Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2014/103 E. 2014/552 K. 09.12.2014 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2014/103
KARAR NO : 2014/552
KARAR TARİHİ : 09.12.2014

Kararı veren
Yargıtay Dairesi : 12. Ceza Dairesi
Mahkemesi :Asliye Ceza
Günü : 11.11.2013
Sayısı : 357-519

Taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan sanıklar …, …, …, …, … ve …’un beraatlerine ilişkin, Ankara 8. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 22.11.2011 gün ve 677-645 sayılı hükmün katılanlar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 12.03.2013 gün ve 19215-5974 sayı ile;
“…Katılanlar vekilinin diğer temyiz itirazlarının reddine; ancak,
Oluşa ve dosya kapsamına göre; 04.08.2006 günü saat 12.00 sularında geçirmiş olduğu trafik kazası sonucu yaralanan ve tedavisi amacıyla götürüldüğü Dr. Abdurrahman Yurtarslan Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesinden, ‘hayati tehlikesi olmadığını gösterir’ geçici adli raporu düzenlenerek, 6-7 saat sonra taburcu edilen …’ın, ertesi gün ‘göğüs ve batın travmasına bağlı kot fraktürleri, pelvis fraktürü ve gelişen komplikasyonlar (akciğer embolisi)’ sonucu öldüğü olayda; İstanbul Adli Tıp Kurumu Birinci İhtisas Kurulunun ‘kişinin 04.08.2006 tarihinde trafik kazası sonucu yaralanması nedeniyle götürüldüğü hastanede pelvis kırığı, kot kırıkları, hematüri tespit edilmiş olup, göğüs cerrahisi, ortopedi ve üroloji konsültasyonları istendiği ve yapılan muayenesi sonucunda acil cerrahi girişim gerektirecek patoloji saptanmadığı belirtilmiş olup, tüm bu uygulamaların tıp kurallarına uygun olduğu, ölüm nedeni olan akciğer embolisinin de önceden öngörülecek ve engellenebilecek bir sebep olmadığı’ şeklinde görüş belirten 20.04.2011 tarihli raporuna itibarla sanıkların beraatine karar verilmiş ise de, anılan raporda, ‘ancak bu tür genel beden travmasına maruz kalmış vakaların en az 24 saat müşahade altında tutulması gerektiği, dolayısı ile kişinin konsültasyonlar yapıldıktan 6-7 saat sonra taburcu edilmesinin tıp kurallarına uygun olmadığı, bunun bir eksiklik olduğu’na dair açıklamalara da yer verilmiş olmasına; ayrıca, Yüksek Sağlık Şurasının 25-26 Haziran 2009 toplantı tarihli 12229 karar sayılı; ‘Türkiye’de multi travmalı hastaya yaklaşımda koordinatör bir birim olmadığı, bu hastada yaşanan sorunun hastanın bir bütün olarak ele alınmaması olduğu, ortopedi uzmanları Dr. … ve Dr. …’ın özellikle instabil pelvis kırığını belirttiği halde, bu hastanın hastanede takibini önermediği, kot kırıklarını gördüğü halde, konsültasyon notunda hastanede takibinin gerektiğini belirtmediği ve takibini yapmadıkları, göğüs cerrahisi uzmanı Dr. …’nun konsültasyon notunda preşok ve çoklu kot kırığı gibi notları mevcut olmasına rağmen hastanın hastanede takibini notunda önermediği ve hastayı takip etmediği için asli kusurlu oldukları, üroloji uzmanı Dr. …’un dosyadaki durumu, pelvis instabil kırığı, hematürisi bulunan, sonda takılamayan ve retrograd üretrografi yapılamayan hastayı hastanede takip etmediği ve taburcu ettiği, genel cerrahi uzmanları Dr. … ve Dr. …’ın genel vücut travmalı hastayı gerekli özenle izlemedikleri ve hastanede takip etmedikleri için tali kusurlu oldukları’na dair raporuna göre; olayın oluş şekli, ölüm sebebi ve zamanı dikkate alındığında, gerekli takip ve tıbbi müdahale yapılsa dahi ölüm neticesi gerçekleşeceğinden, sanıklara atılı taksirle öldürme suçu yasal unsurları itibarıyla oluşmamış ise de; ölen hastasının zarar görmemesi için mesleki tüm şartları yerine getirmek, tıbbi açıdan zamanında teşhis koyup, somut durumun gerektirdiği önlemleri eksiksiz biçimde almak ve uygun tedavi yöntemlerini uygulamak zorunda olan sanık doktorların, görevlerinin gereklerini yerine getirmede ihmal gösterdiklerinin sabit olması karşısında, TCK’nun 257/2. maddesinde tanımlanan görevi kötüye kullanma suçundan mahkumiyetlerine karar verilmesi gerekirken, yasal ve yeterli olmayan gerekçelerle beraatlerine karar verilmesi” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yerel mahkeme ise 11.11.2013 gün ve 357-519 sayı ile;
“TCK’nun 257. maddesinin gerekçesinde, görevi kötüye kullanma suçunun genel, tali ve tamamlayıcı bir suç tipi olduğu, bu nedenle görevin gereklerine aykırı davranışın başka bir suçu oluşturmadığı hallerde, kamu görevlisini bu suçtan cezalandırmak gerektiği, buna karşılık görevle bağlantılı yükümlülüğün ihmali sonucunda şayet bir kişi ölmüş veya yaralanmış ise kişilerin artık görevi kötüye kullanma suçundan dolayı cezalandırılamayacakları, bu durumda, ihmali davaranışla işlenmiş öldürme veya yaralama suçunun oluştuğunu kabul etmek gerektiği belirtilmiştir.
Öldürmeyle ilgili olayımızın diğer sanığı Mahmut Doğan cezalandırılmış ve cezası kesinleşmiştir.
Savunmalardan da anlaşılacağı üzere sanıkların uzmanlık alanları farklıdır. Kaldı ki içlerinde halen hastanede asistan olarak çalışan kişiler de vardır. Adli Tıp Kurumu raporuna göre sanıkların kusuru sonucu müteveffa ölmemiş emboli sonucu ölmüştür. Hastanede müşahade altına alınmış olsa dahi aynı ölümün kaçınılmaz olduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu nedenle her ölüm olayından ölüye şu veya bu şekilde müdahale eden bir hekimi sorumlu kılmak meslek ve sanatın yapılmasını sekteye uğratır. Bu alanda çalışanların şevki kırılır, sonuç doğurucu ve hayata döndürücü girişimlere yönelmelerini engeller. Kaldı ki Anayasa Mahkemesi 1219 sayılı Kanunun Yüksek Sağlık Şurasının mütalaa verme yetkisini düzenleyen 75. maddesini 03.06.2010 gün 69-79 sayılı kararı ile iptal etmiştir.
Bu iptal karşısında Yüksek Sağlık Şuraasının dosyada bulunan mütalaasını kabul etmek olanaksızdır. Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu da sanıklara atfedilen eksikliğin ölüme katkısının bulunmadığını belirtmiş ve sanıkların suç işleme kasıtlarının bulunmadığını, kusurlarının olmadığını belirtmiştir. Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulunun bu görüşü yukarıda açıklanan görüşü doğruladığından Yüksek Dairenin bozma kararına direnme zaruretinin hasıl olduğu” gerekçesiyle direnerek önceki hükümdeki gibi sanıkların beraatlerine karar vermiştir.
Bu hükmün de Cumhuriyet savcısı tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay C. Başsavcılığının “bozma” istekli 17.02.2014 gün ve 45044 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Sanık Mahmut Doğan hakkında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçundan verilen mahkûmiyet hükmü Özel Dairece düzeltilerek onanmak suretiyle kesinleşmiş olup, inceleme sanıklar …, …, …, …, … ve … hakkında kurulan beraat hükmüyle sınırlı olarak yapılmıştır.
Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; taksirle yaralanma nedeniyle sanıkların görev yaptığı hastanenin acil servisine getirilen Yasin’in çeşitli branşlarda görevli sanıklarca yapılan muhtelif tetkik ve değerlendirmelerden sonra taburcu edildiği ve ertesi gün “göğüs ve batın travmasına bağlı kot fraktürleri, pelvis fraktürü ve gelişen ‘akciğer embolisi’ komplikasyonu sonucu” öldüğü olayda, doktor olan sanıkların görevlerinin gereklerini yapmada ihmal gösterip göstermedikleri, ihmal gösterdiklerinin kabulü halinde ise gerçekleşen ölüm neticesi ile eylemleri arasında nedensellik bağı bulunup bulunmadığı, buna bağlı olarak da eylemlerinin taksirle ölüme neden olma suçunu mu, yoksa TCK’nun 257/2. maddesi kapsamında görevi ihmal suçunu mu oluşturacağının belirlenmesine ilişkin ise de, Yargıtay İç Yönetmeliğinin 27. maddesi uyarınca öncelikle eksik araştırmayla hüküm kurulup kurulmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
İncelenen dosya kapsamından;
…’ın, 04.08.2006 Cuma günü saat 12.00 sıralarında, kayınpederinin satın aldığı mobilyaları getiren kamyonu evin bulunduğu sitenin arka kapısından içeri almak için girişi engelleyen kapanı ayağıyla basarak indirip beklediği sırada hakkındaki mahkûmiyet hükmü Özel Dairece onanmak suretiyle kesinleşmiş bulunan sanık Mahmut’un idaresindeki kamyonla bariyerin açma kapama tertibatını taşıyan demir ve beton sütun arasında sıkışarak yaralanması üzerine sanık doktorların görevli olduğu Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesine kaldırıldığı, burada çeşitli branşlarda asistan veya uzman doktor olarak görev yapan sanıklarca çeşitli tetkik ve değerlendirmelerden sonra aynı gün saat 18.00 sıralarında hastaneden taburcu edildiği, yakınlarının hastanın durumunun kötü olduğunu söyleyerek karşı çıkmaları üzerine acil serviste görevli sanık … tarafından ortopedi ve üroloji bölümlerine yönlendirildikleri, ortopedi bölümünde ortopedik olarak acil cerrahi bir müdahaleye gerek olmadığından yatış yapamayacaklarının söylendiği, akabinde gittikleri üroloji bölümünde de üroloji uzmanının bulunmaması nedeniyle sonuç alamadıkları, hastanın yakınları tarafından kiralanan bir ambulansla önce polis merkezine götürülüp orada ifadesinin alınmasından sonra evine ulaştırıldığı, eve varmalarından sonra, hastanede iken öleni muayene eden üroloji uzmanı sanık … Cemil’in telefonla hasta yakınlarını arayıp hastanın idrar yapıp yapmadığını sorduğu, ona hastanın henüz idrar yapmadığını üroloji bölümündeki doktorlarca görülmeden hastaneden çıkartıldıklarını anlattıkları, onun da hastanın idrarını kendisinin yapabileceğini bir sorun olursa pazartesi günü polikliniğe getirmelerini söylediği, sonra hastanın evde yediği yemeği istifra ederek çıkarması nedeniyle yakınlarının hastaneye ulaşmaya çalıştıkları, tam bu sıralarda kazaya karışan kamyonun sahibi olan şirketin görevlilerinin öleni ziyarete geldikleri ve kendi şirketlerinin doktorundan faydalanabileceklerini söyledikleri, şirket doktorunun bulantıya ilişkin verdiği ilaçlar kısa süreli rahatlama sağlasa bile yemek yediğinde aynı sorunu yaşadığı, ölenin yakınlarının gece 01.00 sıralarında Onkoloji Hastanesini arayıp hastanın kusmalarının ara ara devam ettiğini ve idrarının kanlı geldiğini söyledikleri, hastane görevlisinin onlara o an için üroloji doktoru olmadığını gerekirse başka bir hastaneye götürebileceklerini ifade ettiği, 05.08.2006 tarihinde saat 08.00-09.00 sıralarında tekrar rahatsızlanması üzerine ölenin yakınlarının tekrar Numune Hastanesini aradıklarında görevlinin hastayı daha önce götürmüş oldukları hastaneye götürmelerini tavsiye ettiği, Onkoloji Hastanesine ulaşmaya çalıştıkları sırada hastanın kötüleştiği ve gözlerinin kaydığı, ancak bu durumun hastanın önceden müptela olduğu epilepsi hastalığından kaynaklanmış olabileceğini düşündükleri ve 112 acil servisi arayıp ambulans istedikleri, saat 10.00 sıralarında eve gelen ambulans görevlilerinin hastanın öldüğünü tespit edip şok tedavisi ile hayata döndürmeye çalıştıkları ancak sonucun değişmediği,
Ölü muayene işleminde klasik otopsi yapılmasına karar verildiği, klasik otopsi işleminde; “Sağ akciğerin kaplan postu görünümde olduğu, sol akciğerin ise soluk olup yüzey ve kesitlerinde bir özellik görülmediğinin ve kişinin ölümünün, trafik kazasıyla husule gelmesi mümkün künt genel beden travması sonucu çok sayıda kot ve etraf kırıklarıyla karakterli iç organ yaralanmalarından gelişen iç kanama sonucu meydana geldiği” hususunun tespit edildiği,
Otopsi sırasında alınan kan ve iç organ parçalarının toksikolojik ve histopatolojik olarak incelemesinden sonra düzenlenen ek otopsi raporunda ise; “Histopatoloji raporunda yer alan akciğer alveol kapillerinde yağ hücresi ile uyumlu görünüm olduğu yönündeki tanıya ve diğer tanılara göre, yapılan otopside kesin ölüm sebebinin belirlendiği, histopatolojik incelemeden kesin ölüm sebebini değiştirecek bir sonuç elde edilemediği, kimya ihtisas dairesinin raporuna göre kişiye ait kanda alkol, uyutucu uyuşturucu maddelerin bulunmadığı, mide muhteviyatı ve iç organ parçalarında toksik maddelerin bulunmadığının” belirtildiği,
Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu tarafından düzenlenen raporda; “Otopsideki makroskobik akciğer bulgularına göre kişinin ölümünün göğüs ve batın travmasına bağlı kot fraktürleri, pelvis fraktürü ve gelişen komplikasyonlar (akciğer embolisi) sonucu meydana gelmiş olduğunun” bildirildiği,
Olay tarihinde genel cerrahi asistanı olarak hastanenin acil bölümünde görevli olan sanık Dr. … tarafından saat 13.20 itibariyle düzenlenen konsültasyon kağıdında; “Genel Cerrahi Acil Notu, saat 13.00’de iş kazası nedeniyle acil servise başvuran hasta yatırıldı. TA 110/60, Nb 78/dk, genel durum orta, bilinç açık, oryente ve koopere idi. Yapılan batın muayenesinde batın rahat, rebaund, hassasiyet yok (0), ciltte laserasyon var (+), hastadan CBC, biyokimya, direkt abdomen grafisi, batın BT (Bilgisayarlı tomografi) ve batın USG (ultrasonografi) tetkikleri istendi”, saat 15.20’de tekrar değerlendirildiğinde; “hemogram normal, hb 15.7, batın USG’de dalak alt lojda mayi var (+), batın BT normal, hastaya USG’deki mayi nedeniyle parasentez uygulandı, sonuç negatif olarak geldi ve hastanın mevcut haliyle genel cerrahi açısından acil operasyon endikasyonu yoktu, hastaya ortopedi, üroloji, beyin cerrahi konsültasyonları önerildiği” bilgilerine yer verildiği,
Üroloji uzmanı sanık … tarafından saat 13.00 sıralarında düzenlenen konsültasyon notunda; “Üretradan kanlı akıntı gelen hastanın görüldüğü, bilinci yerinde ve koopere olduğu, pelvik ağrıdan yakındığı, üretradan kanlı akıntı geldiği, suprapubik kitle olmadığı, hastanın idrar yapabildiğini söylediğini, 15-20 cc hemorajik idrar yaptırıldığı, PA Pelvis grafisinde smyphysis pubis ayrılmış, alt üriner sistem travmasının mevcut olduğu, ancak boyutlarının anlaşılabilmesi için danışılması gerektiği”, buna ilaveten bilgisayar kayıt sistemine alınan notta; “travmanın boyutunu değerlendirmek için 1. Pelvik CT, 2. Retrograd Üretrografi önerildiği, hastanın sonuçlarına göre tekrar görüleceği”, saat 15.15’de alınan notta ise, “Radyoloji bölümünün retrograd üretrogram çekilemediğini belirtmiş olduğu, abdominal CT de sol böbrek toplayıcı sisteminde taş mevcut olduğu, mesanenin ve prostatın doğal yerinde olduğu, perivezikal hematom ve yer değiştirme izlenmediği, hastaya travmatize etmeden 18 F ve 20 F Foley sonda denendiği, ancak mesaneye geçiş olmadığı, bu işlem sırasında zorlama yapılmadığı, hastada glop vezikal gelişirse icapçı üroloji uzmanına haber verilerek perkütan sistostomi takılabileceği, hasta ortopedi veya genel cerrahi tarafından explore edilirse sistostomi açık olarak konulabileceğinin önerildiği”, saat 18.30’da da “hastanın idrar durumunu öğrenmek için doktorun acil servise geldiği” hususlarının yer aldığı,
Beyanlarına göre hastanın hem ortopedi uzmanı sanık … hem de ortopedi asistanı sanık Dr. … tarafından muayene edilmesinden sonra sanık … tarafından düzenlenen konsültasyon notunda; “Bilinç açık oryente ve koopere, TA 11/60, Nb 70, pelvik instabil, bilateral alt ekstremite motor muayene (+), nörolojik defısit (0), sol pubis inferior kenar ve sol acetabilum ön duvarda fraktür (+), olup ortopedik olarak hastaya cerrahi müdahale düşünülmediği, ortopedik cerrahi endikasyonu olmamakla beraber, bir buçuk ay yatak istirahatinin uygun görüldüğü” açıklamasının yapıldığı,
Göğüs cerrahisi uzmanı olan sanık … tarafından yapılan konsültasyonda, “Hasta görüldü, hipotermik, terli, soluk, preşok solunum sesleri doğal, PA’da sol 3 ve 4. kotlarda fraktür izleniyor. Sağda 6. kot fraktürü, parankim doğal, sinüsler açık, göğüs cerrahisi açısından acil patoloji düşünülmedi. Genel anestezi alabilir, PA Akciğer grafisi ile takibi uygundur” şeklinde kayıt tutulduğu,
Öleni hastanede bulunduğu süre içinde muayene eden tanık nöroşirürji uzmanı Op. Dr. Serhat Fuat Erten tarafından düzenlenen konsültasyon notunda; “04.08.2006 günü saat 11:45 sıralarında duvarla kamyonet arasında sıkışan hastanın göğüs ve karın bölgesinde travma meydana geldiği, soluk alıp verme sırasında ağrıdan yakındığı, genel durumunun orta-iyi, şuurunun açık, koopere ve oryente olduğu, her iki alt ekstremite hareketlerinin ağrılı olduğu, sol 3-4. kotlarda fraktür, 6. kotta fraktür, solda pubis deplase fraktürü, tespit edildiği, nöroşirürji yönünden halen acil cerrahi endikasyonunun bulunmadığı, ortopedi, üroloji ve göğüs cerrahisinin önerilerine uyulmasının uygun olduğu” değerlendirmesine yer verildiği,
Tanık radyoloji uzmanı Dr. … tarafından olay günü saat 13.52’de düzenlenen abdominal USG raporunda; “Hastanın acil yapılan USG’sinde; karaciğer normal boyutlarda olup, parankimi homojendir. İntra ve ekstrahepatik safra yolları normal kalibrasyondadır. Safra kesesi normaldir. Pankreas normaldir. Dalak boyutları normal olup parankimi homojendir. Dalak alt polde yaklaşık 3×1 cm boyutlarında olan serbest mayi alanı izlenmiştir. İzlenebildiği kadarı ile dalak parankimi tabidir. Travmaya sekonder gelişebilecek laserasyonun görüntülenmesi açısından klinik bilgi eşliğinde gerekirse acil BT önerilir. Sol böbrek orta kesimde 15×5,5 mm boyutlarında taş izlenmiştir. Sol böbrek toplayıcı sistemi tabidir. Sağ böbrek normal şekil ve yapıdadır. Batında asit ya da lap saptanmadı. Mesane duvarı normal kalınlıkta olup lümen içi patoloji saptanmamıştır. Belirgin pelvik kitle saptanmamıştır” tespitlerinin yapıldığı,
Yine tanık radyoloji uzmanı … tarafından yapılan abdominopelvik bilgisayarlı tomografi sonucunda olay günü saat 14.14’te düzenlenen raporun da; “Toraks ön duvarında, bilateral parasternal alanda yumuşak doku amfizemi mevcuttur. Sağ akciğer bazalinde minimal plevral effüzyon mevcuttur. Karaciğer normal boyutlarda olup parankimi homojendir. Safra kesesi normal olarak izlendi. Dalak normal değerlendirildi. Her iki böbrek normal şekil ve yapıdadır. Sol böbrek pelvisi düzeyinde 13 mm boyutunda taş mevcuttur. Sağ böbrek üst polde iki adet milimetrik kaliks taşı izlenmiştir. Pankreas normal yapıdadır. Batında asit ya da lap saptanmadı. Mesane dolu değildir. İntraabdominal sıvı ya da kitle izlenmedi. Belirgin pelvik kitle saptanmadı. Sağ ve sol sakral kemik üst bölümünde, sol asetabulum ön duvarında ve sol pubik kemik inferior ramusunda kırık izlendiği” biçiminde hazırlandığı,
Genel cerrahi asistanı olan Dr. … tarafından hastanın taburcu edildiği sırada; “İş kazası nedeniyle acil servise başvuran hasta geldiğinde bilinci açık, koopere, oryante, TA 110/80, Nabız 78/dk idi.
Yapılan FM’de hastanın sağ hemitoraksta hassasiyet, ileum üzerinde batın ciltte laserasyon (+) ve eksternal meatustan makroskobik hemoraji (+) idi.
Hastaya gerekli direk x-ray, batın USG, batın BT istendi ve gerekli konsültasyonlar istendi.
Genel cerrahi: Hasta değerlendirildi, batın serbest defans yok, rebaunt yok, hassasiyet yok. Batın cildinde sağ lomber bölgede laserasyon (+). Yapılan muayene bulguları ve tetkiklere göre acil cerrahi endikasyon yoktur.
Beyin cerrahisi: Yapılan muayene bulgularıyla acil nöroşirürji cerrahi endikasyon yoktur. Dr. Fuat Erten
Göğüs cerrahisi: Acil cerrahi endikasyonu yoktur. Op. Dr. Derya Balcı
Ortopedi: Hasta değerlendirildi. Pelvis fraktürü (+). Ortopedik cerrahi endikasyon yoktur. Yatak istrihati uygundur. Dr. …
Üroloji: Cerrahi endikasyon düşünülmedi. Op. Dr. Cemil Uygur
Hastanın saat 17.00 itibari ile hayati tehlike olmadığını gösterir geçici durum bildirir hekim raporudur.” şeklinde rapor düzenlendiği,
Sanıkların sorumluluklarına ilişkin olarak baştabiplikçe atanan Baştabip Yardımcısı Op. Dr. A. Onur Çetin tarafından 11.08.2006 tarihli değerlendirmede; “… ile ilgili evraklar ve tomografi filmlerinin incelendiğini, hastanın 04.08.20006 tarihinde saat 12.00’de acil servise iş kazası-araç dışı trafik kazası nedeniyle getirildiğini, acil serviste nöbetçi genel cerrahi asistanı Dr. … tarafından takip edildiğini, hastanın genel cerrahi, göğüs cerrahisi, beyin cerrahisi, ortopedi ve üroloji bölümlerine konsülte ettirildiğini, hastayı gören uzman hekimlerin bizatihi kendi el yazıları ile belirttikleri konsültasyon kağıtlarının fotokopilerinde görüldüğü gibi, patolojik bulguları tespit etmelerine rağmen hastayı hospitalize ederek ileri tetkik tedavileri önermemelerinin hayata mal olan önemli eksiklikler olduğu kanaatine varıldığını, bu eksikliklerin hangi hekimler tarafından ve ne oranda olduğunun ileri incelenmesinin gerektiği” kanaatinin belirtildiği,
4483 sayılı Kanun kapsamında yürütülen idari tahkikat sırasında görevlendirilen göğüs cerrahisi uzmanı Op. Dr. Arif Osman Tokat tarafından verilen 17.11.2006 tarihli raporda; “…Hastanın taburcu edilmesi sırasında göğüs cerrahisi uzmanından görüş alınmadığı, hastanın vefatında göğüs cerrahisi uzmanın hatası veya eksikliği olduğunu söylemenin doğru olmadığı” kanaatinin ifade edildiği,
Ortopedi ve travmatoloji uzmanı Op. Dr. Turgay Çavuşoğlu’nun düzenlediği 17.11.2006 tarihli raporda; “Hasta dosyası içinde mevcut olan tek ortopedik doküman hastaya çekilen pelvis tomografisidir. Bu tetkik incelendiğinde hastanın her iki sakroiliak eklemini ilgilendiren kırık hattı ve yine sol pubik kemikte kırık hattı izlenmektedir. Pelvis halkasının stabilitesini etkileyen bu kırık paterni nedeniyle hastanın müşahade altında izlenmesinin gerektiği” şeklinde görüş belirtildiği,
Üroloji uzmanı Op. Dr. Mehmet Melih Sunay tarafından düzenlenen 17.11.2006 tarihli raporda; “Dosya bütünlüğü içerisindeki bilgilerden, üroloji uzmanının hastadan konsültasyon istenilmesi akabinde yaptığı muayene, tetkik istemi ve kontrollerinde yapılan işlem ve kararlardaki yaklaşımının doğru olduğu, hastanın probleminin primer olarak ürolojik olmadığı, mevcut tetkikler, muayene ve otopsi bulgularına göre de hastanın ölüm sebebinin ürolojik olmadığının anlaşıldığı” hususunun açıklandığı,
Genel cerrahi uzmanı Op. Dr. Hakan Demirel tarafından 22.11.2006’da düzenlenen raporda da; “Hastada pelvis kırığı, kot kırığı, hematüri ve karın travması bulunduğu, hastanın bu durumu itibariyle multibl vücut travması olduğu ve hastanede müşahade altında tutulmasının gerekli olduğu” kanaatinin belirtildiği,
1219 sayılı Tababet ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanunun 75. maddesinin Anayasa Mahkemesinin 03.06.2010 gün ve 69-79 sayılı kararıyla iptal edilmesinden önce Yüksek Sağlık Şurasından alınan 25-26 Haziran 2009 tarihli raporda; “Türkiye’de multi travmalı hastaya yaklaşımda koordinatör bir birim olmadığı, bu hastada yaşanan sorunun hastanın bir bütün olarak ele alınmaması olduğu, ortopedi uzmanları Dr. M. Ataç Karakaş ve Dr. …’ın özellikle instabil pelvis kırığını belirttiği halde, bu hastanın hastanede takibini önermediği, kot kırıklarını gördüğü halde konsültasyon notunda hastanede takibinin gerektiğini belirtmediği ve takibini yapmadıkları, göğüs cerrahisi uzmanı Dr. …’nun konsültasyon notunda preşok ve çoklu kot kırığı gibi notları mevcut olmasına rağmen hastanın hastanede takibini notunda önermediği ve hastayı takip etmediği için asli kusurlu oldukları, üroloji uzmanı M. Cemil Uygur’un dosyadaki durumu pelvis instabil kırığı, hematürisi bulunan ve sonda takılamayan retrograd üretografi yapılamayan hastayı hastanede takip etmediği ve taburcu ettiği, genel cerrahi uzmanları Dr. … ve Dr. …’ın genel vücut travmalı hastayı gerekli özenle izlemedikleri ve hastanede takip etmedikleri için tali kusurlu olduklarına oybirliğiyle karar verildiği” görüşünün belirtildiği,
Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu tarafından sanıkların kusurlarının tespitine ilişkin olarak düzenlenen 22.08.2011 günlü raporda; “Kişinin 04.08.2006 tarihinde trafik kazası sonucu yaralanması nedeniyle götürüldüğü hastanede pelvis kırığı, kot kırıkları, hematüri tespit edilmiş olup, göğüs cerrahi, ortopedi ve üroloji konsültasyonları istendiği ve yapılan muayenesi sonucunda acil cerrahi girişim gerektirecek patoloji saptanmadığı belirtilmiş olup, tüm bu uygulamaların tıp kurallarına uygun olduğu ancak, bu tür genel beden travmasına maruz kalmış vakaların en az 24 saat müşahade altında tutulması gerektiği, dolayısı ile kişinin konsültasyonlar yapıldıktan sonra 6-7 saat sonra taburcu edilmesinin tıp kurallarına uygun olmadığı, bunun bir eksiklik olduğu ancak ölüm nedeni olan akciğer embolisinin önceden öngörülecek ve engellenebilecek bir sebep olmadığı da tıbben bilindiğinden bu eksikliğin ölüme katkısı bulunmadığı” kanaatinin oybirliğiyle mütalaa edildiği,
Sanıklar hakkında Ankara Valiliği İl İdare Kurulu tarafından 4483 sayılı Kanun kapsamında soruşturma izni verildiği bu izne ilişkin yapılan itirazların bölge idare mahkemesince reddedildiği,
Anlaşılmaktadır.
Ölenin eşi olan katılan … ile ölenin kayınbiraderi Cem Sezayi Demir, olayın meydana gelmesini yukarıda açıklandığı şekilde beyan etmişler,
Genel cerrahi asistanı tanık Dr. Seçkin Akküçük, o gün acil servis genel cerrahi nöbetçi uzmanı olan Op. Dr. …’ın yönlendirmesi ile acil servise giderek hastanın batın bölgesinde kan veya sıvı birikmesi olup olmadığını tespit için iki kez parasentez yaptığını sonucun ikisinde de negatif olarak değerlendirildiğini ifade etmiş,
Nöroşirürji uzmanı tanık Serhat Fuat Erten, hasta için istenilen nöroşirürji konsültasyonunu yaptığını, beyin cerrahisi açısından bir patoloji tespit etmediğini belirtmiş,
Acil servis sağlık memuru tanık Vedat Aydınlık, olay günü acilde nöbetçi olduğunu, hastanın taburcu edilmesinden sonra 18.30 sıralarında üroloji uzmanı sanık …’un gelip hastayı sorduğunu, konsültasyon kağıdına bir şeyler yazıp hastanın telefonunu alarak aradığını ulaşamadığını söylemiş,
Acil Servis hemşiresi tanık Emine Demirci, hastanın taburcu olmasından sonra üroloji uzmanının gelip hastayı sorduğunu ve 15-20 dakika kalıp gittiğini, bu süre içinde ne yaptığını görmediğini açıklamış,
Sanık Dr. …, genel cerrahi asistanı olduğunu, olay günü acil serviste nöbetçi olduğunu, sorumlu uzmanının sanık … olduğunu, hastanın saat 12 sularında geldiğini, genel muayene bulgularının normal olarak tespit edildiğini, gerekli müdahaleyi yaptığını, ihtiyaç duyulan tetkikleri istediğini, batın ultrasonu ve karın ve kalça kemiklerine ilişkin bilgisayarlı tomografi istediğini, genel cerrahi durumuna ilişkin sanık …’a telefonla haber verdiğinde onun tetkik sonuçlarına göre tekrar değerlendirileceğini söylediğini, ortopedi, üroloji, beyin cerrahisi ve göğüs cerrahisi bölümlerinden konsültasyon istediğini, bu bölümlerin hastayı bir kaç defa konsülte ettiklerini, radyoloji bölümünün hazırladığı ultrasonografi raporunda dalak alt bölümde minimal serbest sıvı nedeniyle sanık …’a haber verdiğini ve onun tanık Dr. Seçkin’i gönderip parasentez yaptırdığını, sonucun normal çıktığını, tomografi sonuçlarına göre de genel cerrahi açısından acil cerrahi endikasyonu bulunmadığını, sanık …’ın diğer branşlar tarafından değerlendirilmesini önerdiğini, hiç bir kliniğin hastaya acil cerrahi müdahale ve yatış endikasyonu önermediğini, ortopedinin bir buçuk ay yatak istirahati verdiğini, taburcu edeceği sırada hasta yakınlarının yatış için ısrar etmeleri üzerine onları ortopedi ve üroloji bölümlerine gönderdiğini, ajite şekilde geri dönen hasta yakınlarının ortopedinin yatış vermediğini ürolojiye de ulaşamadıklarını ifade ettiklerini, tekrar sanık …’ı aradığında onun kendisine diğer bölümlerin önerileri doğrultusunda hastanın gönderilebileceğini söylediğini, hastanın vital bulgularının stabil seyretmesi, genel durumunun iyi olması, bilincinin açık olması, iletişim ve uyumunun iyi olması nedeniyle hastayı geçici adli rapor yazarak gönderdiğini, acilde aşırı hasta yoğunluğu olduğunu, üç yatakta hastalara hizmet vermeye çalıştıklarını, asistanlığının birinci yılında olduğunu, asistan olarak kendi adına karar verme yetkisi olmadığını, hastalara uzmanlarının bilgisi ve isteği doğrultusunda müdahale ettiğini, suçlamaları kabul etmediğini, tüm aşamalardan nöbetçi uzman sanık …’ın haberi olduğunu, tüm konsültasyon sonuçlarını ona telefonla bildirdiğini, asistan olarak yönetmeliklere göre hastanın yatış veya taburcu edilmesinde yetkisinin de olmadığını beyan etmiş,
Sanık …, olay günü iki hastanın mide kanseri ve anal fissür ameliyatları için ameliyathanede görevli olduğunu, asistan sanık …’dan hasta hakkında bilgi aldığını, genel cerrahi açısından acil bir durumu bulunmadığını, göğüs ve pelviste şiddetli ağrılarının ve idrarında kan olduğunu öğrendiğini, ortopedi, üroloji, göğüs cerrahisi ve beyin cerrahisinden konsültasyon istemesini, çeşitli tetkikler yaptırmasını söylediğini, sonuçlarla tekrar kendisine danışıldığını, kot ve pelvis kırıklarını, diğer bölümlerin de acil cerrahi müdahale düşünmediklerini, yapılan inceleme ve değerlendirmelerden haberdar olduğunu, ultranografide dalak altında küçük bir sıvı kolleksiyonundan bahsedilmesi nedeniyle asistan Seçkin’i gönderip parasentez yaptırdığını patoloji tespit edilmemesi üzerine ortopedi, üroloji ve beyin cerrahisi kliniklerine tekrar danışılmasını istediğini, sonradan haber alamayınca, sanık …’un da hastayı diğer bölümlerin konsültasyonundan sonra ortopediye göndereceğini söylemiş olması nedeniyle oraya yatırılmış olabileceğini düşündüğünü, ertesi gün öldüğünü öğrendiğini ifade etmiş,
Sanık …, olay günü acil serviste öğlen arası araç dışı bir trafik kazası vakasının olduğunu, giderek hastayı muayene ettiğini, kendi yanında da hastaya idrar yaptırdığını, sonda takamadığını, glop gelişirse müdahil olunur düşüncesiyle genel cerrahi ve ortopedinin önerilerine uyulmasının uygun olduğunu düşündüğünü, bunun dışında hiçbir ürolojik girişim endikasyonu olmadığına karar verdiğini, hastanın perimer (birincil) travmasının, oluş şekli de gözönüne alındığında üroloji dışında kemik ve diğer sistemlerle ilgili bulunduğunun açık olduğunu, hematürik idrarın pelvis kırığının ikincil sonucu olduğunu, travmanın ürolojik boyutunun ölüme neden olmadığını, otopsi raporunun da kendisini doğruladığını, hastanın ayrılmasından sonra ailesine telefonla ulaşıp durumunu sorduğunu, tıbbi ve insani açıdan kusurunun olmadığını açıklamış,
Sanık …, hasta için acilden konsültasyon istenmesi üzerine giderek muayene edip değerlendirdiklerini, sorumlu başasistan sanık …’ın da hastayı gördüğünü, ortopedik açıdan cerrahi endikasyon koymadıklarını, bir buçuk ay yatak istirahati önerdiklerini, diğer branşların değerlendirmesi gerektiğini söylediklerini beyan etmiş,
Sanık …, acilden konsültasyon istenilmesi nedeniyle gidip muayene ettiklerini, filmlerini değerlendirdiklerini, ortopedik yönden cerrahi endikasyon koymadıklarını, bir buçuk ay yatak istirahatı ve önerilerde bulunduklarını kendi branşları dışında hastada kot fraktürü, hematüri ve batındaki serbest mayi olduğundan ve hastanın künt travmaya maruz kaldığı göz önünde bulundurularak, bu konularda hastayı ilgili branşların değerlendirmeleri gerektiğini önerdiklerini ifade etmiş,
Sanık … ise, hastayla ilgili olarak acil servisten göğüs cerrahi konsültasyonu istenmesi üzerine acile giderek hastayı muayene edip değerlendirdiğini, hastanın genel anestezi altında batın ameliyatına alınacağını düşünerek genel anestezi alabileceğini belirttiğini, P.A. akciğer grafısiyle hastanın takibini önerdiğini, sonraki gelişmelerden bilgisinin olmadığını savunmuştur.
Öncelikle eksik araştırmayla hüküm kurulup kurulmadığına ilişkin önsorunun çözümlenmesi gerekmektedir:
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunun “Bilirkişinin Atanması” başlıklı 63. maddesinde;
“1) Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına re’sen, Cumhuriyet savcısının, katılanın, vekilinin, şüphelinin veya sanığın, müdafiinin veya kanunî temsilcinin istemi üzerine karar verilebilir. Ancak hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez.
2) Bilirkişi atanması ve gerekçe gösterilerek sayısının birden çok olarak saptanması, hâkim veya mahkemeye aittir. Birden çok bilirkişi atanmasına ilişkin istemler reddedildiğinde de aynı biçimde karar verilir.
3) Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı da bu maddede gösterilen yetkileri kullanabilir” şeklindeki düzenlemeye yer verilmiş,
Ceza Muhakemesi Kanununa Göre İl Adlî Yargı Adalet Komisyonlarınca Bilirkişi Listelerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönetmeliğin 3. maddesinde bilirkişi; “Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde oy ve görüşünü sözlü ya da yazılı olarak vermesi için başvurulan gerçek veya tüzel kişi” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdan da hareketle, sahip bulunduğu uzmanlık bilgisiyle mahkemeye bir ispat sorununda yardımcı olup, raporu delil değil, delil değerlendirmesi aracı olan bilirkişiye başvurmanın amacı; “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde görüş alınmasıdır”. Bununla birlikte ceza muhakemesinde bilirkişi kendiliğinden bir rol üstlenemeyecektir. Bir sorunun ne zaman uzmanlığı ya da özel veya teknik bir bilgiyi gerektirip gerektirmediğine, bilirkişi görevlendirmekle yetkili olan Cumhuriyet savcısı veya hâkim karar verecektir.
Anılan düzenlemeler uyarınca hâkim, çözümü ancak özel veya teknik bir bilgi gerektiren hallerde bilirkişi dinleyebilecek veya rapor isteyebilecektir. Hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bir bilgi ile çözümü mümkün bulunan konularda ise bilirkişiye başvurmayacaktır. Kanun koyucunun uzmanlığa, özel veya teknik bir bilgiye ihtiyaç bulunduğunu baştan kabul ettiği akıl hastalığı, parada sahtecilik, moleküler genetik inceleme gibi hususlar dışında hâkimin bilirkişi raporu alması zorunluluğu bulunmadığı gibi, bilirkişi raporları da mahkemeleri bağlayıcı nitelikte değildir. İcabında gerekçesi gösterilerek bilirkişi raporunun aksine karar verilmesi de mümkündür. Nitekim bu husus, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanununun 23/C–3. maddesinde; “Adli Tıp Genel Kurulu kararları nihai olmakla beraber mahkemelerin delilleri serbestçe takdir hususundaki yetkilerini kısıtlamaz” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Dosyada mevcut bilirkişi raporu maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasında yeterince katkı sağlamadığı takdirde, başka bir bilirkişiden rapor alınabileceği gibi, daha geniş bir katılımlı bilirkişi heyeti oluşturulmak suretiyle yeniden inceleme yaptırılabilecektir. Bu konuda takdir yetkisi, maddi gerçeğe ulaşma gayreti içindeki yargılama makamlarına aittir. Öte yandan Adli Tıp Kurumu ihtisas Kurullarından alınan raporlar maddi gerçeğin ortaya çıkarılması için yeterli olmaması halinde aynı konu hakkında Adli Tıp Kurumu Genel Kurulundan yeniden rapor alınabilmesi mümkündür.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Doktor olarak görev yapan sanıkların ölen üzerinde gerçekleştirdikleri tetkik, teşhis ve tedaviye ilişkin uygulamalarının tıp kuralları bakımından değerlendirilmesine ilişkin olarak alınan çeşitli raporlarda sanıklarca yapılan işlemlerin ve verilen kararların etraflıca değerlendirmeye tâbi tutulduğu, sonuç olarak sanıkların branşlarına ilişkin inceleme ve teşhis noktasında tıp kurallarına uygun hareket ettikleri, ancak genel beden travmasına maruz kalmış olan ölenin en az 24 saat müşahede altında tutulması gerekirken hastaneye başvurusundan 6-7 saat kadar sonra taburcu edilmesinin tıp kurallarına uygun olmadığı sonucuna varıldığı, otopsi raporları ile Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu raporlarına göre ölümün “göğüs ve batın travmasına bağlı kot fraktürleri, pelvis fraktürü ve gelişen komplikasyonlar (akciğer embolisi) sonucu meydana gelmiş olduğunun” tespit edildiği, yine Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulu raporunda “ölüm nedeni olan akciğer embolisinin önceden öngörülecek ve engellenebilecek bir sebep olmadığı da tıbben bilindiğinden bu eksikliğin ölüme katkısı bulunmadığının” mütalaa edildiği, bu itibarla alınan raporlarda bir eksikliğin bulunmadığı ve bu raporların sanıkların hukuki durumlarını tereddütsüz bir şekilde tespit etmeye elverişli oldukları anlaşıldığından eksik araştırmayla hüküm kurulmadığının kabulü gerekmektedir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Başkanı ve üç Genel Kurul Üyesi; “Ölenin genel beden travması sonucu gelişen akciğer embolisi nedeniyle öldüğü raporlarda bildirildiğine göre, sanıklar tarafından 24 saat müşahade altına alınmış olması halinde, emboli gelişmesinin önüne geçilip geçilemeyeceği veya emboliden sonra derhal teşhis ve müdahale edilerek ölüme engel olunup olunamayacağı hususunda rapor alınması gerektiği bu itibarla eksik araştırma ile hüküm kurulduğundan yerel mahkeme hükmünün öncelikle bu yönden bozulmasına karar verilmesi gerektiği” düşüncesiyle karşı oy kullanmışlardır.
Eksik araştırma ile hüküm kurulmadığının kabul edilmesi nedeniyle sanıkların olayda görevlerinin gereklerini yapmada ihmal gösterip göstermedikleri, ihmal gösterdiklerinin kabulü halinde ise gerçekleşen ölüm neticesi ile eylemleri arasında nedensellik bağı bulunup bulunmadığı, buna bağlı olarak da eylemlerinin taksirle ölüme neden olma suçunu mu, yoksa TCK’nun 257/2. maddesi kapsamında görevi ihmal suçunu mu oluşturacağının belirlenmesine ilişkin uyuşmazlığa gelince;
Olay tarihinde Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesinde doktor olarak görev yapan sanıkların sorumluluklarının belirlenebilmesi bakımından öncelikle doktorların görevlerinin genel prensiplerini belirleyen düzenlemeler gözetilerek “tıbbi hata” kavramının açıklanmasında fayda bulunmaktadır.
Doktor tıbbi müdahaleyi, tıp biliminin güncel kural ve standartlarına uygun olarak özenli bir şekilde yapmakla yükümlüdür. Bu husus; onaylanması 03.12.2003 gün ve 5013 sayılı kanunla uygun bulunmuş olan “Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi (İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi)’nin “Mesleki standartlar” başlıklı 4. maddesinde; “Araştırma dahil, sağlık alanında herhangi bir müdahelenin, ilgili meslekî yükümlülükler ve standartlara uygun olarak yapılması gerekir”, 19.02.1960 tarihli Tıbbi Deontoloji Tüzüğünün 13. maddesinde; “Tabip ve diş tabibi, ilmi icaplara uygun olarak teşhis koyar ve gereken tedaviyi tatbik eder. Bu faaliyetlerinin mutlak surette şifa ile neticelenmemesinden dolayı, deontoloji bakımından muaheze edilemez.
Tababet prensip ve kaidelerine aykırı veya aldatıcı mahiyette teşhis ve tedavi yasaktır.
Tabip ve diş tabibi; teşhis, tedavi veya korunmak gayesi olmaksızın, hastanın arzusuna uyarak veya diğer sebeplerle, akli veya bedeni mukavemetini azaltacak her hangi bir şey yapamaz”, aynı tüzüğün 14. maddesinin birinci fıkrasında; “Tabip ve diş tabibi, hastanın vaziyetinin icabettirdiği sıhhi ihtimamı gösterir. Hastanın hayatını kurtarmak ve sıhhatını korumak mümkün olmadığı takdirde dahi, ıstırabını azaltmaya veya dindirmeye çalışmakla mükelleftir”, Hasta Hakları Yönetmeliğinin “Tıbbi Gereklere Uygun Teşhis, Tedavi ve Bakım” başlıklı 11. maddesinde; “Hasta, modern tıbbi bilgi ve teknolojinin gereklerine uygun olarak teşhisinin konulmasını, tedavisinin yapılmasını ve bakımını istemek hakkına sahiptir.
Tababetin ilkelerine ve tababet ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı veya aldatıcı mahiyette teşhis ve tedavi yapılamaz” ve Türk Tabipler Birliği tarafından 01.02.1999 tarihli Genel Kurul toplantısında kabul edilen Hekimlik Meslek Etiği Kurallarının “Hekimin Görev ve Ödevleri” başlıklı 5. maddesinde ise; “Hekimin öncelikli görevi, hastalıkları önlemeye ve bilimsel gerekleri yerine getirerek hastaları iyileştirmeye çalışarak insanın yaşamını ve sağlığını korumaktır. Meslek uygulaması sırasında insan onurunu gözetmesi de, hekimin öncelikli ödevidir. Hekim, bu yükümlülüklerini yerine getirebilmek için, gelişmeleri yakından izler” şeklinde ifade edilmiştir.
Doktor, doktorluk mesleğinin gerektirdiği yükümlülükler ile tıp biliminin geçerli kurallarına uygun olarak müdahale yapmalı, tıbbın ilke ve prensiplerine aykırı teşhis ve tedavi yapmamalıdır. Doktorun müdahalesi öncelikle endikasyon da denilen tıbbi bir gereklilik nedeniyle teşhis, tedavi ve hastalıktan korunma gibi sebeplerle yapılmalıdır. Bu zorunluluk Anayasamızın 17. maddesinde de vurgulanmıştır. Doktor tıptaki bilimsel gelişmeleri takip etmeli, tıbbi müdahaleyi bu güncel bilgiler doğrultusunda gerçekleştirmelidir. Belirtmek gerekir ki, doktorun standartlara ve bilimsel kurallara uygun olarak özenli bir şekilde müdahale yapıp yapmadığı belirlenirken yaptığı müdahale sonucunda hastanın şifa bulması değil, kurallara uygun müdahalede bulunup bulunmadığı göz önüne alınmalıdır.
Tıpta hatalı uygulamalar, İngilizce “malpractice” sözcüğünün Türkçe okunuşuyla “malpraktis”, “hekimliğin kötü uygulanması”, “tıbbi kötü uygulama”, “uygulama hatası”, “tıpta yanlış uygulama” gibi çeşitli kavramlarla isimlendirilmekle birlikte en geniş olarak kabul gören ve kullanılan kavram “tıbbi hata”dır.
Türk Tabipler Birliğinin kabul ettiği 01.02.1999 tarihli Hekimlik Meslek Etiği Kurallarının 13. maddesinde “Hekimliğin Kötü Uygulanması (Malpractice)” başlığı altında; “Bilgisizlik, deneyimsizlik ya da ilgisizlik nedeniyle bir hastanın zarar görmesi” biçiminde tanımlanan tıbbi hata kavramı; Dünya Tabipler Birliğinin 44. Genel Kurulunun “Malpractice Bildirisi” olarak da bilinen sonuç bildirgesinde, tıbbi yanlış uygulama ile tıbbi bakım ve tedavi sırasında görülen hekimin hatasından kaynaklanmayan durumların birbirinden ayrılması gerektiği vurgulanarak; “a) Tıbbi yanlış uygulama; doktorun tedavisi sırasında standart uygulamayı yapmaması, beceri eksikliği veya hastaya tedavi vermemesi ile oluşan zarar, b) Tıbbi uygulama sırasında öngörülemeyen bilgi ya da beceri noksanlığı sonucu oluşan ise; istenmeyen sonuçtur ve bunda hekimin sorumluluğu yoktur” şeklinde; Sağlık Bakanlığı tarafından hazırlanan ancak kanunlaşmamış bulunan “Tıbbi Hizmetlerin Kötü Uygulanmasından Doğan Sorumluluk Kanunu Tasarısı”nın 3. maddesinde ise; “Sağlık personelinin kasıt, kusur ve ihmali ile standart uygulamayı yapmaması, bilgi ve beceri eksikliği ile yanlış ya da eksik teşhiste bulunması ya da hastaya tedavi vermemesi ile oluşan ve zarar meydana getiren fiil ve durumlar” biçiminde tanımlanmıştır.
Tıbbi müdahaleler genel olarak “izin verilen risk” kapsamında gerçekleştirilen müdahalelerdir. İzin verilen risk, hukuken müsaade edilen tehlike oluşturma alanı olarak tarif edilmektedir. Kişiler zarar ya da tehlike doğuracak bütün davranışlarında cezalandırılma tehdidi altında bulunmamalıdır. Toplumsal gelişmeyi sağlamak veya daha kıymetli hukuki değerlere ulaşabilmek için bazı durumlarda kişilere yaptıkları işin niteliği gereği belirli oran ve ölçüde risk oluşturması için izin verilmelidir. Önemli olan belirlenen kurallara uygun şekilde gerçekleştirilen davranışların izin verilen risk alanı içinde yapılması ve neticenin de bu alan içinde gerçekleştirilmiş olmasıdır. Bu takdirde sorumluluk söz konusu olmayacaktır. Tıbbi müdahale çeşidi olarak ameliyat yapılması, maden ocağı işletilmesi, spor faaliyeti, patlayıcı madde üretimi, trafikte araç kullanılması, kurallara uygun olarak av yapılması ve endüstriyel tesis işletilmesi izin verilen risk alanlarına örnek olarak gösterilmektedir. Ancak konunun uzmanı olmayan doktorun teşhis veya tedaviyi üstlenmesi anlamında üstlenme kusuru ve gerek doktorun bireysel olarak gerekse çalıştığı kurum yönünden kurumsal olarak organizasyon kusurunun, izin verilen risk dışında kaldığını söylemek mümkündür.
Doktorun, tıbbi müdahale sırasında; standart uygulamayı yapmaması, bilgi, beceri veya deneyim eksikliği ile yanlış ya da eksik teşhis veya tedavide bulunması, gerektiği ölçüde ilgi ve itina göstermemesi veya hastaya gereken tedaviyi vermemesi neticesinde tehlike ve zarar oluşturan eylemleri tıbbi hata olarak kabul edilecektir. Tedavi sonrası bakım ve kontrol yükümlülüklerine aykırılıkların da bu bağlamda değerlendirilmesi gerektiği izahtan varestedir. Ön muayenin eksik yapılması, hastanın anamnezinin (geçmiş bilgisi) ya hiç ya da gerektiği gibi alınmaması veya gerekli tetkiklerin yapılmaması teşhis aşamasında; gereken tıbbi müdahalenin hiçbir şekilde yapılmaması, ameliyat sırasında hastanın vücudunda yabancı madde unutulması, yanlış tedavi yöntemi seçilmesi, yanlış ilaç verilmesi, hastanın veya müdahale edilecek uzvun karıştırılması, müdahalenin ölçüsüz bir şekilde yapılması, hijyen kurallarına dikkat edilmemesi veya hatalı ameliyat tarzının benimsenmesi de uygulamada tedavi aşamasında görülen tıbbi hata örneklerindendir. (Hakan Hakeri, Tıp Hukuku, Seçkin Yayınevi, 5. Bası, Ankara 2012, s.528-595; Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu(yayınlanmamış doktora tezi) Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir, 2012, s.237 vd)
Bu noktada komplikasyon kavramının da izah edilmesi gerekmektedir. Türk Dil Kurumunun Bilim ve Sanat Terimleri Sözlüğünde; “Bir hastalığın devamı sırasında oluşan başka patolojik olaylar veya hastalıklar, ardıl sorun, karmaşıklık” şeklinde tanımlanan komplikasyon, doktorun müdahale sırasında bilgi, beceri ve deneyim eksikliği olmaksızın standart uygulamayı, doğru teşhis ve tedaviyi özenli bir şekilde gerçekleştirmesine rağmen öngörülemeyecek ve engellenemeyecek şekilde ortaya çıkan, hekimliğin kötü uygulanmasından kaynaklanmayan zarar doğurucu durumları ifade etmektedir. Tıbbın kural ve gereklerine uygun davranıldığı halde hastanın veya doktorun elinde olmadan gelişen öngörülememiş ve engellenememiş zarar veya sonuç söz konusu ise komplikasyondan bahsedilir. Kusursuz sorumluluğun kabul edilmediği ceza hukuku sistemimizde failin bu durumdan sorumlu tutulabilmesi mümkün değildir.
Uyuşmazlığın sağlıklı bir hukuki çözüme kavuşturulabilmesi bakımından, taksir ve unsurları üzerinde de durulması gerekmektedir.
Kural olarak suç, ancak kastla işlenebilecekken, kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebileceği kabul edilmiştir. Failin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı TCK’nun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde tanımlanmıştır.
Toplumsal yaşamda belli faaliyetlerde bulunan kimselerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alması ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar toplum olarak yaşama zorunluluğundan doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir, fail tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için cezalandırılır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.02.2014 gün ve 10-80, 25.03.2008 gün ve 43-62; 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204; 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararları başta olmak üzere birçok kararında vurgulandığı üzere, öğretide ve uygulamada taksirin unsurları;
1- Suçun taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradi olması,
3- Neticenin iradi olmaması,
4- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5- Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,
Şeklinde kabul edilmektedir.
Uyuşmazlığa konu olayda, diğer şartların gerçekleştiği konusunda bir tereddüt bulunmaması nedeniyle, 4. bentte yer alan hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması ve 5. bentte bulunan neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması şartlarının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.
Taksirle gerçekleştirilen bazı eylemlerin suç olarak tanımlanıp cezaî yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içinde daha dikkatli davranmalarının temin edilmesi amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübesinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen görevini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezaî sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden sözedilemek için de failin hareketi ile meydana gelen netice arasında nedensellik bağının bulunması ve neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması aranmıştır.
Somut olayın özelliklerine göre öncelikle genel anlamda, sonrasında ise taksirli suçlar açısından nedensellik bağı üzerinde durulmalıdır.
“Neden” kavramı, Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde; “Bir olayı ve durumu gerektiren, doğuran başka olay veya durum, sebep” şeklinde, “neden olmak” ise, “bir şeyin olmasına veya ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak” biçiminde tanımlanmaktadır. Buradan hareketle “nedensellik” kavramı, neden sonuç ilişkisi ya da sonuç ile bu sonuca neden olan olgu veya durum arasındaki bağlantı olarak açıklanabilir.
Nedensellik bağı, 5237 sayılı TCK’nun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde, “kanunda tanımlanmış bir haksızlık” olarak öngörülen suçtan failin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan, maddi, manevi ve hukuka aykırılık unsurlarından maddi unsur içerisinde yer almaktadır.
Neticeli tüm suçlar bakımından araştırılması gerekli olan “nedensellik bağı”, ceza hukukunda, bu kavramın mahiyeti gereği, suçun kanuni tanımında neticeye yer verilmiş olması halinde failin fiili ile netice arasında sebep-sonuç ilişkisini kuran bir bağ anlamına gelmektedir. Failin yapmak veya yapmamak şeklindeki eylemi sonucunda dış dünyada bir zarar veya tehlikenin meydana gelmiş olması halinde nedensellik söz konusu olacaktır. Doğaldır ki yapılan her hareket dış dünyada bir veya birden fazla neticeye sebebiyet verebilir, ancak dış dünyada vuku bulan her netice değil suçun kanuni tanımında belirtilmiş olan netice nazara alınacaktır. Nedensellik bağı ile ilgili olarak Türk Ceza Kanununda genel bir hükme yer verilmemekle birlikte, bazı suç tiplerinin temel şeklinde yahut nitelikli veya neticesi sebebiyle ağırlaşmış hallerinde; “neden olmak” (5237 sayılı TCK’nun 83/3, 85, 86, 87, 89. maddeleri vb.), “sebebiyet vermek” (TCK’nun 162, 173 maddeleri) veya “sonucunda” (TCK’nun 87/4, 90/5, 91/8, 95/4. maddeleri vb.) gibi ibarelere yer verilerek nedensellik bağı vurgulanmıştır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s.121; Berrin Akbulut, Türk Ceza Kanunu ile Kabahatler Kanununun Genel Hükümlerinin Yaptırım Hükümleri Dışında Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Adalet Yayınevi, Ankara 2010, s.235 vd.)
Nedensellik bağına ilişkin 5237 sayılı TCK’nda genel bir hüküm bulunmamakta olup konu öğreti ve uygulamaya bırakılmıştır. Öğretide nedensellik bağı çeşitli teorilerle açıklanmaktadır. Öğretide hakim olan şart (şartların eşitliği ya da doğal nedensellik) teorisinde; netice bir çok şartın bir bütün oluşturarak meydana gelmesiyle oluştuğundan ve bunlardan birisinin bulunmaması neticenin gerçekleşmesini engelleyeceğinden, bu şartlardan birisini gerçekleştiren failin hareketi ile gerçekleşen netice arasında nedensellik bağı vardır. Uygun sebep (kuralcı nedensellik) teorisinde; bir hareket ile netice arasında nedensellik bağının bulunduğunun kabul edilebilmesi için, hareketin o neticeyi meydana getirmeye uygun bir hareket olması gerekmektedir. Objektif isnadiyet teorisinde ise; şart teorisi anlamında hareketinin verdiği netice, ancak hareketin suçun konusu üzerinde hukuken tasvip edilmeyen bir tehlike veya risk yaratması ve kendini tipik olan neticeye yansıtması halinde objektif olarak faile yükletilebilir.(Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s.123-131; Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Bası, s.256-268; M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Bası, s.250-258, 262-267; Berrin Akbulut, Tıp Ceza Hukukunda Nedensellik Bağı, Tıp Ceza Hukukunun Güncel Sorunları Konulu Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2008, s. 222-234) Bununla birlikte objektif isnadiyet teorisinin bir nedensellik teorisi olmayıp bir değerlendirme teorisi olduğu da öğretide belirtilmektedir.(Veli Özer Özbek, TCK İzmir Şerhi, Yeni Türk Ceza Kanunun Anlamı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2006, 3. bası, s.321)
Uyuşmazlığa konu somut olayın özellikleri itibariyle objektif isnadiyet kavramına ayrıca yer verilmesi gerekmektedir. Günümüz modern ceza hukuku anlayışında nedensellik bağının belirlenmiş olması tek başına failin cezalandırılması için yeterli olmayıp ayrıca gerçekleşen neticenin failin eseri olup olmadığının diğer bir ifadeyle ortaya çıkan neticenin belirli bir kişiye objektif olarak isnadının mümkün olup olmadığının tespit edilmesi de gerekmektedir. Olayda öncelikle şart teorisine göre nedensellik bağı ortaya konulmalı, sonrasında gerçekleşen neticenin faile isnat edilip edilemeyeceği araştırılmalıdır. Objektif isnadiyet, neticenin belirli bir insanın eseri olarak görülüp görülemeyeceği anlamına gelmektedir. Eğer meydana gelen netice, üçüncü kişinin veya bir rastlantının eseri ise faile isnat edilemeyecektir. Bu nedenle netice, insanın hükmedebileceği alanın dışında kalıyorsa hukuken önemli olan bir tehlike ya da risk bulunmamaktadır. Hükmedilebilirlik, neticenin önemli oranda idare edilebilirliği anlamına gelmekte olup, fail hukuken önemli bir tehlike ya da risk oluştursa bile, olayın tamamen hayatın olağan akışının ve genel hayat tecrübelerinin dışında kalması nedeniyle beklenebilir değilse, netice faile yüknemeyecektir. Tıbbi müdahaleler örneğinde olduğu gibi bazı davranışlar “izin verilen risk” ya da “riziko” çerçevesinde yapılmaktadır. Hareketin izin verilen risk kapsamında gerçekleştirilmiş olması durumunda netice faile objektif olarak isnat edilemeyecektir. Keza gerçekleşen netice failin hareketiyle tesadüfen birleşen başka sebeplerden meydana gelmiş ise bu durumda da neticenin faile isnat edilmesinden bahsedilemeyecektir. Bunun gibi, sonradan gerçekleştirilen bir fiilin önceden gerçekleştirilmiş fiilin neticeye ulaşmasını engellemesi durumunda da önceki eylemi gerçekleştiren faile neticenin isnat edilmesi mümkün olmayacaktır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s.128-131; M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Bası, s.262-267; Berrin Akbulut, Türk Ceza Kanunu ile Kabahatler Kanununun Genel Hükümlerinin Yaptırım Hükümleri Dışında Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Adalaet Yayınevi, Ankara 2010, s. 237; Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu(Yayınlanmamış doktora tezi) Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir 2012, s.111-112)
Nedensellik bağı, öğretideki görüşlere göre hukuki bir kavram değil mantıki (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Bası, s.255) ya da doğal bir olgudur. (İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 10. Bası, s.171-173) Bu anlamda, dış dünyada gerçekleşen sonuç ile bu sonucu doğuran sebep arasındaki nedensellik bağı doğa bilimleri bağlamında değerlendirilmeli ve hayat tecrübelerimizle mantığımıza göre belirlenmelidir. Nedensellik bağının doğal olarak belirlenmesi icrai suçlar bakımından geçerlidir, zira ihmali suçlarda farklılık sözkonusudur.
Konumuza ilişkin olan ihmali suçlar açısından da nedensellik bağının üzerinde durulması, bundan önce de icrai ve ihmali suçların kısaca açıklanması gerekmektedir. Hukuk normları, yasaklayıcı ve emredici normlar olmak üzere, iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Sadece icrai bir hareketle ihlal edilebilecek olan ve belirli bir hareketin yapılmasının istenmediği yasaklayıcı normlarda, yasaklanan hareketin yapılması sonucunda bir hak ihlali gerçekleşmektedir. Örneğin; TCK’nun 81. maddesinde yer alan öldürmeyi yasaklayan norm bir kimsenin öldürülmesiyle ihlal edilmiş olacaktır. Emredici normlarda ise, belirli bir hareketin yapılması yasaklanmamakta, aksine belirli bir hareketin yapılması emredilmektedir. Bu emredici kurala uyulmaması başka bir anlatımla yapılması emredilen hareketin yerine getirilmemesi sonucunda haksızlık meydana gelmekte yani kanunda tanımlanan suç ihmali hareketle işlenmektedir. Örneğin; TCK’nun 98. maddesinde düzenlenen, kendini idare edemeyecek durumda olan kimseye hal ve şartların elverdiği ölçüde yardım etmemek ya da durumu derhal ilgili makamlara bildirmemek şeklindeki suç, emredici normun istediği şekilde davranılmamış olması nedeniyle yani ihmali hareketle oluşmaktadır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 7. bası, s.362-363)
Emredici norma aykırı davranılmasıyla işlenen ihmali suçlar öğretide gerçek ihmali suçlar ve gerçek olmayan veya görünüşte (ya da garantörsel) ihmali suçlar olarak iki kategoride değerlendirilmektedir. Gerçek ihmali suçlar; kişinin kanunda tanımlanan icrai davranışı kasten yapmamasıyla oluşmakta olup suçun gerçekleşmesi için ayrıca neticenin de gerçekleşmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. TCK’nun 98. maddesindeki; “yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi”, 175. maddesindeki; “akıl hastası üzerindeki bakım ve gözetim yükümlülüğünün ihlali”, 176. maddedeki; “inşaat veya yıkım faaliyeti sırasında, insan hayatı veya beden bütünlüğü açısından gerekli olan tedbirlerin alınmaması”, 177. maddesindeki; “gözetimi altında bulunan hayvanın kontrol altına alınmasında ihmal gösterilmesi”, 178. maddesindeki; “herkesin gelip geçtiği yerlerde yapılmakta olan işlerden veya bırakılan eşyadan doğan tehlikeyi önlemek için gerekli işaret veya engellerin konulmaması”, 257/2. maddesindeki; “görevinin gereklerinin yapılmasında ihmal veya gecikme gösterilmesi”, 278. maddesindeki; “işlenmekte olan bir suçun yetkili makamlara bildirmemesi”, 279. maddedeki; “kamu adına soruşturma ve kovuşturmayı gerektiren bir suçun işlendiğini göreviyle bağlantılı olarak öğrenip de yetkili makamlara bildirimde bulunulmasının ihmal edilmesi veya bu hususta gecikme gösterilmesi”, 280. maddesindeki; “sağlık mesleği mensubunun görevini yaptığı sırada bir suçun işlendiği yönünde bir belirti ile karşılaşmasına rağmen, durumu yetkili makamlara bildirmemesi veya bu hususta gecikme göstermesi”, 284. maddesindeki; “hakkında tutuklama kararı verilmiş olan veya hükümlü bir kişinin bulunduğu yerin bildiği halde yetkili makamlara bildirilmemesi” gerçek ihmali suçlardandır. Gerçek olmayan veya görünüşte (ya da garantörsel) ihmali suçlar ise, neticenin önlenmesi bakımından hukuki yükümlülük altında bulunan fail tarafından kanunda tanımlanan neticenin meydana gelmesinin engellenmemesi şeklinde işlenen suçlardır. Bu nedenle kanunda düzenlenen ve kural olarak icrai bir hareketle işlenen suçun ihmali bir hareketle de işlenmesine gerçek olmayan ya da görünüşte ihmali suç denilmektedir. Öğretide neticenin meydana gelmesinin engellenmesi yükümlülüğü “garanti yükümlülüğü” ya da “garantörlük” olarak da adlandırılmaktadır. Kişinin yerine getirmekle yükümlü olduğu, başka bir anlatımla garanti yükümlülüğü altında bulunan davranışı gerçekleştirmemesi nedeniyle meydana gelen neticeden sorumlu tutulabilmesi için söz konusu yükümlülük ihmalinin icrai davranışa eşdeğer olması zorunludur. TCK’nun 83. maddesinde düzenlenen; “kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi” ile 88. maddesinde düzenlenen; “kasten yaralamanın ihmali davranışla işlenmesi” gerçek olmayan veya görünüşte ihmali suçlardandır. (Kayıhan İçel, Füsun Sokullu-Akıncı, İzzet Özgenç, Adem Sözüer, Fatih Selami Mahmutoğlu, Yener Ünver, Suç Teorisi (2), İstanbul, 2004, 3.baskı, s. 62; İzzet Özgenç, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 10. bası, s.216-227; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 7.bası, s.362-386; Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara, 2013, 16.bası, s.149-159; M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Ankara 2014, 8.bası, s..233-242)
Gerçek ihmali suçlar hareketin yapılmasıyla gerçekleşen ve kanuni tanımlarında netice aranmayan suçlar olduğundan bu suçlarda nedensellik bağının araştırılmasına gerek yoktur. Görünüşte ihmali suçlarda ise, hareketsizlik doğal anlamda neticeye sebep olmadığından, ortaya çıkan netice ile belirli bir icrai davranışta bulunma yükümlülüğü altında bulunan kişinin hareketsizliği şeklindeki fiil arasında doğal anlamda değil normatif anlamda nedensellik aranmaktadır. İhmal edilen hareket yapılmış olsaydı netice engellenecekti denilebiliyorsa nedenselliğin söz konusu olduğu kabul edileceğinden gerçekleşen netice ile ihmal edilen hareket kanuna uygun bir nedensellik bağı içinde bulunmalıdır.
Nedensellik bağının tespiti, tabiatıyla genellikle neticeli suçlar şeklinde düzenlenmiş bulunan taksirli suçlar bakımından da gereklidir. Taksirle işlenen suçtan kaynaklanan netice failin hareketi olmasaydı gerçekleşmeyecek denilebiliyorsa bu durumda nedensellik bağının varlığı kabul edilir. Örneğin ölüm neticesi failin taksirli hareketine bağlı olarak gerçekleşmiş ise diğer bir deyişle failin taksirli hareketi olmasaydı ölümün gerçekleşmeyeceği sonucuna varılıyorsa başka bir ifadeyle ölüm failin eseriyse bu takdirde failin fiili ile netice arasında nedensellik bağının var olduğu kabul edilecektir. Taksirli suçlarda aranacak olan objektif isnat edilebilirlik, dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesi sonucunda neticeye neden olunmasıdır. Fail gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmiş olsaydı netice gerçekleşmeyecekti denebilirse bu takdirde netice faile isnat edilebilecektir. Taksirli suçlarda netice sadece failin eyleminden kaynaklanmış ise nedensellik bağının belirlenmesi kolay ise de, mağdurun veya üçüncü kişilerin neticeye katkıda bulunduğu durumlarda bu bağın belirlenmesinde çeşitli zorluklar olacağı muhakkaktır.
Bu hususa ilişkin olarak öğretide; “Dış dünyada meydana gelen değişikliğin (neticenin) bir kimseye yüklenebilmesi ve dolayısıyla onun sorumlu olabilmesi, söz konusu neticenin o kimsenin hareketinden meydana gelmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle hareket ile netice arasında bir nedensellik bağı, bir sebep-sonuç ilişkisi bulunmalıdır. Nedensellik bağlantısı yoksa neticenin faile yüklenebilmesi mümkün değildir. Tipiklikte hareketten ayrı neticenin arandığı suçlarda neticenin gerçekleştiğinin tespiti yeterli olmayıp ona sebebiyet veren fiilin de tespiti gerekir. Tipe uygun hukuka aykırı fiilin icrasının, failin gerçekleştirilmesi için yeterli olduğu sırf hareket suçlarında nedensellik bağının araştırılması gerekmez. Ceza hukuku sadece suç tipinde yer alan neticeyi göz önüne alır” (M.Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A.Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara 2014, sayfa 249) şeklinde açıklamalara yer verilmiştir.
Nedensellik bağı hakimlik mesleğinin gerektirdiği genel bilgi ile çözümlenebiliyorsa bu bağlantı hakim tarafından ortaya konulmalı, uzmanlık veya teknik ya da özel bilgi gerektiren bir hususta ise bu bağ bilirkişiden görüş alınarak tespit edilmelidir. İfade etmek gerekir ki, tıbbi müdahalelerden dolayı ortaya çıkan hukuka aykırı sonuçlarla faillerin eylemleri arasındaki nedensellik bağı bilirkişi marifetiyle tespit edilebilecek niteliktedir. (Berrin Akbulut, Tıp Ceza Hukukunda Nedensellik Bağı, Tıp Ceza Hukukunun Güncel Sorunları Konulu Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2008, s.217)
Nedensellik bağına ilişkin açıklamaların tamamlanmasından sonra taksirin unsurlarının incelenmesine dönülecek olunursa; taksirin unsurlarından birisi de neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olmasıdır. 5237 sayılı TCK’nun 22. maddesinin gerekçesinde; “Taksirli suçların belirgin özelliği, icrai veya ihmali şekilde olabilen iradi hareketin varlığı ve kanunî tanımda yer alan unsurlardan birinin öngörülmemiş olmasıdır. Fakat bu öngörmemenin, ‘gerekli dikkat ve özen’ yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla ortaya çıkması gerekir. Çünkü, gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için kanunda tanımlanmış olan neticenin gerçekleşeceği öngörülmemiştir.
Bu dikkat ve özen yükümlülüğünün belirlenmesinde, failin kişisel yetenekleri göz önünde bulundurulmaksızın, objektif esastan hareket edilir…
Taksirli suçlarda fail, kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak varolan dikkat, özen yükümlülüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek durumda olmalıdır” açıklamalarına yer verilmiştir.
Taksirli suçun kanuni tanımında yer alan unsurların özellikle neticenin fail tarafından öngörülmeyerek davranışın gerçekleştirilmesi durumunda taksirden bahsedilebilecektir. Fail özenli davranış kurallarına aykırı davranıp gerekli dikkat ve özeni göstermediğinden kanuni tipikliğin gerçekleşeceğini öngörememektedir.
Neticenin öngörülebilir olması, failin yaptığı davranışın bir neticeye sebebiyet verebileceğinin veya bir neticeyi meydana getirme ihtimali bulunduğunun bilinebilme imkanıdır. Gerçekleştirilen bir fiil nedeniyle neticenin meydana gelebilme imkân ve ihtimali varsa öngörülebilirliğin bulunduğu kabul edilecektir. Neticenin öngörülebilir olması, taksirin hem unsurunu hem de sınırını oluşturmaktadır. Başka bir ifadeyle taksiri, kaza ve tesadüften öngörülebilirlik ayırmaktadır. Hiç kimse tarafından öngörülemeyecek bir neticenin söz konusu olduğu durumlarda dikkat ve özen yükümlülüğünden dolayısıyla taksirden bahsedilebilmesi mümkün değildir. Neticenin öngörülebilir olması ile failin neticeyi öngörebilir yetenekte bulunması arasında fark vardır. Neticenin öngörülebilmesi, failin niteliklerine, yeteneklerine, eğitim durumuna veya uzmanlık alanına göre değil objektif olarak ve failden bağımsız şekilde ortalama seviyedeki bir insanın öngörme yeteneğine göre tespit edilmelidir. Eğer objektif olarak neticenin öngörülebilmesi, ortalama bir insanın öngörebilirliği dışında ise bu takdirde neticenin öngörülebilirliğinden bahsedilemeyecektir. Örneğin; tıbbi bir eylem nedeniyle taksirli davranışının bulunup bulunmadığı araştırılan bir doktor bakımından örgörülebilirlik, ortalama bir doktorun eğitimine ve yeteneğine göre objektif olarak belirlenmelidir. Burada öngörülebilecek netice, failin iradi hareketinin sebep olabileceği netice veya neticelerden başkası değildir. Failin öngörebilme yeteneği ise, failin yaşı, zekası, eğitimi, yetenekleri ve uzmanlık alanına göre subjektif olarak belirlenebilecek farklı bir husustur. (Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir 2012, s.287-288) Failin neticeyi öngörmesi veya öngörememesi taksir ile bilinçli taksir arasındaki ayrımı oluşturmaktadır.
Nitekim bu husus öğretide de; “Öngörülebilirlik, hukuk normları veya genel tecrübe tarafından emredilen özene uyulduğunda tipikliğini gerçekleşmesinin somut olarak müşahede edilebileceğini ve dolayısıyla bundan kaçınılabileceğini ifade etmektedir. Gerekli dikkat ve özen gösterilmediği için kanuni tanıma uygun fiilin gerçekleşeceği öngörülmemiştir. Neticenin öngörülebilirliği, kişilere yüklenen dikkat ve özen yükümlülüğünün tabii bir sonucu olmaktadır. Öngörülebilirlik objektif olarak belirlenmelidir. Zira bir kimse yalnızca öngörülebilir neticeler bakımından sorumlu olabilecektir. Bu nedenle hakim görüş taksirli neticeli suçların haksızlığı bakımından, failin içinde bulunduğu toplum çevresine ait ortalama yetenekteki bir kişinin neticeyi öngörüp öngörmeyeceğini aramaktadır. Şayet netice ortalama bir insanın objektif öngörülebilirliğinin dışında bulunuyorsa, taksirli suçun tipiklik unsuru gerçekleşmiş olmaz.” (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuk Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 7. Baskı, Eylül 2014, sayfa 201) şeklinde ifade edilmiştir.
Uyuşmazlık konusunun çözümüne ilişkin olarak görevi ihmal suçunun da üzerinde durulmalıdır. 5237 sayılı TCK’nun “Görevi kötüye kullanma” başlıklı 257. maddesi;
“(1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız birmenfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” şeklindedir.
Maddenin 2. fıkrasında düzenlenen ihmali davranışlarla görevi kötüye kullanma suçu, suç tarihi itibarıyla; “Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir kazanç sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” şeklinde düzenlenmiş iken, maddede 08.12.2010 gün ve 6086 sayılı Kanun ile değişiklik yapılarak “kazanç” ibaresi “menfaat”, “altı aydan iki yıla kadar” ibaresi “üç aydan bir yıla kadar” biçiminde değiştirilerek yukarıda yer verildiği şekilde yürürlükteki halini almıştır. Böylece bir yandan yaptırım miktarı yönünden lehe bir düzenleme getirilirken, diğer yandan suçun oluşumu açısından “kazanç” kavramı yerine daha geniş bir kavrama yani “menfaat” ibaresine yer verilmiştir.
Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlüğüne göre ihmal; “yapmama, savsama” anlamına gelmektedir. Gecikme ise; işin, yapılması gereken zaman geçtikten sonra yapılmasıdır. Bu suç bakımından ihmal ve gecikme, kamu görevlisinin, kanunun veya sair mevzuatın ya da amirinin hukuka uygun olarak yapmasını zorunlu kıldığı eylemleri bilerek ve isteyerek yapmaması veya geciktirmesi olarak anlaşılmalıdır.
Madde metninden de anlaşılacağı üzere, kamu görevlisinin, yapmakla görevli olduğu işi yapmaması veya kanuna göre yapılması gereken biçimde yerine getirmemesi ya da geciktirmesi suç sayılmıştır. Madde gerekçesinde belirtildiği gibi, öncelikle kamu görevlisinin hukuken yerine getirmek zorunda bulunduğu bir görevi bulunması gerekir. Kamu görevlisinin görevi kapsamında olmayan bir işi yapmamasından veya geciktirmesinden dolayı bu suçtan sorumlu tutulması mümkün değildir. Görevinin gerekleri kavramı, kamu görevlisinin yetki ve sorumluluğu kapsamına giren, hukuk düzeninin kamu görevlisinden yerine getirmesini istediği hususları ifade etmektedir. Bu suç kasten işlenebilen suçlardan olup, kamu görevlisinin görevini bilerek ve isteyerek ihmal etmesi veya geciktirmesi gerekir.
Bununla birlikte failin cezalandırılabilmesi için norma aykırı davranış yetmemekte; bu davranış nedeniyle, “kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olunması ya da kişilere haksız bir kazanç yada suç tarihinden sonra yapılan değişiklik sonrası haksız bir menfaat sağlanması” gerekmektedir. Nitekim bu husus madde gerekçesinde; “Kamu görevinin gereklerine aykırı olan her fiili cezai yaptırım altına almak, suç ve ceza siyasetinin esaslarıyla bağdaşmamaktadır. Bu nedenle, görevin gereklerine aykırı davranışın belli koşulları taşıması hâlinde, görevi kötüye kullanma suçunu oluşturabileceği kabul edilmiştir. Buna göre, kamu görevinin gereklerine aykırı davranışın, kişilerin mağduriyetiyle sonuçlanmış olması veya kamunun ekonomik bakımdan zararına neden olması ya da kişilere haksız bir kazanç sağlamış olması hâlinde, görevi kötüye kullanma suçu oluşabilecektir” şeklinde, 6086 sayılı Kanunla yapılan değişikliğin gerekçesinde de; “bu suçun oluşabilmesi için, objektif cezalandırılabilme şartı olarak, görevin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olunması ya da kişilere haksız menfaat sağlanması gerekmektedir” biçiminde vurgulanmış, öğretide ise; “TCK’nun 257. maddede yer alan görevin gereklerine aykırı davranışın cezalandırılabilmesi, kişinin mağduriyetine, kamunun zararına neden olmasına ya da kişilere haksız bir menfaat sağlanmasına bağlı tutulmuştur. Bu hususlara yol açmayan bir hareket, görevin gereklerine aykırı ve suç olsa da bu hüküm kapsamında yaptırıma bağlanamaz.” (Artuk-Gökçen-Yenidünya Ceza Hukuku Özel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 14. Bası, s. 998) şeklinde açıklanmıştır.
Norma aykırı davranışın maddede belirtilen sonuçları doğurup doğurmadığının saptanabilmesi için öncelikle “mağduriyet”, “kamunun zarara uğraması” ve “haksız menfaat” kavramlarının açıklanması ve somut olayda gerçekleşip gerçekleşmediklerinin belirlenmesi gerekmektedir.
Mağduriyet kavramı, sadece ekonomik bakımdan uğranılan zararla sınırlı olmayıp, bireysel hakların ihlali sonucunu doğuran her türlü davranışı ifade eder.
Kişilere haksız kazanç sağlanmasını da içine alan kişilere haksız menfaat sağlanması da, kişilere hukuka aykırı olarak maddi ya da manevi yarar sağlanmasıdır.
Kamunun zarara uğraması hususuna gelince; madde gerekçesinde “ekonomik bir zarar olduğu” vurgulanan anılan kavramla ilgili olarak yasal düzenleme içeren, 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununun 71. maddesinde ise; mevzuata aykırı karar, işlem, eylem veya ihmal sonucunda kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden olunması şeklinde tanımlanan kamu zararı, her somut olayda hakim tarafından, iş, mal veya hizmetin rayiç bedelinden daha yüksek bir fiyatla alınıp alınmadığı veya aynı şekilde yaptırılıp yaptırılmadığı, somut olayın kendine özgü özellikleri de dikkate alınarak belirlenmelidir. Bu belirleme; uğranılan kamu zararının miktarının kesin bir biçimde saptanması anlamında olmayıp, miktarı saptanamasa dahi, işin veya hizmetin niteliği nazara alınarak, rayiç bedelden daha yüksek bir bedelle alım veya yapımın gerçekleştirildiğinin anlaşılması halinde de kamu zararının varlığı kabul edilmelidir. Ancak bu belirleme yapılırken, norma aykırı her davranışın, kamuya duyulan güveni sarstığı, dolayısıyla, kamu zararına yol açtığı veya zarara uğrama ihtimalini ortaya çıkardığı şeklindeki bir ihtimalle de hareket edilmemelidir.
Öte yandan, Acil Sağlık Hizmetleri Yönetmeliğinin “Acil Servis Tarafından Yürütülecek İşlemler” başlıklı 24. maddesinin somut olaya ilişkin ikinci fıkrası; “Acil servis, hastanın sosyal güvencesi olup olmadığına, bağlı bulunduğu sosyal güvenlik kuruluşunun nevine ve hastanın diğer özelliklerine bakmaksızın, stabilizasyon sağlanıncaya kadar bütün tıbbi hizmetleri sunar” şeklinde düzenlenmiştir.
İstikrar veya dengeleştirme olarak da ifade edebileceğimiz stabilizasyon, hastanın maruz kaldığı ve acil servise gelmesine sebep olan tıbbi rahatsızlığının belli ölçüde giderilip vücut dengesinin yeniden sağlanması, rahatsızlığının ilerlemesinin durdurulması, vücut fonksiyonlarının sabitleştirilerek aynı kararda devam edecek hale getirilmesi, daha ileri müdahale gerektiren durumlarda o müdahale yapılıncaya kadar hastaya tıbbi destekte bulunularak hastanın dengede tutulması ve yeni komplikasyonlar doğmasına engel olunmaya çalışılması anlamlarına gelmektedir. Acil servis görevlilerinin, acil bir tıbbi vaka nedeniyle acil servise gelmiş bir hastaya, sosyal güvencesinin olup olmadığını ve diğer özelliklerini nazara almadan stabilizasyonu sağlanıncaya kadar bütün tıbbi hizmetleri sunmaları zorunludur.
Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;
Doktor olarak görev yapan sanıkların, taksirle yaralanma nedeniyle acil servise müracaat eden ölene yönelik yaptıkları muayene ve istedikleri tetkiklerle ölende çoklu pelvis kırığı, çoklu kot kırıkları ve kanlı idrar yaptığını tespit ettikten sonra acil cerrahi müdahaleyi gerektirir patoloji bulunmadığına karar vermiş olmalarının dosyadaki raporlara göre tıp kurallarına uygun olduğu, bununla birlikte genel beden travmasına ve çoklu kemik kırıklarına maruz kalmış öleni Acil Sağlık Hizmetleri Yönetmeliğinin 24/2. maddesi uyarınca stabilizasyonu sağlanıncaya kadar ve tıp çevrelerinde genel olarak kabul gördüğü şekilde 24 saat müşahade altında tutmaları gerekirken 6-7 saat içinde taburcu etmeleri nedeniyle olayda görevlerinin gereklerini yapmakta ihmal gösterdikleri, ancak bu davranışları ile meydana gelen ölüm neticesi arasında nedensellik bağının bulunmadığı, başka bir anlatımla sanıklarının ihmali davranışlarının ölüme neden olacak nitelikte bulunmadığı, zira ölümün genel beden travması nedeniyle öngörülemeyecek ve engellenemeyecek biçimde ortaya çıkan akciğer embolisi komplikasyonu nedeniyle gerçekleştiğinin bilirkişi raporlarıyla kesin olarak belirlendiği, bu nedenle sanıkların ölüm sonucundan sorumlu tutulamayacakları, bununla birlikte genel beden travmasına maruz kalmış öleni erken taburcu etmek suretiyle görevlerinin gereklerini yerine getirmekte ihmal gösterdikleri, bu ihmal nedeniyle ölenin ölüm anına kadar yaşadığı çeşitli sıkıntılara maruz kalmasına diğer bir deyişle mağduriyetine sebep oldukları anlaşıldığından, sanıkların eylemlerinin TCK’nun 257/2. maddesi kapsamında görevi ihmal suçunu oluşturduğu ve bu suçtan mahkûmiyetlerine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden beraatlerine karar verilmesinde isabet bulunmamaktadır.

Nitekim 765 sayılı TCK’nun yürürlükte bulunduğu dönemde Ceza Genel Kurulunun 11.02.1991 gün ve 311-17 sayılı kararında; “Sanıkların mağdurun göz röntgenini çekmeden onu ameliyata hazırlayıp ameliyat ettiklerine ve bu nedenle gözdeki çiviyi tespit edemeyerek ikinci kez ameliyat olmasına neden olduklarına göre gerekli mesleki özen ve titizliği göstermedikleri açıktır.
Her ne kadar aynı raporlar ve tutanakta, mağdurun gözündeki çivinin olay günü tespit edilip çıkartılması halinde dahi göz kaybının önlenemeyeceği belirtilmişse de, bu husus görevi ihmal suçunun oluşması yönünden önemli değildir. Esasen gözdeki çivinin geç çıkartılmasından dolayı göz kaybı meydana gelmiş olsaydı, başka bir söyleyişle sanıkların eylemleri ile sonuç arasında illiyet bağı bulunsaydı, o zaman görevi ihmal suçu değil TCK’nun 459/2. maddesinde öngörülen tedbirsizlik ve dikkatsizlikle yaralamaya neden olma suçu oluşurdu.
Bu nedenle gerekli mesleki özen ve titizliği göstermedikleri Adli Tıp Kurumu ve Yüksek Sağlık Kurulu raporlarıyla saptanan sanıkların görevi ihmal suçundan mahkumiyetlerine karar verilmesi gerekir” sonucuna ulaşılmıştır.
Bu itibarla, yerel mahkeme direnme hükmünün, sanıkların 5237 sayılı TCK’nun 257/2. maddesi uyarınca mahkumiyetlerine karar verilmesi gerektiği gözetilmeden beraatlerine karar verilmesi isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Başkanı ve altı Genel Kurul Üyesi; “Ölümün öngörülemeyen ve engellenemeyen akciğer embolisi nedeniyle gerçekleşmiş olmasına göre, sanıkların öleni 24 saat müşahade altına tutmaları halinde bile sonucun değişmeyeceği, bu itibarla sanıkların kasıtlı bir suç olan TCK’nun 257/2. maddesi kapsamında görevi kötüye kullanmak suçundan sorumlu tutulamayacakları anlaşıldığından sanıkların beraatlerine yönelik direnme hükmünün yerinde olduğu” görüşüyle karşıoy kullanmışlardır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Ankara 8. Asliye Ceza Mahkemesinin 11.11.2013 gün ve 357-519 sayılı direnme hükmünün, sanıkların TCK’nun 257/2. maddesi uyarınca görevi ihmal suçundan cezalandırılmalarına karar verilmesi gerektiği gözetilmeden beraatlerine karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,

2- Dosyanın, mahalline gönderilmesi amacıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.12.2014 tarihinde yapılan müzakerede her iki uyuşmazlık yönünden de oyçokluğuyla karar verildi.