Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2011/578 E. 2012/43 K. 07.02.2012 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2011/578
KARAR NO : 2012/43
KARAR TARİHİ : 07.02.2012

Sanık Samet hakkında taksirle ölüme neden olma suçundan açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonucunda, sanığın “taksirle ölüme neden olma suçu açısından kusurunun bulunmaması” gerekçesiyle 5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının 223. maddesinin 2. fıkrasının (c) bendi uyarınca beraatına ilişkin, Ankara 25. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 03.06.2010 gün ve 529–875 sayılı hükmün katılan vekili ile katılma talebi yerel mahkemece reddedilen Nezih vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 12. Ceza Dairesince 05.10.2011 gün ve 11309–2359 sayı ile;
“1- Katılma talebi mahkemece tarafından reddedilen Nezih vekilinin temyiz itirazları üzerine yapılan incelemede; Nezih’in suçtan doğrudan doğruya zarar görme ihtimali olmaması nedeniyle davaya katılma hakkı bulunmadığından temyiz isteminin reddine,
2- Katılan vekilinin temyiz itirazlarına ilişkin olarak,
Katılan vekilinin sanığın kusurlu olduğuna, kusur durumu hakkında yeniden rapor alınması gerektiğine ilişkin yerinde görülmeyen temyiz itirazlarının reddiyle, hükmün istem gibi onanmasına” karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 02.12.2011 gün ve 396352 sayı ile;
“26.02.2005 tarihinde sanık tarafından ölenin safra kesesi ameliyatının yapıldığı, ameliyattan bir gün sonra sevk edildiği Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi Genel Cerrahi Yoğun Bakım Ünitesinde on gün kontrol altında tutulduktan sonra 09.03.2005 tarihinde öldüğü dosya kapsamındaki bilgi ve belgelerden anlaşılmıştır.
Adli Tıp Grup Başkanlığı 1. İhtisas Kurulunca düzenlenen 24.08.2005 tarih ve 2071 sayılı raporda; Asım’ın ölümünün, tedavi gördüğü kurumun hastane evrakı göz önünde bulundurulduğunda, kolesistektomi esnasında safra gastrointestinal sistem kanamasına bağlı hipovolemi ile perfüzyon bozukluğu ve komplikasyonları sonucu meydana geldiği belirlenmiştir.
Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 23.06.2006 tarih ve 3029 numaralı raporunda ise, 25.02.2005 tarihinde taşlı kese tanısı konularak kapalı yöntemle kolesistektomi uygulamasına gidilmesinin ve yapışıklıklar nedeniyle açık operasyona geçilmesinin tıbben doğru olduğu, kişiye uygulanan kolesistektomi sonrasında postop erken dönemde bilirübinlerin yükselmesi nedeniyle fakülteye sevk edilmesinin yerinde olduğu, fakültede yapılan ileri tetkikler sonucu operasyonda da teyit edilen koledok yaralanmasının ilk ameliyat sırasında oluşmuş olduğu, ancak porselen kese ve anatominin bozulmuş olduğu dikkate alındığında bu tür yaralanmaların olabileceği ve bu gibi durumlarda imkân varsa ameliyat sırasında safra yollarının görüntülenmesi ile bu yaralanmanın azalabileceğinin tıbben bilindiği, safra yollarını görüntüleyebilen kolanjiografi aletinin hastanede bulunmasına rağmen kullanılmamış olduğu, kullanılmasının daha uygun olacağı mütalaa edilmiştir.
Yüksek Sağlık Şurasının 08.01.2010 tarih ve 12395 sayılı raporunda; dosyadaki bilgi, belge ve bulguların değerlendirilmesi sonucu yapılan ameliyatın endikasyonunun doğru olduğu, ameliyat sırasında kolanjiografinin şart olmadığı, ameliyat sonrası gelişen olayın komplikasyon olması nedeniyle Samet Yalçın’ın kusurunun olmadığına, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yapılan işlemler sırasında Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesinde yaptırılan ercp sonrası kanamanın bir komplikasyon olduğu, fakat bu işlem sonrası hasta yatağında iken melenanın fark edildiği 04.03.2005 gününden 07.03.2005 tarihine kadar hastaya müdahale edilmediği, skleroterapi sonrası hastanın hemen ameliyata alınmasının uygun olmadığı, ilk ercp yerine ptk yapılmasının daha iyi olabileceği, komplikasyonlu hastanın komplikasyonunun iyi idare edilmediği, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesindeki sorumluların kusurlu olduğu rapor edilmiştir.
Oluşa dair mahkemece dinlenen tarafsız tanık beyanları birbiriyle uyumluluk ve istikrar arzetmektedir. Ölene ilk müdahaleyi yapan hekim sanığın, ilk ameliyat sırasında, kesilmemesi gereken bir bölüm ile birlikte safra kesesini alması nedeniyle koledok yaralanmasının oluştuğu, tanık olarak dinlenen doktorlar Özlen, Ahmet Nezih ve Sadık tarafından doğrulandığı gibi, Adli Tıp İhtisas Kurulunca ve Yüksek Sağlık Şurasınca tespit edilmiştir. Sanığın yaptığı bu hatayı fark ettiğinde tanıkları arayarak durumu anlattığı ve hastayı sevk ettiği yine tanıklarca beyan edilmiştir. Tanık anlatımlarıyla ve hasta dosyasındaki belgelerle tespit edilen bu olgular, sanık tarafından da itiraz görmemiştir.
Tanıklar, ölenin sanık hekim tarafından yapılan ilk ameliyatın ardından hastanelerine bilirübin düzeyinde yükselme nedeniyle geldiğini, hastayı yoğun bakım ünitesine aldıklarını, sanığın safra kesesi ameliyatı sırasında çıkarılmaması gereken müşterek safra kanalı koledok ile birlikte safra kesesini çıkarmış ve bu nedenle karaciğere büyük hasar vermiş olduğunu tespit ettiklerini, bunu düzeltmek amacıyla ameliyat kararı verildiğini, ameliyatta kendilerinin de yer aldıklarını, ancak karaciğerin büyük hasar görmesi nedeniyle kanamayı durduramadıklarını, ameliyat sırasında koledokta oluşan kesi nedeniyle koledok onarımı operasyonu yapıldığını, ameliyattan sonra hastanın tekrar yoğun bakıma alındığını, bilirübin düzeyinde düşme olmayan hastanın on gün içerisinde öldüğünü beyan etmişlerdir.
Adli Tıp İhtisas Kurulu Raporu ile Yüksek Sağlık Şurası Raporu, ölüm nedeni ve sanığın kusurlu olup olmadığı hususlarında birbiriyle çelişmektedir. Mahkemece Yüksek Sağlık Şurası Raporuna itibar edilmiş ve hükme esas alınmıştır. Ancak Adli Tıp Kurumu Raporlarının neden hükme esas alınmadığı ve her iki rapor arasındaki çelişkiye rağmen sanığın hangi nedenle kusursuz kabul edildiği hususunda herhangi bir gerekçeye dayanılmamıştır. Oysa Yargıtay’ın istikrar kazanan içtihatlarında yer aldığı üzere, Yüksek Sağlık Şurası Kararlarının mahkeme açısından bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Kaldı ki hükümden sonra 22.10.2010 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesinin 03.06.2010 gün ve 69–79 sayılı kararı ile ceza mahkemelerinin Yüksek Sağlık Şûrasından rapor almaları zorunlu olmaktan çıkarılmıştır. Bu husus, temyiz aşamasında Özel Dairece de gözetilmemiştir.
Mahkemece alınan Adli Tıp Kurumu Raporu ve Yüksek Sağlık Şurası Raporlarından da anlaşıldığı üzere, tıbbi müdahalelerdeki hata ve ihmallerin ölüme neden olduğu sabittir. Ancak bu hata ve ihmallerin hangi aşamada meydana geldiği ve ölüme neden olan hususlarda sanığın kusurunun bulunup bulunmadığı konusunda raporlar arasında çelişki mevcuttur. Mahkemece Adli Tıp Kurumu Raporu ile tespit edilen hususlara ilişkin değerlendirme yapılmamış ve her iki rapor arasındaki çelişki giderilmeksizin Yüksek Sağlık Şurası Raporu hükme esas alınarak sanık kusursuz kabul edilmiş ve beraatine karar verilmiştir.
Teknik ve uzmanlık gerektiren konularda mahkemece uzman kişi ya da heyetlerden alınan görüşlerin dosyadaki delillerle sabit olan maddi olgulara dayanması zorunludur. Aksi takdirde bu görüşlere dayanılarak hüküm verilemez.
Sanığın, ölenin safra kesesinin alınması sırasında kesilmemesi gereken bir bölümle birlikte safra kesesini aldığı ve ölümcül yaranın oluşmasına neden olduğu, Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu Raporunda da vurgulandığı üzere oluşabilecek bu tür olumsuz gelişmeleri bilgi ve tecrübesi itibarıyla öngörmesi gerektiği, bu amaçla alınması gereken tedbirler ve göstermesi gereken özen kapsamında kullanma olanağı bulunan teknik cihazları kullanmayarak koledok yaralanmasının oluşmasını engelleyemediği veya minimize edemediği, ölümün bu yaranın neden olduğu kanama ve bunun giderilmesine yönelik operasyonlar sırasında gelişen komplikasyonlar neticesinde meydana geldiği, böylece sanığın kusuru ile meydana gelen ölüm arasında illiyet bağının mevcut olduğu gerek adli tıbbi raporlar ve gerekse tanık anlatımlarıyla desteklenen dosyadaki diğer tıbbi bilgi ve belgelerle sabittir.
Bu itibarla, sanığın taksirle ölüme neden olma suçundan mahkûmiyeti yerine beraatine karar veren yerel mahkeme hükmü ile bu hükmün onanmasına dair Özel Daire ilamı yasaya aykırı olup, hükmün onanmasına dair Özel Daire kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.
Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; ameliyat sonrası meydana gelen ölüm olayında sanığın taksirinin bulunup bulunmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
Safra kesesinde taş bulunan ölenin Özel Lokman Hekim Hastanesinde genel cerrah olarak görev yapan sanık tarafından ameliyat edildiği, ancak ameliyat sırasında kesilmemesi gereken ana safra kanalı ile birlikte koledogun da kesildiği, ameliyattan bir gün sonra bilirübin değerinin yükselmesi nedeniyle Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesine sevk edilen ölenin, bu hastanede safra yollarını görüntüleyebilmek amacıyla kendisine ercp –endoskopik retrograt kolanjiopankreotografi– uygulandığı, incelemeler sonucunda aynı uygulamanın yeniden yapılmasına karar verildiği, ancak ercp cihazının bozulması nedeniyle uygulamanın bu kez Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yapıldığı, daha sonra ilk ameliyatta kesilen kısmın onarılması amacıyla İbni Sina Hastanesinde yeniden ameliyata alındığı, ameliyattan iki gün sonra aynı hastanenin yoğun bakım ünitesinde hayatını kaybettiği, Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulunca ölüm nedeninin; kolesistektomi esnasında safra kanalı yaralanması sonucu tanı amacıyla yapılan ercp sonrası gelişen gastrointestinal sistem kanaması ve buna bağlı hipovolemi ile perfüzyon bozukluğu ve komplikasyonları olarak belirlendiği,
Sanık tarafından düzenlenen 08.04.2005 tarihli epikriz raporunun;
“Şikâyetçi sağ üst kadranda ağrı, karın şişkinliği, bazen üşüme, titreme, yaklaşık üç dört ay önce akut taşlı kolesistit mirizzi sendromu nedeniyle onbeş gün kadar Gülhane Hastanesine yatırılmış, ameliyat önerilmiş, ancak ameliyatı kabul etmemiş, o tarihlerde miyokard infarktüsü geçirmiş ve stent ile tedavi olmuş, son bir aydır karın ağrıları artmış, 20.02.2005 tarihinde de akut karın ön tanısı ile acil servisimize gelen hastaya acil yapılan tetkiklerinde safra kesesinde taş olduğu, kese duvar kalınlığının normal olduğu görülerek lokositozu olmayan, kc enzimleri ve bilirübinleri normal olan hastaya en yakın zamanda ameliyat olması önerilmiştir.
25.02.2005 tarihinde de kronik kolesistit nedeniyle opere edilmek üzere yatırıldı. Daha önceden geçirilmiş miyokard infarktüsü öyküsü nedeniyle preoperatif risk ve öneriler açısından dâhiliye ve anestezi konsültasyonu yapılarak, ‘genel anestezi ile opere olabilir’ denilen hasta, dâhiliyenin önerisi ile beloc tb’i verilerek aynı gün operasyona alındı. Laparoskopik başlanan ameliyat, safra kesesinin ileri derece omentum, mide ve duedonum ile yapışık olması nedeniyle açığa geçildi. Eksplorasyonda kesenin porselen kese olduğu, anatomisinin tamamen bozulmuş olduğu, mirizzi sendromu olabileceği düşünüldü. Yapışıklıklar künt ve keskin diseksiyonlarla giderilmeye çalışıldı. Safra kesesine iki safra kanalının açıldığı görüldü. Yaklaşık üç milimetre genişliğindeki duktusun lucka kanalı olabileceği düşünüldü. Her iki duktus da safra kesesine açıldığı safra kesesine en yakın yerinden bağlanarak kesildi. Sistik arter bulundu, bağlandı ve kesildi. Kese tamamen serbestleştirildikten sonra çıkarıldı. Hemostazı takiben loj sf ile yıkandı. Loja bir adet silastik dren ve aynı zamanda bir adet surcisel yerleştirildi.
Postop genel durumu iyi olan, ancak direkt bilirübinleri yükselen hasta, koledok patolojisi açısından ercp’si olan başka bir sağlık kuruluşuna sevk edilmek üzere taburcu edildi” şeklinde düzenlendiği,
Ankara İl Sağlık Müdürlüğünce yapılan inceleme aşamasında düzenlenen raporda;
“1- Özel Lokman Hekim Hastanesinin fiziki, ameliyathane, laboratuar ve ekipman şartları, bu tip ameliyatları yapabilmek için uygun ve yeterlidir.
2- Yapılan ameliyatla ilgili olarak, ameliyat ekibinde bulunan ve klinikte çalışan doktor ve hemşirelerin alınan ifadelerinde ve dosya incelemesinden ihmallerinin olmadığı görülmüştür.
3- Samet’in ameliyat kararında, ultrasonografi bulgularının şiddetli akut kolesistit bulgularını göstermemesi rahatlık vermiş gibi görülmektedir. Laparoskopik başladığı ameliyatı açığa döndürmesi akıllı bir karardır.
Safra kesesi ameliyatlarında koledogun bağlanıp kesilmesi klasik, kitaplara geçmiş, özellikte akut kolesistit ve mirizzi sendromunda karşılaşılabilecek bir komplikasyondur. Ancak ameliyat notundan da anlaşılacağı üzere, koledogun alt ve üst ucunu prepare ettiği, ancak üst ucun çok ince olduğunu görerek bunun koledok değil lucka kanalı olabileceğini düşünerek bağlaması, bu tür vakalarda üst ucun bazen çok ince olabileceğini akla getirip gerekirse keseyi açıp, içinden bir stent sokarak, kontrol ederek yahut o kanala hiç dokunmadan parsiyel kolsistektomiyle (kesenin yarım çıkarılması) yetinmemiştir.
Samet’in postoperatif birinci gün ortaya çıkan bilirübin yükselmesi nedeni ile hastayı epikrizi ile birlikte, büyük bir merkez olan İbni Sina Hastanesine nakletmesi doğru bir karardır.
4- Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi dosyasından;
a) Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesindeki ercp’de yapılan papillotominin sebebi anlaşılamamaktadır. Meydana getirdiği kanama nedeniyle patolojinin büyümesine ve hastanın hayatını tehdit etmesine neden olan papillotominin izahı önemlidir.
b) Dosyadan, yirmibir ünite eritrosit süspansiyon ve otuz ünite taze donmuş plazmanın veriliş zamanları tam anlaşılamamakta olup, kanama için müdahalede gecikilip gecikilmediği tespit edilememektedir.
c) Endoskopik skleroterapiyle durduğu söylenen kanamanın ameliyat esnasında yapılacak bir duodenotomi ile kontrolünün yapılıp yapılmaması da tartışma konusudur.
Sonuç olarak;
1. Samet tarafından yapılan operasyonda koledogun bağlanmasının önemli olduğu, ancak erken fark edilince düzeltilmesi mümkün olan, gerekirse perkütan transhepatik kolanjiografi ile eksternal safra drenaj sağlanarak uzun müddet hayatın idame ettirilmesi mümkün olabilecek bir komplikasyon olduğu,
Cumhuriyet savcılığının soruşturma başlatmış olması nedeniyle ikinci bir işleme gerek bulunmadığı,
2. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbni Sina Hastanesi ve Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yapılan girişimlerin zamanında ve endikasyonlu yapılıp yapılmadığının belirlenmesi için bu hastane yetkilileriyle ilgili inceleme yapılması gerektiği,
Ölüm sebebinin, koledok bağlanması hazırlayıcı faktör olmakla birlikte papillotomi sonrası başlayan gis –gastro intestinal sistem– kanaması, şok ve hepatorenal sendrom olduğu” kanaatinin bildirildiği,
Bu tespit ve değerlendirme üzerine ikinci ameliyatı gerçekleştiren Prof Dr. Nezih Erverdi ile ilgili olarak soruşturma başlatıldığı, ancak hakkında “men’i muhakeme” kararı verildiği ve bu kararın da Danıştay tarafından onandığı,
Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulunca düzenlenen 24.08.2005 tarihli rapora göre;
“Zamanında otopsisi yapılarak iç organ değişimleri araştırılmamış olmakla birlikte tedavi gördüğü kurumun hasta evrakı göz önünde bulundurulduğunda ölümün, kolesistektomi esnasındaki safra kanalı yaralanması sonucu tanı amacıyla yapılan ercp uygulaması sonrası gelişen gastrointestinal sistem kanamasına bağlı hipovolemi ile perfüzyon bozukluğu ve komplikasyonları sonucu meydana geldiği”
Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunca düzenlenen 23.06.2005 tarihli raporda;
“25.02.2005 tarihinde özel bir hastanede; kesede taş, kronik kolesistit ve mirizzi sendromu tanısıyla önce kapalı, daha sonra yapışıklık nedeniyle açık operasyona geçildiği, kolesistektomi operasyonu sonrası direkt bilirübinlerin yükseldiği, ertesi gün de fakülteye sevk edildiği, burada yapılan usg, mr kolanjiopankreatikografi ve ercp sonucu koledokta komplet obstrüksiyon olduğu saptanıp iatrojenik koledok yaralanması düşünülerek operasyon planlandığı, hb 8,5 olan hastanın yapılan replasmanlara rağmen hb 8,8 gelince endoskopi yapıldığı, water papillasından aktif kanama gözlendiği, bu nedenle skleroterapi uygulandığı, kanamanın durduğu, 07.03.2005 tarihinde tıkanma sarılığı nedeniyle operasyona alındığı, hepatojejunostomi ve rouxen y jejunostomi yapıldığı, postop gastrointestinal sistem kanaması devam ettiği, multipl organ disfonksiyonu olarak 09.03.2005 tarihinde exitus olduğu bildirilen Asım adına düzenlenmiş adli ve tıbbi belgeler birlikte değerlendirildiğinde;
25.02.2005 tarihinde taşlı kese tanısı konularak kapalı yöntemle kolesistektomi uygulamasına gidilmesinin ve yapışıklıklar nedeniyle açık operasyona geçilmesinin tıbben doğru olduğu, kişiye uygulanan kolesistektomi sonrası postop erken dönemde bilirübinlerin yükselmesi nedeniyle fakülteye sevk edilmesinin de yerinde olduğu, fakültede yapılan ileri tetkikler sonucu operasyonda da teyit edilen koledok yaralanmasının ilk ameliyat sırasında oluşmuş olduğu, ancak porselen kese ve anatominin bozulmuş olduğu dikkate alındığında, bu tür yaralanmaların olabileceği, bu durumda imkân varsa ameliyat sırasında safra yollarının görüntülenebilmesi ile bu yaralanmanın azalabileceğinin tıbben bilindiği, safra yollarını görüntüleyebilmek için kolanjiografi aletinin hastanede bulunmasına rağmen kullanılmamış olduğu, kullanılmasının daha uygun olacağı” sonucuna ulaşıldığı,
Soruşturma aşamasında Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Tuğbay, Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr. Kadir ve Adli Tıp Uzmanı Dr. Talat’tan oluşturulan bilirkişi heyetinden alınan 11.10.2006 tarihli raporun;
“25.02.2005 tarihinde safra kesesinde taş ve kronik kolesistit ön tanılarıyla özel bir hastanede laparoskopik kolesistektomi yapılmak üzere ameliyata alınan, laparoskopik kolesistektomi esnasında yapışıklıklar nedeniyle açık ameliyata dönülen ve açık kolesistektomi yapılan hastada, operasyon esnasında mirizzi sendromu nedeniyle koledok kanalı yaralanması oluştuğu anlaşılmıştır. Bu durum laparoskopik kolesistektomi ameliyatlarında görülebilecek komplikasyondur. Ameliyat esnasında operatörün uygulayabileceği intraoperatif kolanjiografi gibi bir görüntüleme yöntemi bu yaralanmayı gösterebilir. Cerrahın yaranın onarılmasının daha ileri bir merkezde yapılmasını istemesi ve bu amaçla hastayı sevk etmesi doğru bir yaklaşımdır. Burada tanıyı koymaktan çok onarımın doğru ve emniyetli bir şekilde yapılması daha önemlidir.
Daha sonra koledok yaralanması nedeniyle hasta operatör tarafından daha ileri bir merkez olan Ankara Üniversitesi Genel Cerrahi Kliniğine sevk edilmiş, 26.02.2005 günü bu merkeze giriş yapmıştır. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Kliniğinde yatarken yapılan laboratuvar incelemelerinde ve usg’de, hastada tıkanma sarılığı olduğu düşünülmüş, kesin tanı için 02.03.2006 tarihinde mr kolanjiopankreatikografi yapılmış, intrahepatik safra kanallarında genişleme olduğu, ortak hepatik safra kanalı ve koledok kanalı başlangıcının görülemediği saptanmış, bunun üzerine hastaya 03.03.2005 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümünde tanı ve tedavi amacıyla ercp yapılmış, koledok kanalının zorlukla kanüle edildiği, kanül ile koledok orta kesiminde olan komplet tıkanmanın ilerisine geçilemediği, verilen kontrast maddenin daha ileriye geçemediği saptanmıştır. Bu bulgularla hastada koledok kanalında komplet bir tıkanma olduğu, bu tıkanmanın da daha önce geçirilmiş kolesistektomi ameliyatına bağlı olabileceği düşünülerek ikinci bir operasyon planlanmıştır. Ancak 04.03.2005 tarihinde hastanın melenası olduğu görülmüş ve yapılan kan sayımında kan değerlerinin düştüğü, hemoglobin seviyesinin 8,5 gr/dl olduğu saptanarak kan verilmiştir. İkinci operasyon bu kanama ve hemoglobin düşüklüğü nedeniyle yapılamamış, 05.03.2005 tarihinde hastanın melenasının devam etmekte olduğu görülmüş, tekrar kan transfüzyonu yapılmıştır. Hastanın genel durumunu düzelttikten sonra 07.03.2005 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Kliniğinde kanamasına yönelik tanı ve tedavi amaçlı endoskopi yapılmıştır. Endoskopide hastanın papilla wateri’nde aktif kanama olduğu görülmüş, kanamayı durdurmak amacıyla o anda papilla wateri’ndeki kanama bölgesine skleroterapi yapılmıştır. Kanamanın durduğunun gözlenmesi üzerine hasta ameliyata alınmış, koledok tıkanıklığı nedeniyle hepatikojejunostomi ve roux-en y jejunojejunostomi ameliyatı yapılmıştır. Postaperatif dönemde hastanın bilirübin değerinin düşmeye başladığı, ancak gastrointestinal kanamanın devam ettiği görülmüştür. 08.03.2005 tarihinde hastanın nazogastrik sondasından ve ameliyat bölgesindeki drenlerinden kan geldiğinin görülmesi üzerine yapılan kan sayımında hemoglobin seviyesi 8,2 gr/dl olarak saptanmış, hastaya kan ve kan ürünleri replasmanı yapılmıştır. Buna rağmen hastanın durumu giderek bozulmuş, hipevolemi ve multipl organ yetmezliği tablosu içerisinde 09.03.2005 günü eksitus olmuştur.
Operasyon sırasında kolanjiografi çekilmesi rutin uygulama olmayıp, bu uygulama ameliyat süresini uzatacağından, narkoz komplikasyonları doğurabilir. Ameliyat sırasında kolanjiografi uygulaması artı maliyet getirmektedir. Bu nedenle kolanjiografi çekilmemesini bir eksiklik olarak görmemek gerekir.
25.02.2005 tarihinde safra kesesinde taş ve kronik kolesistit tanısı ile ameliyata alınan Asım’a yapılan operasyon sırasında koledok kanalı yaralanmasının mirizzi sendromu ve yapışıklıklar nedeni ile ameliyat komplikasyonu olarak kabul edilmesi gerektiği, ameliyat sırasında kolanjiografi kullanılması rutin bir işlem olmadığından operasyonu yapan Doktor Samet’e atfı kabil kusur görülmediği” şeklinde düzenlendiği,
Cumhuriyet savcılığınca yürütülen soruşturma neticesinde, anılan raporlara dayalı olarak sanık hakkında kovuşturmaya yer olmadığına karar verildiği, bu kararın itiraz üzerine kaldırıldığı ve taksirle ölüme neden olma suçundan kamu davası açıldığı,
Yerel mahkemenin istemi üzerine Yüksek Sağlık Şurasınca düzenlenen 08.01.2008 tarihli raporda;
“Dosyadaki bilgi, belge ve bulgular değerlendirildiğinde Doktor Samet’in yaptığı ameliyatın endikasyonunun doğru olduğu, ameliyat sırasında kolanjiografinin şart olmadığı ve ameliyat sonrası gelişen olayın bir komplikasyon olması nedeniyle Samet’ın kusurunun olmadığı, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde yapılan işlemler sırasında Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesinde yaptırılan ercp sonrası kanamanın bir komplikasyon olduğu, fakat bu işlem sonrası hasta yatağında iken melenanın fark edildiği 04.03.2005’den 07.03.2005 tarihine kadar hastaya müdahale edilmediği, skleroterapi sonrası hastanın hemen ameliyata alınmasının uygun bulunmadığı, ilk ercp yerine ptk –perkütan transhepatik kolanjiografi– yapılmasının daha iyi olacağı, hastanın komplikasyonunun iyi idare edilmediği vechile Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesindeki sorumluların kusurlu olduğu” değerlendirmesine yer verildiği,
Anlaşılmıştır.
Özel Lokman Hekim Hastanesinde yapılan ameliyatta hazır bulunan ve ameliyat sonrası da öleni takip eden tanıklar;
Şule Temel; “Ameliyat hemşiresi olarak ölenin ameliyatında bulundum. Ameliyata laparoskopik olarak başlandı. Ancak sanık, dokuların yapışık olması ve görüntünün düzgün alınamaması nedeniyle risk almak istemediğini söyleyerek açığa döndü. Açığa dönüldükten sonra olağan dışı bir durum söz konusu olmadı”,
Mihriban; “Ameliyat sırasında sanıktan yardıma ihtiyacı olduğuna ilişkin bir söz duymadım. Laparoskopik olarak başlanan ameliyatta, görüntü iyi olmadığı için açığa dönüldü. Benden sadece malzeme istendi. Yeni olduğum için sahayı değerlendirecek düzeyde değilim”,
İlknur; “Özel Lokman Hekim Hastanesinde hemşire olarak çalışmaktayım. 26.02.2005 günü saat 08.00–17.00 nöbetimde hastayı teslim aldım. Safra kesesi ameliyatı olduğu için sık takip ediliyordu. Sabah 08.15 gibi sanıkla birlikte hasta odasına gittik. Genel muayene yapıldı ve hastaya şikâyeti olup olmadığı soruldu. Hastanın gaz şikâyeti olduğunu söylemesi üzerine sanık, sık yürümesi gerektiğini söyledi. Bize de eski enfarktüslü olduğundan sık ve çok iyi takip edilmesi gerektiğini söyledi ve en ufak şikâyette mutlaka kendisine haber verilmesini istedi. Hastanın çok şikâyeti olmadı. İki defa biyokimya kontrolü yapıldı ve sonucu sanığa bildirildi. O gün verilen order aynen uygulandı. Hasta aralıklı olarak yürütüldü. Gaz şikâyeti lavmanla çözüldü ve gaitasını yaptı”,
Neslihan; “Özel Lokman Hekim Hastanesinde hemşire olarak çalışmaktayım. 26.02.2005 günü 08.00–17.00 nöbetimde hastayı teslim aldım. Gece safra kesesi ameliyatı olan hastayı geçirilmiş miyokard infarktüsü hikâyesi bulunduğu için sık ve yakın takip ederek sürekli ikaz ettik ve hareket etmesi hususunda sanıkla irtibat halinde olduk. Sanığı kan sonuçları ve genel durumu hakkında bilgilendirdik. Hastanın gaz sorunu vardı. Bu nedenle kendisine lavman yapıldı. İki defa kan tahlili çalışıldı ve sonuçları sanığa iletildi”,
Tülay; “Lokman Hekim Hastanesinde hemşire olarak çalışmaktayım. Asım 25.02.2005 günü 17.00–08.00 nöbetimde saat 23.15’de post-op olarak 309 nolu odaya geldi. Sabaha kadar gerekli rutin takip ve tedavileri yapıldı. Herhangi bir sorun çıkmadı. Sanık, hasta servise alındıktan sonra odaya gelerek order yazdı. Daha sonra servise hastanın yanına geldi ve telefonla da gerekli bilgileri aldı”,
Tülay; “Özel Lokman Hekim Hastanesinde anestezi ve reanimasyon uzmanı olarak çalışmaktayım. 24.02.2005 tarihinde laparoskopik kolesistektomi planlanan hastayı ben değerlendirdim. Hastanın yapılan muayenesinde ve dâhiliye konsültasyonunda operasyon için düşük ve orta riskte opere olabileceğini hastaya ve doktora belirttim. Operasyonu kabul eden hasta 25.02.2005 günü operasyona alındı. Operasyon sırasında anestezi açısından herhangi bir sorun yaşanmadı ve vaka stabil seyretti. Operasyona laparoskopik başlandı. Bir saat kadar laparaskopi yapılmaya çalışılan vakada dokuların net bir ayrımı sağlanamadığı için açık kolesistektomiye geçildi. Operasyon yaklaşık iki buçuk saat sürdü. Hastanın kardiyak sorunları bulunması nedeniyle cerrahi sahadan ziyade kendi alanımızla ilgilendik. Bu nedenle sanığın vakayla ilgili sıkıntısı olup olmadığı hakkında bilgi sahibi değilim. Operasyondan sonraki gün bilirübin düzeyi yükselmeye başlayınca bunun önemli olabileceğini söyledim”,
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbni Sina Hastanesinde görevli olan ve ölenin bu hastanede gerçekleştirilen ameliyatında da bulunan tanıklar;
Nezih ; “Sanık tarafından safra kesesi ameliyatı sırasında çıkarılmaması gereken müşterek safra kanalı koledok ile birlikte safra kesesi çıkartılmış, bu nedenle sarılık başlamış ve karaciğer büyük hasar görmüştü. Biz bu durumu düzeltmek için ameliyata karar verdik. Ancak karaciğer büyük hasar görmüş olduğundan meydana gelen kanamayı durduramadık ve hastayı kaybettik. Sanık safra kesesini alırken alınmaması gereken bir kısmı aldığı için ölüm meydana gelmiştir”,
Sadık; “Sanık İbni Sina Hastanesinde ihtisas yapmış ve uzmanlık eğitimini almıştı. Daha sonra özel bir hastanede çalışmaya başladı. Hoca olduğumuz için genellikle sıkıştığınız önemli bir konu olursa bizi arayın yardım ederiz şeklinde öğütte bulunuruz. Sanık bir hastaya safra kesesi ameliyatı yapmış ve ameliyat sırasında kesilmemesi gereken bir bölümle birlikte safra kesesini ve ana safra kanalını almıştı. Ancak daha sonra hata yaptığını fark ederek Nezih’i aramıştı. Onun da hastayı bize gönder demesi üzerine hasta bize geldi. Doktor Nezih hastanın durumunu diğer doktorlara ve bana anlatarak nasıl kurtarabiliriz diye sordu. Birlikte ameliyata girdik. Hasta için yapılması gereken her şeyi yaptık ve ana safra kanalını tamir ettik. Karaciğer önceki ameliyat ve ilaçlardan hasar görmüştü. Karaciğer enzimleri de bunu doğruluyordu. Sonuçta hasta kurtulamadı ve iki üç gün sonra vefat etti. Ameliyat yaparken hastanenin teknik donanımı, cerrahın tecrübesi, hastanın ve hastalığın durumuna göre cerrahın hareket etmesi gerekir. Sanık ameliyattaki hatanın hastanemizde olduğunu ima etmektedir. Bu durum gayri ahlakidir ve tıp âlemine uygun bir davranış değildir”,
Özlen; “Asım, Lokman Hekim Hastanesinde ameliyat oldu. Bilirübin düzeyinde yükselme nedeniyle çalıştığım hastaneye gönderildi ve yoğun bakıma alındı. Birkaç gün içerisinde ameliyat oldu. Ameliyatta Prof. Dr. Nezih ve Prof. Dr. Sadık da bulundu. Ben de asistan olarak yer aldım. Ameliyat sırasında koledokta kesi olduğu anlaşıldı ve koledok onarımı operasyonu yapıldı. Ameliyattan sonra hasta tekrar yoğun bakıma alındı. Ancak bilirübin düzeyinde düşme olmadı ve on gün içerisinde öldü”,
Katılan Talip; “Babamın ameliyatı tarihinde İzmir’de idim. Ameliyat günü Ankara’ya gittim. Ameliyatın ertesi günü babamı İbni Sina Hastanesi Yoğun Bakım Servisine kaldırmışlardı. Pazartesi ercp yapıldı. Kanalı göremediler. Tekrar ercp yapılmasına karar verildi. Ancak cihaz bozuldu. Kendi imkânlarımızla Hacettepe Üniversitesi Hastanesinde ercp yaptırdık. 07.03.2005 tarihinde İbni Sina Hastanesinde ameliyat oldu. Çarşamba günü de vefat etti. Bu süre içerisinde sanık bize bilgi vermekten kaçındı. İkinci ameliyatı yapan İbni Sina Hastanesinden Nezih’den, sanığın olayın başından beri yaptığı hatanın farkında olduğunu ve hastanın durumuyla ilgili devamlı kendisinden bilgi aldığını, ilk ameliyatı yapan sanığın kusurlu olduğunu öğrendik”,
Şeklinde beyanda bulunmuşlardır.
Sanık Samet aşamalardaki savunmasında; “Asım ilk ameliyattan on üç gün sonra, İbni Sina Hastanesi Genel Cerrahi Bölümünde yatışının onikinci gününde öldü. Ölümün Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesinde yapılan tanısal amaçlı ercp işlemine bağlı kanama, buna bağlı hipovolemi, multiple organ yetmezliğine ve ercp sonucu gelişen kanamaya bağlı olduğu olayla ilgili üzerime düşen sorumluluk çerçevesinde hareket ederek hastayı bilim ve fenne uygun olarak değerlendirip ameliyat yaptım. Ameliyat sırasında gözlemlediğim aşırı anatomik karmaşa ve ilk yirmidört saat içinde koledok hasarı komplikasyonu olabileceği şüphesi üzerine hastayı yakın ve ciddi takip ettim. Tıbben ve fennen yapılması gereken en uygun davranış olarak hastayı referans bir merkez olan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Genel Cerrahi Bölümüne sevk ettim. Olayda kusurum yoktur”,
Şeklinde savunmada bulunmuştur.
Gerek 765 sayılı Türk Ceza Yasasında, gerekse 5237 sayılı Yasada “öldürme” suçunun taksirle işlenebileceği kabul edilmiştir. 765 sayılı Yasanın 455. maddesinde; “tedbirsizlik veya dikkatsizlik veya meslek ve sanatta acemilik veya nizamat ve evamir ve talimata riayetsizlik ile bir kimsenin ölümüne neden olma” şeklinde tanımlanan taksirle öldürme suçu, 5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 85. maddesinde “taksirle bir insanın ölümüne neden olan kişi, iki yıldan altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır; fiil, birden fazla insanın ölümüne ya da bir veya birden fazla kişinin ölümü ile birlikte bir veya birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmuş ise, kişi iki yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” biçiminde düzenlenmiş, taksirin tanımı da aynı Yasanın 22/2. maddesinde; “dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanuni tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir” şeklinde yapılmıştır. Bu durumda, taksirli suçlarda gerçekleştirilen haksızlıklarda da fail iradi davranmakta, ancak, hukuken önem taşımayan bir neticeyi öngörürken, hukuken önem taşıyan başka bir neticenin meydana gelmesine neden olmaktadır. Öngörülemeyen bu neticenin meydana gelmesine failin objektif özen yükümlülüğüne aykırı davranışı sebep olmakta dolayısıyla taksirli suçun haksızlık unsurunu, dikkat ve özen yükümlüğünün ihlali oluşturmaktadır.
5237 sayılı Yasanın getirdiği sistemde, taksirli haksızlıktan dolayı sorumluluk için fail kendi yetenekleri, algılama gücü, tecrübeleri, bilgi düzeyi ve içinde bulunduğu koşullar altında, objektif olarak var olan dikkat ve özen yükümlüğünü öngörebilecek ve yerine getirebilecek halde olmalıdır. Bütün bu yeteneklere sahip olmasına rağmen bu yükümlülüğe aykırı davranan kişi, suç tanımında belirlenen neticenin gerçekleşmesine neden olması durumunda, taksirli suçtan dolayı kusurlu sayılarak sorumlu tutulacaktır.
Taksir, öğretide; failin suç tipindeki neticeye yönelik kast içerisinde olmadan ve fakat zorunlu olduğu özeni gösterdiği takdirde neticenin meydana gelmesi olanaklı bulunmayan hallerde tespit edilmiş suç tipini hukuka aykırı olarak ihlal etmesi hali olarak tanımlanmıştır. (Ayhan Önder, Ceza Hukuku Genel Hükümleri, c.2, s. 336; Turan Tufan Yüce, Ceza Hukukunun Temel Kavramları, s. 59; Faruk Erem, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, c. 1, s. 501)
Uygulamada da; Ceza Genel Kurulunun birçok kararında da taksirin unsurları;
1- Fiilin taksirle işlenebilen bir suç olması,
2- Hareketin iradı olması,
3- Neticenin iradi olmaması,
4- Hareketle netice arasında nedensellik bağının bulunması,
5- Neticenin öngörülebilir olmasına rağmen öngörülememiş olması, şeklinde kabul edilmektedir.
5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının “Bilirkişinin Atanması” başlıklı 63. maddesinde;
1) Çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde bilirkişinin oy ve görüşünün alınmasına re’sen, Cumhuriyet savcısının, katılanın, vekilinin, şüphelinin veya sanığın, müdafiinin veya kanunî temsilcinin istemi üzerine karar verilebilir. Ancak hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukukî bilgi ile çözülmesi olanaklı konularda bilirkişi dinlenemez.
2) Bilirkişi atanması ve gerekçe gösterilerek sayısının birden çok olarak saptanması, hâkim veya mahkemeye aittir. Birden çok bilirkişi atanmasına ilişkin istemler reddedildiğinde de aynı biçimde karar verilir.
3) Soruşturma evresinde Cumhuriyet savcısı da bu maddede gösterilen yetkileri kullanabilir” şeklindeki düzenlemeye yer verilmiştir.
Ceza Muhakemesi Kanununa Göre İl Adlî Yargı Adalet Komisyonlarınca Bilirkişi Listelerinin Düzenlenmesi Hakkında Yönetmeliğin 3. maddesinde; “Bilirkişi, çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hâllerde oy ve görüşünü sözlü ya da yazılı olarak vermesi için başvurulan gerçek veya tüzel kişi” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımdan hareketle denilebilir ki, sahip bulunduğu uzmanlık bilgisiyle mahkemeye bir ispat sorununda yardımcı olup, raporu kanıt değil, delil değerlendirmesi aracı olan bilirkişiye başvurmanın amacı, “çözümü uzmanlığı, özel veya teknik bilgiyi gerektiren hallerde görüş alınmasıdır”. Bununla birlikte ceza yargılamasında bilirkişi kendiliğinden bir rol edinmez. Bir sorunun ne zaman uzmanlığı ya da özel veya teknik bir bilgiyi gerektirip gerektirmediğine bilirkişi görevlendirmekle yetkili olan Cumhuriyet savcısı veya hâkim karar verecektir.
Anılan düzenlemeler uyarınca hâkim, çözümü ancak özel veya teknik bir bilgi gerektiren hallerde bilirkişi dinleyebilir veya rapor isteyebilir. Hâkimlik mesleğinin gerektirdiği genel ve hukuksal bir bilgi ile çözümü olanaklı bulunan konularda ise bilirkişiye başvurmayacaktır. Yasa koyucunun uzmanlığa, özel veya teknik bir bilgiye ihtiyaç bulunduğunu baştan kabul ettiği “akıl hastalığı, parada sahtecilik, moleküler genetik inceleme” gibi hususlar dışında hâkimin bilirkişi raporu alması zorunluluğu bulunmadığı gibi, bilirkişi raporları da mahkemeleri bağlayıcı nitelikte değildir.
Ölümle sonuçlanan ameliyat sürecinde cerrah olan ve ameliyatı gerçekleştiren sanığın kusurunun bulunup bulunmadığı hususunun uzmanlık gerektiren özel ve teknik bir konu olduğu açık ise de, bu hususta düzenlenen bilirkişi raporlarının mahkemelerin delilleri serbestçe takdir yetkisini elinden almayacağı bilinmektedir.
Nitekim bu husus, 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Yasasının 23/C–3. maddesinde; “Adli Tıp Genel Kurulu kararları nihai olmakla beraber mahkemelerin delilleri serbestçe takdir hususundaki yetkilerini kısıtlamaz” şeklinde hüküm altına alınmıştır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Safra kesesinde taş bulunan ölenin özel hastanede genel cerrah olarak görev yapan sanık tarafından laparoskopik yöntemle kapalı olarak başlanan, ancak dokuların yapışık olması ve iyi görüntü alınamaması nedeniyle açığa dönülerek gerçekleştirilen ameliyatı sırasında, hastanede bulunan görüntüleme cihazının kullanılmaması, Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulu raporunda bu tür ameliyatlarda anılan cihazın kullanılmasının iyi olacağının belirtilmesi, Adli Tıp Kurumu 1. İhtisas Kurulunca da ölüm nedeninin, “kolesistektomi esnasındaki safra kanalı yaralanması sonucu tanı amacıyla yapılan ercp uygulaması sonrası gelişen gastrointestinal sistem kanamasına bağlı hipovolemi ile perfüzyon bozukluğu ve komplikasyonları” olduğunun tespit edilmesi karşısında ölüm olayında temel olgunun sanık tarafından yapılan ameliyat esnasındaki koledok kanalı kesisi olduğunun kabul edilmesi gerektiği, ilk ameliyatta görev yapan tanıkların, sanığın ameliyata laparoskopik yöntemle kapalı olarak başladığını, ancak ilerleyen süreçte dokuların yapışık bulunması ve iyi bir görüntü sağlanamaması nedeniyle risk almak istemediğini belirterek açık ameliyata geçildiğini beyan etmeleri, sanığın da öleni İbni Sina Hastanesine sevk ederken düzenlemiş olduğu epikriz raporunda, “safra kesesine iki adet kanalın açıldığını, lucka kanalı olabileceğini düşündüğü kanalı kestiğini” belirtmesi, Ankara İl Sağlık Müdürlüğünce yürütülen idari soruşturma aşamasında düzenlenen raporda, “bu tür vakalarda üst ucun bazen çok ince olabileceğini akla getirip, gerekirse keseyi açıp içinden bir stent sokarak, kontrol ederek, yahut o kanala hiç dokunmadan kesenin yarım çıkarılması ile yetinmemiştir” belirlemesine yer verilmesi, bu tespitten sanığın lucka kanalı olduğunu değerlendirerek kestiği kanalın aslında koledok olduğu ve görüntüleme cihazının kullanılması halinde bu durumun anlaşılabileceği, İbni Sina Hastanesindeki ikinci ameliyatı gerçekleştiren Prof. Dr. Nezih ve Prof. Dr. Sadık’ın, “sanığın ilk ameliyat esnasında hata yaptığını ve kesilmemesi gereken bir bölümü kestiğini fark edip kendilerini aradığı” şeklindeki beyanları, Genel Cerrahi Uzmanı Prof. Dr. Tuğbay, Gastroenteroloji Uzmanı Prof. Dr. Kadir ve Adli Tıp Uzmanı Dr. Talat’dan oluşturulan bilirkişi heyeti raporunda da; “operasyon esnasında mirizzi sendromu nedeniyle koledok kanalı yaralanması oluştuğu, bu durumun laparoskopik kolesistektomi ameliyatlarında görülebilecek bir komplikasyon olduğu, ameliyat esnasında operatörün uygulayabileceği intraoperatif kolanjiografi gibi bir görüntüleme yönteminin bu yaralanmayı gösterebileceği” açıklaması karşısında; sanığın, kendi bilgi ve tecrübesine güvenip, hastanede bulunan kolanjiografi görüntüleme cihazını kullanmayarak laparoskopik yöntemle kapalı olarak başladığı, ancak yeterli görüntü alınamaması nedeniyle açık şekilde gerçekleştirdiği ameliyat esnasında, gerekli dikkat ve özeni göstermeyerek koledok kanalını lucka kanalı zannedip kesmesi neticesinde gelişen komplikasyonlar sonucu meydana gelen ölüm olayında kusurlu olduğunun kabulünde zorunluluk bulunmaktadır.
Bu itibarla, sanığın taksirle öldürme suçundan cezalandırılması yerine kanıtlara ve dosya içeriğine uygun olmayan gerekçeyle beraatına karar veren yerel mahkeme hükmü ile bu hükmü onayan Özel Daire kararı isabetli bulunmadığından, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Daire onama kararının kaldırılmasına ve yerel mahkeme hükmünün bozulmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Genel Kurul Üyeleri ise; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının reddi yönünde karşıoy kullanmışlardır
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 12. Ceza Dairesinin 05.10.2011 gün ve 11309–2359 sayılı onama kararının KALDIRILMASINA,
3- Ankara 25. Asliye Ceza Mahkemesinin 03.06.2010 gün ve 529–857 sayılı kararının sanığın taksirle ölüme neden olma suçundan cezalandırılması yerine beraatına karar verilmesi isabetsizliğinden BOZULMASINA,
4-Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 07.02.2012 günü yapılan ilk müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından, 14.02.2012 günü yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.