Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2013/704 E. 2015/121 K. 21.04.2015 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2013/704
KARAR NO : 2015/121
KARAR TARİHİ : 21.04.2015

Taksirle ölüme ve yaralanmaya neden olma suçundan sanığın, TCK’nun 85/2, 62/1, 52/2 ve 53/6. maddeleri uyarınca 30.400 Lira adli para cezasıyla cezalandırılmasına ve sürücü belgesinin bir yıl süreyle geri alınmasına ilişkin, Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 01.11.2007 gün ve 68-323 sayılı hükmün sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 15.12.2011 gün ve 3893-8434 sayı ile;
“Sair temyiz itirazlarının reddine, ancak;
Ölenin vücudunda yumuşak doku travması oluştuğu gözetildiğinde, ölüm olayı ile kaza arasında tereddüde yer vermeyecek şekilde illiyet bağı bulunup bulunmadığı konusunda Adli Tıp Kurumu Genişletilmiş Kurulundan yeniden rapor alınarak sonucuna göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesi gerektiği halde eksik soruşturmayla hüküm kurulması” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesi ise 28.06.2012 gün ve 190-244 sayı ile;
“Adli Tıp Kurumu Birinci İhtisas Kurulunca düzenlenen raporda fiille ölüm arasında illiyet bağı bulunduğunun şüpheye yer vermeyecek şekilde izah edildiği” gerekçesiyle önceki hükmünde direnmiştir.
Bu hükmün de sanık müdafii tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 24.10.2013 gün ve 268443 sayılı “onama” istekli tebliğnamesiyle Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; sanığın kusurlu hareketiyle meydana gelip, bir kişinin ölümü ve dört kişinin yaralanması ile sonuçlanan trafik kazasıyla ölüm arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığına yönelik olarak, Adli Tıp Kurumu Genel Kurulundan rapor alınmasına gerek olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya kapsamından;
Olay tarihinde sanığın sevk ve idaresindeki aracıyla, sekiz metre genişliğinde, zemini kuru ve asfalt kaplama yolda, havanın açık olduğu, görüşe engel bulunmayan meskûn mahal dışında seyir halinde iken, geçiş üstünlüğüne ve ana yola çıkmadan önce durması gerektiğini gösteren işaret levhalarına riayet etmeden, dikkatsiz ve tedbirsiz bir biçimde, trafik ışıkları bulunmayan kavşağa girerek karşı istikametten gelen araçla çarpıştığı, meydana gelen kazada üçü basit tıbbi bir müdahale ile giderilebilecek, biri ise orta derecede kemik kırığı oluşturacak ve hayati tehlikeye neden olacak şekilde dört kişinin yaralandığı, ölenin bir gün hastanede tedavisinin ardından taburcu edildiği, kazadan iki gün sonra evde vefat ettiği, cesedi üzerinde herhangi bir ölü muayene veya otopsi işlemi yapılmadan gömüldüğü,
Ankara Numune Hastanesince düzenlenen raporda; araç içi trafik kazası neticesinde getirilen hastanın hayati tehlikesi bulunduğu, acil servise yatırıldığı, ortopedi muayenesinde; bilinci açık, oryante, koopere olduğu, pelvik ve vertebral hassasiyet bulunmadığı, sağ omuzda hassasiyet olduğu, çekilen grafide; sağ ipizda yumuşak doku travması saptandığı, diğer bütün eklemlerde rom doğal olduğu, motor ve duyusal defisit olmadığı, distal nabızların elle palpabl olduğu, acil ortopedik cerrahi patoloji düşünülmediği, omuz askısı ve reçete verildiği, beyin cerrahi muayenesinde; genel durumunun iyi, bilincin açık, koopere, oryante, pupiller izokorik olduğu, belirgin motor defisit bulunmadığı, acil nöroşirürjikal girişim düşünülmediği, göğüs cerrahisi ve solunum sistemi muayenelerinde; solda rai ve ronküs bulunduğu, kot fraktürü ve hemopnömotoraks bulunmadığı, acil göğüs cerrahi girişim endikasyonunun düşünülmediği, aynı hastane tarafından düzenlenen hasta çıkış raporunda ise; trafik kazası sonucu getirildiği, müşahede altına alındığı, ortopedi, beyin ve göğüs cerrahi konsültasyonları yapıldığı, dâhiliye muayenesinde; beş yıldır diyabet hastası olduğu ve ilaç kullandığı, solunum sesleri hafif kaba, sağda daha belirgin olmak üzere bilateral raileri bulunduğu, akciğer grafisinde; kardiyomegali bilateral sinüslerin kapalı, sağda infiltratif görünüm saptandığı, medikal tedavi önerildiği, kardiyoloji ve akciğer enfeksiyonları açısından intaniye konsültasyonu istendiği, takiplerinde sıkıntısı bulunmayan hastanın taburcu edildiği bilgilerine yer verildiği,
13.06.2006 tarihli defin izin kâğıdında; kardiak yetmezlik, pulmoner emboliye bağlı pulmoner arrest sonucu öldüğünün yazıldığı,
Cumhuriyet savcılığınca ölenin defnedilmesinden onyedi gün sonra, ölüm nedeninin tespit edilmesi amacıyla mezarının açıldığı, fethi kabir işlemi sırasında hazır bulunan doktor bilirkişinin; kesin ölüm nedeninin ancak otopsi neticesi belirlenebileceğini beyan ettiği,
Adli Tıp Kurumu Ankara Grup Başkanlığınca yapılan otopside kesin ölüm nedeninin tam olarak tespit edilemediği,
Adli Tıp Kurumu Birinci İhtisas Kurulunca düzenlenen raporda; ölenin araç içi trafik kazası sonucunda yaralanarak hastaneye kaldırıldığı, bir gün sonra taburcu edildiği, ertesi gün evinde vefat ettiği, yetkililere haber verilmeden defnedildiği, onyedi gün sonra fethi kabir ve otopsi yapıldığı, zamanında otopsi yapılıp iç organ değişimleri araştırılmamış olmakla birlikte tıbbi belgelere, fethi kabir sonrası gerçekleştirilen otopsiye göre kronik kalp-damar ve şeker hastalıklarının bulunduğu, ölümünün trafik kazası neticesi oluşan yumuşak doku travmasının mevcut hastalıklarını akut hale geçirmesinden gelişen solunum ve dolaşım durmasından ileri geldiği, maruz kaldığı trafik kazası sonucu meydana gelen travmatik değişimler ölümüne yol açacak nitelikte olmamakla birlikte kaza anına kadar aktif hayatını sürdüren şahsın kazada yaralanıp iki gün içinde hastalıklarının aktif hale geçirilmesinden ölmesi dikkate alındığında, kaza ile ölüm arasında illiyet bağı bulunduğunun ifade edildiği,
Trafik kazası tespit tutanağı ve bilirkişi raporuna göre; “sanığın trafik işaret levhaları ve kavşaklarda geçiş üstünlüğüne uyma” kurallarını ihlal etmesi nedeniyle tamamen kusurlu bulunduğu,
Anlaşılmaktadır.
Tanık S.. C..; şeker hastalıkları bulunan annesinin trafik kazası neticesi yaralandığını ve hastanede bir gün tedavi gördüğünü, ardından taburcu edildiğini, kazadan iki gün sonra evde vefat ettiğini, gelen ambulans doktoruna şeker hastası olduğunu anlattıklarını, doktorun da aynı hastalıktan öldüğünü söylediğini, bunun üzerine hastaneye ya da savcılığa bildirmeden gömdüklerini beyan etmiş,
Sanık M.. Ç..; olay günü sevk ve idaresindeki aracıyla seyir halinde olduğunu, kırk elli kilometre hızla kavşağa geldiğini, süratini azaltmadan, ancak kontrol ederek ana yola çıktığını ve karşı istikametten gelen bir araçla çarpıştıklarını, söz konusu aracı yola çıkarken görmediğini, aracın aniden geldiğini, kazada ihmali ya da kusuru bulunmadığını, suçlamaları kabul etmediğini savunmuştur.
Uyuşmazlık konusunda isabetli bir hukuki çözüme ulaşılması bakımından, öncelikle taksir ve unsurları üzerinde durulması gerekmektedir.
Kural olarak suç yalnızca kastla işlenebilir. Ancak kanunda açıkça gösterilen hallerde taksirle de işlenebileceği kabul edilmiştir. Failin cezalandırılabilmesi için kanunda açık bir düzenleme bulunmasının zorunlu olduğu istisnai bir kusurluluk şekli olan taksir, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla bir davranışın, suçun yasal tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesi” şeklinde açıklanmıştır.
Arapça “kusur” kökünden türetilmiş bulunan taksir; kısaltma, bir işi eksik yapma, bir şeyi yapabilirken çekinip yapmama, kusur etme, kabahat ve günah anlamlarına gelmektedir. (Kayıhan İçel, Ceza Hukukunda Taksirden Doğan Sübjektif Sorumluluk, Cezaevi Matbaası, İstanbul 1967, s. 22) Hukuki anlamda ise; neticenin fail tarafından öngörülebilir olduğu halde öngörülmemesi şeklinde ortaya çıkabileceği gibi, öngörüldüğü halde istenmemesi şeklinde de olabilir. (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 2. Baskı, c. 1, s. 590)
Öğreti ve yargısal kararlarda da; “failin suç tipindeki neticeye yönelik kast içerisinde olmadan, fakat zorunlu olduğu özeni gösterdiği takdirde neticenin meydana gelmesi mümkün bulunmayan hallerde, tespit edilmiş suç tipini hukuka aykırı olarak ihlal etmesi; bir kimsenin dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırı davranmak suretiyle, istemediği ve fakat öngörülebilir bir neticeyi gerçekleştirmesi” şeklinde tanımlanmıştır. (Ayhan Önder, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, İstanbul 1992, c. 2, s. 336; Turan Tufan Yüce, Türk Ceza Hukuku Temel Kavramları, Turhan Kitapevi, Ankara 1984, s. 59; Faruk Erem, Türk Ceza Kanunu Şerhi, Seçkin Yayınevi, Ankara 1993, c. 1, s. 508; Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 7. Baskı, s. 172; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 318; Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, İstanbul 2015, 4. Baskı, s. 254; Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 17. Baskı, s. 232)
Suçun manevi unsurlarından olan kast gibi taksirde de birlikte yaşamanın getirdiği kurallara uyulmaması söz konusudur. Toplumsal hayatta belli faaliyetlerde bulunan kişilerin başkalarına zarar vermemek için bir takım önlemler alma ve bazı davranış kurallarına uyma zorunlulukları bulunmaktadır. Bu kurallar birlikte yaşama mecburiyetinden doğabileceği gibi, Devletin müdahalesiyle de ortaya çıkabilmektedir. Taksirli suç, bu kuralların ihlal edilmesi sonucu belirir. Taksirli suçta fail; dikkatli, tedbirli ve öngörülü davranmamış olduğu için ceza yaptırımı ile karşılaşır. Bu bakımdan sorumluluğun nedeni, öngörebilme imkân ve ödevinin varlığına rağmen, sonuca iradi bir hareketle neden olmaktan kaynaklanmaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.11.2014 gün ve 179-499; 18.02.2014 gün ve 10- 80; 25.03.2008 gün ve 43-62; 01.02.2005 gün ve 213-3; 23.03.2004 gün ve 12-68; 09.10.2001 gün ve 181-204 ile 21.10.1997 gün ve 99-202 sayılı kararlarında açıkça vurgulandığı ve öğreti ile uygulamada da kabul edildiği üzere taksirin unsurları;
1- Taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradiliği,
3- Neticenin iradi olmaması,
4- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5- Sonucun öngörülebilir olmasına rağmen öngörülmemiş olması,
Şeklinde kabul edilmektedir.
Taksirli hareket ile meydana gelen netice arasında illiyet bağı bulunmaması halinde fail bu sonuçtan sorumlu tutulamayacaktır Neticenin gerçekleşmesinde, mağdur veya başka bir kişinin taksirli davranışının da etkili olması durumunda, diğer taksirli davranış nedensellik bağını kesmediği sürece bu durum failin sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı gibi, taksirin vasfını da değiştirmeyecektir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda taksirle işlenebilen suçlarda kusurun derecelendirilmesi suretiyle herhangi bir ceza indirimi söz konusu olmadığından, bu hal ancak temel cezanın belirlenmesinde dikkate alınabilecektir.
Uyuşmazlığa konu somut olayda diğer şartların gerçekleştiği konusunda herhangi bir tereddüt olmaması nedeniyle, taksirin unsurları arasında gösterilen “hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması” şartının gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde durulmalıdır.
Taksirle gerçekleştirilen bazı fiillerin kanunda suç olarak tanımlanıp cezaî yaptırıma bağlanmasıyla, insanların gittikçe yoğunlaşan ve karmaşık hale gelen toplum hayatı içerisinde daha dikkatli davranmalarının temini amaçlanmaktadır. Kanun ve ortak hayat tecrübelerinin sonucu olarak kendisine toplum tarafından yüklenen dikkat ve özen mükellefiyetini ihlal eden ve bu hareketiyle öngörülebilir zararlı bir neticeye sebep olan kişinin taksirle işlenen suçlara ilişkin cezaî sorumluluğu benimsenmiş, fakat taksirden sözedilebilmesi için failin hareketi ile meydana gelen zararlı netice arasında illiyet bağının varlığı aranmıştır. Diğer bir ifade ile tüm suçlarda olduğu gibi, taksirli suçlarda da fiil ile netice arasında nedensellik bağının bulunması cezalandırmanın şartını teşkil edecektir.
Uyuşmazlığa konu olayın özellikleri nazara alınarak; önce genel anlamda, sonrasında ise taksirli suçlar açısından nedensellik bağı üzerinde durulmalıdır.
“Neden” Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğünde; “bir olayı ya da durumu gerektiren, doğuran başka olay veya durum, sebep” biçiminde, “neden olmak” ise; “bir şeyin olmasına ya da ortaya çıkmasına yol açmak, sebep olmak” şeklinde tanımlanmaktadır. Buradan hareketle “nedensellik” kavramı; “neden-sonuç ilişkisi ya da sonuç ile bu sonuca neden olan olgu veya durum arasındaki bağlantı” olarak açıklanabilir.
Türk Ceza Kanununun hazırlanmasında esas alınan suç teorisinde nedensellik bağı, “kanunda tanımlanmış bir haksızlık” olarak öngörülen suçtan failin sorumlu tutulabilmesi için gerekli olan “maddi, manevi ve hukuka aykırılık” unsurlarından “maddi unsur” içerisinde yer almaktadır.
Neticeli bütün suçlar bakımından araştırılması gerekli olan “nedensellik bağı” ceza hukukunda bu kavramın mahiyeti gereği, suçun yasal tanımında neticeye yer verilmiş olması halinde failin fiili ile netice arasında sebep-sonuç ilişkisini kuran bağ anlamına gelmektedir. Failin yapmak veya yapmamak şeklinde gerçekleştirdiği eylemi neticesinde dış dünyada zarar ya da tehlikenin meydana gelmiş olması halinde nedensellik söz konusu olacaktır. Doğaldır ki yapılan her hareket, dış dünyada bir veya birden fazla neticeye sebebiyet verebilir; ancak dış dünyada vuku bulan her sonuç değil, suçun kanuni tanımında belirtilmiş olan netice nazara alınacaktır. Türk Ceza Kanununda nedensellik bağı ile ilgili olarak genel bir düzenlemeye yer verilmemiş olup, konu öğreti ve uygulamaya bırakılmıştır. Öğretide nedensellik bağı çeşitli teorilerle açıklanmaktadır. Şartların eşitliği ya da doğal nedensellik teorisinde; netice birçok şartın bir bütün oluşturarak meydana gelmesiyle oluştuğundan ve bunlardan birinin olmaması neticenin gerçekleşmesini engelleyeceğinden, bu şartlardan birini gerçekleştiren failin eylemi ile gerçekleşen netice arasında nedensellik bağı vardır. Uygun sebep ya da kuralcı nedensellik teorisinde; hareket ile netice arasında nedensellik bağı bulunduğunun kabul edilebilmesi için, hareketin o neticeyi meydana getirmeye uygun olması gerekir. Objektif isnadiyet teorisinde ise; şart teorisi anlamında hareketinin verdiği netice, ancak hareketin suçun konusu üzerinde hukuken tasvip edilmeyen bir tehlike veya risk yaratması ve kendini tipik neticeye yansıtması halinde objektif olarak faile yükletilebilir. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Bası, s. 123-131; Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Baskı, s. 256-268; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 250-258, 262-267; Berrin Akbulut, Tıp Ceza Hukukunda Nedensellik Bağı, Tıp Ceza Hukukunun Güncel Sorunları Türk-Alman Tıp Hukuku Sempozyumu, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2008, s. 222-234) Bununla birlikte öğretide, objektif isnadiyet teorisinin nedensellik teorisi olmayıp, bir değerlendirme teorisi olduğu da ileri sürülmektedir. (Veli Özer Özbek, Türk Ceza Kanunu İzmir Şerhi, Yeni Türk Ceza Kanunun Anlamı, Seçkin Yayınevi, Ankara 2006, 3. Baskı, s. 321)
Uyuşmazlığa konu somut olayın özellikleri itibariyle objektif isnadiyet kavramına ayrıca yer verilmesi gerekmektedir. Günümüz modern ceza hukuku anlayışında nedensellik bağının belirlenmiş olması tek başına failin cezalandırılması için yeterli bulunmayıp, ayrıca gerçekleşen neticenin failin eseri olup olmadığının, diğer bir ifadeyle ortaya çıkan neticenin belli bir kişiye objektif olarak isnadının mümkün olup olmadığının tespit edilmesi de gerekir. Olayda öncelikle şart teorisine göre nedensellik bağı ortaya konulmalı, ardından gerçekleşen neticenin faile isnat edilip edilemeyeceği araştırılmalıdır. Objektif isnadiyet, neticenin belirli bir kimsenin eseri olarak görülüp görülemeyeceği anlamına gelmektedir. Eğer meydana gelen netice, üçüncü kişinin veya bir rastlantının eseri ise faile isnat edilemeyecektir. Bu nedenle netice, insanın hükmedebileceği alanın dışında kalıyorsa hukuken önemli olan bir tehlike ya da risk bulunmamaktadır. Hükmedilebilirlik, neticenin önemli derecede idare edilebilirliği anlamına gelmekte olup, gerçekleştirilen fiil, hukuken önemli bir tehlike ya da risk oluştursa bile, olayın tamamen hayatın olağan akışının ve genel hayat tecrübelerinin dışarısında kalması nedeniyle beklenebilir değilse, netice faile yüklenemeyecektir. Keza gerçekleşen netice, failin hareketi ile tesadüfen birleşen başka sebeplerden meydana gelmişse, bu durumda da neticenin faile isnat edilmesinden söz edilemeyecektir. Bunun gibi sonradan işlenen fiilin daha önceden gerçekleştirilmiş fiilin neticeye ulaşmasını engellemesi halinde de önceki fiili gerçekleştiren faile neticenin isnat edilmesi mümkün bulunmayacaktır. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 7. Baskı, s. 128-131; Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Adalet Yayınevi, Ankara 2014, 8. Baskı, s. 262-267; Berrin Akbulut, Türk Ceza Kanunu İle Kabahatler Kanununun Genel Hükümlerinin Yaptırım Hükümleri Dışında Karşılaştırmalı Olarak İncelenmesi, Adalaet Yayınevi, Ankara 2010, s. 237; Nebahat Kayaer, Ceza Hukukunda Hekimin Tıbbi Müdahalesi Çerçevesinde İşlenen Taksirle Öldürme Suçu, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı, İzmir 2012, s. 111-112)
Nedensellik bağı, öğretideki görüşlere göre hukuki bir kavram değil mantıksal ya da doğal bir olgudur. (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Türk Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, İstanbul 2014, 8. Baskı, s. 255; İzzet Özgenç, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara 2014, 10. Baskı, s. 171-173) Bu anlamda, dış dünyada gerçekleşen netice ile bu neticeyi doğuran sebep arasındaki nedensellik bağı, doğa bilimleri bağlamında değerlendirilmeli ve hayat tecrübeleriyle mantığa göre belirlenmelidir. İlliyet bağının doğal olarak belirlenmesi yalnızca icrai suçlar bakımından geçerlidir, zira ihmali suçlarda farklılık sözkonusudur.
Nedensellik bağının tespiti, tabiatıyla genellikle neticeli suçlar şeklinde düzenlenmiş bulunan taksirli suçlar bakımından da gereklidir. Taksirle işlenen suçtan kaynaklanan netice failin hareketi olmasaydı gerçekleşmeyecek denilebiliyorsa bu durumda nedensellik bağının varlığı kabul edilir. Örneğin ölüm neticesi failin taksirli hareketine bağlı olarak gerçekleşmiş ise, diğer bir deyişle failin taksirli hareketi olmasaydı ölümün gerçekleşmeyeceği sonucuna varılıyorsa, başka bir ifadeyle ölüm failin eseriyse bu takdirde failin eylemi ile netice arasında bir nedensellik bağının var olduğu kabul edilecektir. Taksirli suçlarda aranacak olan objektif isnat edilebilirlik, dikkat ve özen yükümlülüğünün yerine getirilmemesi sonucunda neticeye sebebiyet verilmesidir. “Fail gerekli dikkat ve özen yükümlülüğünü yerine getirmiş olsaydı netice gerçekleşmeyecekti” denebilir ise, bu takdirde netice faile isnat edilebilecektir. Taksirli suçlarda netice sadece failin eyleminden kaynaklanmış ise nedensellik bağının belirlenmesi kolaysa da, mağdurun veya üçüncü kişilerin neticeye katkıda bulunduğu durumlarda bu bağın belirlenmesinde çeşitli zorluklar olacağı muhakkaktır.
Öğretide; “Dış dünyada meydana gelen değişikliğin bir kimseye yüklenebilmesi ve dolayısıyla onun sorumlu olabilmesi, söz konusu neticenin o kimsenin hareketinden meydana gelmesine bağlıdır. Diğer bir deyişle hareketle netice arasında nedensellik bağı, sebep-sonuç ilişkisi olmalıdır. Nedensellik bağlantısı yoksa neticenin faile yüklenmesi mümkün değildir. Tipiklikte hareketten ayrı neticenin arandığı suçlarda neticenin gerçekleştiğinin tespiti yeterli olmayıp ona sebebiyet veren fiilin de tespiti gerekir. Tipe uygun hukuka aykırı fiilin icrasının, failin gerçekleştirilmesi için yeterli bulunduğu sırf hareket suçlarında nedensellik bağının araştırılması gerekmez. Ceza hukuku sadece suç tipinde yer alan neticeyi göz önüne alır” (Mehmet Emin Artuk-Ahmet Gökcen-A. Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara 2014, s. 249) şeklinde görüşlere yer verilmiştir.
Öte yandan, nedensellik bağı hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel bilgi ve tecrübe ile çözümlenebiliyorsa bu bağlantı hâkim tarafından ortaya konulmalı, uzmanlık veya teknik ve özel bilgi gerektiren bir hususta ise söz konusu bağ, bilirkişilerden görüş alınarak tespit edilmelidir.
TCK’nun 22. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları da;
“4) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir.
5) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir” şeklinde düzenlenmiştir.
Madde gerekçesinde de; “Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda herkes kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle sorumlu tutulur. Taksirli suçun kanuni tanımında belirlenen netice birden fazla kişinin karşılıklı olarak işledikleri taksirli fiiller sonucunda gerçekleşmiş olabilir. Örneğin bir trafik kazasında sürücü ile yaya veya her iki sürücü de taksirle hareket etmiş olabilir. Bu gibi durumlarda neticenin oluşumu açısından her kişinin taksirli fiili dolayısıyla kusurluluğu bir diğerinden bağımsız olarak belirlenmelidir. Aynı şekilde birden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir ameliyatın ölüm veya sakatlıkla sonuçlanması durumunda, ameliyata katılan kişiler müştereken hareket etmektedirler. Ancak tıbbın gereklerine aykırılık dolayısıyla ölüm veya sakatlıkla sonuçlanan bu ameliyatta işlenen taksirli suçun işlenişi açısından suça iştirak kuralları uygulanamaz. Kanunun suça iştirake ilişkin hükümleri, kasten işlenen suçlarda suçun işlenişine iştirak eden kişilerin sorumluluk statülerini belirlemektedir. Birden fazla kişinin katılımıyla yapılan ameliyat sırasında meydana gelen ölüm veya sakatlık neticeleri bakımından her bir kişinin sorumluluğu kendi kusuru göz önünde bulundurulmak suretiyle belirlenmelidir. Bu tespitte diğer kişilerin kusurlu olup olmadığı hususu dikkate alınamaz” açıklamalarına yer verilmiştir.
Zararlı neticenin, failin hareketlerinin mağdurun ya da üçüncü bir kişinin hareketi ile birleşmesi sonucu meydana geldiği durumlarda, failin taksirli sorumluluk şartlarının bulunup bulunmadığının belirlenmesi açısından, neticeye kimin sebebiyet verdiği, failin iradi hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının kesilip kesilmediğinin tespit edilmesi gerekmektedir. Mağdur ya da üçüncü kişinin hareketinin ya da bir başka nedenin neticenin tek sebebi olduğu veya zararlı neticenin yalnızca bu kişilerin kusurlu hareketlerinden kaynaklandığı durumlarda, failin hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağının ortadan kalktığı kabul edilmelidir. Buna karşılık failin kusurlu hareketine mağdur ya da üçüncü bir kişinin kusurlu hareketinin eklendiği ve neticenin çeşitli kusurlu hareketlerin birleşmesinden meydana geldiği hallerde, nedensellik bağı kesilmeyip, TCK’nun 40. maddesine göre taksirli suçlarda iştirak ilişkisi de mümkün olmadığından, anılan kanunun 22. maddesinin dört ve beşinci fıkralarına göre herkes kendi kusurundan dolayı ve kusuruna göre sorumlu olacaktır.
Öğretide; “Üçüncü bir kişinin veya mağdurun hareketinin failin taksirli hareketine eklenmesi durumunda nedensellik ilişkisinin ortadan kalkıp kalkmadığı araştırılmalıdır. Eklenen hareketler kusurlu değilse, neticenin failin taksirli hareketinden kaynaklandığı kabul edilir. Diğer hareketler kusurlu ise bunların taksirin varlığını tamamen veya kısmen kaldırıp kaldırmadığına bakılmalıdır.” (Nur Centel-Hamide Zafer-Özlem Çakmut, Ceza Hukukuna Giriş, Beta Yayınevi, 8. Baskı, İstanbul, 2014, s. 366); “Birden fazla kişinin birleşen fiilleri ile bir neticeye neden oldukları hallerde, bu faillerin hareketi ile netice arasındaki nedensellik ilişkisi özel önem taşır. Belirtelim ki bu hallerde her bir kişinin hareketi ile netice arasında nedensellik ilişkisinin bulunması ön koşuldur. Ekip halinde faaliyeti gösterenlerden birisine diğerlerini denetleme ve kişiler arasında koordinasyonu sağlama yükümlülüğü yüklenmiş ise kişi bu yükümlülüğe uygun davranmadığı için neticeye sebebiyet vermiş olabilir. Bu halde bu kişi neticeden sorumlu olur.” (Hamide Zafer, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Beta Yayınevi, 4. Baskı, İstanbul, 2015, s. 254); “Failin kusurlu hareketine mağdurun kusurlu hareketi de eklenmiş ve netice bu iki kusurlu hareketin birleşmesinden meydana gelmişse (ortak kusur) failin sorumluluğu ortadan kalmış olmaz. Nitekim bu ihtimalde taksirler arasında takas söz konusu olmayıp, fail kusuru oranında taksirli suçtan cezalandırılır.” (Mehmet Emin Artuk- Ahmet Gökçen-Ahmet Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 8. Baskı, Ankara, 2014, s. 341); “Birden çok kişinin davranışı birlikte neticeye sebebiyet vermiş ve tüm katılanlar özen yükümlülüğüne aykırı hareket etmişse netice objektif olarak isnad edilebilir, herkes kendi taksirli fiilinden dolayı kusuruna göre sorumlu olur. Bu gibi hallerde önceki taksirli hareket ile netice arasında illiyet bağı bulunmamasından veya kesilmesinden söz edilmesi doğru değildir.” (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, 7. Baskı, Ankara, 2014, s. 214); “Fail zaten taksirli hareket ediyor ve bir başkasının taksirli hareketi buna ekleniyorsa, failin hareketi ile netice arasındaki nedensellik bağı mevcut olmaya devam eder. Bu durumda mesele artık nedensellik bağı meselesi değil, failin ve üçüncü kişinin kusurunun tespiti meselesidir. Bir inşaatın yıkımı sırasında yoldan gelip geçenlere zarar verilmemesi hususunda gerekli tertibatı almayan, örneği yıkım alanını tahta perde ile çevirmeyen müteahhit, iki işçisinin binadan sökülen kalası dikkatsizce sokağa atmaları sonucu meydana gelen neticeden her iki işçisiyle beraber taksirinden dolayı sorumludur.” (Hakan Hakeri, Ceza Hukuku Genel Hükümler, Adalet Yayınevi, 17. Baskı, Ankara, 2014, s.249) şeklindeki görüşlere yer verilmiştir.
Bu açıklamalardan sonra, taksirle ölüme neden olma suçuyla ilgili düzenlemeler ve Adli Tıp Kurumu Kanununun uyuşmazlığın çözümüne ışık tutabilecek hükümlerinin gözden geçirilmesi gerekmektedir.
TCK’nun taksirle öldürme başlıklı 85. maddesi;
“Taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
Fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” şeklinde düzenlenmiş olup, maddenin birinci fıkrasında taksirle bir kişinin ölümüne neden olma suçu yaptırıma bağlanmıştır. Taksirli hareket sonucu birden fazla insanın ölümüne veya bir ya da birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir ya da birden fazla kişinin yaralanmasına neden olunmuş ise fail maddenin ikinci fıkrası gereğince cezalandırılacaktır.
2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanununun adli tıp genel kurulunun görevleri başlıklı 15. maddesi;
“Adli Tıp Genel Kurulu;
a) Adli tıp ihtisas kurulları ve ihtisas daireleri tarafından verilip de mahkemeler, hakimlikler ve savcılıklarca kapsamı itibarıyla yeterince kanaat verici nitelikte bulunmadığı, sebebi de belirtilmek suretiyle bildirilen işleri,
b) Adli tıp ihtisas kurullarınca oybirliğiyle karara bağlanamamış olan işleri,
c) Adli tıp ihtisas kurullarının verdiği rapor ve görüşleri arasında ortaya çıkan çelişkileri,
d) Adli tıp ihtisas kurulları ile ihtisas dairelerinin rapor ve görüşleri arasında ortaya çıkan çelişkileri,
e) Adli tıp ihtisas kurulları ile adli tıp ihtisas dairelerinin ve adli tıp şube müdürlüklerinin rapor ve görüşleri arasında ortaya çıkan çelişkileri,
f) Adli tıp ihtisas kurulları ile adli tıp kurumu dışındaki sağlık kuruluşlarının verdikleri rapor ve görüşler arasında ortaya çıkan çelişkileri,
Konu ile ilgili uzman üyelerin katılımıyla inceler ve kesin karara bağlar” şeklinde düzenlenmiştir.
Yukarıdaki kanuni düzenlemeler uyarınca, soruşturma ya da kovuşturma aşamasında Adli Tıp İhtisas Kurulları ve ihtisas daireleri tarafından verilip de mahkemeler, hakimlikler ve Cumhuriyet savcılıklarınca kapsamı itibarıyla kanaat verici nitelikte bulunmayan konularda, Adli Tıp Genel Kurulundan rapor alınabilecektir.
Bu aşamada bilirkişilerin atanması, bilirkişi raporları ve bu raporların yargı mercileri nezdinde bağlayıcı olup olmadıkları üzerinde de durulması gerekmektedir.
Ceza Muhakemesi Kanununun “Bilirkişinin Atanması” başlıklı 63. maddesinde;
“1) Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına re’sen, Cumhuriyet savcısının, katılanın, vekilinin, şüphelinin veya sanığın, müdafiinin veya kanunî temsilcinin istemi üzerine karar verilebilir. Ancak hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez.
2) Bilirkişi atanması ve gerekçe gösterilerek sayısının birden çok olarak saptanması, hâkim veya mahkemeye aittir. Birden çok bilirkişi atanmasına ilişkin istemler reddedildiğinde de aynı biçimde karar verilir.
3) Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı da bu maddede gösterilen yetkileri kullanabilir” şeklindeki düzenlemeye yer verilmiştir.
Bilirkişi, Ceza Muhakemesi Kanununa Göre İl Adlî Yargı Adalet Komisyonlarınca Bilirkişi Listelerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönetmeliğin üçüncü maddesinde; “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde oy ve görüşünü sözlü ya da yazılı olarak vermesi için başvurulan gerçek veya tüzel kişi” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdan hareketle denilebilir ki, sahip bulunduğu uzmanlık bilgisiyle mahkemeye bir ispat sorununda yardımcı olup, tanzim ettiği raporu delil değil, “delil değerlendirmesi aracı” olan bilirkişiye başvurmanın amacı, “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde görüş alınmasıdır.” Bununla birlikte ceza muhakemesinde bilirkişi kendiliğinden bir rol edinemez. Bir sorunun ne zaman uzmanlığı ya da özel veya teknik bir bilgiyi gerektirip gerektirmediğine bilirkişi görevlendirmekle yetkili olan Cumhuriyet savcısı veya hâkim karar verecektir.
Anılan hükümler uyarınca hâkim, çözümü ancak özel veya teknik bir bilgi gerektiren hallerde bilirkişi dinleyebilir veya rapor isteyebilir. Hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuki bilgi ile çözümü mümkün bulunan konularda ise bilirkişiye başvurmayacaktır. Kanun koyucunun uzmanlığa, özel veya teknik bir bilgiye ihtiyaç bulunduğunu baştan kabul ettiği “akıl hastalığı, parada sahtecilik, moleküler genetik inceleme” gibi hususlar dışında hâkimin bilirkişi raporu alması mecburiyeti bulunmadığı gibi, bilirkişi raporu da mahkemeyi bağlayıcı nitelikte değildir.
Ölümle sonuçlanan kazada, ölüm ile kaza arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı hususunun uzmanlık gerektiren özel ve teknik bir konu olduğu açık ise de, bu konuda tanzim edilen bilirkişi raporlarının hâkimin delilleri serbestçe takdir yetkisini elinden almayacağı da bilinmektedir.
Nitekim bu husus, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanununun 23/C–3 maddesinde; “Adli Tıp Genel Kurulu kararları nihai olmakla beraber mahkemelerin delilleri serbestçe takdir hususundaki yetkilerini kısıtlamaz” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Son olarak, ceza muhakemesinin amacı, usul kurallarının öngördüğü ilkeler nazara alınarak, somut gerçeğin her türlü şüpheden uzak biçimde kesin olarak ortaya çıkarılmasıdır. Bu bağlamda gerek 1412 sayılı CMUK, gerekse 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu; adil, etkin ve hukuka uygun bir yargılama yapılarak maddi gerçeğe varmayı amaç edinmiştir. Bu nedenle, ulaşılma imkanı bulunan bütün delillerin ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle, adaletin tam olarak tecelli edebilmesi için, maddi gerçeğe ulaşma amacına hizmet edecek tüm kanuni delillerin toplanması ve tartışılması zorunludur.
Uyuşmazlık konusu bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde;
Olay günü sanığın sevk ve idaresindeki araçla, sekiz metre genişliğinde, zemini kuru, asfalt kaplama yolda, havanın açık olduğu, görüşe engel bulunmayan meskûn mahal dışında seyir halinde iken, geçiş üstünlüğüne ve ana yola çıkmadan önce durması gerektiğini gösteren işaret levhalarına riayet etmeden, dikkatsiz ve tedbirsiz bir biçimde trafik ışıkları bulunmayan kavşağa girerek karşı istikametten gelen araçla çarpıştığı, meydana gelen kazada üçü basit tıbbi müdahale ile giderilebilecek, birisi ise orta derecede kemik kırığı oluşturacak ve hayati tehlikeye neden olacak şekilde dört kişinin de yaralandığı, ölenin bir gün tedavisinin ardından hastaneden taburcu edildiği, kazadan iki gün sonra evde vefat ettiği, ölenin oğlu olan tanığın, annesinin şeker hastası olduğu yönündeki anlatımı üzerine otopsisi yapılmadan gömüldüğü, Cumhuriyet savcılığınca onyedi gün sonra kesin ölüm nedeninin tespit edilebilmesi amacıyla kabrinin açıldığı, bilirkişinin kesin ölüm sebebinin otopsi sonucu belirlenebileceğini belirttiği, Adli Tıp Kurumu Ankara Grup Başkanlığı Morg İhtisas Dairesi tarafından yapılan ayrıntılı otopsisinde de kesin ölüm nedeninin tespit edilemediği, bunun üzerine dosyanın gönderildiği Adli Tıp Kurumu Birinci İhtisas Kurulunca düzenlenen raporda; ölenin araç içi trafik kazası sonucunda yaralanarak hastaneye kaldırıldığı, bir gün sonra taburcu edildiği, ertesi gün evinde vefat ettiği, yetkililere haber verilmeden defnedildiği, onyedi gün sonra fethi kabir ve otopsi yapıldığı, zamanında otopsi yapılıp iç organ değişimleri araştırılmamış olmakla birlikte tıbbi belgelere, fethi kabir sonrası yapılan otopsiye göre kronik kalp, damar ve şeker hastalıkları bulunduğu, ölümün trafik kazası neticesi oluşan yumuşak doku travmasının kendinde mevcut hastalıkları akut hale geçirmesinden gelişen solunum ve dolaşım durmasından ileri geldiği, maruz kaldığı trafik kazası sonucu meydana gelen travmatik değişimler ölümüne yol açacak nitelikte olmamakla birlikte kaza anına kadar aktif hayatını sürdüren şahsın kazada yaralanıp iki gün içinde hastalıklarının aktif hale geçirilmesinden ölmesi dikkate alınarak, kaza ile ölüm arasında illiyet bağı bulunduğunun ifade edilmesi karşısında, ölüm ile trafik kazası arasında bir illiyet bağı bulunup bulunmadığının her türlü şüpheden uzak bir biçimde tespit edilmesi için, Adli Tıp Genel Kurulundan rapor alınarak sonucuna göre sanığın hukuki durumunun değerlendirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla, yerel mahkeme direnme kararının, bir kişinin ölümü, birden fazla kişinin de yaralanmasıyla neticelenen trafik kazasında, meydana gelen ölüm ile kaza arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı konusunda sanık lehine oluşan tereddütlerin giderilmesi amacıyla Adli Tıp Genel Kurulundan rapor alınıp, sonucuna göre sanığın hukuki durumunun tayin ve tespiti gerekirken, eksik araştırmayla hüküm kurulması isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Ankara 8. Ağır Ceza Mahkemesinin 28.06.2012 gün ve 190-244 sayılı kararının, bir kişinin ölümü, birden fazla kişinin yaralanmasıyla neticelenen trafik kazasında, ölüm ile kaza arasında illiyet bağı bulunup bulunmadığı konusunda tereddütlerin giderilmesi amacıyla, Adli Tıp Genel Kurulundan rapor alınarak sonucuna göre sanığın hukuki durumunun tespiti gerekirken eksik araştırmayla hüküm kurulması isabetsizliğinden BOZULMASINA,
2- Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 21.04.2015 tarihinde yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.