Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2015/380 E. 2019/632 K. 05.11.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2015/380
KARAR NO : 2019/632
KARAR TARİHİ : 05.11.2019

Kararı Veren
Yargıtay Dairesi : 15. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Ağır Ceza
Sayısı : 201-126

Sanık … (…) … hakkında nitelikli dolandırıcılık ve özel belgede sahtecilik suçlarından açılan kamu davasında yapılan yargılama sonucunda, sanığın, değişen suç vasfına göre hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan TCK’nın 155/2, 62, 52/2 ve 53/1. maddeleri uyarınca 2 yıl 6 ay hapis ve 10.000 TL adli para; özel belgede sahtecilik suçundan aynı Kanun’un 207/1, 43, 62 ve 53. maddeleri uyarınca 2 yıl 1 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluklarına ilişkin Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 18.04.2013 tarihli ve 201-126 sayılı hükümlerin sanık müdafisi ve katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 15. Ceza Dairesince 20.04.2014 tarih ve 5106-9789 sayı ile; sanık hakkında özel belgede sahtecilik suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün onanmasına, hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmünün ise;
“…Katılan …’a ait olan … Elektronik Medikal Özel Sağlık İnş. İlaç San. ve Tic. Limited Şirketinde finans müdürü olarak görev yapan sanık … …’ın, katılanın imzasını taklit edip sahte ödeme talimatları düzenleyerek ve tediye makbuzlarında tahrifat yaparak şirkete ait banka hesapları ile katılanın şahsi banka hesaplarından muhtelif tarihlerde para çektiği, bu paralarla kişisel tasarrufta bulunduğu, bu paralar ile elde ettiği malları eşi olan diğer sanık …’a devrettiği, böylece sanık …’nin zincirleme olarak bankayı araç kılmak suretiyle dolandırıcılık suçunu işlediği iddia edilen olayda;
Sanığın aynı suç işleme kararının icrası kapsamında, değişik zamanlarda katılan firma aleyhine aynı suçu zincirleme şekilde işlemesi nedeniyle, cezasının 5237 sayılı TCK’nın 43/1. maddesi gereğince arttırılmaması,” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Bozmaya uyan Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesince 15.10.2014 tarih ve 240-290 sayı ile; hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan TCK’nın 155/2, 43, 62, 52/2 ve 53/1. maddeleri uyarınca sanık … (…) …’un 3 yıl 1 ay 15 gün hapis ve 12.500 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına ve hak yoksunluğuna karar verilmiş, bu hüküm de sanık müdafisi ve katılan vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 12.01.2015 tarih ve 306425 sayı ile;
“…Sanık tarafından tanzim olunan belgeler ile para çekme ve harcama işlerinden müştekinin haberdar olmamasının mümkün bulunmadığı, zira taraflar arasında niza çıkmadan çok öncesine ilişkin olarak tüm belgelerin şirketteki mevcudiyeti, sanığın belge ve kayıtlar üzerinde olayı gizlemeye dönük bir eyleminin tespit olunmaması ve bilirkişi raporuyla tespit olunduğu şekilde harcamaların neredeyse tamamına yakınının şirket veya müşteki ve ailesinin lehine olarak kullanılması hususları nazara alınarak ve dosyada mevcut diğer tüm delillere göre sanığın, müştekinin kendisine verdiği neredeyse sınırsız yetkiyle ve onun da bilgisi dahilinde her türlü işlemi gerçekleştirdiği, sahteciliğe konu edilen belgelerle yapılan harcamaların tamamına yakınının şirket veya sanık ve ailesinin menfaatine yapıldığı hususu bir yana bilirkişi raporuyla şirket veya müşteki menfaatine kullanılıp kullanılmadığı hususunda delil bulunmayan 80.000 TL’lik harcamanın dahi sanığın bilgisi dahilinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla kamu davasına konu olayda sanığın müştekinin yaptığı tüm işlemlere önceye dayalı bir onayının ve rızasının varlığı nedeniyle atılı suçların hukuka aykırılık öğesinin gerçekleşmediği cihetle beraatine karar verilmesi gerekirken mahkûmiyet hükümleri kurulmasının dosya kapsamına uygun düşmediği değerlendirilmektedir.
Yine diğer yandan ve kabule göre de;
Bilirkişi raporuyla sanığın kendi menfaatine harcadığı kabul edilen 80.000 TL’lik miktarın soruşturma açılmadan önce sanığın hesabına yatırıldığının anlaşılması karşısında, rızai iade nedeniyle sanık hakkında TCK’nın 168/1. maddesi uyarınca etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanmamasının usul ve yasaya uygun olmadığı,” görüşüyle, itiraz kanun yoluna başvurmuştur.
Yargıtay 15. Ceza Dairesince 02.02.2015 tarih ve 939-1719 sayı ile;
“…Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 12.01.2015 tarihli ve 2014/306425 KD. sayılı yazısıyla sanık … hakkında her iki suçtan beraat kararı verilmesi ve kabule göre de hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması gerektiğinden bahisle itiraz edildiği, itirazın da asıl dosyasından ilgili evrakların fotokopisi çekilmek suretiyle oluşturulan eksik dosya üzerinden yapıldığı; ancak bu arada Dairemizce bozulmasına karar verilen hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan yapılan yargılama sonucunda Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 15.10.2014 tarih, 2014/240 E., 2014/290 K. sayılı kararıyla bozma ilamına uyulmak suretiyle sanık … hakkında hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan tekrar mahkûmiyet kararı verildiği ve temyiz edilmesi üzerine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 2014/387656 esas sırasında kaydedildiği ve henüz tebliğname düzenlenmediği, bu itibarla aynı sanık ve aynı olayla ilgili olarak itiraz ve temyiz incelemesinde iki farklı dosya olduğu anlaşıldığından,
Mükerrer inceleme yapılmaması ve bir karışıklığa mahal verilmemesi açısından, 2014/306425 KD. sayılı itirazın, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında incelenmesi devam eden 2014/387656 Esas sırasında kayıtlı dava dosya üzerinden yapılması,” talebi ile dosyanın Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilmesine karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca ise 06.03.2015 tarih ve 306425 sayı ile;
“…Yüksek Dairenizin 02.02.2015 tarihli yazısı ile mükerrer inceleme yapılmaması ve bir karışıklığa mahal verilmemesi amacıyla yazılan yazı üzerine; Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesinin hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan kurulan mahkûmiyet hükmüne yönelik temyiz ile Başsavcılığımıza gelip esasın 2014/387956 sırasına kaydolunan çuval dosya tüm ekleri ile birlikte incelenmiş, yapılan inceleme sonucu 12.01.2015 tarihli ve 2014/306425 KD sayılı itiraz yazımızın yerinde olduğu tespit olunup, bu aşamada Yüksek 15. Ceza Dairesinin 20.04.2014 tarihli, 2014/5106 esas ve 2014/9789 karar sayılı ilamına yönelik itirazımız incelenip sonuçlanmadan Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 15.10.2014 tarihli, 2014/240 esas ve 2014/290 karar sayılı mahkûmiyet ilamına yönelik temyiz konusunda bir işlem tesisinin hukuken mümkün bulunmadığı nazara alınarak, 12.01.2014 tarihli, 2014/5106 esas ve 2014/9789 KD sayılı itirazımızın Yüksek Dairenizce kabul olunup olunmayacağı konusunda bir karar verilmesi, yerinde görülmemesi hâlinde ise itirazımızın görüşülmek üzere Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gönderilmesi,” talep edilmiştir.
5271 sayılı CMK’nın 308. maddesi uyarınca inceleme yapan Yargıtay 15. Ceza Dairesince 25.03.2015 tarih ve 5447-22591 sayı ile, itiraz nedenlerinin yerinde görülmediğinden bahisle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Sanık … hakkında suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama suçundan verilen beraat kararı Özel Dairece onanmak suretiyle kesinleşmiş olup itirazın kapsamına göre inceleme sanık … (…) … hakkında hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma ve özel belgede sahtecilik suçlarından kurulan mahkûmiyet hükümleri ile sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1- Sanığa atılı hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma ve özel belgede sahtecilik suçlarının unsurları itibarıyla oluşup oluşmadığının,
2- Hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunun unsurlarının oluştuğu sonucuna ulaşılırsa, bu suç bakımından TCK’nın 168. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanma koşullarının bulunup bulunmadığının,
Belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 15.05.2012 tarihli ve 16635-1034 sayılı iddianamesinde; sanık … (…) …’un, katılan …’ın sahibi ve yetkilisi olduğu … Elektronik Medikal, Özel Sağlık, İnşaat, İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti’de yatırım ve finans işlerinden sorumlu müdür olarak görev yaptığı, hem şirketin hem de katılanın banka hesaplarından para çekme konusunda yetkili olduğu, bu hesaplardan önceleri katılanın verdiği talimatlar doğrultusunda para çekerken daha sonra katılanın imzasını taklit ederek oluşturduğu sahte talimat yazıları ile şirket personeline para çektirdiği ve çekilen paraları teslim aldığı, buna ilişkin 307 adet banka talimat yazısı altındaki imzanın katılana ait olmayıp sahte olduğu, sanığa ait kredi kartlarından 2006 ile 2011 yılları arasında 2.240.637,45 TL tutarında harcama yaptığı, harcamaların büyük çoğunluğunun lüks giyime (Beymen, Vakko, Diesel, Locast gibi markalar) ilişkin olduğu, çok sayıda yurt dışı seyahat ve yurt içi lüks otel konaklama ile kuyumcu ve mücevher mağazalarından yüksek miktarlı harcamalarının olduğu, sigorta şirketlerine gelirinin çok üzerinde ve yüksek miktarda prim ödemelerinde bulunduğu ve sigorta şirketlerinden toplam 336.613,18 TL birikim aldığı, ayrıca 4 adet ödenti (tediye) makbuzunda miktar gösteren rakamların başına ilave rakam yazarak makbuzların miktarını arttırdığı ve bu şekilde 80.000 TL’yi uhdesine geçirdiği iddiasıyla sanık hakkında zincirleme hâlinde bankanın araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık ve özel belgede sahtecilik suçlarından kamu davası açıldığı,
Ankara 40. Noterliğinin 04.01.2010 tarihli ve 2 yevmiye numaralı imza sirkülerinde; … Elektronik Medikal, Özel Sağlık, İnşaat, İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti’yi 10 yıl süre ve münferit imzası ile şirket müdürü olan katılanın temsile yetkili olduğu,
Ankara 40. Noterliğinin 04.01.2010 tarihli ve 41 yevmiye numaralı vekaletnamesinde; … Elektronik Medikal, Özel Sağlık, İnşaat, İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. adına katılanın sanığı, Türkiye Cumhuriyeti hudutları dahilindeki bütün bankalarda katılan şirket adına açılmış veya açılacak olan gerek Türk Lirası gerekse döviz hesaplarından dilediği zaman 350.000 TL’ye kadar para çekme, yatırma, bu hesaplara gelmiş veya gelecek olan havaleleri kabul, bedellerini tahsil, hesapları kapattırma, yeniden şirket adına hesaplar açma, vadeli hesaplardan vadeleri dolmadan önce para çekme, yatırma, çek koçanı alma, çek, bono, poliçe imzalama, borçlarını ödeme, ciro etme, bedellerini tahsil, senetli veya senetsiz tüm alacakları tahsil, dilediği bankalardan dilediği miktar kredi talep etme, borçlanma, taahhütname ve kredi sözleşmelerini imzalama, müşterek borçlu ve müteselsil kefil olma, ahzu kabz, sulh ve ibra ile her türlü banka işlemlerini yapma hususlarında vekil tayin ettiği,
… Elektronik Medikal, Özel Sağlık, İnşaat, İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. tarafından düzenlenen maaş dökümünde; sanığın 1996 yılı Ekim ayında 26,40 TL maaş ile işe başladığı, 2010 yılına kadar sanığa yıllara göre artan tutarlarda kesintisiz maaş ödemesi yapıldığı, en son 2010 yılı Ağustos ayında 3.850 TL maaş ödendiği,
Ankara 40. Noterliğinin 23.08.2010 tarihli ve 27968 yevmiye numaralı azilnamesinde; … Elektronik Medikal, Özel Sağlık, İnşaat, İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. adına katılanın, görülen lüzum üzerine sanığı Ankara 40. Noterliğinin 04.01.2010 tarihli ve 41 yevmiye numaralı vekaletname ile tayin edildiği vekaletten ve tüm yetkilerden azlettiği,
Yapı ve Kredi Bankası…Şubesinin 24.10.2011 tarihli ve 6118 sayılı yazısında; 1996 yılından itibaren katılanın hesap hareket dökümleri ile 438 adet talimat aslının gönderildiği,
Yapı ve Kredi Bankası Ankara Balgat Şubesine hitaben katılanın 69015676 nolu hesabına ilişkin olarak yazılıp katılanın adı ve soyadı ile imzalanan 11.12.2006 tarihli talimatta 10.000, 30.01.2007 tarihli talimatta 88.000, 12.11.2007 tarihli talimatta 15.000, 16.01.2008 tarihli talimatta 35.000, 21.08.2008 tarihli talimatta 10.000, 02.11.2009 tarihli talimatta 20.000, 17.12.2009 tarihli talimatta 50.000, 12.07.2010 tarihli talimatta 130.000, 17.05.2010 tarihli talimatta 20.000, 11.01.2010 tarihli talimatta 15.000, 12.07.2010 tarihli talimatta 15.000 ve 08.01.2010 tarihli talimatta 10.000 TL olmak üzere toplam 418.000 TL’nin tanık …’a ödenmesinin istenildiği,
… Elektronik başlıklı ödenti (tediye) makbuzlarından 04.06.2009 tarihli ve 29 seri numaralıda 12.600, 22.07.2009 tarihli ve 53 seri numaralıda 22.000, 24.08.2009 tarihli ve 65 seri numaralıda 23.000 ile 07.09.2009 tarihli ve 67 seri numaralıda 38.150 TL’nin “Ödeme” açıklamasıyla katılanın imzası karşılığında katılana teslim edildiği,
Soruşturma evresinde grafoloji ve sahtecilik uzmanı tarafından düzenlenen 24.11.2011 tarihli bilirkişi raporunda; Yapı ve Kredi Bankası…Şubesi/Ankara hitaplı, değişik tarih ve meblağlarla düzenlenip katılan tarafından imzalanmış toplam 445 adet talimat dilekçesi ile … Elektronik başlıklı 4 adet ödenti (tediye) makbuzundaki yazı ve imzaların katılan ve sanığa ait yazı ve imza örnekleri ile mukayesesinde 445 adet talimat dilekçesinden 138 adedindeki imzaların katılanın eli ürünü olduğu, 307 adedindeki imzaların ise katılanın eli ürünü olmadığı, bu imzaların, katılanın gerçek imzası model alınarak taklit edilmek suretiyle atıldıkları ve sanığın elinden çıkıp çıkmadıkları hususunda teknik incelemeye dayalı olarak herhangi bir kanaat beyanında bulunulabilmesinin mümkün olmadığı; … Elektronik başlıklı ödenti (tediye) makbuzlarından 04.06.2009 tarihli ve 29 seri numaralıdaki “12.600” rakamının sol başında yer alan “1”, 22.07.2009 tarihli ve 53 seri numaralıdaki “22.000” rakamının sol başında yer alan “2”, 24.08.2009 tarihli ve 65 seri numaralıdaki “23.000” rakamının sol başında yer alan “2” ile 07.09.2009 tarihli ve 67 seri numaralıdaki “38.150” rakamının sol başında yer alan “3” rakamlarının aynı hanedeki diğer rakamlarla kalem kalibresi ve kalem renk tonu ile fulaj izi yönünden farklılık gösterdikleri, farklı mürekkepli bir kalemle ve farklı bir zeminde ilave edildikleri, makbuzların yazıyla değer gösteren hanelerinde rakamla değer gösteren hanelerde yapılan ilavelere uygun olarak ve ilavelerde kullanılan kalemle bir defada yazılmış olan “Onikibinaltıyüz”, “Yirmikibin”, “Yirmiüçbin” ve “Otuzsekizbinyüzelli” ibarelerinin sanığın elinden çıktığı, makbuzların rakamla değer gösteren hanelerinde ilave yoluyla yapılan tahrifatın belgeleri kabul ve kontrol etmekle görevli kişilerce ilk nazarda dikkat çekmeyeceği cihetle makbuzların iğfal kabiliyetini haiz olduğu,
Soruşturma evresinde emekli bankacı-müfettişler ile bankacıdan oluşan üç kişilik heyet tarafından düzenlenen 21.02.2012 tarihli bilirkişi raporunda; sanığın, 2001-2011 döneminde kullandığı Garanti Bankası, Yapı ve Kredi Bankası, HSBC, TEB, Finansbank ve Akbank kredi kartları ile toplam 2.240.637,45 TL harcama yapıp 2.199.560,67 TL ödediği, harcamaların büyük çoğunluğunun Beymen, Vakko, Diesel, Lacost gibi lüks giyime ilişkin olduğu, incelenen dönemde Beymen mağazasından 400.000 TL’nin üzerinde alış veriş yaptığı, çok sayıda yurt dışı seyahat ve yurt içi lüks otel konaklama harcaması yaptığı, yüksek miktarda mücevher aldığı, Aviva, AIG, Anadolu, Yapı Kredi, Axa Oyak, Commercial Union, Fortis gibi sigorta şirketlerine yüksek miktarda hayat, sağlık ve emeklilik primi ödemeleri yaptığı, Aviva Sigortadan 16.09.2010 tarihinde 71.922,10 TL, Yapı Kredi Emeklilikten 30.09.2010 tarihinde 85.180,72 TL, Axa Oyak Hayat Sigortasından 27.02.2003 tarihinde 36.517,97 TL, Axa Oyaktan 06.03.2008 tarihinde 30.837,30 TL ve Fortis Emeklilikten 30.09.2010 tarihinde 112.155,09 TL olmak üzere toplam 336.613,18 TL birikim aldığı, kredi kartlarındaki harcamaların amacının sigorta şirketlerine yüksek miktarlarda ödeme yapılması örneğinde olduğu gibi usulsüz işlemleri gizlemek olduğu, sanığın yaptığı harcamalara ilişkin kredi kart borcunu sadece ücret geliri ile ödemesinin mümkün olmadığı, dosyada mevcut kriminal inceleme raporunda 307 adet banka talimat dilekçesinde katılan adına atılan imzaların takliden atılmış imzalar olduğu kanaatine varıldığı belirtilmiş olmasına rağmen işlemlerin tamamına yakınının katılanın kendisine ait kredi kartı ödemesi, başka bankadaki hesapları ile aynı soyadını taşıyan yakınlarına ait hesaplara EFT veya virman, apartman aidat ve kooperatif taksit ödemeleri, yurt içi ve yurt dışı okul ve kurs ücretleri ödemeleri, katılanın iş ilişkisinde olduğu firma hesaplarına havale veya EFT, şirket çalışanlarının hesaplarına ücret ödemeleri olduğu, söz konusu banka talimat dilekçelerinde sahte imzaların bulunmasının söz konusu işlemlerin de sahte olduğu anlamına gelmediği, sanığın muhasebeden sorumlu yetkili olarak 4 adet ödenti (tediye) makbuzundaki işlemleri ile katılanı 80.000 TL zarar uğrattığı, ancak sanığın 26.10.2010 tarihinde 75.000 TL ve 08.11.2010 tarihinde 5.000 TL olmak üzere toplam 80.000 TL’yi katılanın banka hesabına yatırdığı, bu paranın sanığın uhdesine aldığı 80.000 TL ile ilişkisinin ne olduğu konusunda gerek katılanın gerekse sanığın açıklama yapması gerektiği,
Davacısının katılan, davalısının ise sanık olduğu Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2013/135 esas sayılı dosyasında görülen tazminat davasının yapılan yargılaması sırasında serbest muhasebeci mali müşavir, emekli Sayıştay uzman denetçisi ve yeminli mali müşavirden oluşan üç kişilik heyet tarafından düzenlenen 08.11.2017 tarihli bilirkişi raporunda; ceza dava dosyasında mevcut olan bilirkişi raporları ile şirketin 2009 ve 2010 yıllarına ait yevmiye defterlerinin incelenmesinde sanığın imza taklidi yaparak oluşturduğu 307 adet sahte banka talimatı içerisinden 12 adet işlemin şirket kayıtlarında yer almadığı ve bu işlemler ile katılanın toplam 418.000 TL zararının oluştuğu, ayrıca 4 adet ve 15.750 tutarındaki ödenti (tediye) makbuzunun rakam ilavesi ile 95.750 TL olarak kasa icmallerine kaydedildiği, sonradan ilave edilerek kasadan çekilen 80.000 TL’nin sanığın uhdesinde kaldığı ve katılanın bu miktar zararının oluştuğu, yapılan inceleme ve değerlendirme neticesinde sözü edilen bu zararlar ve diğer başka zararlar ile birlikte sanığın uhdesinde kalmak suretiyle katılanın toplam 757.282 TL zararının olduğu,
Yapı ve Kredi Bankası Ankara Özel Bankacılık Şubesine ait 26.10.2010 tarihli para yatırma dekontunda; “… 25.10.2010 vadeli senede istinaden yatan” açıklaması ile katılanın hesabına 75.000 TL havale edildiği,
Bilgilerine yer verilmiştir.
Katılan … aşamalarda; … Elektronik Medikal, Özel Sağlık, İnşaat, İlaç Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti’nin yetkilisi ve sahibi olduğunu, eşinin liseden arkadaşı olan sanık ile şirketini kurmadan önce de birlikte çalıştıklarını ve sanığı en az 25 yıldır tanıdığını, şirketi kurduğu 1996 yılından 2010 yılı Eylül ayı sonuna kadar sanığın kendisinden sonra en geniş yetkiye sahip olduğunu, sıklıkla il dışında bulunması nedeniyle sanığı şirkette kendisinden sonra her konuda yetkili olarak tayin ettiğini, sanığa çok güvendiğini ve kendisine “Sen benim şahsi ve resmi hesaplarıma bakacaksın”, bütün banka müdürlerine de “Sanık benim kardeşimdir benim olmama gerek bulunmaksızın her türlü yetkiye haizdir” dediğini, sanığa önce günlük 100.000 TL çekme konusunda yetki verdiğini, sanığın rakamı arttırmak istemesi üzerine bu yetkiyi 250.000 TL, bilahare de 350.000 TL’ye çıkardığını, aradaki güvenin sonucu olarak işlerin aksatılmadan sürdürülmesi amacıyla tahsilat yapması ve para çekmesi için sanığa üstü boş imzalı kâğıtlar dahi bıraktığını, sanığın en son 3.500 TL maaş ile çalışmakta olmasına rağmen son üç dört yıldır son derece lüks yaşamı ve marka giyiminin dikkatini çektiğini, şirketin kâr yapmamaya başladığını ve açıklanamayan giderlerin olduğunu, bir yat seyahati sırasında yat işindeki ortağı ile sanığın gönül ilişkisi olduğunu görmesi üzerine “Eşine bunu yapan her şeyi yapar” diye düşünerek şirket defterleri ile banka kayıtlarını incelemeye başladığını, sanığın imzalı kâğıtlar ile şahsi hesabından para çektiğini ve şahsi hesabına yatırması gereken parayı yatırmadığını tespit ettiğini, bu nedenle 2010 yılının Ağustos ayında sanıktan kasanın anahtarını aldığını, sanığı yetkilerinden azlettiğini ve aynı yıl Eylül ayında da işten çıkardığını,
Sanığın kendisinin yerine sahte imza atıp sahte talimat dilekçesi oluşturduğunu bilmediğini, kendisinin verdiği altı imzalı boş kâğıtları doldurarak kullandığını zannettiğini, yaptığı araştırmada geçmiş yıllara ait kayıtlar ile talimatları yok ettiğini,
Sanığın, şirket kasasından çektiği paraya ilişkin makbuza para miktarını sadece rakamla yazıp yazıyla yazmadığını, kendisine parayı teslim edip makbuzu imzalattıktan sonra gerçekte ödenen parayı temsil eden rakamın önüne bir rakam ilave ederek yeni meblağı boş bıraktığı yere yazı ile de yazmak suretiyle kasadan fazla para çektiğini, sanığın savunmasında belirttiği şekilde kendisinin istediği paranın daha sonradan yeterli olmadığının anlaşılması hâlinde makbuz üzerine en fazla birkaç bin lira eklenebileceğini, ancak sanığın rakam ilavesi ile makbuzdaki tutarı birden bire 20-30.000 TL artırdığını, tutarın bu şekilde artmasının mümkün olmadığını, ayrıca bu şekilde değişiklik yapılacaksa aynı gün aynı kalemle değişiklik yapılması gerektiğini, yapılan ilavelerden haberi olmadığını, bu yöntemle sanığın en az 80.000 TL’yi uhdesine geçirdiğini,
Şirket yönetiminin ve şahsi hesaplarının kontrolünün yıllardır sanıkta olması nedeniyle zararının tespit edebildiği miktarın çok üzerinde en az 1.116.099,11 TL olduğunu tahmin ettiğini, zarar nedeniyle şirketi küçültme yoluna gittiklerini, sanığın uhdesine aldığı paraları kardeşi ve eşinin hesabına aktarıp gayrimenkuller aldığını, kardeşinin borçlarını ödediğini,
Sanığın işten ayrıldıktan sonra hesabına havale ettiği 75.000 TL’nin yaklaşık bir yıl önce Ankara Çayyolu Alacaatlı’daki bir kooperatif ödemesi için borç olarak sanığa verdiği paranın geri ödemesi olduğunu, 5.000 TL’nin ise sanığın şirket avansı olarak üzerine zimmetlediği paranın iadesi olduğunu,
Sanığın kredi kartlarının gerek kendisi gerekse şirketi için kesinlikle kullanılmadığını, zaman zaman şirketin reklam ve hediye giderlerinin olduğunu, hediyenin yılbaşında alındığını, bu şekilde 100.000 TL gideri olduğunu, şirketin ayrı bir tüzel kişilik olması ve vergi iadesinde kullanılması nedeniyle şirket adına faturalandırıldığını, sanığın kredi kart ekstreleri incelendiğinde şirket için herhangi bir şey almadığının ve faturalandırmadığının anlaşılacağını,
Sanığa yıllık 24.000 Euro prim ve 40-50.000 TL kâr payı vermediğini,
Tanık …; katılanın yetkilisi ve sahibi olduğu … Grup şirketlerinin 1996 yılından itibaren muhasebecisi olarak çalıştığını, adı geçen şirketin müdürü olan sanığın şirketin finans işlerine baktığını, katılanın çok sık seyahat ettiğini, bu nedenle şirket işlerinde kullanması için sanığa imzalı kâğıt bıraktığını, ayrıca sanığın birçok kez katılanın imza örneğini masa üstündeki camın altına koymak suretiyle taklit ettiğini gördüğünü, niçin böyle yaptığını sorduğunda “Herkes işine baksın katılanın haberi var” diye cevap verdiğini, katılanın sanığa çok güvendiğini bildikleri için kural olarak sanıktan şüphe edilmediğini, 2010 yılı Ağustos ayında katılanın talebi ile şirketin kasa ve defter kayıtları ile muhasebe fişlerini incelediğinde usulsüzlükler tespit ettiğini, inceleme sırasında katılana “Sanık sizin yerinize imza atıyordu ve imzanızı taklit ediyordu” diye söylediğinde katılanın çok şaşırarak “Haberim yok, getir bakalım neleri imzalamış” dediğini, ancak sanığın kayıtların bir çoğunu yok ettiğini, sanığın 3.500 TL maaş almasına rağmen son yıllarda lüks harcamalarının dikkat çektiğini, şirkette hediyelerin yıl sonunda katılan tarafından alındığını,
Tanık …; katılanın şirketinde 1997 yılından itibaren büro personeli olarak çalışırken 14.01.2011 yılında işten çıkarıldığını, maaşının en son 1.850 TL olduğunu, ayrıca altı ayda bir ikramiye de aldığını, idari işler müdürü olan sanığın kendisine verdiği kişisel veya şirketle ilgili talimatları sorgulamadan yaptığını, bu kapsamda sanığın kardeşinin Yapı ve Kredi Bankası Ayvalık Şubesinde bulunan hesabına bazen günde iki defa, bazen iki üç günde bir defa olmak üzere toplam 30-40 defa 1.000-9.000 TL arası para yatırdığını, bu durumu katılana söylediğinde “Sanığa güveniyorum, o ne isterse yapar, o benim kardeşimdir” diye cevap verdiğini, sanığın lüks giyindiğini ve yüksek miktarda para harcadığını, kredi kartının faturalarını şirket parasından ödetip “Ben daha sonra kasaya koyarım” dediğini, kasaya para koyup koymadığını bilmediğini, bankadan para çektikten sonra sanığın şahsi ödemeleri ile şirket ödemelerini yapıp geri kalan parayı sanığa teslim ettiğini, şirketin iş yaptığı bazı hastanelerin çalışanlarına gömlek, kravat ve elbise gibi hediye verdiğini, bu hediyelerin genellikle katılan ya da eşi tarafından alınıp kendileri aracılığıyla teslim edildiğini, nadiren sanığın da hediye satın aldığını ancak kredi kartını şirket işlerinde kullanıdığına dair bir bilgisinin olmadığını,
Tanık …; katılanın şirketinde 2005-2010 yılları arasında büro personeli olarak çalıştığını, sanığın talimatı ile kendisinin özel işleri de dahil bankalardan çok sayıda para çekme ve yatırma işlemi yaptığını, sanığın birden fazla hesabı olduğunu, ayda birkaç kez Kemal … veya Kenan … adına miktarlarını hatırlamadığı para yatırdığını, sanığın lüks bir yaşam tarzı olduğunu ve yılda birkaç kez yurt dışına gittiğini,
Tanık …; katılanın şirketinde 1999 yılından itibaren lojistik sorumlusu olarak çalıştığını, sanığın da 15-16 yıldır finans sorumlusu olduğunu, katılanın çok seyahat ettiğini ve şirket işlerini sanığın yürüttüğünü, sanıktan aldığı parayı şirket işleri için harcayıp buna ilişkin belgeyi de sanığa verdiğini, sanığın son iki üç yıldır markalı ve pahalı kıyafetler giymeye başladığını, çok sık seyahat ettiğini, bayram tatillerinde bile yurt dışına gittiğini, 2004 yılında kendisini beş günlüğüne Dubai’ye kızı, arkadaşı ve arkadaşının kızı ile birlikte götürdüğünü, bütün masrafları sanığın karşıladığını, sanığın babasına ve kardeşine çok kez para gönderdiğini tanık …’a verilmek üzere sanığın kendisine bıraktığı zarf ve banka hesap numaralarından bildiğini, 2010 yılı Eylül ayında katılanın kendisini çağırıp sanığın verdiği avanslar konusunda kasa hesabında farklılık olduğunu ve 75.000 TL avansın kendisinin üzerinde göründüğünü söylediğini, ancak kendisine bu miktarda bir avans verilmediğini, bir süre sonra sanığın farklı tarihli makbuzları kendisine imzalattığını,
Tanık …; katılanın şirketinde 2004 yılından itibaren sekreter olarak çalıştığını, katılan sürekli şehir dışında olduğundan sanığa imzalı kâğıt bıraktığını, sanığın camın üzerine kâğıt koyarak katılan yerine imza attığını bir kaç kez gördüğünü, imzayı taklit ederken katılanın şahsi hesaplarından para çekmesi gerektiğini ancak imzalı kağıdın bittiğini söylediğini, 2008-2009 yılında sanık, katılanın eşi ve sanığın bir arkadaşı ile birlikte Fransa’ya gittiklerini, kendi masraflarını da sanığın karşıladığını, tanıdığı günden itibaren lüks ve şık giyindiğini, sanığın şirketten 2010 yılında ayrılmasından sonra sanığın eşi olan inceleme dışı sanık …’un telefonda katılana sanığın şirketten almış olduğu paraları evini satarak ödeyeceğini söylediğini,
Tanık … soruşturma evresinde; 2006 yılından 2011 yılının Aralık ayına kadar lojistik biriminde çalıştığını, bu dönemde sanığın şirketin genel müdürü olduğunu, katılanın imzalı kâğıt bıraktığını duyduğunu, ancak kullanılış şeklini görmediğini, sanığın katılanın imzasını taklit ettiğine dair bir bilgisinin bulunmadığını, katılanın şahsi ödemelerini sürekli olarak sanığın gerçekleştirdiğini, şirket adına hediye alımıyla daha çok sanığın ilgilendiğini ancak kredi kartını hediye alımlarında kullanıp kullanmadığını bilmediğini,
Kovuşturma evresinde farklı olarak; sanığın imzalı kâğıt olmadığı zamanlarda katılanın imzasını taklit ettiğini ve imza taklidi yaparken “Benim başımı belaya sokacaksınız” dediğini,
Tanık …; 2007-2009 yıllarında muhasebe bölümünde çalıştığını, sanığın katılanın imzasını taklit ederek bankadan para çektiğini duymadığını, hemen hemen her türlü ödemeyi sanığın gerçekleştirdiğini, şirketin iş yapmış olduğu bazı hastanelerin çalışanlarına hediyeler alındığını, bu hediyelerin ödemelerini sanığın yaptığını, bunu şirket hesabından mı yoksa kendi kredi kartından mı yaptığını bilmediğini, ancak kredi kartından bu tür harcamaları yaptığını bir ara duyduğunu,
Tanık …; Armada AVM’de bulunan Beymen mağazasının 2005 yılından itibaren müdürü olduğunu, sanığın çanta ve takım elbise gibi toplu alış-veriş yaptığını, beden ayrımı yapmadığını ve elbiseleri üzerinde denemediğini, bazen aynı takımdan çok sayıda aldığını ve yirmiye yakın hediye paketi yaptırdığını, erkek reyonundan da alış veriş yaptığını, faturaları nakit olarak ödediğini, kart ile ödeme yaptığında kendi kartını kullandığını,
Tanık …; katılanın şirketinde 13 yıl çalıştıktan sonra 2007 ya da 2008 yılında ayrıldığını, sanığın cama yaslamak suretiyle kağıdın üstünden katılanın imzasını taklit ettiğini bildiğini, tanık Aynur aracılığıyla katılanın da bu konadan haberdar olduğunu düşündüğünü,
Beyan etmişlerdir.
Sanık … (…) … aşamalarda; 1987-1992 yılları arasında Şato A.Ş. isimli laboratuvar malzemeleri üzerine satış yapan firmada stok ve idari işler, 1992-1997 yılları arasında Couter isimli tıbbi malzemeler işi yapan firmada sevkiyat sorumlusu olarak çalıştığını, ortalama 2.000 Amerikan Doları maaş ve ikramiye aldığını, daha önceden tanıdığı ve lise arkadaşının eşi olan katılanın teklifi üzerine 1997 yılında sevkiyat sorumlusu olarak işe başladığını, daha sonra finanstan bir süre sonra da şirketin tüm işlerinden sorumlu olduğunu, katılanın vekaletname ile şirketin banka hesabından günlük 350.000 TL para çekme yetkisi verdiğini, ancak katılanın şahsı adına onun imzasını atma yetkisinin bulunmadığını, 2009 yılında emekli olduğu halde çalışmaya devam ettiğini, 2010 yılında işten ayrıldığını, aylık maaşının en son 3.500 TL olduğunu, yılda iki defa 12.000 Euro prim ödemesi aldığını, ayrıca iş durumuna göre yıl içerisinde 30.000-50.000 TL arasında katılanın elden nakit para verdiğini, çalıştığı dönemde başkaca gelirinin olmadığını, kişisel harcamasının aylık ortalama 2.000-3.000 TL civarında olduğunu,
2010 yılı başlarında şirkette vergi incelemesi başlatıldığını, giriş çıkış raporlarının istendiğini, bu inceleme sırasında şirkete giren malzeme ile çıkan malzemenin birbirini tutmadığını, usulsüz işlem yapıldığını ve naylon fatura olayı olduğunu gördüğünü, katılanın başka firmalardan aldığı faturalarla ilgili istemeyerek stok tutturma çalışması yaptığını, katılanın naylon fatura işlerini takip etmesini istemesi üzerine aralarında husumet oluştuğunu, bu nedenle 2010 yılı Eylül ayında istifa ettiğini,
Yapı ve Kredi, Finansbank, Garanti ve Akbanka ait kredi kartlarının her birinin ortalama 20.000 TL limiti bulunduğunu, bilirkişi raporunda bahsedilen harcamaların doğru olduğunu, kredi kartını katılanın isteği üzerine şirket için kullandığını, özellikle lüks mağazalardan yapılan harcamaların büyük çoğunluğunun şirket müşterilerine alınan hediyelere ilişkin olduğunu, katılanın kadın veya erkek beden numarası vererek kendi zevkine göre elbise almasını istediğini, bu harcamaları şirket gideri olarak gösteremediklerinden ödemeyi kendi kredi kartından yaptığını, yaptığı harcama tutarını daha sonra katılanın elden nakit olarak verdiğini, ayrıca katılanın şahsi hesabından bilgisi dahilinde para çektiğini, şirketten dışarıya çıkmadığı için şirket için yaptığı harcamaların faturalarını çalışanlar vasıtasıyla ödediğini, kendi özel harcamalarını kendi parasından karşıladığını, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerini kazancı ile karşılayabilecek durumda olduğunu,
Sigorta prim ödemelerini kredi kartları hesaplarından otomatik ödeme talimatı ile yaptığını, ödemiş olduğu primler karşılığında 336.613.18 TL meblağı geri aldığını, bu prim ödemelerini aylık kazancı ile tasarruf amacıyla yaptığını,
Akraba ziyareti nedeniyle Amerika’ya dört defa, ayrıca turlarla İtalya, Hollanda, Brezilya, Dubai ve katılanın eşi ile birlikte İspanya ve Fransa’ya birer defa gezi amacıyla gittiğini, masraflarını kendisinin karşıladığını, seyahatlerin bir çoğunda yanında arkadaşlarının da olduğunu, harcamaları kendisine ait kredi kartından yaptıklarını, arkadaşlarının siparişlerini kendi kredi kartı ile aldığını,
Şirketin muhasebecisi olan tanık Aynur’un yetkisini aşan durumlarda ve katılanın da şirkette olmadığı zamanlarda banka talimatını kendisine getirdiğini, kendisinin de bu talimatı cama tutturup katılanın imzasını taklit ederek imzaladığını, böyle bir yetkisinin olmadığını, bu durumu ofiste çalışanların da gördüğünü, kendilerine “Bir gün beni sahtekarlıktan içeri attıracaksınız” diye şaka yaptığını, imza attığı her talimattan katılanın ve tanık Aynur’un bilgisi olduğunu, çekilen paraların kendisinde durduğunu ve katılanın bilgisi ve isteği doğrultusunda harcandığını, daha sonra tanık Aynur’un katılana bütün muhasebe kayıtları hakkında bilgi verdiğini, her ay bankalardan aylık ekstre toplandığını, gelen bütün banka talimatları, fatura ve evrakın tanık Aynur’da toplandığını, resmi raporları tanık Aynur’un hazırladığını, kendisinin de daha sonradan gayri resmi olarak hazırladığı raporları katılana sunduğunu, her ne kadar katılanın yerine talimat yazılarını imzalasa da bu işlemlerin şirkete ait işlemler olduğunu, her hangi bir şekilde kendi menfaatine para edinmesinin söz konusu olmadığını,
Birkaç kez ödenti (tediye) makbuzlarına rakam ekleyerek miktarları artırdığını, katılanın bazen önce az miktarda sonrasında ise daha fazla miktarda para istediğinde veya başka bir yere para gönderilmesini talep ettiğinde ikinci bir makbuz düzenlememek için önceki yazdığı makbuzdaki rakamın önüne aynı gün içerisinde katılanın istediği tutar doğrultusunda rakam yazdığını, bunların sınırlı sayıda olduğunu, paraların kendi uhdesinde kalmadığını, makbuzlarda yaptığı değişikliklerle ilgili elle kayıt tuttuğunu, bu kaydı ya makbuz koçanında kalan suretine ya da başka bir kağıda yazdığını, bunların kayıtlarının da katılana sunulduğunu,
Kesinlikle belge imha etmediğini, aksine ihalelere fesat karıştırıldığı suçlamasıyla telefonunun dinlemeye takıldığını söyleyen katılanın şirkete ait bütün evrakı Ballık Kuyumcu’da bulunan çiftliğinde yaktığını katılanın kendisinin söylediğini, evrakın kolilere yerleştirilip şirket işlerinde kullanılan Boxer marka araç ile götürüldüğünü,
Ağabeyi Ömer Kenan …’tan zaman zaman borç alıp verdiğini, bu nedenle kendi adına olan hesaptan havale işlemleri yaptığını, bu rakamların 2.000-5.000 TL civarında olduğunu,
Şirketten ayrılmadan almış olduğu 5.000 TL avansın şirketten ayrıldığı tarihten sonra resmi olarak iadesinin mümkün olmadığını, ayrıca Ankara Gölbaşı’nda almış olduğu kooperatifin peşinatı olarak katılandan senet karşılığı 75.000 TL borç aldığını, bu paraları şirketten ayrıldıktan sonra katılanın kendi şahsi hesabına yatırdığını savunmuştur.
I- Uyuşmazlıkların görüşülmesine geçilmeden önce bir kısım Ceza Genel Kurulu Üyelerince, itiraza konu özel belgede sahtecilik suçundan mahkûmiyet hükmünün onanmasına, güveni kötüye kullanma suçundan mahkûmiyet hükmünün ise bozulmasına ilişkin Özel Daire kararından sonra Yerel Mahkemece yapılan yargılama sonucunda güveni kötüye kullanma suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün temyizi üzerine dosyanın gönderildiği Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca söz konusu bu hükme ilişkin olarak öncelikle tebliğname düzenlenerek temyiz incelemesi yapılmasının sağlanması gerekip gerekmediğinin üzerinde durulmasının istenilmesi nedeniyle öncelikle bu husus ele alınmıştır.
Kural olarak hükümler temyiz kanun yoluna tâbi olup 5271 sayılı CMK’nın 223. maddesinde; “beraat, ceza verilmesine yer olmadığı, mahkûmiyet, güvenlik tedbiri, davanın reddi veya düşmesi, adlî yargı dışındaki bir yargı merciine yönelik görevsizlik kararı” hüküm olarak gösterilmiştir. Sayılan hükümlerden birinin verildiği hâlde, kesin nitelikteki hükümler istisna olmak üzere bu kararlara karşı başvurulabilecek olağan kanun yolu temyizdir. Görüldüğü gibi temyiz, mahkemelerin davanın esasını çözen ve kanun koyucu tarafından hüküm olarak nitelendirilen son kararlarındaki aykırılıkların giderilmesi için kabul edilmiş olağan bir kanun yoludur.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itiraz yetkisi ise, 5271 sayılı CMK’nın olağanüstü kanun yollarının yer aldığı “Altıncı Kitap”, “Üçüncü Kısım”, “Birinci Bölüm”de 308. maddede;
“(1) Yargıtay ceza dairelerinden birinin kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, re’sen veya istem üzerine, ilâmın kendisine verildiği tarihten itibaren otuz gün içinde Ceza Genel Kuruluna itiraz edebilir. Sanığın lehine itirazda süre aranmaz.
(2) İtiraz üzerine dosya, kararına itiraz edilen daireye gönderilir.
(3) Daire, mümkün olan en kısa sürede itirazı inceler ve yerinde görürse kararını düzeltir; görmezse dosyayı Yargıtay Ceza Genel Kuruluna gönderir” şeklinde düzenlenmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itiraz yetkisi, Yargıtay Ceza Daireleri kararlarına karşı başvurulan olağanüstü bir kanun yolu olup bu yetki sadece Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına aittir. Yargıtay Cumhuriyet Savcıları, Yargıtay Kanunu’nun 28. maddesi uyarınca Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı adına bu yetkiyi kullanır.
İtiraz, daire kararında gerek maddî gerekse usul hukukuna aykırı olduğu saptanan hususlara yönelik olabilir. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı itiraz başvurusunu “itirazname” düzenleyerek yapar. İtiraz başvurusunda itiraz nedenlerinin açık ve gerekçesiyle birlikte yazılı olarak bildirilmesi gerekir.
Bu açıklamalar ışığında ön soruna ilişkin uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Sanık … (…) … hakkında hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma ve özel belgede sahtecilik suçlarından verilen mahkûmiyet hükümlerinin sanık müdafisi ve katılan … vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 15. Ceza Dairesince 20.04.2014 tarih ve 5106-9789 sayı ile özel belgede sahtecilik suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün onanmasına, hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün ise zincirleme suç hükümlerinin uygulanmaması nedeniyle bozulmasına karar verildiği, bozmaya uyan Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesince 15.10.2014 tarih ve 240-290 sayı ile sanığın hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan mahkûmiyetine karar verildiği ve bu hükmün de sanık müdafisi ve katılan … vekili tarafından temyiz edildiği, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca söz konusu hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan mahkûmiyet hükmüne yönelik temyiz talebi doğrultusunda tebliğname düzenlenip dosyanın temyiz incelemesi yapılmak üzere Özel Daireye gönderilmesi yerine 12.01.2015 tarihli ve 2014/306425 sayılı itirazname ile sanığın her iki suçtan da beraatine karar verilmesi gerektiği düşüncesiyle Yargıtay 15. Ceza Dairesinin 20.04.2014 tarihli ve 5106-9789 sayılı kararına yönelik itiraz kanun yoluna başvurulduğu olayda; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının özel belgede sahtecilik suçuna yönelik Özel Daire onama kararına karşı olağanüstü kanun yolu olan itiraz kanun yoluna başvurmasının mümkün olması, sanığın hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunu, sahte olarak oluşturduğu banka talimat yazıları ve tahrifat yaptığı tediye makbuzları ile işlediğinin iddia olunması ve özel belgede sahtecilik suçuna ilişkin Özel Daire onama kararına yönelik itirazın kabulü veya reddi kararının hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan verilip temyiz aşamasında bulunan mahkûmiyet hükmünü doğrudan etkileyecek olması hususları dikkate alındığında, bozma üzerine Yerel Mahkemece hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçundan verilen mahkûmiyet hükmüne yönelik temyiz talepleri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca öncelikle tebliğname düzenlenmesinin istenmesinin gerekli olmadığı ve her iki hükme ilişkin Özel Daire kararına yönelik itirazın incelenmesi gerektiği kabul edilmelidir.
II- Sanığa atılı hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma ve özel belgede sahtecilik suçlarının unsurları itibarıyla oluşup oluşmadığı;
Yerel Mahkemece sanığın hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma olarak kabul edilen eyleminin iddianamede nitelikli dolandırıcılık olarak nitelendirilmiş olması nedeniyle sağlıklı bir değerlendirme yapılabilmesi açısından öncelikle güveni kötüye kullanma ve dolandırıcılık suçları üzerinde ayrıntısıyla durulmalıdır.
A- “Güveni kötüye kullanma” suçu TCK’nın 155. maddesinde;
“(1) Başkasına ait olup da, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyedliği kendisine devredilmiş olan mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunan veya bu devir olgusunu inkâr eden kişi, şikayet üzerine, altı aydan iki yıla kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır.
(2) Suçun, meslek ve sanat, ticaret veya hizmet ilişkisinin ya da hangi nedenden doğmuş olursa olsun, başkasının mallarını idare etmek yetkisinin gereği olarak tevdi ve teslim edilmiş eşya hakkında işlenmesi halinde, bir yıldan yedi yıla kadar hapis ve üçbin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur.” şeklinde düzenlemiş,
Maddenin gerekçesinde de;
“Bu suçla mülkiyetin korunması amaçlanmaktadır. Ancak, söz konusu suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen kişi (fail) arasında bir sözleşme ilişkisi mevcuttur. Bu ilişkinin gereği olarak taraflar arasında mevcut olan güvenin korunması gerekmektedir. Bu mülahazalarla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar, cezai yaptırım altına alınmıştır… Suçun konusunu oluşturan mal üzerinde belirli bir şekilde kullanmak üzere fail lehine zilyetlik tesisi gerekir. Bu nedenle, güveni kötüye kullanma suçunun oluşabilmesi için hukuken geçerli bir sözleşme ilişkisinin varlığı gereklidir.” açıklaması yapılmıştır.
Madde gerekçesinde de belirtildiği üzere kanun koyucu tarafından mülkiyetin korunması amacıyla getirilen güveni kötüye kullanma suçu, muhafaza etmek veya belirli bir şekilde kullanmak üzere zilyetliği kendisine devredilmiş olan taşınır veya taşınmaz bir mal üzerinde, kendisinin veya başkasının yararına olarak, zilyetliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunulması veya bu devir olgusunun inkâr edilmesiyle oluşmaktadır.
TCK’nın 155. maddesinde sözü edilen zilyetlik kavramı 4721 sayılı Medeni Kanunu’muzun 973. maddesinde;
“Bir şey üzerinde fiilî hâkimiyeti bulunan kimse onun zilyedidir.” şeklinde açıklanmış,
Asli ve fer’i zilyetlik ise aynı Kanun’un 974. maddesinde;
“Zilyet, bir sınırlı aynî hak veya bir kişisel hakkın kurulmasını ya da kullanılmasını sağlamak için şeyi başkasına teslim ederse, bunların ikisi de zilyet olur. Bir şeyde malik sıfatıyla zilyet olan aslî zilyet, diğeri fer’î zilyettir.” biçiminde tanımlanmıştır.
Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi, belirli biçimde kullanılmak için hukuka ve yöntemine uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edilmektedir. Söz konusu suçun oluşabilmesi için eşya üzerinde mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen fail arasında bir sözleşme ilişkisi mevcut olmalı ve bu hukuki ilişkinin gereği olarak taraflar arasında oluşan güvenin korunması gerekmektedir. Bu amaçla, eşya üzerinde mevcut sözleşme ilişkisiyle bağdaşmayan kasıtlı tasarruflar ve devir olgusunu inkâr kanun koyucu tarafından cezai yaptırım altına alınmıştır. Eğer mülkiyet hakkına sahip olan kişi ile lehine zilyetlik tesis edilen fail arasında hukuken geçerli bir sözleşme ilişkisi yoksa usulüne uygun bir teslim olmayacağı için güveni kötüye kullanma suçu da oluşmayacaktır. Zira, hukuksal anlamda geçerli bir sözleşmeden söz edilebilmesi için tarafların iradelerinin aldatılmamış olması gerekmektedir.
Bu suçun, meslek ve sanat, ticaret veya hizmet ilişkisinin ya da hangi nedenden doğmuş olursa olsun, başkasının mallarını idare etmek yetkisinin gereği olarak tevdi ve teslim edilmiş eşya hakkında işlenmesi hâlinde ise, daha ağır cezayı gerektiren nitelikli hâli sözkonusu olacaktır.
B- “Dolandırıcılık” suçu ise 5237 sayılı TCK’nın 157. maddesinde;
“Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir.” şeklinde düzenlenmiş, 158. maddesinde ise suçun nitelikli hâlleri sayılmıştır.
Mal varlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;
1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,
2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,
3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,
Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.
Görüldüğü gibi, dolandırıcılık suçunu diğer mal varlığına karşı işlenen suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece mal varlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de, aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlâl edildiği vurgulanmıştır.
5237 sayılı TCK’nın 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş olmasına göre, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.
Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.
“Hile”, Türk Dili Kurumu sözlüğünde; “Birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika” (Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s. 891) şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; “Hile nitelikli yalandır. Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır. Hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez.” biçiminde tanımlanmıştır.
Öğretide de hile ile ilgili olarak; “Olaylara ilişkin yalan açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte olması ve bu bakımdan gerektiğinde bir takım dış hareketler ekleyerek veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir.” (Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler 2004, s. 453), “Hile, oyun, aldatma, düzen demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir.” (Nur Centel/Hamide Zafer/Özlem Çakmut, Kişilere Karşı Suçlar, İstanbul 2011, Beta Yayınevi, 2. Baskı, Cilt I, s. 456) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.
Yerleşmiş uygulamalar ve öğretideki baskın görüşlere göre ortaya konulan ilkeler göz önünde bulundurulduğunda; hile, maddi olmayan yollarla karşısındakini aldatan, hataya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı imkânlara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek, dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı belirli bir takım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki işlemlerde, sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.
Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi noktasında öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: “Hangi hareketin aldatmaya elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı değildir.” (Veli Özer Özbek/Koray Doğan/Pınar Bacaksız/İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Ankara 2012, Seçkin Yayınevi, 4. Baskı, s. 650), “Hileli davranışın anlamı birtakım sahte, suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve saklanmasıdır.” (Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 6. Baskı, s. 343), “Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir; ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre değerlendirilmelidir.” (Nur Centel/Hamide Zafer/Özlem Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar, İstanbul 2011, Beta Yayınevi, 2. Baskı, Cilt I, s. 462).
Esasen, hangi davranışların hileli olup olmadığı konusunda genel bir kural koymak oldukça zor olmakla birlikte, bu konuda olaysal olarak değerlendirme yapılmalı, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.
C- Dolandırıcılık ve güveni kötüye kullanma suçlarının farkları:
a-) Güveni kötüye kullanma suçunda malın teslimi belirli biçimde kullanılmak için hukuka, yöntemlere uygun, aldatılmamış özgür bir iradeye dayanılarak tesis edildiği halde, dolandırıcılık suçunda hileli davranışlar kullanılarak sakatlanmış, özgür olmayan bir iradeye dayanmaktadır.
b-) Dolandırıcılık suçunda, haksız çıkarın sağlanması dolayısıyla suç tamamlanmaktadır. Suçun oluştuğu an, çıkarın sağlandığı, zararın verildiği andır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, suçun oluştuğu an, kanunda öngörülen “zilyedliğin devri amacı dışında tasarrufta bulunma veya bu devir olgusunu inkâr” gibi seçimlik hareketlerin gerçekleştiği an olup, bu âna kadar gerçekleşen eylemler suç oluşturmaz.
c-) Dolandırıcılık suçunda başlangıçta oluşan bir kast bulunmaktadır. Zilyetliğin hileli davranışlar kullanılarak elde edilmesi, bu suçta malın teslimi öncesi kast bulunduğunu ortaya koymaktadır. Güveni kötüye kullanma suçunda ise, sonradan oluşan bir kast söz konusudur. Mal fer’i zilyede belli amaçlar için tevdi edildikten sonra, iade edilmesi aşamasında malın tesliminden sonra kast oluşmaktadır. Kast öğesi olaysal olarak değerlendirilmeli, fail veya faillerin durumu, mağdurla olan ilişki ve olayın özellikleri ayrı ayrı nazara alınıp sonuca varılmalıdır.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 14.11.2017 tarihli ve 753-468, 24.09.2013 tarihli ve 1358-389, 04.06.2013 tarihli ve 1353-287 ile 19.02.2013 tarihli ve 1379-60 sayılı kararlarında da benzer hususlara işaret edilmiştir.
Güveni kötüye kullanmada esas itibarıyla suç zilyetlik iradesi yerine mülkiyet iradesinin ikamesi anında teşekkül eder. Halbuki dolandırıcılıkta hile neticesi malın teslim edildiği anda yani menfaatin temin edildiği anda suç tamamlanır. (Kenan Bulutoğlu, Emniyeti Suiistimal Cürümleri, Sulhi Garan Matbaası, İstanbul 1955, s. 10)
Güveni kötüye kullanmada mal, faile rızaen tevdi olunmuştur. Dolandırıcılıkta ise rıza hile fesada uğramıştır. Tevdi olunanı mal edinmek için failin tevdie muahhar (sonraki, sonradan gelen) hileleri güveni kötüye kullanmayı dolandırıcılığa inkilap ettirmez. (Faruk Erem-Nevzat Toroslu, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Sevinç Matbaası, Ankara 1978, s. 616)
D- TCK’nın “Özel belgede sahtecilik” başlığını taşıyan 207. maddesi;
“Bir özel belgeyi sahte olarak düzenleyen veya gerçek bir özel belgeyi başkalarını aldatacak şekilde değiştiren ve kullanan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Bir sahte özel belgeyi bu özelliğini bilerek kullanan kişi de yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır.” şeklinde düzenlenmiştir.
Özel belge, kamu görevlisinin görevi nedeniyle düzenledikleri dışında kalan, resmî belgeden sayılmayan, resmî bir işlem nedeniyle düzenlenmiş olmayan, ancak; doğrudan hukuken hüküm, sonuç meydana getiren, bir hakkın doğmasına veya kanıtlanmasına yarayan yazıdır (Kubilay Taşdemir, Belgelerde Sahtecilik Suçları, Ankara, 2013, s. 441). Başka bir deyişle, resmî belgenin özelliklerini taşımayan tüm yazılar özel belge olarak nitelendirilebilir.
Resmî ve özel belgede sahtecilik suçları seçimlik hareketli suçlar olup kanun koyucu gerçek bir belgenin başkalarını aldatacak şekilde değiştirilmesini, belgenin gerçeğe aykırı olarak düzenlenmesini veya sahte belgenin kullanılmasını suç olarak saymıştır. Suç konuları farklı olmakla birlikte, resmî ve özel belgede sahtecilik suçları unsurları itibarıyla benzer şekilde düzenlenmiştir.
Bununla birlikte resmî belgede sahtecilik suçu, belgenin düzenlenmesiyle oluşurken, özel belgede sahtecilik suçunun oluşabilmesi için belgenin kullanılması da gerekir. Kullanmadan maksat, bu sahte belgenin herhangi bir hukuki ilişkide veya herhangi bir hukuki işlem tesisinde dikkate alınmasını sağlamaya çalışmaktır.
Belgede sahtecilik suçunun oluşabilmesi için, sahteciliğe konu belgenin aldatma yeteneğinin de bulunması gerekir.
TCK’nın 207. maddesinin ikinci fıkrasında ise; başkaları tarafından sahte olarak düzenlenmiş olan bir özel belgeyi, sahte olduğunu bilerek kullanan kişinin de özel belgede sahtecilik suçundan cezalandırılacağı hüküm altına alınmıştır.
E- Bu aşamada, ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenler üzerinde durulması gerekmektedir.
5237 sayılı TCK’nun esas aldığı ve suçun bir haksızlık olarak adlandırıldığı suç teorisinde suçun unsurları; maddi unsurlar, manevi unsurlar ve hukuka aykırılık unsuru olmak üzere üç başlık altında toplanmaktadır.
Uyuşmazlıkla yakından ilgili olan hukuka aykırılık, suçu oluşturan haksızlığın niteliği olup hukuka aykırılık ile kastedilen husus, fiilin hukuk sistemiyle çatışması ve hukuk sistemine aykırı olmasıdır. 5237 sayılı Kanun’da bazı suç tanımlarında “hukuka aykırı olarak”, “hukuka aykırı başka bir davranışla”, “hukuka aykırı diğer davranışlarla”, “hukuka aykırı yolla”, “hukuka aykırı yollarla” gibi ifadelere yer verilmiştir. Suçun unsurlarından birisi olması hasebiyle “hukuka aykırılık” kavramına madde metninde ayrıca yer verilmesiyle, failin olayda haksızlık bilinciyle hareket etmesi gerektiği vurgulanmaktadır. 5237 sayılı TCK’da ceza sorumluluğunu kaldıran veya azaltan nedenler;
a- Kanunun hükmü ve amirin emri
b- Meşru savunma ve zorunluluk hali
c- Hakkın kullanılması ve ilgilinin rızası
d- Cebir ve şiddet, korkutma ve tehdit
e- Haksız tahrik
f- Hata
g- Yaş küçüklüğü
h- Akıl hastalığı
i- Sağır ve dilsizlik
j- Geçici nedenler, alkol veya uyuşturucu madde etkisinde olma
Olarak kabul edilmiştir.
İlgilinin rızası, 5237 sayılı TCK’nın “Hakkın kullanılması ve ilgilinin rızası” başlıklı 26. maddesinin ikinci fıkrasında “Kişinin üzerinde mutlak surette tasarruf edebileceği bir hakkına ilişkin olmak üzere, açıkladığı rızası çerçevesinde işlenen fiilden dolayı kimseye ceza verilmez” şeklinde düzenlenmiştir. Bu düzenlemeye göre, suçla korunan hukuki yararın sahibinin ihlale rıza göstermesi durumunda, bu rıza failin ceza sorumluluğunu ortadan kaldıracaktır.
Ceza sorumluluğunu ortadan kaldırabilmesi için rızanın, üzerinde serbestçe tasarruf edilebilir bir hukuki menfaate ilişkin olması, kişinin rıza açıklamasına ehil olması ve tasarrufun kanuna, adaba ve genel ahlaka aykırı şekilde yapılmamış olması gerekir. Bu noktada bir hakkın üzerinde serbestçe tasarruf edilip edilemeyeceği hukuk düzenine hakim genel ilkelere göre belirlenecektir.
Güveni kötüye kullanma suçu bakımından ilgilinin söz konusu malların devir amacı dışında kullanılmasına ya da devir olgusunun inkâr edilmesine yönelik vereceği rızası ceza sorumluluğunu ortadan kaldırabilecektir. Güven ilişkisine dayalı olarak bir mal üzerinde zilyet durumunda bulunan kişi, mal üzerinde mutlak surette tasarrufta bulunma yetkisine sahip kişinin göstermiş olduğu rıza çerçevesinde, bu mal üzerinde zilyetliğin devrine esas teşkil eden hukuki ilişkiyle belirlenenin dışında bir tasarrufta bulunabilir. İlgilinin rızası üzerine gerçekleştirilen bu tasarruf güveni kötüye kullanma suçunu oluşturmaz. Esasen bu gibi hallerde taraflar arasında yeni bir hukuki ilişkinin kurulduğunu kabul etmek ve bu yeni statüye göre durumu değerlendirmek gerekir (Veli Özer Özbek-Koray Doğan-Pınar Bacaksız-İlker Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Seçkin Yayınları, 12. Baskı, Ankara, 2017, s. 688; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara, 2017, s. 639).
Özel belgede sahtecilik suçu bakımından ise Ceza Genel Kurulunun 30.03.1992 tarihli ve 80-98 sayılı kararında belirtildiği üzere kamunun güveni aleyhine işlendiklerinde kuşku bulunmayan belgelerde sahtekârlık suçlarında, mağdurun rızası ceza sorumluluğunu ortadan kaldıran bir neden sayılamazsa da, failin belgede sahtekârlıkta bulunma kastına etki yapmaktadır. Belgelerde sahtecilik suçlarında kast, zarar vermek bilinci ve iradesi olarak kabul edilmelidir. Mağdurun önceden verdiği rıza üzerine onun imzasını taklit ederek kullanan failde mağdura zarar vermek bilinci bulunmayacağından kastın varlığı ileri sürülemez. Ancak doğal olarak, rıza üzerine başkasının imzasını taklit eden failin, mağdura herhangi bir zarar vermeyeceği kanısı ile hareket ettiği sabit olmalıdır. Mağdurun rızasının kastı ortadan kaldırabilmesi için fiilin işlenmesinden önce açıklanması zorunludur. Mağdurun rızası açık olabileceği gibi zımni de olabilir. Özellikle iki kişi arasındaki ilişkiler, böyle bir rızanın varlığını ciddi olarak kabule elverişli olduğu takdirde, bu rızaya dayanarak başkasının imzasını atan kimsede suç kastının varlığı kabul olunamaz.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Katılana ait şirkette 1997-2010 yılları arasında finans işlerinden sorumlu müdür olarak görev yapan sanığın, şirket ve katılan adına açılmış banka hesapları ile şirket kasasından kendi imzasıyla para çekme konusunda yetkili olduğu, ayrıca katılanın sanığa bankalardaki şirket hesaplarından 350.000 TL’ye kadar para çekme yetkisi vermekle birlikte şirket işlerinde kullanılmak üzere imzaladığı boş kâğıtları da sanığa bıraktığı, yetkileri dahilinde imzalı bu kâğıtların üzerini doldurarak bankadan şirket personeline çektirip teslim aldığı parayı şirket işlerinde kullanan ve şirket kasasından çektiği paralara ilişkin makbuzları düzenleyip katılana imzalatan sanığın, kendisine verilen imzalı kâğıtlardan ayrı olarak katılanın imzasını taklit etmek suretiyle oluşturduğu sahte talimat yazıları ile de bankadan para çektirdiği ve şirket kasasından çektiği paralara ilişkin dört adet makbuzun tutarlarının başına rakam ilave ederek fazladan toplam 80.000 TL’yi uhdesine geçirdiğinin iddia ve kabul edildiği olayda;
Katılana ait şirkette, finans işlerinden sorumlu müdür olarak çalışan ve şirket ile katılanın banka hesaplarından kendi imzası ile para çekme yetkisi bulunan sanığın, katılanın şirketin işlerinde kullanması için imzalayarak verdiği boş kâğıtları kullanıp bitirdikten sonra şirket işlerinde kullanmak üzere kendi imzası ile talimat yazısı düzenlemek yerine katılanın mevcut bir imzası üzerine koyduğu kağıdı katılanın imzasının üzerinden geçerek taklit etmek suretiyle sahte talimat yazılarına istinaden bankadan çekilen paraların sanığa teslim edildiğinin, dosyada mevcut ve birbirini tamamlayıcı nitelikteki bilirkişi raporlarında, bankaya gönderilen 455 talimat yazısından 307 adedindeki imzanın katılanın eli ürünü olmadığının ve şirket kasasından katılanın isteği üzerine makbuz karşılığında çektiği parayı katılana imza karşılığı teslim ettikten sonra dört adet makbuz üzerinde yazılı tutarların başına rakam ilave ederek bu makbuzları tekrar kullanıp toplam 80.000 TL’yi uhdesine geçirdiğinin belirlenmesi, katılanın aşamalarda, sanığın kendisinin yerine imza atması hususunda sanığa herhangi bir yetki vermediği gibi bu konuda rızasının da bulunmadığını ve yerine sahte imza attığını bilmediğini, sanığa verdiği imzalı boş kâğıtları doldurarak kullandığını zannettiğini ifade etmesi, sanığın da atılı suçları kabul etmemekle birlikte banka talimatlarına katılanın imzasını atma yetkisinin bulunmadığını ve makbuzlardaki ilaveleri de kendisinin yaptığını kabul etmesi hususları birlikte değerlendirildiğinde,
Katılana ait şirketin bütün tahsilat ve harcamalarında yetki sahibi olan sanık ile katılan arasında bir hizmet ilişkisi bulunduğu, sanığın yaptığı sahteciliğin paranın kendisine tesliminde bir kolaylık sağlayacak hile niteliğinde olmayıp daha sonraki olası bir incelemede kendisine ulaşılmasını engellemeye yönelik olduğu, sanığın çalıştığı şirkete ve katılana zarar verme bilinç ve iradesiyle sahte banka talimat yazıları düzenleyip bankadan çektirdiği paralar ile dört adet makbuzun tutar hanelerinin başına rakam ilavesi yapmak suretiyle 80.000 TL’yi uhdesine aldığı, katılanın sanığın suça konu eylemlerine açık veya zımni bir rızası ya da rızanın varlığını ciddi olarak kabule elverişli herhangi bir delil bulunmadığı, Yerel Mahkemece güveni kötüye kullanma olarak kabul edilen eyleme ilişkin “…Sanık …’nin yetkili olduğu şirkette sahte talimatlar yazmak ve tediye makbuzlarında tahrifatlar yapmak suretiyle kendisinin yararına tasarrufta bulunduğu,” şeklindeki gerekçe ile eylemin dolandırıcılık suçu olduğu şeklinde bir anlatımda bulunulmuş ise de tüm dosya kapsamına ve Yerel Mahkeme kabulüne göre sanığın eyleminin hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunu oluşturduğu ve sanığa atılı hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma ile özel belgede sahtecilik suçlarının hukuka aykırılık ve diğer unsurları itibarıyla oluştuğu kabul edilmelidir.
Bu itibarla, Özel Daire kararı isabetli olup, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan bir Ceza Genel Kurulu Üyesi; “Özel belgede sahtecilik suçunun unsurlarının oluşmadığı,” düşüncesiyle, karşı oy kullanmıştır.
Öte yandan; karar tarihinden sonra ve Ceza Genel Kurulu müzakere tarihinden önce 24.10.2019 tarihli ve 30928 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 7188 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 26. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 253. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendine eklenen (7) numaralı alt bent ile basit ve nitelikli hâli arasında ayırım yapılmaksızın güveni kötüye kullanma suçları uzlaştırma kapsamına alınmış; suç tarihinden önce 09.07.2009 tarihli ve 27283 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5918 sayılı Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 8. maddesi ile 5271 sayılı CMK’nın 253. maddesinin üçüncü fıkrasına “Uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen bir başka suçla birlikte işlenmiş olması hâlinde de uzlaşma hükümleri uygulanmaz.” cümlesi ve 7188 sayılı Kanun’un 26. maddesi ile söz konusu cümlede yer alan “birlikte” ibaresinden sonra gelmek üzere “aynı mağdura karşı” ibaresi eklenmiş olup suç ve karar tarihi itibarıyla uzlaşma kapsamında bulunmayan güveni kötüye kullanma suçu müzakere tarihi itibarıyla uzlaşma kapsamına alınmış ise de sanığın güveni kötüye kullanma suçunu suç tarihinde yürürlükte bulunan hükümler itibarıyla uzlaşma kapsamına girmeyen özel belgede sahtecilik suçu ile birlikte, müzakere tarihinde yürürlükte bulunan hükümler itibarıyla ise hem uzlaşma kapsamına girmeyen özel belgede sahtecilik suçu ile birlikte hem de aynı katılana karşı işlemiş olması nedenleriyle sanık hakkında uzlaşma hükümlerinin uygulanamayacağı anlaşılmıştır.
III- Hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunun unsurlarının oluştuğu sonucuna ulaşılmış olmakla, bu suç bakımından TCK’nın 168. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanma koşullarının bulunup bulunmadığı;
Pişmanlık, Türk Dil Kurumu Sözlüğünde; “Yaptığı bir iş ya da davranışının olumsuz sonucunu görerek üzülme, nadim olma” şeklinde tanımlanmaktadır.
Öğreti ve uygulamada; “Bir suçun işlenmesinden sonra failin, herhangi bir dış etken bulunmaksızın kendi hür iradesiyle, meydana gelen neticeyi ortadan kaldırmaya yönelik davranışlarına etkin pişmanlık” denilmektedir.
Türk Ceza Kanunu’nun kabul ettiği suç teorisi uyarınca, suçun kanuni tanımında yer alan unsurların gerçekleşmesiyle, ortaya cezalandırmayı gerektirir bir haksızlık çıkmakta ve kusurluluğu kaldıran bir sebebin bulunmaması hâlinde, fail hakkında bir ceza ya da güvenlik tedbirine hükmolunmaktadır. Fakat bazı hâllerde kanun koyucu, failin cezalandırılması için başka birtakım unsurların da bulunması veyahut bulunmamasını aramıştır. İşte haksızlık ve kusur isnadı dışında kalan bu gibi hususlar “suçun unsurları dışında kalan hâller” başlığı altında ele alınmaktadır. Bunlardan failin cezalandırılması için gerekli olanlara “objektif cezalandırılabilme şartları” bulunmaması gerekenlere ise “şahsi cezasızlık sebepleri” ya da “cezayı kaldıran veya azaltan şahsi sebepler” denilmektedir (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2017, s. 367 vd). Bu yönüyle etkin pişmanlık, cezayı kaldıran veya cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebepler arasında yer almaktadır.
İşledikleri suç nedeniyle şahısların cezalandırılması kural olmakla birlikte, bir kısım şartların gerçekleşmesi durumunda kişi hakkında ceza davasının açılmasından, açılmış olan davanın devamından ve sonuçta ceza verilmesinden veya mahkûm olunan cezanın infazından vazgeçilmesi izlenen suç politikasının bir gereğidir. Bilindiği üzere suç, bir süreç içerisinde işlenmekte olup buna suç yolu ya da “iter criminis” denilmektedir. Bu süreçte fail, önce belli bir suçu işlemek hususunda karar vermekte, daha sonra bunun icrasına yönelik hazırlıkları yapmakta, son olarak icra hareketlerini gerçekleştirmektedir. Çoğu suç, fiilin icra edilmesiyle tamamlanırken, kanuni tarifte ayrıca bir unsur olarak neticeye yer verilen suçlarda, suçun tamamlanması için fiilin icra edilmesinden başka ayrıca söz konusu neticenin gerçekleşmesi de aranmaktadır. Türk Ceza Kanunu’nun 36. maddesindeki “gönüllü vazgeçme” düzenlemesi ile failin suç yolundan dönerek, suçun tamamlanmasını veyahut da neticenin gerçekleşmesini önlemesi; etkin pişmanlığa ilişkin düzenlemeler ile de, suç tamamlandıktan sonra hatasının farkına vararak nedamet duyup neden olduğu haksızlığın neticelerini gidermesi için teşvikte bulunulması amaçlanmıştır.
Etkin pişmanlık kavramıyla ilgili bu genel açıklamalardan sonra uyuşmazlığa konu 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesindeki etkin pişmanlık müessesesini irdeleyecek olursak:
5237 sayılı TCK’nın 08.07.2005 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5377 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle değişik 168. maddesi;
“1) Hırsızlık, mala zarar verme, güveni kötüye kullanma, dolandırıcılık, hileli iflâs, taksirli iflâs ve karşılıksız yararlanma suçları tamamlandıktan sonra ve fakat bu nedenle hakkında kovuşturma başlamadan önce failin, azmettirenin veya yardım edenin bizzat pişmanlık göstererek mağdurun uğradığı zararı aynen geri verme veya tazmin suretiyle tamamen gidermesi hâlinde, verilecek cezanın üçte ikisine kadarı indirilir.
2) Etkin pişmanlığın kovuşturma başladıktan sonra ve fakat hüküm verilmezden önce gösterilmesi hâlinde, verilecek cezanın yarısına kadarı indirilir.
3) Yağma suçundan dolayı etkin pişmanlık gösteren kişiye verilecek cezanın, birinci fıkraya giren hâllerde yarısına, ikinci fıkraya giren hâllerde üçte birine kadarı indirilir.
4) Kısmen geri verme veya tazmin hâlinde etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanabilmesi için, ayrıca mağdurun rızası aranır.” şeklinde iken; 6352 sayılı Kanun’un 84. maddesiyle yapılan değişiklikle “ve karşılıksız yararlanma” ibaresi madde metninden çıkarılmış ve maddeye eklenen 5. fıkrada karşılıksız yararlanma suçlarında etkin pişmanlıkla ilgili farklı bir düzenlemeye gidilmiştir.
Anılan madde bu düzenleniş şekliyle, 765 sayılı TCK’nın 523. maddesinden oldukça farklıdır. 29.06.1955 tarihli ve 10-16 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile Ceza Genel Kurulunun 11.11.1997 tarihli ve 248-288 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında açıklandığı üzere, 765 sayılı TCK’nın 523. maddesi, “iade ve tazmin” esasına dayalıdır. 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesi ise tazminden çok “pişmanlık” esasını ön plana çıkarmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 27.05.2008 tarihli ve 127-147 sayılı kararında da açıkça vurgulandığı üzere; TCK’nın 168. maddesinde yer alan “etkin pişmanlık” hükümlerinin uygulanabilmesi için, maddede sınırlı bir şekilde sayılan suçların işlenmesi hâlinde, failin bizzat pişmanlık göstererek mağdurun uğradığı zararı, aynen geri verme ya da tazmin suretiyle gidermesi gerekmektedir.
Öğretide hâkim olan görüşe göre de; 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesinin, 765 sayılı TCK’nın 523. maddesinden farklı olarak; “tazminden çok pişmanlık” esasına dayandığı kabul edilmektedir (Durmuş Tezcan-Mustafa Ruhan Erdem-Murat Önok, Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Ankara, 2014, s. 696-702).
Bu açıklamaların sonucu olarak; iade ve tazminin cebri icra yoluyla gerçekleştirilmesi, zararın, failin rızası hilafına veya ondan habersiz olarak üçüncü kişilerce giderilmesi, eşyanın, failin yakalanmamak için kaçarken atması sonucu veya kaçarken yakalanan failin üzerinde ele geçirilmiş olması gibi hâllerde, failin gerçek anlamda pişmanlığından söz edilemeyeceğinden, TCK’nın 168. maddesinin uygulanma şartları oluşmayacaktır. Bununla birlikte, etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanabilmesi için mağdurun uğradığı zararın aynen geri verme veya tazmin suretiyle giderilmesi şartı yerine getirilirken duyulan pişmanlığın mutlaka sözle ifade edilmesi zorunluluğu bulunmayıp davranışlar yoluyla da gösterilebileceği; yine sanığın en azından pişmanlığını ya da iade ve tazmine rıza gösterdiğini ortaya koyacak söz veya davranışlarda bulunması, karşı duruş sergilememesi koşuluyla, suç nedeniyle meydana gelen zararın, sanık adına üçüncü kişilerce giderilmesi hâlinde de sanık hakkında etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması olayın özelliklerine göre mümkün olabilecektir.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
İki numaralı uyuşmazlık konusunda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, katılanın, sanığın işten ayrıldıktan sonra hesabına havale ettiği 75.000 TL’nin bir yıl önce borç olarak verdiği paranın geri ödemesi olduğunu, 5.000 TL’nin ise avans iadesi olduğunu beyan etmesi, sanığın da şirketten ayrılmadan önce sanıktan borç olarak almış olduğu 75.000 TL ile avans olarak üzerinde bulunan 5.000 TL’yi işten ayrıldıktan sonra katılanın hesabına gönderdiğini ifade etmesi, sanığın aşamalarda hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunu kabul etmediği gibi bu suç nedeniyle oluşan zararı giderme konusunda bir etkin pişmanlığının da bulunmaması hususları birlikte değerlendirildiğinde; sanığın işten ayrıldıktan sonra ve hakkında soruşturma başlatılmadan önce katılanın hesabına gönderdiği toplam 80.000 TL’nin işlediği kabul edilen güveni kötüye kullanma suçu nedeniyle uhdesinde kalan para ile bir ilgisinin olmadığı, oluşan zarara ilişkin herhangi bir ödeme de yapmadığı ve sanık hakkında hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçu bakımından TCK’nın 168. maddesinde düzenlenen etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanma koşullarının bulunmadığı kabul edilmelidir.
Bu itibarla, Özel Daire kararı isabetli olup Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Ceza Genel Kurulu Üyesi …; “Türk Dil Kurumunun Türkçe sözlüğünde pişmanlık, ‘yaptığı bir işin veya davranışın olumsuz sonucunu görerek üzülme, nadim olma’ olarak açıklanmaktadır.
5237 sayılı TCK’nın 8.07.2005 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5377 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle değiştirilmiş olan 168. maddesi;
‘(1) Hırsızlık, mala zarar verme, güveni kötüye kullanma, dolandırıcılık, hileli iflas, taksirli iflas ve karşılıksız yararlanma suçları tamamlandıktan sonra ve fakat bu nedenle hakkında kovuşturma başlamadan önce, failin azmettirenin veya yardım edenin bizzat pişmanlık göstererek mağdurun uğradığı zararı aynen geri verme veya tazmin suretiyle tamamen gidermesi halinde, verilecek cezanın üçte ikisine kadarı indirilir.
(2) Etkin pişmanlığın kovuşturma başladıktan sonra ve fakat hüküm verilmezden önce gösterilmesi halinde, verilecek cezanın yarısına kadarı indirilir.
(3) Yağma suçundan dolayı etkin pişmanlık gösteren kişiye verilecek cezanın, birinci fıkraya giren hallerde yarısına, ikinci fıkraya giren hallerde üçte birine kadarı indirilir.
(4) Kısmen geri verme veya tazmin halinde etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanabilmesi için, ayrıca mağdurun rızası aranır’ şeklindedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 27.05.2008 gün ve 127-147 sayılı kararında da açıkça vurgulandığı üzere; 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesinde yer alan ‘etkin pişmanlık’ hükmünün uygulanabilmesi için, maddede sınırlı bir şekilde sayılan suçların işlenmesi hâlinde, failin bizzat pişmanlık göstererek mağdurun uğradığı zararı aynen geri verme veya tazmin suretiyle tamamen gidermesi gerekmektedir.
Anılan madde bu düzenleniş şekliyle, 765 sayılı TCK’nın 523. maddesinden oldukça farklıdır. 29.06.1955 gün ve 10-16 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 11.11.1997 gün ve 248-288 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında da açıklandığı üzere 756 sayılı TCK’nın 523. maddesi, ‘iade ve tazmin esasına’ dayalı bir düzenleme iken, 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesi tazminden çok ‘pişmanlık’ esasına dayanmaktadır.
Öğretide hakim olan görüşe göre de; 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesinin, 765 sayılı TCK’nın 523. maddesinden farklı olarak tazminden çok pişmanlık esasına dayandığı kabul edilmektedir (Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Prof. Dr. Durmuş Tezcan, Doç. Dr. Mustafa Ruhan Erdem, Yrd. Doç. Dr. R. Murat Önok, 4. Baskı, s. 520-523; 5237 sayılı Yasa Kapsamında Ceza Hukuku Özel Hükümleri 1, Sedat Bakıcı, Ankara-2008, s. 934 vd; Hırsızlık Suçları, Erdal Noyan, Ankara-2007, s. 396 vd.; 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu Yorumu, Ali Parlar, Muzaffer Hatipoğlu, Ankara-Şubat 2007, C. 2, s. 1318 vd).
Yasa koyucunun da, 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesinde ‘tek başına iade ve tazmine’ değil, ‘pişmanlık sonucu olan iade ve tazmine’ önem verdiği madde ile ilgili Meclis Komisyonunda yapılan görüşmelerde kullanılan ifadelerden de açıkça anlaşılmaktadır (TC Adalet Bakanlığı Yayın İşleri Dairesi Başkanlığı, Tutanaklarla Türk Ceza Kanunu, Ankara-Şubat/2005, s. 616).
Bu açıklamaların sonucu olarak; iade ve tazminin cebri icra yoluyla gerçekleştirilmesi, zararın failin rızası hilafına veya ondan habersiz olarak üçüncü kişilerce giderilmesi, failin yakalanmamak için kaçarken atması sonucu eşyanın ele geçirilmesi, kaçarken yakalanan failin üzerinde ele geçmesi gibi hallerde failin gerçek anlamda pişmanlığından söz edilemeyeceğinden, 5237 sayılı TCK’nın 168. maddesinin uygulanma koşulları oluşmayacaktır. Buna karşın, etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanabilmesi için mağdurun uğradığı zararın aynen geri verme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi koşulu yerine getirilirken duyulan pişmanlığın mutlaka sözle ifade edilmesi zorunluluğu bulunmayıp, söz ve/veya davranışlar yoluyla da ifade edilmesi olayın özelliğine göre olanaklı olabilmektedir.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanabilmesi için, pişmanlığın yalnızca sözle ifade edilmesi zorunlu olmayıp, davranışlarla gerçekleştirilmesinin de mümkün olduğu şeklindeki istikrarlı uygulamaları gözetildiğinde (CGK 12.2.2013 tarihli, 2012/11-979, 2013/46 sayılı; 20.12.2016 tarihli, 2013/13-630, 2016/2112 sayılı; 2011/4474 E. 2012/188 K. sayılı), TCK’nın 274. maddesinde düzenlenen ‘yalan tanıklık’ suçunda etkin pişmanlık (CGK 2015/9-177, 2018/205 sayılı) veya TCK’nın 267. maddesinde düzenlenen ‘iftira’ suçundaki etkin pişmanlık (CGK 2015/9-42, 2015/97 sayılı) hallerinde ‘Adliyeye yönelik’ suçlar için kişinin pişmanlığını açıkça belirtip, önceki ifadelerinden dönmesi durumunun arandığında şüphe yoktur. Ancak mala karşı suçlarda etkin pişmanlık durumunu düzenleyen TCK’nın 168. maddesinin uygulanabilmesi için suça konu zararın/malın aynen iadesi veya tazmininin sağlanmasının sanık veya şüphelinin rızasına bağlı olması aranmakta; kişinin açıkça ‘pişman değilim’ dememesi şart iken, açıkça ‘pişman olduğunu’ belirtmesi şart değildir. Sözle ifade edilen bir pişmanlık olmasa dahi eylemle gösterilen pişmanlık hali ile rızaen zararın giderilmesi veya eşyanın aynen iadesi sağlanıyorsa sanığın etkin pişmanlık hükümlerinden yararlandırılması ve cezasında indirime gidilmesi gerekmektedir.
Bu açıklamalar ışığında, dosya kapsamında bilirkişi raporuyla sanığın kendi menfaatine harcadığı kabul edilen 80.000 TL’lik miktarın hakkındaki soruşturma açılmazdan önce, mağdurun banka hesabına sanık tarafından rızaen yatırıldığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar sanık bu parayı aldığı borcu geri ödeme olarak adlandırıyor ise de bu niteleme Anayasamızın 38. maddesinin 5. fıkrası uyarınca hiç kimse kendisini suçlayan bir beyanda bulunmaya zorlanamayacağından savunma hakkı kapsamında söylenmiş söz sayılmalıdır. Dolayısıyla suçu konu zararın rızai iadesi nedeniyle sanık hakkında TCK’nın 168/1. maddesi uyarınca etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanması ve bu gerekçelerle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itirazının kabulü gerektiği kanaatinde olduğumuzdan sayın çoğunluğun (2) nolu itiraz konusu hakkındaki kararına katılmak mümkün olmamıştır.” düşüncesiyle, karşı oy kullanmıştır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının REDDİNE,
2- Dosyanın, Ankara 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 15.10.2014 tarihli ve 240-290 sayılı hükmüne ilişkin olarak tebliğname düzenlenerek temyiz incelenmesinin sağlanması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİ EDİLMESİNE, 05.11.2019 tarihinde yapılan müzakerede itiraza konu özel belgede sahtecilik suçundan mahkûmiyet hükmünün onanmasına, güveni kötüye kullanma suçundan mahkûmiyet hükmünün ise bozulmasına ilişkin Özel Daire kararından sonra Yerel Mahkemece yapılan yargılama sonucunda güveni kötüye kullanma suçundan verilen mahkûmiyet hükmünün temyizi üzerine dosyanın gönderildiği Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca söz konusu bu hükme ilişkin olarak öncelikle tebliğname düzenlenerek temyiz incelemesi yapılmasının sağlanması gerekip gerekmediğine ve sanığa atılı hizmet nedeniyle güveni kötüye kullanma suçunun unsurları itibarıyla oluşup oluşmadığına yönelik uyuşmazlık konuları bakımından oy birliği ile, diğer uyuşmazlık konuları bakımından ise oy çokluğuyla karar verildi.