme kararına konu davanın reddine ilişkin hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 22.11.2013 tarihli ve 351706 sayılı “onama” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gelen dosya, Ceza Genel Kurulunca 07.12.2016 tarih ve 332-775 sayı ile 6763 sayılı Kanun’un 38. maddesi ile 5320 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde uyarınca kararına direnilen daireye gönderilmiş, aynı madde uyarınca inceleme yapan Yargıtay 12. Ceza Dairesince 20.03.2017 tarih ve 147-2172 sayı ile direnme kararının yerinde görülmemesi üzerine Yargıtay Birinci Başkanlığına iade edilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yerel Mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; 466 sayılı Kanun uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılıp açılmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Davacı …’nın kasten adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından 22.07.2001 tarihinde yakalanıp gözaltına alındığı, 24.07.2001 tarihinde tutuklandığı, aynı suçlardan kamu davası açıldığı, 05.03.2003 tarihinde tahliye edildiği, yapılan yargılama sonucunda Kartal 1. Ağır Ceza Mahkemesince 29.12.2003 tarih ve 531-526 sayı ile, delil yetersizliğinden beraatine karar verildiği, yokluğunda tefhim edilen beraat hükümlerinin davacıya 19.02.2004 tarihinde tebliğ edildiği, bu hükümlerin temyiz edilmeyip 27.02.2004 tarihinde kesinleştiği, kesinleşmiş olan beraat hükümlerinin davacıya tebliğine veya davacının hükümlerin kesinleştiğinden haberdar olduğuna ilişkin bir belgeye rastlanılmadığı,
Davacı vekilinin, 17.02.2011 havale tarihli dilekçe ile, davacı için tutuklama tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte 14.450 TL maddi, 10.000 TL manevi olmak üzere toplam 24.450 TL tazminat talebinde bulunduğu,
Anlaşılmaktadır.
466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca açılacak tazminat davalarının hukukumuza girişi ve hukuki niteliğine değinilmek suretiyle uyuşmazlık sağlıklı bir şekilde çözümlenebilecektir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasası’nda düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hâllerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
1961 Anayasası’nda yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesinde 7 bent hâlinde, tazminatı gerektiren hâller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Kanun’un 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası hâline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 18.01.1991 tarihli ve 20759 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 3696 sayılı Kanun ile kaldırılmıştır.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasası’nda da sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama şartlarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmiştir.
Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile; “Bu esaslar dışında bir işleme tâbi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
Devletimizin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hâllerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu şartlara aykırı davranılması hâlinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilerek, bireyin keyfi olarak özgürlüğünden yoksun bırakılmasının engellenmesi amaçlanmıştır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanun’un 18. maddesi ile 07.05.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Kanun’un Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ila 144. maddelerinde, tazminat isteme şartları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Kanun’un 6. maddesindeki; “(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2)Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Kanun hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden uygulanmaya devam edecektir.
Davaya konu işlem tarihi itibarıyla uygulanması gereken 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Kanun’un 1. maddesi;
“1. Anayasa ve diğer kanunlarda gösterilen hal ve şartlar dışında yakalanan veya tutuklanan veyahut tutukluluklarının devamına karar verilen;
2. Yakalama veya tutuklama sebepleri ve haklarındaki iddialar kendilerine yazılı olarak hemen bildirilmeyen;
3. Yakalanıp veya tutuklanıp da kanuni süresi içinde hakim önüne çıkarılmayan;
4. Hakim önüne çıkarılmaları için kanunda belirtilen süre geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetlerinden yoksun kılınan;
5. Yakalanıp veya tutuklanıp da bu durumları yakınlarına hemen bildirilmeyen;
6. Kanun dairesinde yakalandıktan veya tutuklandıktan sonra haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraetlerine veya ceza verilmesine mahal olmadığına karar verilen;
7. Mahkum olup da tutuklu kaldığı süre hükümlülük süresinden fazla olan veya tutuklandıktan sonra sadece para cezasına mahkum edilen kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar, bu kanun hükümleri dairesinde Devletçe ödenir” hükmünü içermektedir.
Kişilerin suçluluğu mahkeme kararı ile kesinleşmeden önce uygulanan yakalama ve tutuklama gibi koruma tedbirleri, bazen bir kısım zararların meydana gelmesine de neden olabildiğinden, hürriyetten yoksun kalanların haklarının teslim edilmesi amacıyla bu tedbirlerin uygulanması sonucu meydana gelen zararların tazminine yönelik olarak söz konusu düzenleme öngörülmüştür.
Öğretide yer alan yaygın görüşe göre; mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte, ancak kanun ile düzenleme yapılması hâlinde tazminat verilebileceği belirtilmektedir. Yakalama ve tutuklamanın haksızlığını giderici bir müessese olan tazminat sisteminin hukuki niteliği de tartışmalıdır. Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı, farklı teorilere dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır.
Hâkimlerin hukuki sorumluluklarını düzenleyen 6100 sayılı HMK’nın 46. maddesindeki genel kuralın tazminatın dayanağı olduğu görüşü şahsi kusur teorisini açıklamış, haksız yakalanan veya tutuklanan kişilere ödenen paranın tazminat değil devletin bu kişilere yardımı olduğunu ileri süren görüş de yardım teorisini ortaya koymuştur. Risk teorisi ise; toplumda herkesin kanun dışı yakalanma veya tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya bulunmakla beraber, uygulamada ancak bazı kişilerin haksız olarak tutuklandığına, kamu düzeni faydası için bazı kimselerin zarar görebildiğine, bu zararın toplum tarafından giderilmesi gerektiğine işaret etmiştir. Devletin kendisine organik olarak bağlı olan organlarının yaptığı işlemlerden doğan zarardan sorumluluğu da organ teorisi ile açıklanmıştır.
Haksız fiil teorisine göre ise, hukuk düzeninin uygun bulmadığı, hukuka, kanuna, örf ve adete aykırı olan zarar verici filler haksız filler olup tazminat isteme hakkını doğuracaktır. Haksız fiile dayanan sorumluluk hukukunda da; kişinin hukuka aykırı ve kusurlu eylemleri ile sebep olduğu zarardan sorumluluğunu ifade eden kusur ilkesi ve kusuru aranmaksızın sadece kendisinin zarara sebep olması hâlinde zarardan sorumluluğunu ifade eden sebebiyet ilkesi olarak iki ilke ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan, adalet hizmetinin yürütülmesi sırasında bir zarar doğmuşsa kusurlu olup olmadığına bakılmaksızın devletin sorumlu tutulması gerektiği görüşü de kusursuz sorumluluk teorisi ile açıklanmıştır. Bu konuda öğretide “466 sayılı Kanun’da öngörülen maddi ve manevi tazminatlar, hâkimlerin görevlerini yaparken kasıtlı olmayan fakat hizmet kusuru olarak nitelendirilebilecek hatalı davranış ve kararları ya da ihmali hareketleri ile haksız yakalama veya tutuklamaya sebep olduklarının anlaşılması üzerine devletin objektif sorumluluğunun kabul edilmesi nedeniyle ortaya çıkan tazminatlardır” (Hasan Köroğlu, Haksız Tutuklama Tazminatı, Adil Yayınevi, Ankara 1996, s.21.) şeklinde görüş de mevcuttur.
466 sayılı Kanun’un gerekçesinde de; “…yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet bulunmamakla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanmalarının haksızlığı meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır” açıklamasına yer verilmiştir.
Öte yandan, Ceza Genel Kurulunun 23.11.2004 tarihli ve 177-203 sayılı kararında ise; 466 sayılı Kanun’a dayalı tazminatlarda, her türlü sorunun, öncelikle bu Kanun normlarıyla çözümlenmesi gerektiği, açıklık bulunmayan ahvalde “tazminat hukuku” kıyaslamasına başvurulacağı, fiilin en ziyade “haksız fiil” benzeri olduğu gözetilerek çözüme ulaşılacağı vurgulanmıştır.
Haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarının hukukumuzdaki tarihsel süreci ve hukuki niteliğine ilişkin bu genel açıklamalardan sonra 466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davalarında azami bir dava açma süresinin olup olmadığı değerlendirilmelidir.
466 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasında; “1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler” hükmü yer almakta olup maddede belirtilen üç aylık dava açma süresinin, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmektedir.
Gerçekten 466 sayılı Kanun hükümlerine göre tazminat davalarının süresinde açılıp açılmadığına ilişkin uyuşmazlıklar Ceza Genel Kurulunun gündemine defalarca gelmiş ve istikrarlı bir şekilde, Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresinin, 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başladığı kabul edilmiştir.
01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5271 sayılı CMK’nın “Tazminat İsteminin Koşulları” başlıklı 142. maddesinin 1. fıkrasında yer alan; “Karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren üç ay ve her hâlde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde tazminat isteminde bulunulabilir” şeklindeki düzenlemeyle tebliğden itibaren üç ay ve her hâlde kesinleşme tarihinden itibaren bir yıl içinde tazminat talebinde bulunulabileceği hüküm altına alınmıştır.
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “Müruru zaman” başlıklı 60. maddesinde; zarar gören tarafın zararı ve failini öğrenme tarihinden itibaren bir yıl ve her hâlde fiilin vukuundan itibaren on yıl, 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Zamanaşımı” başlıklı 72. maddesinde de, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yıl ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle tazminat isteminin zamanaşımına uğrayacağı belirtilmiştir.
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 13. maddesinde ise, idari eylemlerden hakları ihlal edilmiş olanların idari dava açmadan önce, bu eylemleri yazılı bildirim üzerine veya başka suretle öğrendikleri tarihten itibaren bir yıl ve her hâlde eylem tarihinden itibaren beş yıl içinde ilgili idareye başvurarak haklarının yerine getirilmesini istemeleri gerektiği düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi, söz konusu Kanunlar uyarınca açılacak davalarda tebliğ ya da öğrenmeden başlayan asıl sürenin yanında eylem ya da işlem tarihinden itibaren azami dava açma süreleri öngörülmüş, 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun 39. maddesinde ise, ilama dayanan takibin, son muamele üzerinden on sene geçmekle zamanaşımına uğrayacağı hüküm altına alınmıştır.
466 sayılı Kanun hükümlerine göre açılacak tazminat davaları için de, 2. maddede belirtilen ve beraat hükmünün kesinleşmesinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren işleyen üç aylık sürenin dışında esas alınacak makul azami bir süre kabul edilmelidir. Özellikle 1982 Anayasasının “kişi hürriyeti ve güvenliği” ile ilgili olup tutuklama şartları ve haksız tutuklama işlemlerinden de bahsedilen 19. maddesinde yapılan; “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklindeki değişiklikten sonra, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre 10 yıllık azami bir sürenin kabul edilmesi, hak arayışlarının kötüye kullanılacak biçimde süresiz kılınmasını önleyebileceği gibi adalet ve nasafet kurallarına da uygun ve isabetli olacaktır. Böylece, haksız yakalama ve tutuklama nedeniyle tazminat davalarına da hukukumuzdaki diğer tazminat davalarındaki gibi dava açmak için azami süre şartı getirilecek ve beraat ile sonuçlanmış ceza dava dosyalarının kesinleşmesinden sonra süresiz olarak 466 sayılı Kanun’a göre dava açma keyfiliğinin de önüne geçilecektir.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 30.10.2018 tarihli ve 772-487, 23.02.2016 tarihli ve 582-85 sayılı, 06.05.2014 tarihli ve 141-229 sayılı, yine 06.05.2014 tarihli ve 122-231 sayılı kararlarında da beraat hükmünün kesinleştiğinin tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren 3 ay ve her hâlde kararın kesinleşmesinden itibaren 10 yıl içinde açılmayan tazminat davasının süresinde açılmadığının kabulü gerektiği sonucuna ulaşılmıştır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Davacı …’nın kasten adam öldürme ve 6136 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarından 22.07.2001 tarihinde yakalanıp gözaltına alındığı, 24.07.2001 tarihinde tutuklandığı, aynı suçlardan kamu davası açıldığı, 05.03.2003 tarihinde tahliye edildiği, yapılan yargılama sonucunda Kartal 1. Ağır Ceza Mahkemesince 29.12.2003 tarih ve 531-526 sayı ile, delil yetersizliğinden beraatine karar verildiği, yokluğunda tefhim edilen beraat kararının sanığa 19.02.2004 tarihinde tebliğ edildiği ve hükümlerin temyiz edilmeksizin 27.02.2004 tarihinde kesinleştiği, davacı vekilince 17.02.2011 tarihinde uyuşmazlık konusu davanın açıldığı, dosya kapsamında kesinleşmiş beraat hükümlerinin davacıya tebliğine veya davacının hükümlerin kesinleştiğinden haberdar olduğuna ilişkin bir belgeye rastlanılmadığı anlaşılmakla; Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 21.04.1975 tarihli ve 3-5 sayılı içtihadı birleştirme kararı ile Ceza Genel Kurulunun 30.10.2018 tarihli ve 772-487 sayılı, 23.02.2016 tarihli ve 582-85 sayılı, 06.05.2014 tarihli ve 141-229 sayılı, yine 06.05.2014 tarihli ve 122-231 sayılı kararları da gözetildiğinde, kesinleşmiş beraat hükümlerinin davacıya tebliğ edildiğine ya da davacının kesinleşmeden haberdar olduğuna ilişkin bir belgenin bulunmaması nedeniyle 466 sayılı Kanun’un 2. maddesinin 1. fıkrasında öngörülen üç aylık dava açma süresinin işlemeye başlamaması ve beraat kararlarının kesinleşmesinden itibaren de 10 yıllık azami dava açma süresi içerisinde uyuşmazlık konusu davanın açılması karşısında, süresinde açılmadığından bahisle davanın reddine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.
Bu itibarla, Özel Dairenin bozma kararı yerinde olup Yerel Mahkemenin direnme kararına konu hükmünün, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılmasına rağmen süresinde açılmadığından bahisle reddine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Gebze 1.Ağır Ceza Mahkemesinin 01.10.2013 tarihli ve 134-282 sayılı direnme kararına konu hükmünün, 466 sayılı Kanun hükümleri uyarınca tazminat istemine ilişkin davanın süresinde açılmasına rağmen süresinde açılmadığından bahisle reddine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 13.11.2018 tarihinde yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.