Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2011/254 E. 2012/32 K. 14.02.2012 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2011/254
KARAR NO : 2012/32
KARAR TARİHİ : 14.02.2012

Sanıklar Hakan K. ve Polat A. hakkında hırsızlık suçundan açılan kamu davasının yapılan yargılaması sonucunda, Büyükçekmece Sulh Ceza Mahkemesince 06.03.2002 gün ve 1019–247 sayı ile sanıkların eyleminin yağma suçunu oluşturabileceğinden bahisle görevsizlik kararı verilerek dosyanın gönderildiği Bakırköy 6. Ağır Ceza Mahkemesince, sanıkların 5237 sayılı TCY’nın 149/1–c, 62, 53 ve 63. maddeleri uyarınca sekizer yıl dörder ay hapis cezası ile cezalandırılmalarına, hak yoksunluğuna ve mahsuba ilişkin, 02.10.2006 gün ve 309–378 sayı ile verilen hükmün, sanıklar müdafileri tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 11.07.2011 gün ve 15078–20502 sayı ile;
“1- Sanık Polat A.hakkında kurulan hükmün incelenmesinde:
Dosya içeriğine, toplanıp karar yerinde incelenerek tartışılan hukuken geçerli ve elverişli kanıtlara, gerekçeye ve hâkimler kurulunun takdirine göre, suçun sanık tarafından işlendiğini kabulde ve nitelendirmede usul ve yasaya aykırılık bulunmadığından diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Ancak; kasten işlemiş olduğu suç için hapis cezasıyla mahkûmiyetin yasal sonucu olarak sanığın 5237 sayılı TCY’nın 53/1. maddesinin (c) bendinde yazılı haklardan, aynı maddenin 2. fıkrası uyarınca cezanın infazı tamamlanıncaya kadar, yalnızca kendi alt soyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından ise anılan maddenin 3. fıkrası uyarınca mahkûm olduğu hapis cezasından koşullu salıverilinceye kadar yoksun bırakılmasına karar verilmesi gerektiğinin gözetilmemesi,
Bozmayı gerektirmiş, sanık Polat A. savunmanının temyiz itirazları bu bakımdan yerinde görülmüş olduğundan, hükmün açıklanan nedenle isteme aykırı olarak bozulmasına, bozma nedeni yeniden yargılama yapılmasını gerektirmediğinden 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi yollamasıyla 1412 sayılı CMUK’nun 322. maddesinin verdiği yetkiye dayanılarak, hüküm fıkrasından ‘53. maddenin uygulanmasına’ ilişkin bölüm çıkartılarak, yerine ‘kasten işlemiş olduğu suçtan, hapis cezasıyla mahkûmiyetinin yasal sonucu olarak sanığın 5237 sayılı TCY’nın 53/1. maddesinin (a), (b), (d) ve (e) bentlerinde yazılı haklardan aynı maddenin 2. fıkrası uyarınca cezanın infazı tamamlanıncaya kadar; (c) bendinde yazılı kendi alt soyu üzerindeki velayet, vesayet ve kayyımlık yetkileri açısından ise anılan maddenin 3. fıkrası uyarınca mahkûm olduğu hapis cezasından koşullu salıverilinceye kadar yoksun bırakılmasına’ cümlesi yazılmak suretiyle, diğer yönleri usul ve yasaya uygun bulunan hükmün düzeltilerek onanmasına,
2- Sanık Hakan K. hakkında yapılan incelemede:
Hükümde yasa yolu açıklamasının T.C. Anayasası’nın 40/2, 5271 sayılı CMK’nın 34/2, 231/2 ve 232/6. maddelerinde öngörülen yöntemlere uygun olarak yapılmadığı ve bu nedenle sanık savunmanının temyiz isteminin süresinde olduğu anlaşıldığından; sanık Hakan K. hakkındaki 11.10.2006 tarihli hükmün kesinleştirilmesine ilişkin ‘kesinleşme şerhi’ kaldırılarak yapılan incelemede:
Sanığa yüklenen ve alt sınırı 5 yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suç için yapılan kovuşturmada, zorunlu savunmanın yokluğunda hüküm kurulması suretiyle 5271 sayılı CMK’nın 150/3. maddesine aykırı davranılması” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiştir.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 26.08.2011 gün ve 120558 sayı ile;
“…Hükümde yasa yolu bildirimi, ‘yasa yolu açık olmak ve temyiz için bir hafta içerisinde Yargıtay’a başvurabileceği bildirilmek suretiyle sanıklar müdafiinin yüzüne karşı, Cumhuriyet savcısı huzuru ile talebe uygun olarak oy birliği ile verilen karar açıkça okunup’ şeklindedir. Hükmün 08.11.2006 tarihinde sanıkların haberdar olmadığı müdafiler tarafından temyiz edilmiş olduğu görülmektedir. Yine yargılama sırasında sanık Hakan K.vekili olduğunu belirten Avukat Ünal . 23.11.2005 tarihinde sanık savunmanlığından istifa ettiğini mahkemeye bildirmiştir. Her ne kadar yasa yolu açıklaması yasada belirlenen yönteme uygun değil ise de, kendisine savunman atandığından haberi olmayan sanıkların yokluğunda verilen gerekçeli kararın sanıklara tebliğ edilmediği, bu anlamda Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 gün ve 7–56 sayılı kararında belirtilen ‘kendisine zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda, zorunlu müdafie yapılmış bulunan tefhim veya tebliğ kendisine bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz’ belirlemesi gereğince, kararın öncelikle sanıklara tebliğ edilmesi gerekmektedir.
Yine sanık Hakan K. savunmanı tarafından olağan yasa yolu incelemesine esas alınan temyiz dilekçesi, süre tutum niteliğinde olup, sanık savunmanınca gerekçeli kararın tebliği istenilmiş, mahkemece gerekçeli karar sanık savunmanına tebliğ edilmemiştir.
Belirtilen bu eksiklikler, sanıklar açısından savunma hakkının kısıtlanması niteliğindedir. Sanıkların savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmayı öngören İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6. madde 3. fıkra (c) bendi kapsamında belirtilen eksikliğin öncelikle giderilmesi gerekmektedir.
Bu itibarla, öncelikle kararın sanıklara tebliğ edilmesi, sanıkların temyize muvafakat etmesi halinde gerekçeli kararın bu kez sanık Hakan K. müdafiine tebliği ile sonucuna göre temyiz incelemesi yapılması gerektiği” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.
Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Sanıkların yağma suçundan cezalandırılmalarına karar verilen olayda, Özel Daire ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlıklar;
1) Atandığından haberdar olunmayan zorunlu müdafiin huzurunda verilen hükmün ayrıca sanıklara da tebliğinin gerekip gerekmediği,
2) Yoklukta kurulan hükme yönelik verilen süre tutum dilekçesi üzerine gerekçeli kararın tebliğ edilip edilmeyeceği,
Noktalarında toplanmaktadır.
İncelenen dosya içeriğinden;
Suç tarihinde onsekiz yaşından büyük olan sanıklar hakkında; içerisinde bulundukları otomobil ile kaldırımda yürümekte olan mağdura yaklaşarak, omuzunda asılı bulunan çantasını, kendilerine direnen mağduru yerde sürüklemek ve çantanın bağını koparmak suretiyle alarak kaçmak şeklindeki eylemleri nedeniyle soruşturma başlatıldığı,
Başka bir olay nedeniyle yakalanan sanıkların, emniyet görevlilerince alınan 19.06.1999 günlü ifadelerinde yasal hakları hatırlatılmasına karşın avukat istemediklerini ve üzerlerine atılı suçlamayı kabul ettiklerini beyan ettikleri, bu aşamada anlatımına başvurulan mağdurun ise sanıkları kesin olarak teşhis edemediği,
Bir başka suç nedeniyle tutuklanarak cezaevine konulan sanıkların, 22.07.1999 günü bu kez incelemeye konu olan eylemleri nedeniyle gıyaben tutuklanmalarına karar verildiği ve 23.07.1999 tarihinde de haklarında hırsızlık suçundan sulh ceza mahkemesine kamu davası açıldığı,
13.09.1999 tarihinde sanıkların gıyabi tutukluluklarının vicahiye çevrildiği ve sorgusu yapılan sanıkların yasal hakları hatırlatılmasına karşın müdafi istemedikleri, 15.09.1999 günlü oturumda da hatırlatılan yasal haklarına karşın müdafi istemedikleri ve üzerlerine atılı suçlamayı kabul etmediklerini beyan ettikleri, aynı duruşmada da tahliyelerine karar verildiği,
Büyükçekmece Sulh Ceza Mahkemesince 06.03.2002 günü; sanıkların eylemlerinin gasp suçunu oluşturabileceğinden bahisle görevsizlik kararı verilerek dosyanın ağır ceza mahkemesine gönderildiği,
Ağır ceza mahkemesince 09.06.2003 tarihinde, tüm aramalara rağmen bulunamayan sanıklar hakkında 1412 sayılı Yasanın 104. maddesi uyarınca gıyabi tutuklama kararı verildiği, 07.08.2003 tarihinde hakkındaki gıyabi tutuklama kararı vicahiye çevrilen sanık Polat A.’nın tutuklanarak cezaevine gönderildiği, 23.10.2003 günlü duruşmada ise, yasal hakları hatırlatıldıktan sonra müdafi talebi bulunmaması nedeniyle avukatsız olarak alınan savunmasının ardından tahliye edildiği,
17.01.2005 tarihinde hakkındaki gıyabi tutuklama kararı vicahiye çevrilen sanık Hakan K.’nın tutuklanarak cezaevine gönderildiği, 13.04.2005 tarihli oturumda ise yasal hakları hatırlatıldıktan sonra sanık müdafii olduğunu beyan eden ancak vekâletname ibraz etmeyen Avukat Ünal Ü.’nün huzurunda alınan savunmasının ardından tahliye edildiği,
26.10.2005 günlü sanıkların ve müdafilerinin bulunmadıkları oturumda Cumhuriyet savcısının esas hakkındaki görüşünü açıkladığı, mahkemece duruşmada hazır bulunmayan sanık Hakan K. müdafiine esas hakkındaki mütalaa ve duruşma gününün tebliğine ve 5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının 150. maddesi uyarınca sanık Polat A.’ya müdafi tayini için İstanbul Barosu Başkanlığına yazı yazılmasına karar verildiği,
Sanık Hakan K. müdafii Avukat Ünal Ü.’nü n yerel mahkemeye gönderdiği 23.11.2005 tarihli yazı ile sanık müdafiliğinden istifa ettiğini bildirdiği,
09.03.2006 günlü sanıkların hazır bulunmadıkları oturuma, baroca sanık Polat A. müdafii olarak görevlendirilen Avukat Abdurrahman Y.’ni n katıldığı, aynı oturumda, sanık Hakan K. müdafiinin istifa dilekçesinin adı geçen sanığa tebliği ile 5271 sayılı CYY’nın 150. maddesi uyarınca sanığa müdafi tayin edilmesi amacıyla İstanbul Barosu Başkanlığına yazı yazılmasına karar verildiği, 03.05.2006 tarihli tebligat ile de adı geçen sanığa, müdafiinin istifa ettiğine ilişkin bildirimde bulunulduğu,
12.07.2006 günlü oturuma sanık Polat A. müdafii Avukat Abdurrahman Y. ile baroca sanık Hakan K. müdafii olarak görevlendirilen Avukat Sibel O.’nun katıldığı,
02.10.2006 günlü sanık Polat A. müdafii Avukat Abdurrahman Y.’nin hazır bulunduğu oturumda ise yerel mahkemece, sanıklar arasında menfaat çatışması bulunmadığı ve sanık Hakan K. müdafii Avukat Sibel O.’nun duruşmaları takip etmediği gerekçesiyle Avukat Abdurrahman Y.’nin her iki sanık müdafii olarak duruşmalara kabulüne karar verildiği, adı geçen müdafiin her iki sanığın da beraatına karar verilmesi yönünde savunmada bulunduğu ve aynı oturumda sanıklar hakkında mahkûmiyet hükmü kurulduğu, hükmün yasa yolu bildiriminin ise; “yasa yolu açık olmak ve temyiz için bir hafta içerisinde Yargıtay’a başvurabileceği bildirilmek sureti ile sanıklar müdafiinin yüzüne karşı, Cumhuriyet Savcısı Yahya E. huzuru ile talebe uygun olarak oy birliği ile verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı” şeklinde gösterildiği,
Sanık Polat A. müdafii Avukat Abdurrahman Y.’nin 09.10.2006 tarihinde hükmü yalnızca sanık Polat A. yönünden temyiz ettiği, sanık Hakan K.’nın baroca görevlendirilen müdafii Avukat Sibel O.’nun da 08.11.2006 tarihinde yerel mahkemeye yazı yazarak, 02.10.2006 tarihli duruşmaya katılamayacağına ilişkin mahkemeye faks yoluyla mazeret dilekçesi gönderdiğini, ancak mazeret dilekçesinin dosyaya konulmadığını ve baroca sanık Polat A. müdafi olarak görevlendirilmiş bulunan müdafiin, mahkemece son oturumda her iki sanık müdafii olarak kabul edilip hüküm kurulduğunu, bu hususun usul ve yasaya aykırı olduğunu, bu nedenle yokluğunda verilen hükmü temyiz ettiğini belirterek, gerekçeli temyiz dilekçesine esas olmak üzere kararın kendisine tebliğini istediği, ancak dosya içeriğinde hükmün adı geçen sanık müdafiine tebliğ edildiğine ilişkin herhangi bir bilgi veya belge ile söz konusu müdafi tarafından dosyaya gönderilen bir mazeret dilekçesi bulunmadığı,
Anlaşılmaktadır.
Uyuşmazlık konularının sırasıyla değerlendirilmesinde yarar bulunmaktadır.
1) Atandığından haberdar olunmayan zorunlu müdafi huzurunda verilen hükmün ayrıca sanıklara da tebliğinin gerekip gerekmediği:
İncelemeye konu olayda sanıkların eylemleri, suç tarihi itibarıyla yürürlükte bulunan 765 sayılı TCY’nın 495/1. maddesindeki yağma suçunu oluşturmakta olup, yaptırımı da on seneden yirmi seneye kadar hapis; 5237 sayılı TCY’nda bu maddenin karşılığı olan 149/1–c maddesinde ise on yıldan onbeş yıla kadar hapis cezası olarak öngörülmüştür. Dolayısıyla sanıklara baroca müdafi tayin edilen 26.10.2005 ve 12.07.2006 tarihleri itibarıyla yürürlükte bulunan 5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının 150. maddesinin 3. fıkrası uyarınca sanıklara müdafi atanması zorunludur.
5271 sayılı Ceza Yargılaması Yasasının 150. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları birlikte değerlendirildiğinde; gerek sanığın mahkemeden talep etmesi ile baroca görevlendirilen müdafi ile zorunlu olarak atanan müdafi arasında; gerekse aynı Yasanın 2. maddesindeki “şüpheli veya sanığın ceza muhakemesinde savunmasını yapan avukat” şeklindeki tanıma bakıldığında, Ceza Yargılaması Yasası anlamında zorunlu olarak atanan veya istek üzerine görevlendirilen müdafi ile vekâletnameli müdafi arasında her hangi bir fark bulunmamaktadır. Bununla birlikte, 5271 sayılı Yasada ve 1136 sayılı Avukatlık Yasasında baroca atanmış müdafilikle ilgili ayrıntılı bir düzenlemeye yer verilmemiş olup, 5271 sayılı CYY’nın 150/4. maddesi ile bu konudaki ayrıntıların çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği belirtilmiş, bu bağlamda Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafi ve Vekillerin Görevlendirilmeleri ile Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Yönetmeliğin 5. maddesinin 3. fıkrasına göre sanıklara çıkarılmış bulunan duruşma davetiyesi “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içerisinde müdafii olup olmadığını bildirmesi, bildirimde bulunmadığı takdirde barodan müdafi görevlendirmesinin isteneceği” şeklindeki açıklamayı içermelidir.
Zorunlu müdafiin atanmış ve sanığın bunu kabul etmiş ya da atamaya karşı herhangi bir itirazda bulunmamış olduğu durumlarda vekâletnameli müdafie yapılan tefhim ve tebliğde olduğu gibi, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğin de kendisine bağlanan tüm hukuksal sonuçları doğuracağını kabul etmek gerekir. Başka bir deyişle, böyle bir durumda ayrıca asile tebligat yapılmasına gerek olmayacaktır.
Yönetmeliğin hüküm tarihinden sonra yürürlüğe girmiş olması nedeniyle, sanıkların; “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafileri olup olmadığını bildirmesi, bildirimde bulunmadığı takdirde barodan müdafi görevlendirmesinin isteneceği” açıklamasını da içeren bir davetiye ile duruşmaya davet edilmemiş olmasının önemi bulunmamakta ise de, sanığın kendisine müdafi atandığından haberi olduğu söylenemeyeceğinden, hükmün sanığa da tebliğ edilerek, temyiz dilekçesi vermesi durumunda temyiz davasına bakılması adalete uygun düşecektir.
Olaya başka bir açıdan bakıldığında;
Anayasanın 36. maddesinde yer alan; “herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” şeklindeki hükmün, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, “Adil Yargılanma Hakkı”nı düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasında;
“Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir:
a) …
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak,
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek” biçimindeki düzenleme ile birlikte değerlendirildiğinde varılması gereken sonuç; savunma hakkının temel insan hakları arasında yer alan hak arama hürriyetinin gereği olduğu, avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir. Bu durumda mevzuatımızda zorunlu müdafilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle, adil yargılanmanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, maddi olanağı bulunan sanık nasıl ki vekâletname verdiği avukatı serbestçe tayin edebiliyorsa, maddi olanağı olmayan sanığın da aynı şekilde avukatını serbestçe belirleyebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi, görülmeye başlayacak davada, kendisine bir avukat atandığının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine bir müdafi atandığını bilmeyen ya da müdafi atanmakla birlikte bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip olmayan bir sanığın, bu avukatın tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu avukatın yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl olanaklı değil ise, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.
Şu halde kendisine zorunlu müdafi atandığının sanığa bildirilmediği ve bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da bu konudaki görüşünün dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda, hükmün müdafi yanında sanığın kendisine de tebliğinin adil yargılanma hakkının gereği olduğu kabul edilmelidir. Özellikle vurgulamak gerekirse, bu durum tebligat hukuku ile değil, münhasıran vazgeçilemez ve göz ardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgilidir. Bu nedenle çözümün tebligata ilişkin hükümler yerine, savunma hakkına ilişkin düzenlemelerde aranması gerekir.
Kendisine zorunlu müdafi atandığının sanığa bildirildiği ve sanığın da buna itirazda bulunmadığı durumlarda, zorunlu müdafie yapılmış bulunan tefhim veya tebliğ işlemlerinin, aynen vekâletnameli müdafide olduğu gibi geçerli olacağı ve gerek tefhime, gerekse tebliğe bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama bulunmamaktadır. Bu durumda Tebligat Yasasının 11. maddesi uyarınca işlem yapılması gerekeceğinden, tebligat asile değil müdafie yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği ölçüde simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok karmaşayı da birlikte getirecektir.
Konuya bu açıklamalar ışığında bakıldığında şu sonuçlara varılmaktadır:
1- Atamanın yapıldığı tarih itibarıyla yürürlükte bulunan usul hükümlerine göre tayin edilmiş zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ, aynen vekâletnameli müdafie yapıldığında olduğu gibi hukuksal sonuç doğurur. Ancak bunun ön koşulu, kendisine zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmiş olmasıdır.
2- Kendisine zorunlu müdafi atandığından haberdar olan sanık buna itiraz etmez ise, zorunlu müdafiin yapmış bulunduğu ve kendisinin de açıkça karşı çıkmadığı tüm tasarrufların sonuçlarına katlanmak durumundadır.
3- Kendisine zorunlu müdafi atandığından sanığın haberdar edilmediği durumlarda ise, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ, kendisine bağlanan hukuksal sonuçları doğurmaz.
Nitekim Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 gün 7–56, 24.11.2009 gün 164–275 ve 12.07.2011 gün 155–172 sayılı kararları başta olmak üzere birçok kararı bu doğrultudadır.
Somut olay bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde;
Hüküm, baroca sanık Polat A. müdafii olarak görevlendirilen ve yerel mahkemece de sanıklar arasında menfaat çatışması bulunmadığı belirtilerek her iki sanık müdafii olarak kabul edilen, ancak sanıkların hiçbir oturuma birlikte katılmadıkları ve atandıklarından haberdar da olmadıkları Avukat Abdurrahman Y.’nin hazır bulunduğu oturumda tefhim edilmiştir.
Mahkemenin istemi üzerine baroca görevlendirilen müdafie yapılan tefhim, kendisine müdafi atandığından haberi olmayan sanıklar açısından hukuki bir sonuç doğurmayacağından, bu hükümle birlikte temyize muvafakatlerinin bulunup bulunmadığının belirlenmesi açısından müdafilerinin temyiz dilekçelerinin sanıkların kendilerine de tebliği gerekmektedir.
2) Yoklukta kurulan hükme yönelik verilen süre tutum dilekçesi üzerine gerekçeli kararın tebliğ edilip edilmeyeceğine ilişkin uyuşmazlık konusunun değerlendirilmesine gelince;
Temyiz incelemesinin yapılabilmesi için temyiz yasa yoluna başvuru hakkı olanların kararı tefhim veya tebliğ yoluyla öğrenmeleri yasal bir zorunluluktur. Nitekim 5271 sayılı CYY’nın “Kararların Açıklanması ve Tebliği” başlıklı 35. maddesinin 2. fıkrasında; “koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur” hükmü yer almaktadır.
5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen yürürlükte olan 1412 sayılı CYUY’nın 310. maddesinde, temyiz isteminin yüze karşı verilen kararlarda hükmün tefhiminden itibaren bir hafta içerisinde hükmü veren mahkemeye veya bu mahkemeye gönderilmek üzere bir başka yer mahkemesine verilecek dilekçe ile veya zabıt kâtibine yapılacak beyanla olacağı, bu takdirde, beyanın tutanağa geçirilerek hâkime tasdik ettirileceği, yoklukta verilen kararlarda ise temyiz süresinin tebliğle başlayacağı belirtilmiştir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
02.10.2006 tarihli hükmün sanık Hakan K.’nın baroca görevlendirilen zorunlu müdafii Avukat Sibel O.’nun yokluğunda kurulduğu, sanık müdafiinin 08.11.2006 tarihinde yerel mahkemeye gönderdiği yazı ile hükmü temyiz ettiğini ve gerekçeli temyiz dilekçesine esas olmak üzere gerekçeli kararın kendisine tebliğini istediği, buna karşın dosya içerisinde gerekçeli kararın adı geçen sanık müdafiine tebliğ edildiğine ilişkin herhangi bir bilgi ya da belgenin bulunmadığının anlaşılması karşısında, hükmün sanık müdafiine tebliğ edildikten sonra süresi içerisinde temyiz dilekçesi vermesi durumunda temyiz incelemesi yapılması gerekmektedir.
Diğer taraftan sanıklara yüklenen ve alt sınırı beş yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçun kovuşturulması aşamasında, sanık Hakan K. zorunlu müdafiinin yokluğunda hüküm kurulması da 5271 sayılı CYY’nın 151. maddesinin 1. fıkrasına aykırılık oluşturmaktadır.
Bu itibarla, Özel Dairenin düzeltilerek onama ve bozma kararlarının kaldırılmasına, kendilerine zorunlu müdafi atandığı hususu ve hüküm ile birlikte temyize muvafakatlerinin bulunup bulunmadığının belirlenmesi açısından müdafilerinin temyiz dilekçelerinin sanıklar Polat A. ve Hakan K.’ya tebliği ile sanıkların temyize muvafakat etmeleri halinde bu kez gerekçeli kararın sanık Hakan K. müdafiine tebliği ile sonucuna göre temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 11.07.2011 gün ve 15078–20502 sayılı düzeltilerek onama ve bozma kararlanın KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, Bakırköy 6. Ağır Ceza Mahkemesinin 02.10.2006 gün ve 309–378 sayılı hükmü ile temyiz dilekçelerinin sanıklar Polat A. ve Hakan K.’ya tebliğiyle sanıkların temyize muvafakat etmeleri halinde bu kez gerekçeli kararın sanık Hakan K. müdafiine tebliğ edilmesi ve sonucuna göre temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 14.02.2012 günü yapılan müzakerede oy birliğiyle karar verildi.