Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2010/189 E. 2010/237 K. 23.11.2010 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2010/189
KARAR NO : 2010/237
KARAR TARİHİ : 23.11.2010

İtirazname : 2010/36165
Yargıtay Dairesi : 1. Ceza Dairesi
Mahkemesi : VAN 2. Ağır Ceza
Günü : 29.05.2009
Sayısı : 105-161
Davacının haksız tutuklanma sonucu uğramış olduğu zararlar nedeniyle yasal faizi ile birlikte 5.000 Lira maddi ve 10.000 Lira manevi tazminatın davalı hazineden tahsiline yönelik isteminin kısmen kabulü ile 1156,36 Lira maddi ve 5.250 Lira manevi tazminatın haksız tutuk¬lama tarihi olan 16.01.2001 tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine ve 1250 Lira vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine ilişkin, Van 2. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 29.05.2009 gün ve 105-161 sayılı hüküm, davalı hazine vekili tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 29.06.2010 gün ve 2107-4979 sayı ile;
“Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 21.04.1975 gün ve 1975/3-5 sayılı kararında belirtildiği gibi; ‘466 sayılı Yasanın uygulanması yönünden, yerel mahkemelerce a) Sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararları ile, b) Yargıtay’ca onanan, c) Ya da CMUK’nun 322. maddesi uyarınca verilen beraat kararlarının ilgili sanıklara tebliği gereke¬ceği, sözü edilen 466 sayılı Yasanın ikinci maddesinde gösterilen üç aylık sürenin mahkemelerce yapılacak tebliğ tarihinden başlaması gerekir’.
Görüldüğü gibi sanığın yüzüne karşı verildikten sonra, taraflarca temyiz edilmeden kesinleşen beraat kararlarının sanığa tebliğinin gerektiği, İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun kararında yazılı değildir. Yine beraat kararı sanığın yüzüne karşı verilmiş oldu¬ğun¬dan, onun karardan haberdar olmadığından söz edilemez.
Somut olayda;
1- Davacının yargılandığı ve beraat ettiği davada, 29.03.2002 tarihinde davacının yüzüne karşı verilen ve 01.08.2002 tarihinde kesinleşen beraat kararından 7 yıl sonra açılan davanın, süresinde açılmadığından reddi yerine kabulüne karar verilmesi,
2- Kabule göre de; talep tarihine göre duruşmalı inceleme yapılması gerekirken naip hakim atanarak dosya üzerinde yapılan inceleme sonucu hüküm kurulmak suretiyle 5353 sayılı Yasa ile değişik CMK’nun 142/7. maddesine aykırı davranılması” isabetsizliğinden, (1) nolu bozma yönünden Daire Üyeleri S.Z.İ…ve S.E.Y…’nın karşıoyuyla oyçokluğuyla bozulmuştur.
Yargıtay C.Başsavcılığınca 30.07.2010 gün ve 36165 sayı ile;
“466 sayılı Yasanın Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresi 21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay içtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesin¬leşmenin öğrenilmesinden itibaren başlamaktadır. Nitekim, bu husus Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 tarih ve 2009/1256-2010/57 sayılı kararında da açıkça belirtilmiştir. Söz konusu kararlarda, dava açma süresinin başlaması için beraat kararının kesinleştiğinin tebliğinden itibaren başlayacağına ilişkin ilke açısından, beraat kararının sanığın yüzüne karşı veya yoklu¬ğunda verilmiş olması nedeniyle bir ayrım yapılmamıştır. Dava açma süresi, ister yüze karşı verilsin isterse yoklukta verilsin, beraat kararlarının kesinleştiğinin sanığa tebliğ edilmesinden veya kesinleşmesinin öğrenilmesinden itibaren başlayacaktır.
Kişilerin yasal haklarının kullanabilmelerini sağlayabilmek için ilgililerin haklarındaki karar veya hükümlerden haberdar edilmeleri usul hukukunun ana kurallarındandır. Bildiril¬meyen bir karar sonucunda, kişilerin yasal haklarını arayamaz, kullanamaz durumda bırakılma¬ları, adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmaz.
Nitekim, Anılan içtihadı Birleştirme Kararında da, ‘…her ne kadar Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrasında, birinci maddedeki haksız tutuklama ve benzeri nedenlerle zarara uğrayanların haklarındaki kararların kesinleştiği tarihten başlayarak üç ay içinde tazminat isteyebilecekleri belirtilmiş ise de, yasa koyucu burada, ilgilinin bilgisi kapsamı içinde bulunan bir kesinleşmeyi kabul etmiştir. Aksi halde, bilinmeyen bir karara dayanılarak bir hakkın aranması veya isten¬mesi durumu ortaya çıkar ki, bu, düşünce olarak dahi kabul edilemez. Bu durumda, yasadaki kesinleşmiş sözünü, ilgilinin haberdar olduğu kesin karar anlamında yorumlamak gerekir ‘… Böyle olunca, 466 sayılı Yasadaki üç aylık başvurma süresinin tebliğ tarihinden, yani beraat eden kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten başlatılması gerekir, çünkü başvurma, ilgilinin hakkındaki kararın kesinleştiğini öğrenmesi ile mümkün olacaktır …’ denilmektedir.
Açıklamalar karşısında, Özel Dairenin İçtihadı Birleştirme Kararının ‘Sonuç’ bölümünde yer alan ifadelerden hareketle, sanığın yüzüne karşı verilen temyiz edilmeksizin kesinleşen beraat kararlarının kesinleştiğinin, sanığa tebliğ edilmesinin gerekmediği sonucuna ulaşmasının isabetli olmadığı değerlendirilmiştir.
Somut olayda, sanığın yüzüne karşı verilen beraat kararı 01.08.2002 tarihinde kesinleş¬miştir. Hakkari Ağır Ceza Mahkemesinin 12.03.2009 tarihli yazısından, beraat kararının kesin¬leş¬¬tiğinin sanığa tebliğ edilmediği anlaşılmıştır. Dosya içerisinde, davacının dava dilekçesinde belirttiği, beraat kararının 06.02.2009 tarihinde kesinleştiğinin öğrenildiğine ilişkin beyanının aksine başkaca herhangi bir bilgi veya belge bulunmamaktadır.
Bu itibarla, Özel Dairece davanın yasal süre içinde açıldığının kabulü gerekirken, yazılı şekilde reddine karar verilmesinde isabet bulunmadığı kanaatine varılmıştır.
Öte yandan, koruma tedbirleri nedeniyle zarara uğrayanların tazminat isteme haklarına ilişkin olarak gerek 466 sayılı Kanunda gerekse 5271 sayılı Yasanın ilgili bölümünde maddelerde; tazminat istemi, tazminat isteminin koşulları, tazminat istemeyecek kişiler ile ilgili maddi hukuka ilişkin hükümlerin yanı sıra, görevli ve yetkili mahkemenin tayini, davanın görülme usulü (duruşmalı-dosya üzerinde), yasa yolları ile ilgili olması nedeniyle yargılama (usul) hukukuna ilişkin hükümlere de yer verilmiştir. Bilindiği üzere, yargılama usulüne ilişkin hükümler derhal yürürlüğe girer ve uygulanırlar. Ancak, yasalarda bu kuralın istisnasının öngörülmesi mümkündür. Nitekim, 5320 sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca halen 1412 sayılı CMUK.nun temyize ilişkin (usul) hükümlerinin uygulanması sürmektedir. 5320 sayılı Yasanın 6. maddesinde de, 01.06.2005 tarihinden önceki işlemler hakkında (maddi hukuk¬-usul hukuku hükümleri ayrımı yapılmadan) 466 sayılı Yasa hükümlerinin uygulanacağı hükmü getirilmiştir. Dolayısıyla, somut olayda da haksız tutuklama işleminin tarihinin 01.06.2005 tarihinden önceye ait olması nedeniyle 466 sayılı Yasanın (usul hükümleri de dahil olmak üzere bir bütün olarak) uygulanması gerekmektedir. Talep tarihinin 01.06.2005 ve sonrası olduğu gerekçesinden hareketle kanun koyucunun getirdiği istisnai hükmün uygulanma alanının daraltılması yasaya uygun düşmez. Bu nedenle, yerel mahkemenin 466 sayılı Yasanın 3. maddesi uyarınca naip hakim atamak suretiyle dosya üzerinde inceleme sonucu karar vermesi yasaya uygundur. Cumhuriyet savcısının yazılı görüşü yerine, mahkemece açılan duruşmada sözlü mütalaasının alınması, sonuca etkili bir yasaya aykırılık niteliğinde bulunmamaktadır. Somut olayda, 5271 sayılı Yasanın 141 ila 144. maddelerinin uygulanması ve bu bağlamda Yasanın 142/7. maddesi gereğince duruşma açılarak karar verilmesi zorunlu olmadığından; kabule göre yapılan bozma nedeninin de yerinde olmadığı” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurularak Özel Daire bozma kararının kaldırılmasına, dosyanın hükmün esası yönünden temyiz incelemesinin yapılması için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmesi isteminde bulunulmuştur.
Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Davacı Ç…Y…vekili tarafından sunulan 11.02.2009 tarihli dilekçe ile; davacının kas¬ten öldürme suçundan dolayı Hakkari Ağır Ceza Mahkemesinin 1989/239 esas sayılı dosya¬sında 16.01.2001 ila 30.11.2001 tarihleri arasında tutuklu kaldığı ve yargılama sonunda 29.03.2002 gün ve 239-102 sayı ile beraatine karar verildiğini belirterek 5.000 Lira maddi, 10.000 Lira manevi tazminatın yasal faizi ve vekalet ücretiyle birlikte hazineden tahsilini talep etmiş, Van 2. Ağır Ceza Mahkemesince bu istemin kısmen kabulüyle 1156,36 Lira maddi ve 5.250 Lira manevi tazminatın haksız tutuklama tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesine, fazlaya ilişkin talebin reddine ve 1250 Lira vekalet ücretinin davalıdan alınarak davacıya verilmesine karar verilmiş, davalı vekilinin temyizi üzerine bu hüküm Özel Dairece “davanın, süresinde açılmadığı” gerekçesiyle bozulmuştur.
Yargıtay C.Başsavcılığı ise, “davanın yasal süre içinde açıldığı” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurmuştur.
Görüldüğü gibi Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, 466 sayılı Yasa hükümleri uyarınca açılmış bulunan tazminat davasının, Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrasında ön görülen üç aylık süre içinde açılıp açılmadığının belirlenmesi noktasında toplan¬mak¬tadır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı CYY’nın Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Yasa’nın 18. maddesi ile 07.05.1964 gün ve 466 sayılı Yasa Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Yasa yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Yasanın Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ilâ 144. maddelerinde, tazminat isteme koşulları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Yasanın 6. maddesindeki; “(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2) Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Yasa hükümlerinin 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden varlığını sürdürmelerine olanak sağlandığından uyuşmazlık konusunun 466 sayılı Yasa hükümleri kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasasında düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hallerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
Anayasada yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren “Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasasında düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hallerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
Anayasada yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmi Gazetede Verilmesi Hakkındaki” 466 sayılı Yasanın 1. maddesinde 7 bend halinde, tazminatı gerektiren haller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Yasanın 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası haline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 10.01.1991 gün ve 3696 sayılı Yasa ile kaldırılmıştır.
Öte yandan, Devletimizin tarafı olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 5. madde¬sinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hallerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu koşullara aykırı davranılması halinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilmiştir.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasasında da sürdürülmüş ve 19. maddesinde yakalama ve tutuklama koşullarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında, “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmişken, anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Yasanın 4. maddesi ile “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
Öğretide yer alan yaygın görüşe göre; mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte, ancak yasa ile düzenleme yapılması halinde tazminat verilebileceği belirtilmek¬tedir. Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı öğretide, farklı teorilere dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. 466 sayılı Yasanın gerek¬çesinde ise; “…yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet bulunma¬makla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanma¬larının haksızlığı meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır” açıklamasına yer verilmiştir.
Yasanın 2. maddesinin birinci fıkrasında, “1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğra¬yanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle hak¬larında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahke¬mesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler” hükmüne yer verilmiştir.
2. maddenin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresi ise, 21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuç¬lanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başlamaktadır. Anılan Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararını, “sanıkların yüzlerine karşı verilen beraat kararlarının kesinleştikleri husu¬sunun ilgililere tebliğine gerek bulunmadığı” şeklinde yorumlama olanağı bulunmamak¬tadır. Çünkü beraat kararı yüzüne karşı verilen sanık, bu tefhimle sadece beraat kararının verildiğini öğrenmektedir. Oysa tazminat isteme hakkı beraat kararının kesinleşmesiyle doğmaktadır.
İncelenen dosyada;
27.09.1988 tarihinde meydana gelen ve iki kişinin öldürülmesi ile sonuçlanan olayda, Hakkari C.Başsavcılığınca 04.08.1989 ve 59 sayılı iddianame ile davacı hakkında 765 sayılı TCY’nın 450/4-10, 463, 31, 33, 40. maddeleri uyarınca kamu davası açıldığı, bu davanın sonu¬cunda Hakkari Ağır Ceza Mahkemesince 29.03.2002 gün ve 239-102 sayı ile delil yeter¬siz¬liğinden beraat kararı verildiği, davacının 16.01.2001 ila 30.11.2001 tarihleri arasında tutuklu kaldığı, davacının yüzüne karşı verilen beraat kararının temyiz edilmeksizin 01.08.2002 tarihinde kesinleştiği, kesinleşen beraat kararının sanığa tebliğ edilmediği, bu davada davacı aleyhine kamu davasına katılan iki kişinin de bulunduğu,
Anlaşılmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, sanıkların gerek yokluğunda gerekse yüzlerine karşı hükmolunan beraat kararlarının kesinleşme şerhi ile birlikte ilgiliye tebliği zorunlu olduğundan, 466 sayılı Yasanın 2. maddesinde öngörülen üç aylık dava açma süresi beraat eden kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten itibaren başlamak¬tadır.
Ceza Genel Kurulunun 23.11.2004 gün ve 177-203 sayılı kararında da; “466 sayılı Yasaya dayalı tazminatlarda, her türlü sorun, öncelikle yasa normlarıyla çözümlenecek, açıklık bulunmayan ahvalde ‘tazminat hukuku’ kıyaslamasına başvurulacaktır” şeklinde ifade edildiği üzere, Yasanın 2. maddesinde dava açma süresinin açıkça yazılması ve yasa gücünde olan İçtihadı Birleştirme Kararında varılan sonuçlar nedeniyle, dava açma süresi yönünden, Borçlar Yasası veya bir başka yasada tazminat davası açılması için öngörülen sürelerin 466 sayılı Yasaya dayalı tazminat davalarında kıyasen de olsa uygulanması olanağı bulunmamaktadır.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunca ve Özel Dairelerce, üzerinden çok uzun yıllar geçen tazminat davalarında, davacıların resmi kurumlara adli sicil kayıtlarının ibrazı veya kesinleşmiş kararları sunma zorunlulukları bulunan işlemleri yapmaları ve bu hususun dosya içeriğiyle saptanması halinde, davanın yasal süresinde açılmadığının kabulü ile reddine karar verilmesi gerektiği yönünde kararları bulunmakta ise de, somut olaya ilişkin dosyada böyle bir belirlemeye yönelik bilgi ve belge bulunmamaktadır.
Diğer taraftan
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 17.03.1998 gün ve 18-91 sayılı kararında da vurgulanan ve istikrarlı olarak sürdürülen uygulamaya göre, “kabule göre” yapılan bozmalar uyarıcı, öğre¬tici ve yol gösterici nitelikte olduğundan bu tür bozmalar Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının itirazına konu olamayacaktır. Bu nedenle 466 sayılı Yasaya göre yapılan tazminat istemlerinin duruşmalı yapılmasına gerek bulunmadığına ilişkin itirazın bu aşamada incelenmesine gerek görülmemiştir.
Bu itibarla, dava süresinde açılmış bulunduğundan Yargıtay C. Başsavcılığı itirazın kabulü ile Özel Daire kararının kaldırılmasına ve dosyanın esasının incelemesi için Özel Daireye gönderilmesine karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Kurul Üyesi Ş…. İste; “Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 23.11.2010 günlü oturumunun 11. sırasındaki Van İkinci Ağır Ceza Mahkemesinin 29.05.2009 gün ve 105-161 sayılı kararının, Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 29.06.2010 gün ve 2107-4979 sayılı ilamı ile bozulmasına ilişkin karara Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının 30.07.2010 gün ve 36165 sayılı itirazı üzerine; 23.11.2010 tarihinde Genel Kurul sayın çoğunluğunun verdiği ‘1.Ceza Dairesinin Bozma Kararının Kaldırılmasına…’ ilişkin karara karşı görüşüm şöyledir:
Somut olayda,
Davacı (sanık) Ç…Y…, Beytüşşebap İlçesi Bölücek Köyü nüfusuna kayıtlı olup aynı yerde oturmaktadır.
27.09.1988 tarihinde biribirine sınır olan iki köy halkı arasında silahlı çatışma olmuş, her iki köyden birer kişi ölmüştür. Soruşturma başlamış, Ç…Y..hakkında 9 ay 8 gün sonra, 05.07.1989 tarihinde gıyabi tutuklama kararı çıkartılmıştır. Olay tarihinden 12 sene 3 ay 19 gün, gıyabi tutuklama tarihinden ise 11 sene 6 ay 11 gün sonra Ç…Y…yakalanmış, gıyabi tutuk¬laması vicahiye çevrilmiş, yargılama devam ederken 30.11.2001 tarihinde tahliye edilmiştir.
Hakkari Ağır Ceza Mahkemesi 29/03/2002 tarihinde sanık Ç… Y…’in yüzüne karşı BERAAT kararı vermiştir. Temyiz olunmadığı için bu karar Ç.. Y…yönünden 05.04.2002 tarihinde kesinleşmiştir.
Her ne kadar dosyada bulunan kesinleşme şerhli karar örneğinde ‘bu karar aleyhinde temyiz talebinde bulunulmadığından 01.08.2002 tarihinde kesinleştiği onaylanır 12.03.2009’ yazılı ise de, 01.08.2002 tarihi, yokluğunda beraat kararları verilen diğer sanıklara kararın tebliği ile ilgilidir.
Ağır Ceza Mahkemesinde beraat eden sanık Ç…Y..vekili kesinleşme tarihinden 6 sene 10 ay 6 gün sonra 11.02.2009 tarihinde Van Ağır Ceza Mahkemesine başvurarak 320 gün tutuklu kaldıktan sonra beraat eden davacı (sanık) Ç… için 10.000 TL manevi, 5.000 TL de maddi tazminat isteminde bulunmuştur.
Dava dilekçesi üzerine, Ağır Ceza Mahkemesi 02.03.2009 tarihinde tensip yaparak “466 sayılı Yasaya göre tazminat istemi konusunda inceleme yapıp, gerekli raporunu düzenlemek üzere” üye Hakimi naip Hakim olarak görevlendirmiştir.
Naip Hakim dosyayı tek başına yürütmüş, davacıyı dinlemiş, Hakkari Ağır Ceza Mahke¬mesinden kesinleşme şerhli karar istemiş, bilirkişi incelemesi yaptırmış, sonuçta 28.05.2009 tarihinde raporunu heyete sunmuştur.
Daha önce Naip Hakimce belirtilen günde heyet toplanmış, bu defa davacı vekili C.Savcısı huzuru ile celse açılmış, C.Savcısından mütalaa alındıktan sonra, kısmen kabul ile maddi ve manevi tazminatlara hükmedilmiştir.
İşbu karar, davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilince Yargıtay 1. Ceza Dairesi iki yönden kararı bozmuştur.
1) Oy çokluğu ile alınan 1.bozma nedeni:
Yargıtay İçtihatı Birleştirme Büyük Genel Kurulunun 21.04.1975 gün ve 1975/3-5 sayılı kararında belirtildiği gibi, 466 sayılı Yasanın uygulanması yönünden Yerel Mahkemelerce a-) sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararları ile, b-) Yargıtayca onanan, c-) yada CMUK.nun 322. maddesi uyarınca verilen beraat kararlarının ilgili sanıklara tebliği gerekeceği, sözü edilen 466 sayılı Yasanın ikinci maddesinde gösterilen üç aylık sürenin mahkemelerce yapılacak tebliğ tarihinden başlaması gerekir. Görüldüğü gibi, sanığın yüzüne karşı verildikten sonra, taraflarca temyiz edilmeden kesinleşen beraat kararlarının sanığa tebliğinin gerektiği, İ.B.B.G.K.nun kararında yazılı değildir. Yine beraat kararı sanığın yüzüne karşı verilmiş olduğundan, onun karardan haberdar olmadığından da söz edilemez, somut olayda davacının yargılandığı ve beraat ettiği davada 29.03.2002 tarihinde davacının yüzüne karşı verilen ve 01.08.2002 tarihinde kesinleşen beraat kararından yedi yıl sonra açılan davanın süresinde açılmadığından reddi yerine kabulüne karar verilmesi,
2) Oybirliği ile verilen 2.bozma nedeni:
Kabule göre de; talep tarihine göre, duruşmalı inceleme yapılması gerekirken, naip Hakim atanarak dosya üzerine yapılan inceleme sonucu hüküm kurulmak suretiyle 5353 sayılı Yasayla değişik CMK.nun 142/7. maddesine aykırı davranılması…
Nedenleri ile kararı bozmuştur.
Yargıtay C.Başsavcılığı sözü edilen bu iki bozma nedeni ile ilgili olarak itirazda bulun¬duğundan, dava Yüksek Ceza Genel Kurulunun huzuruna gelmiş bulunmaktadır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının ikinci bozma isteminin nedeni 1.Ceza Dairesinin bozma ilamının 2 nolu bendindeki “kabule göre” başlıklı eleştiri ile ilgilidir, 2) Oybirliği ile verilen 2.bozma nedeni:
Kabule göre de; talep tarihine göre, duruşmalı inceleme yapılması gerekirken, naip Hakim atanarak dosya üzerine yapılan inceleme sonucu hüküm kurulmak suretiyle 5353 sayılı Yasayla değişik CMK.nun 142/7. maddesine aykırı davranılması…
Nedenleri ile kararı bozmuştur.
Yargıtay C.Başsavcılığı sözü edilen bu iki bozma nedeni ile ilgili olarak itirazda bkabule göre yapılan eleştiriler Hakimi uyarıcı nitelikte olduğundan direnme yada itiraza konu olamayaca¬ğından bu konuda görüş belirtmiyorum. Kaldı ki, aynı nedenle Ceza Genel Kurulunda da itirazın 2 nolu bendi görüşmeye açılmamıştır.
Yargıtay C.Başsavcılığının 1.Bozma nedeni ile ilgili itirazında:
a-) Y.İ.B.B.G.K.nun 21.04.1975 gün ve 1975/3-5 sayılı kararı ile,
b-) Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 23.03.2010 gün ve E.2010/1-256, K.2010/57 sayılı kararı dayanak yapılmıştır.
Oysa her iki kararda aşağıda açıklayacağım gibi, kanaatimce yanlış yorumlanmıştır. Örnek gösterilen Ceza Genel Kurulu kararına konu olan kararda Ağır Ceza Mahkemesi; sanığın (davacının) yokluğunda beraat kararı vermiştir. Tabiî ki bu karar tebliğ edilmeden 466 sayılı Yasadaki 3 aylık süre başlamayacaktır. Dairemizin uygulamaları da bu yöndedir. Oysa somut olayda, Hakkari Ağır Ceza Mahkemesi sanığın yüzüne karşı CMUK.nun 33. maddesi gereğince beraat kararını tefhim etmiştir. CMUK.nun 310. maddesine göre temyiz süresi tefhimden itibaren bir haftadır.
Ancak; sanık tefhimde hazır değil ise CMUK.nun 310/2. maddesi gereği tebliğden itibaren bir haftalık temyiz süresi başlayacaktır.
466 sayılı Yasanın 2. maddesine göre “…kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mer¬ci¬lerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay” lık başvuru süresi kesinleşmeden itibaren başlayacaktır.
Sanığın yokluğunda verilen beraat kararı, mahkemesince tebliğ edilmemiş ise, aradan yedi yılda, sekiz yılda geçse üç aylık süre başlamamış olacaktır. Bu nedenle, emsal gösterilen Ceza Genel Kurul kararı doğrudur, somut olaya uygun değildir. Dairemizin uygulamaları da bu yöndedir. Somut olayda ise, tefhim sanığın (davacının) yüzüne karşıdır. Ayrıca karar tebliğine gerek yoktur, karara karşı temyiz yoluna gidilmediğine göre, tefhimden itibaren bir hafta geçmesi ile hüküm kesinleşecektir. Tefhimden itibaren bir haftalık süre geçtikten sonra Ceza Genel Kurul Kararında da belirtildiği gibi 466 sayılı Kanunun 2. maddesinde sözü edilen üç aylık süre başlayacaktır.
Gelelim, 1975 tarihli İ.B.B.G.K.na:
Kararda da görüldüğü gibi, içtihadı birleştirmeye konu olan karar, sanıkların yoklu¬ğunda hükmolunan beraat kararları ile Yargıtayca onanan beraat kararlarının ilgili sanıklara tebliği gerekip gerekmediği ile ilgilidir. Sonuçta İ.B.B.G.K. “her ne kadar Yasanın 2. maddesinin ilk fıkrasında, 1. maddedeki haksız tutuklama ve benzeri nedenlerle zarara uğrayanların, haklarındaki kararların kesinleştiği tarihten başlayarak üç ay içinde tazminat isteyebilecekleri belirtilmiş ise de, Yasa koyucu burada, ilgilinin bilgi kapsamı içinde bulunan bir kesinleşmeyi kastetmiştir. Aksi halde, bilinmeyen bir karara dayanılarak bir hakkın aranması veya istenmesi durumu ortaya çıkar ki, bu, düşünce olarak dahi kabul edilemez. Bu durumda, Yasadaki kesinleşmiş karar sözünü ilgilinin haberdar olduğu kesin karar anlamında yorumlamak gerekir. Yokluğunda verilmiş bir kararın kendisine tebliğ edilmemesi halinde ilgilinin yasadan doğan tazminat isteme hakkını kullanması eylemli olarak olanaksız bir hale gelecek ve ilgililer bu konuda, Yasanın amacı dışında bir takım güçlüklerle karşılaşarak haklarından yoksun kala¬caklardır” şeklindeki gerekçe ile 466 sayılı Yasanın uygulanması yönünden Yerel Mahkeme¬lerce:
1) Sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararları ile,
2) Yargıtayca onanan ya da CMUK.nun 322. maddesi uyarınca verilen Beraat karar¬larının ilgili sanıklara tebliği gerekeceğine,
3) Sözü edilen 466 sayılı Yasanın 2. maddesinde gösterilen üç aylık sürenin mahkeme¬lerce yapılacak tebliğ tarihinden başlayacağına, 21.04.1975 günlü ikinci toplantıda çoğunlukla karar vermiştir. (işbu karar 10.06.1975 günlü resmi gazetede yayınlanmıştır.)
Görüldüğü gibi İ.B.B.G.K. kararındaki gerekçeler Dairemiz çoğunluğunun 1 nolu bozma gerekçesine uygundur, yoklukta verilen kararlarla ilgilidir. İ.B.B.G.K. da belirtildiği gibi, aksi takdirde beraat kararından haberdar olmayan kişi nasıl 466 sayılı Yasanın 2. maddesine göre tazminat davası açacaktır.
Somut olayda, beraat kararı sanığın (davacının) yüzüne karşı verilmiştir. 29.03.2002 tarihinden itibaren bir hafta geçtikten sonra karar aleyhe temyiz olmadığı için bu sanık yönünden kesinleşeceğine göre, bir haftadan sonra 466 sayılı Yasanın 2. maddesindeki üç aylık süre başlayacaktır. Yani 05.04.2002 den itibaren 05.07.2002 de üç aylık süre dolmaktadır.
Şayet mahkemenin yokluğunda beraat kararı verilen diğer sanıklara yaptığı tebligata göre kesinleşme tarihi esas alınırsa bu defa 01.08.2002 den itibaren üç aylık süre başlayacaktır. Bu süre de 30.11.2002 günü mesai saati sonunda dolmaktadır.
Oysa 466 sayılı Yasaya göre tazminat almak için dava dilekçesi yedi sene sonra 11.02.2009 da verilmiştir. Açıklanan nedenlerle, Dairemizin 1 nolu bozması doğrudur, itirazın reddi gerektiği görüşü ile sayın çoğunluğun görüşüne katılmıyorum” görüşüyle karşı oy kullan¬mıştır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 29.06.2010 gün ve 2107-4979 sayılı kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın Yargıtay 1. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay C. Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.11.2010 tarihinde yapılan ilk müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından, 23.11.2010 günü yapılan ikinci müzakerede oyçokluğuyla karar verildi.