Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2014/188 E. 2015/123 K. 21.04.2015 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2014/188
KARAR NO : 2015/123
KARAR TARİHİ : 21.04.2015

Nitelikli dolandırıcılık suçundan sanıklar A.. K.. ve B.. K..’un beraatlarına ilişkin, Kütahya 1. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 14.10.2010 gün ve 198-249 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 15. Ceza Dairesince 17.04.2012 gün ve 3461-34893 sayı ile;
“Sanık A.. K..’un katılan kurumdan haksız olarak aldığı iddia edilen yetim aylığının 01.11.2008 tarihinde kesildiğinin anlaşılması karşısında; sanıklar hakkındaki kamu davasının, suç tarihinden karar tarihine kadar zamanaşımına uğraması nedeniyle düşürülmesine dair tebliğnamedeki görüşe iştirak edilmeyerek yapılan incelemede;
Sanık A.. K..’un vefat eden babası M. üzerinden yetim maaşı almak amacıyla evli olduğu sanık B.. K..’tan 19.11.2001’de boşanıp, birlikte aynı evde yaşamaya devam ederek 01.01.2002 ve 01.11.2008 tarihleri arasında toplam 7156.31 lira haksız çıkar sağladıklarının iddia olunması karşısında, gerçeğin kuşkuya yer vermeyecek şekilde tespiti bakımından;
Boşanma dosyası getirtilerek, denetime izin verecek şekilde çekişmeli veya anlaşmalı boşanma olup olmadığı, anlaşmalı boşanma ise anlaşma metninin incelenmesi, taraflara nafaka veya maddi-manevi tazminata hükmedilip hükmedilmediği, hükmedilmiş ise, fiili ödeme yapılıp yapılmadığının belirlenmesi, sanığın boşandıktan sonra aynı evde birlikte yaşamaya devam edip etmedikleri, birlikte yaşamanın sürekli olup olmadığı, bir süre ayrı yaşadıktan sonra tekrar bir araya gelip gelmedikleri, geçici birliktelik varsa sebepleri, boşandıktan sonra eşlerden birinin ikametgahının nakil belgesi ile bir başka yere nakledilip nakledilmediği, fiilen nakil söz konusu ise kayden nakledilmemede eşlerin ihmalinin bulunup bulunmadığının muhtar kayıtları ile birlikte komşularından sorulup beyanlarına başvurulması, mahallin zabıtasından araştırılıp tespitinden sonra, toplanan tüm delillerin birlikte değerlendirilerek sonucuna göre hukuki durumlarının takdir ve tayini gerekirken, eksik inceleme sonucu yazılı şekilde hükmolunması…” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkeme ise 27.09.2012 gün ve 95-161 sayı ile;
“…Bozulan mahkememiz kararında da belirtildiği gibi sanıkların üzerine atılan dolandırıcılık suçunun yasal unsurları oluşmadığından beraat kararı verilmiştir. Zira kararın gerekçesinde de belirtildiği gibi sanıklar resmi mahkeme kararı ile anlaşmalı olarak boşanmışlardır. Sanıkların boşandıkları konusunda dosyada bir ihtilaf yoktur. Kesinleşmiş mahkeme kararı ile ve celp edilen nüfus kaydı ile sabittir. Dolayısı ile resmi olarak boşanıp, kocasının varsa imkânlarından yararlanma hakkını ortadan kaldıran kadının babasından dul maaşını almasının dolandırıcılık olarak değerlendirilemeyeceği, zira pekala bir başkası ile gayriresmi olarak yaşayan bir bayanın nasıl ki babasının maaşını alabileceği ortada ise kocasından ayrılan bir bayanın kocası ile birlikte yaşasa bile bu maaşı almasının TCK’nun dolandırıcılık hükümleri kapsamında değerlendirilmesi mümkün olmadığı ortadadır.
Dolandırıcılık yüksek Yargıtay’ın içtihatlarında da belirtildiği gibi nitelikli bir yalandır. Kişileri, kurumları kandırabilecek ölçüde bir yalandır. Oysa somut olayda sanıklar resmi mahkeme kararı ile boşanmışlar, maaşa ilişkin taleplerini de yine devletin resmi kurumuna yapmışlardır. Şayet birlikte yaşamanın yasal bir engel olduğu ve maaş almaya mani olduğu gibi bir husus var ise resmi kurumun buna ilişkin araştırma yapıp, neticesine göre karar verme imkanı her zaman ortadadır. Dolayısı ile sanıkların bu açıdan eylemlerinin nitelikli bir yalan olduğunu kabul etmenin imkanı yoktur.
Netice itibari ile boşanmanın yasal bir hak olup, sanıklar arasında kesinleşmiş mahkeme kararı ile gerçekleştiği ve yine nikâhsız birlikte yaşamayı yasaklayan herhangi bir yasal hükmün bulunmadığı, kesinleşmiş bir mahkeme kararı ile boşanmanın muvazaa olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı, bunun kesinleşmiş mahkeme kararının sahte olduğu anlamını ortaya çıkaracağı, oysa böyle bir şeyin söz konusu olmadığı, sanık A..’un resmi olarak boşanmayı göze alarak kocası ile ilgili varsa birçok hakkı kullanmaktan vazgeçtiği, buna karşılık babasından dul maaşı almayı düşündüğü kabul edilse dahi yukarıda belirtildiği gibi dolandırıcılığın nitelikli bir yalan olduğu nazara alındığında sanığın eyleminin gerek maddi unsurları, gerekse manevi unsurları açısından bu suçu oluşturmaya elverişli bulunmadığı, bu nedenle suçun unsurlarının oluşmadığı değerlendirildiğinden mahkememizin önceki kararında direnilmesi gerektiği kanaatine varılarak, Yargıtay bozma kararı içeriğinde belirtildiği şekli ile istenilen hususlarda araştırma yapılmasının suçun unsurlarının oluşmadığı yönündeki mahkememiz kanaatini etki etmeyeceği değerlendirilmiş, aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.” şeklindeki gerekçeyle direnerek, ilk hükümde olduğu gibi sanıkların beraatlarına karar vermiştir.
Bu hükmün de katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 28.03.2014 gün ve 317745 sayılı “onama” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; nitelikli dolandırıcılık suçundan sanıklar hakkında eksik araştırma ile hüküm kurulup kurulmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
S.. B.. Emekli İşlemleri Karar Servisi tarafından kurum veri tabanında yapılan kontrollerde, sanıkların medeni hallerinde görülen değişiklik nedeniyle 05.04.2010 tarihinde inceleme başlatıldığı, kurum intranet sitesinden çıkartılan nüfus kayıt örneğinden sanıkların 14.12.2001 tarihinde boşandıklarının, ancak resmi kayıtlardaki adreslerinin aynı olduğunun saptanması üzerine, ikamet adreslerinin bulunduğu Bahçelievler Mahallesinde beş dönemdir muhtarlık yapan Şaban Yaşar ve üst komşularından alınan bilgiden sanıkların aynı evde ikamet ettiklerinin belirlendiği, S.. B.. tarafından sanıklar hakkında 13.04.2010 tarihli kontrol raporu üzerine suç duyurusunda bulunulduğu,
S.. B..nın 06.07.2010 tarihli yazısında sanık A.. 01.01.2002 ila 01.11.2008 tarihleri arasında 7.156,31 Lira haksız maaş aldığının belirtildiği,
Dosyada mevcut 19.07.2010 tarihli nüfus kayıt örneğinden; sanıkların 28.08.1984 tarihinde evlendikleri, bu evliliklerinden 1986 ve 1989 doğumlu iki çocuklarının olduğu, Kütahya 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 19.11.2001 tarih ve 679-698 sayılı kararı ile boşandıkları, söz konusu kararın 14.12.2001 tarihinde kesinleştiği, yerleşim yeri adreslerinin Çubuk Caddesi, …………., Kütahya olduğu, 02.06.2010 tarihinde yeniden evlendikleri,
Polis tarafından düzenlenen 15.05.2010 tarihli tutanakta; yapılan araştırmada, B.. K.. ve boşanmış olduğu eşi …….. Ç.. sayılı yerde beraber yaşadıklarının, ev telefonlarının 2313280 olduğunun, B.. K.. yazılı kapı zili çalındığında kapıyı A.. A..’ın açtığının belirtildiği,
Anlaşılmaktadır.
Sanık A.;15.5.2010 tarihli kolluk ifadesinde; B.. K.. ile 1984 yılında evlendiğini, 2002 yılında boşandığını, sekiz senedir boşanmış durumda olduğunu, boşandıktan sonra aynı evde yaşamadığını, oğlu askere gidince yalnız kalmaması için B..’in eve geldiğini, bir senedir B.. ile aynı evde yaşadığını, yeniden evlenmeye karar verdiklerini ancak bir tarih belirlemediklerini,
Duruşmada; boşandıktan sonra eşiyle birlikte yaşamadığını, oğlu askere giderken eşi ile konuşup tekrar evlendiklerini beyan etmiş,
Sanık B.. 15.05.2010 tarihli kolluk ifadesinde ve duruşmada; sanık A.. ile 1984 yılında evlendiğini, 2002 yılında boşandığını, boşandıktan sonra aynı evde yaşamadığını, geçen yıl oğlu askere gidince eşi A.. ve 24 yaşındaki kızının yalnız kalmaması için A..’un evine yerleştiğini, bir senedir aynı evde yaşadıklarını, A.. ile yeniden evlenmeye karar verdiklerini, ancak tarih belirlemediklerini savunmuştur.
5237 sayılı TCK’nun “Dolandırıcılık” başlıklı 157. maddesinde; “Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası verilir” şeklinde dolandırıcılık suçunun temel şekli düzenlenmiş olup, 158. maddesinde ise suçun nitelikli halleri on bent halinde sayılmıştır.
Dolandırıcılık suçunun maddi unsurunun hareket kısmı, 765 sayılı TCK’nun 503. maddesinde bir kimseyi kandırabilecek nitelikte hile ve desiseler yapma olmasına karşın, 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde hileli davranışlarla bir kimseyi aldatma şeklinde ifade edilmiş olup, 765 sayılı Kanunda yer alan desise kavramına 5237 sayılı Kanunda yer verilmemiş ve hileye desiseyi de kapsayacak şekilde geniş bir anlam yüklenmiştir.
Malvarlığının yanında irade özgürlüğünün de korunduğu dolandırıcılık suçunun oluşabilmesi için;
1) Failin bir takım hileli davranışlarda bulunması,
2) Hileli davranışların mağduru aldatabilecek nitelikte olması,
3) Failin hileli davranışlar sonucunda mağdurun veya başkasının aleyhine, kendisi veya başkası lehine haksız bir yarar sağlaması,
Şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir.
Fail kendisi veya başkasına yarar sağlamak amacıyla bilerek ve isteyerek hileli davranışlar yapmalı, bu davranışlarla bir başkasına zarar vermeli, verilen zarar ile eylem arasında uygun nedensellik bağı bulunmalı ve zarar da, nesnel ölçüler göz önünde bulundurularak belirlenecek ekonomik bir zarar olmalıdır.
Görüldüğü gibi, dolandırıcılık suçunu diğer malvarlığına karşı işlenen suç tiplerinden farklı kılan husus, aldatma temeline dayanan bir suç olmasıdır. Birden çok hukuki konusu olan bu suç işlenirken, sadece malvarlığı zarar görmemekte, mağdurun veya suçtan zarar görenin iradesi de hileli davranışlarla yanıltılmaktadır. Madde gerekçesinde de, aldatıcı nitelik taşıyan hareketlerle, kişiler arasındaki ilişkilerde var olması gereken iyiniyet ve güvenin bozulduğu, bu suretle kişinin irade serbestisinin etkilendiği ve irade özgürlüğünün ihlâl edildiği vurgulanmıştır. 5237 sayılı TCK’nun 157. maddesinde yalnızca hileli davranıştan söz edilmiş olmasına göre, her türlü hileli davranışın dolandırıcılık suçunu oluşturup oluşturmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.
Kanun koyucu anılan maddede hilenin tanımını yapmayarak suçun maddi konusunun hareket kısmını oluşturan hileli davranışların nelerden ibaret olduğunu belirtmemiş, bilinçli olarak bu hususu öğreti ve uygulamaya bırakmıştır.
Hile, Türk Dili Kurumu sözlüğünde; “birini aldatmak, yanıltmak için yapılan düzen, dolap, oyun, desise, entrika” (Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, s.891) şeklinde, uygulamadaki yerleşmiş kabule göre ise; “Hile nitelikli yalandır. Yalan belli oranda ağır, yoğun ve ustaca olmalı, sergileniş açısından mağdurun denetleme olanağını ortadan kaldırmalıdır. Kullanılan hile ile mağdur yanılgıya düşürülmeli ve yanıltma sonucu kandırıcı davranışlarla yalanlara inanan mağdur tarafından sanık veya başkasına haksız çıkar sağlanmalıdır… hileli davranışın aldatacak nitelikte olması gerekir. Basit bir yalan hileli hareket olarak kabul edilemez” biçiminde tanımlanmıştır.
Öğretide de hile ile ilgili olarak; “olaylara ilişkin yalan açıklamaların ve sarf edilen sözlerin doğruluğunu kuvvetlendirecek ve böylece muhatabın inceleme eğilimini etkileyebilecek yoğunluk ve güçte olması ve bu bakımdan gerektiğinde bir takım dış hareketler ekleyerek veya böylece var olan halden ve koşullardan yararlanarak, almayacağı bir kararı bir kimseye verdirtmek suretiyle onu aldatması, bu suretle başkasının zihin, fikir ve eylemlerinde bir hata meydana getirmesidir” (Sulhi Dönmezer, Kişilere ve Mala Karşı Cürümler 2004, s. 453),“objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki meydana getiren her türlü davranıştır” (Tezcan/Erdem/Önok, Teorik ve Pratik Ceza Hukuku 2006, s. 558), “hile, oyun, aldatma, düzen demektir. Objektif olarak hataya düşürücü ve başkasının tasavvuru üzerinde etki doğurucu her davranış hiledir” (Centel/Zafer/Çakmut, Kişilere Karşı Suçlar 2007, Cilt I. s. 452) biçiminde tanımlara yer verilmiştir.
Yerleşmiş uygulamalar ve öğretideki baskın görüşlere göre ortaya konulan ilkeler gözönünde bulundurulduğunda; hile, karşısındakini aldatan, yanılgıya düşüren, düzen, dolap, oyun, entrika ve bunun gibi her türlü eylem olarak kabul edilebilir. Bu eylemler bir gösteriş biçiminde olabileceği gibi, gizli davranışlar olarak da ortaya çıkabilir. Gösterişte, fail sahip bulunmadığı imkanlara ve sıfata sahip olduğunu bildirmekte, gizli davranışta ise kendi durum veya sıfatını gizlemektedir. Ancak sadece yalan söylemek, dolandırıcılık suçunun hile unsurunun gerçekleşmesi bakımından yeterli değildir. Kanun koyucu yalanı belirli bir takım şekiller altında yapıldığı ve kamu düzenini bozacak nitelikte bulunduğu hallerde cezalandırmaktadır. Böyle olunca hukuki işlemlerde, sözleşmelerde bir kişi mücerret yalan söyleyerek diğerini aldatmış bulunuyorsa bu basit şekildeki aldatma, dolandırıcılık suçunun oluşumuna yetmeyecektir. Yapılan yalan açıklamaların dolandırıcılık suçunun hileli davranış unsurunu oluşturabilmesi için, bu açıklamaların doğruluğunu kabul ettirebilecek, böylece muhatabın inceleme eğilimini etkisiz bırakabilecek yoğunluk ve güçte olması ve gerektiğinde yalana bir takım dış hareketlerin eklenmiş bulunması gerekir.
Failin davranışlarının hileli olup olmadığının belirlenmesi noktasında öğretide şu görüşlere de yer verilmiştir: “Hangi hareketin aldatmaya elverişli olduğu somut olaya göre ve mağdurun içinde bulunduğu duruma göre belirlenmelidir. Bu konuda önceden bir kriter oluşturmak olanaklı değildir”(Özbek/Kanbur/Doğan/Bacaksız/Tepe, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, 2010, s.687), “Hileli davranışın anlamı birtakım sahte, suni hareketler ile gerçeğin çarpıtılması, gizlenmesi ve saklanmasıdır”(Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler 6. Baskı, sf.343), “Hilenin, mağduru hataya sürükleyecek nitelikte olması yeterlidir; ortalama bir insanı hataya sürükleyecek nitelikte olması aranmaz. Bu nedenle, davranışın hile teşkil edip etmediği muhataba ve olaya göre değerlendirilmelidir”(Centel/Zafer/Çakmut, Kişilere Karşı İşlenen Suçlar 2007, Cilt I. s.457).
Esasen, hangi davranışların hileli olup olmadığı ve bu kapsamda değerlendirilmesi gerektiği yolunda genel bir kural koymak oldukça zor olmakla birlikte, olaysal olarak değerlendirme yapılmalı, olayın özelliği, mağdurun durumu, fiille olan ilişkisi, kullanılmışsa gizlenen veya değiştirilen belgenin nitelikleri ayrı ayrı nazara alınmak suretiyle sonuca ulaşılmalıdır.
Uyuşmazlığın isabetli bir çözüme kavuşturulabilmesi için sosyal güvenlik mevzuatının ilgili hükümleri de değerlendirilmelidir.
506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun 23. maddesi ile bu kanunu yürürlükten kaldıran 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun benzer şekilde düzenlenmiş olan 34. maddesinde; ölen sigortalının usulüne uygun olarak hesaplanacak aylığının, çalışmayan veya kendi sigortalılığı nedeniyle gelir ve aylık bağlanmamış olan evli olmayan, evli olmakla beraber sonradan boşanan veya dul kalan kızlarına belirli bir oranda aylık olarak bağlanması öngörülmüştür.
5510 sayılı Kanunun “Gelir ve aylık bağlanmayacak haller” başlıklı 56. maddesinin son fıkrasında; “Eşinden boşandığı halde, boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşadığı belirlenen eş ve çocukların, bağlanmış olan gelir ve aylıkları kesilir. Bu kişilere ödenmiş olan tutarlar, 96 ncı madde hükümlerine göre geri alınır” hükmü bulunmakta olup bu hüküm aynı kanunun 108. maddesinin (d) bendi uyarınca 01.10.2008 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu kanun kapsamında yapılan “yersiz ödemelerin geri alınması” usulü de 96. maddede ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
27.09.2008 gün ve 27010 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Fazla veya Yersiz Ödemelerin Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin, “İlgililerin kasıtlı ve kusurlu davranışlarından doğan fazla veya yersiz ödemeler” başlıklı 5. maddesi;
“(1) Bu Yönetmeliğin uygulamasında;
a)Kuruma verilen veya ibraz edilen belgelerle gerçeğe aykırı bildirimde bulunulması,
b)Örneği Kurumca hazırlanan belgelerle bildirilmesi taahhüt edilen durum değişikliklerinin bir ay içinde Kuruma bildirilmemesi,
c)Kanunda öngörülen şartlar yerine gelmediği hâlde, sahte bilgi ve belgelerle sağlık hizmetleri ve diğer haklardan, ödeneklerden yararlanılması ile gelir veya aylık bağlatılması,
ç)Sahte hizmet kazandırılmak suretiyle sağlık hizmetleri ve diğer haklardan, ödeneklerden yararlanılması ile gelir veya aylık bağlatılması,
d)Boşanma nedeniyle gelir veya aylık bağlandıktan sonra boşandığı eşiyle fiilen birlikte yaşanması,
e)Gelir ve aylıklarının kesilmesi gerektiği hâlde durumun gizlenmesi ve/veya bildirilmemesi,
f)Sigortalılar ile gelir veya aylık alanlara yapılan ödemelerden, hak sahipliği sona ermesine rağmen her hangi bir kişi tarafından tahsilat yapılması,
ilgililerin kasıtlı ve kusurlu davranışlarını oluşturur.
(2) Birinci fıkrada sayılan durumların tespit edildiği tarihten geriye doğru en fazla on yıllık süre içinde yapılan fazla veya yersiz ödemeler, her bir ödemenin yapıldığı tarihten itibaren hesaplanacak kanunî faizi ile birlikte tahsil edilir” şeklinde iken, 04.05.2013 gün ve 28637 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan değişiklikle; “Birinci fıkranın (b) ve (d) bentlerinde belirtilen durumlar ile aynı fıkranın (f) bendi kapsamında, bir aylık döneme ilişkin gelir ve aylıkların her hangi bir kişi tarafından tahsil edilmesi hali hariç olmak üzere, Kurumun yanlış işlem ve ödeme yapmasına sebebiyet veren ve bu suretle adına borç tahakkuk ettirilen ve/veya borç tahakkuk ettirilmesine neden olan kişiler hakkında, ayrıca Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunulur” şeklindeki 3. fıkra eklenmiştir. Bahse konu yönetmelikte yapılan bu değişiklikle boşanma nedeniyle aylık bağlandıktan sonra boşanılan eşle fiilen birlikte yaşanması halinde yapılan yersiz ödemelerin kanuni faizi ile tahsil edileceği, ancak ilgili kişiler hakkında Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunulmayacağı öngörülmüştür.
Diğer taraftan 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun boşanmaya ilişkin olan 166. maddesinin ilk üç fıkrası; “Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir.
Yukarıdaki fıkrada belirtilen hâllerde, davacının kusuru daha ağır ise, davalının açılan davaya itiraz hakkı vardır. Bununla beraber bu itiraz, hakkın kötüye kullanılması niteliğinde ise ve evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya değer bir yarar kalmamışsa boşanmaya karar verilebilir.
Evlilik en az bir yıl sürmüş ise, eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin diğerinin davasını kabul etmesi hâlinde, evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılır. Bu hâlde boşanma kararı verilebilmesi için, hâkimin tarafları bizzat dinleyerek iradelerinin serbestçe açıklandığına kanaat getirmesi ve boşanmanın malî sonuçları ile çocukların durumu hususunda taraflarca kabul edilecek düzenlemeyi uygun bulması şarttır. Hâkim, tarafların ve çocukların menfaatlerini göz önünde tutarak bu anlaşmada gerekli gördüğü değişiklikleri yapabilir. Bu değişikliklerin taraflarca da kabulü hâlinde boşanmaya hükmolunur. Bu hâlde tarafların ikrarlarının hâkimi bağlamayacağı hükmü uygulanmaz…” şeklinde düzenlenmiş, üçüncü fıkrada anlaşmalı boşanmaya yer verilmiştir. Bu düzenleme ile evlilik birliğinin en az bir yıl sürmüş olması şartıyla eşlerin birlikte başvurması ya da bir eşin açtığı davayı diğer eşin kabul etmesi halinde başkaca bir sebep araştırılmadan evlilik birliği temelinden sarsılmış sayılacak ve mahkemece boşanmaya hükmolunacaktır.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Dosya içerisinde bulunan nüfus kayıt örneği ve beyanlardan, sanıkların Kütahya 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.12.2001 gün ve 679-698 sayılı ilamıyla Medeni Kanunun 166. maddesi uyarınca anlaşmalı olarak boşandıklarının belirtilmiş olması ve Cumhuriyet savcılığı tarafından kolluk görevlilerine düzenletilmiş olan 15.05.2010 günlü tutanakta sanıkların halen aynı çatı altında birlikte yaşadıklarının tespit edilmiş bulunması karşısında, yerel mahkeme tarafından eksik araştırma ile hüküm kurulması söz konusu değildir.
Öteyandan 28.08.1984 tarihinde evlenen sanıkların anlaşmalı olarak boşanmalarına rağmen aynı evde oturmaya devam etmeleri, boşanma kararının kesinleşmesinden sonra sanık A..’un ölen sigortalı babasından dolayı aylık almak için katılan kuruma müracaatta bulunması ve 506 sayılı Kanun hükümleri uyarınca 01.01.2002 tarihinden itibaren katılan kurumdan aylık almaya başlaması şeklinde gerçekleşen olayda, boşanmalarına rağmen birlikte yaşamaya devam eden sanıkların yürürlükte bulunan mevzuata göre verilen, halen de geçerli olan ve hukuki sonuç doğuran boşanma ilamına dayanarak katılan kuruma aylık bağlanması için başvuruda bulunmaları eylemi hileli davranış olarak kabul edilemeyeceğinden dolandırıcılık suçunun unsurları oluşmamıştır. Nitekim boşanma nedeniyle aylık bağlandıktan sonra boşanılan eşle fiilen birlikte yaşandığının belirlenmesi halinde, ödenmekte olan aylık 5510 sayılı Kanunun 56. maddesinin son fıkrası uyarınca kesilerek yapılan yersiz ödemeler aynı kanunun 96. maddesi ve “Fazla veya Yersiz Ödemelerin Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” hükümleri uyarınca ilgili kurum tarafından kanuni faizi ile birlikte tahsil edilecek, ancak bu yönetmeliğin 5. maddesine 04.05.2013 tarihinde eklenen 3. fıkraya göre ilgili kişiler hakkında kurum tarafından artık Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda da bulunulmayacaktır.
Bu itibarla, yerel mahkemenin eksik araştırma ile hüküm kurulmadığı ve dolandırıcılık suçunun unsurlarının oluşmadığı yönündeki direnme gerekçesi isabetli olup, usul ve kanuna uygun bulunan sanıkların beraatına ilişkin yerel mahkeme hükmünün onanmasına karar verilmelidir.
SONUÇ :
Açıklanan nedenlerle,
1- Kütahya 2. Ağır Ceza Mahkemesinin 27.09.2012 gün ve 95-161 sayılı kararındaki direnme gerekçelerinin isabetli olduğundan, usul ve kanuna uygun bulunan direnme hükmünün ONANMASINA,
2- Dosyanın, mahkemesine gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 21.04.2015 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.