Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2010/164 E. 2010/193 K. 12.10.2010 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2010/164
KARAR NO : 2010/193
KARAR TARİHİ : 12.10.2010

İtirazname : 2010/158332
Yargıtay Dairesi : 1. Ceza Dairesi
Mahkemesi : BAKIRKÖY 14. Ağır Ceza
Günü : 17.02.2009
Sayısı : 596-32
Sanık M.C..’ın yağma suçundan beraatine, kasten yaralama suçundan ise 765 sayılı TCY’nın 456/2, 457/1 ve 59. maddeleri uyarınca sonuç olarak 5 yıl 6 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, Eyüp 2. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 11.10.2005 gün ve 266-355 sayılı hüküm, katılan vekili ve sanığın temyizi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 27.06.2007 gün ve 3445-5244 sayı ile,
“…3- Toplanan deliller karar yerinde incelenip, sanığın yaralama suçunun sübutu kabul, oluşa ve soruşturma sonuçlarına uygun şekilde suç niteliği tayin, takdire ilişkin cezayı azaltıcı sebebin niteliği takdir kılınmış, savunması inandırıcı gerekçelerle reddedilmiş, incelenen dosyaya göre verilen hükümde bozma dışında isabetsizlik görülmemiş olduğundan, sanık müdafiinin ve müdahil vekilinin yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine,
Ancak; sanık müdafii ve müdahil vekilinin diğer temyiz itirazlarına gelince;
A) Sanık hakkında gasp suçundan verilen beraat hükmüyle ilgili olarak;
18.05.2003 tarihli güvenlik güçlerince düzenlenen tutanaktan da anlaşılacağı gibi birbirlerini tanıyan sanık ve mağdur arasında eskiye dayalı husumetin bulunduğu, olay günüde bu yüzden karşılaşınca tartışmaya başladıkları, bu tartışma sırasında sanığın mağduru bıçakla yaralaması üzerine mağdurun olay yerinden kaçarak uzaklaştığı, sanığın da mağdura ait ticari taksiye binerek olay yerinden ayrıldığı, bilahare aracı bulunduğu yerde bırakarak terkettiği, aracı bıraktığı yeri de kısa süre içinde polise bildirdiği, aracın da sanığın söylediği yerde bulunduğu anlaşılmakla, kabul edilen bu oluş karşısında sanığın gasp amacıyla mağdura ait aracı aldığının sübut bulmadığı, ancak mağdura ait aracı olay yerinden alarak gitmesi eyleminin hırsızlık suçunu oluşturacağından, bu suçla ilgili 765 sayılı Yasa ile 5237 sayılı Yasa hüküm¬lerinin Yargıtay denetimine olanak verecek biçimde somut olarak uygulanması, sonuçlarının birbirleriyle karşılaştırılarak lehe olan hükmün belirlenmesi ve uygulamanın ona göre yapılması gerekirken, bu eyleminden beraatine karar verilmesi,
B) Sanık hakkında yaralama suçundan kurulan hükümle ilgili olarak;
765 sayılı Yasa ile 5237 sayılı Yasanın olayla ilgili tüm hükümlerinin Yargıtay denetimine olanak verecek biçimde uygulanması, sonuçların birbirleriyle karşılaştırılması, lehe hükmün belirlenmesi ve uygulamanın ona göre yapılması gerekirken yazılı şekilde hüküm kurulması,
Kabule göre de; 765 sayılı Yasanın lehe olduğu kabul edilerek, 765 sayılı Yasa hükümleri uyarınca uygulama yapıldığı halde, 5237 sayılı Yasanın 53. maddesi ile uyarlama yapılarak karma uygulama yapılmak suretiyle sanık aleyhine yazılı şekilde hüküm tesisi” isabetsizlik¬le¬rin¬den bozulmuştur.
Adliyelerin birleşmesi nedeniyle dosyanın devredildiği Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahke¬mesince 17.02.2009 gün ve 596-32 sayı ile bozmaya uyularak yapılan değerlendirme sonucunda kasten yaralama suçundan aynı hüküm kurulmuş, hırsızlık suçundan ise sanığın 765 sayılı TCY’nın 491/2, 522 ve 59. maddeleri uyarınca 11 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanığın temyiz istemi Yargıtay 1. Ceza Dairesince 09.12.2009 gün ve 9010-7588 sayı ile;
“Sanık müdafiinin 17.02.2009 tarihinde yüzüne karşı verilen kararın, sanık tarafından bir haftalık yasal süre dolduktan sonra 23.03.2009 tarihinde temyiz edildiği anlaşılmakla” CMUK’ nun 317. maddesi uyarınca reddedil¬miştir.
Yargıtay C. Başsavcılığı ise 09.07.2010 gün ve 158332 sayı ile;
“…Vekâletnameli avukat H. E.. tarafından takip edilmeyen davada, 27.06.2007 tarihli Yargıtay bozma ilamından sonra mahkemece bir savunman görevlendirilmiş, ancak sanığa gerek duruşma günü gerekse bir savunman görevlendirildiği tebliğ edilmemiştir. Mahkemece kararın sanık savunmanının yüzüne karşı verilmesi temyiz süresinin bu tarihte başlamasını sağlamamaktadır. Zira sanık kendisine savunman atandığından haberdar edilme¬miştir. Bu nedenle yerel mahkeme kararının sanığa da tebliğ edilmesi yerindedir.
Yerel mahkeme kararının sanığa tebliğinin gerektiği kabul edilmesine göre, 21.03.2009 tarihinde tebliğ edilen karar sanık tarafından 23.03.2009 tarihinde (süresinde) temyiz edilmiştir. Bu durumda Yargıtay 1. Ceza Dairesi sürenin geçirildiğinden bahisle temyiz isteminin reddi yerine temyiz incelemesi yapmalıdır” görüşüyle temyizin reddi kararının kaldırılarak dosyanın temyiz incelemesi yapılmak üzere Özel Daireye gönderilmesi isteminde bulunmuştur.
Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendi¬rilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, zorunlu müdafii huzurunda verilmiş bulunan kararın, kendisine zorunlu müdafii görevlendirildiğinden haberi olmayan sanığa ayrıca tebliğ edilmesinin gerekip gerekmediği ve buna bağlı olarak sanığın öğrenme üzerine yaptığı temyizin süresinde olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
Sanığın Eyüp … Noterince düzenlenen 17.07.2003 gün ve 13838 nolu vekaletname ile kendisine müdafii olarak Av. H. E..’ı görevlendirdiği, bunun yanında dosyada veka¬let¬namesi bulunmamakla birlikte Av. H. K..’ın da sanık müdafii olarak diğer müdafii ile birlikte bozma öncesinde oturumlara katılarak savunma yaptığı, ancak 11.10.2005 tarihinde yapılan ve hükmün verildiği oturuma sanığın katılmasına karşın müdafilerinin katılmadığı, yüzüne karşı tefhim edilen hükmü sanığın temyiz ettiği, bozma sonrasında yerel mahkemece 21.02.2008 tarihli oturumda verilen karar üzerine sanığa baro tarafından müdafii olarak Av. S. O..’ın görevlendirildiği, bu müdafiin 26.11.2008 ve kararın verildiği 17.02.2009 tarihli oturumlara katılmasına karşın yüzüne tefhim edilen bu hükmü temyiz etmediği, sanığın gerekçeli kararın kendisine 21.03.2009 tarihinde tebliği üzerine 23.03.2009’da hükmü temyiz ettiği, bozma sonrasında sanığa müdafii görevlendirildiği hususu sanığa tebliğ edilmediği gibi sanığın da bu görevlendirmeden haberdar olduğuna ilişkin bir bilginin dosyada bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.03.2008 gün ve 7-56 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında vurgulandığı üzere; 5271 sayılı Yasanın 150. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları ve aynı Yasanın 2. maddesindeki tanım uyarınca, ceza yargılamasında, zorunlu veya istek üzerine atanan müdafii ile vekâletnameli müdafii arasında herhangi bir fark öngörülmemiş, 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrasında zorunlu müdafiilik ile ilgili sair ayrıntılar çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.
Bu konuda çıkarılması öngörülen “Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik”, 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Bu nedenle sanığa zorunlu müdafii görevlendirilmesinde hukuka herhangi bir aykırılık bulunmamakla birlikte, zorunlu müdafiinin çalışma, görevinin sona ermesi, sorumluluğunun sınırları ve sanıklarla ilişkileri konusunda yönetmelik hükümlerinin de dikkate alınması gerekmektedir. Anılan yönetmeliğin 5. maddesinin 3. fıkrasına göre, sanıklara çıkarılmış bulunan duruş¬ma davetiyesi “tebliğ tarihinden itibaren yedi gün içinde müdafii bulunup bulun¬madığını bildirmesi, bildirimde bulunmadığı takdirde barodan bir müdafi görevlendirmesinin istene¬ceği…” açıklamasını içermelidir.
Zorunlu müdafii görevlendirilmiş ve sanığın bunu kabul etmiş ya da bu atamaya karşı herhangi bir itirazda bulunmamış olduğu durumlarda; vekâletnameli müdafie yapılan tefhim ve tebliğde olduğu gibi, zorunlu müdafie yapılan tefhim ve tebliğ de kendisine bağlanan tüm hukuk¬sal sonuçları doğuracaktır.
Olaya başka bir açıdan bakıldığında;
Anayasanın 36. maddesinde; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” hükmüne yer verilmiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılanma hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde ise; “her sanığın en azından,
…b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiriyorsa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek…” hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama özgürlüğünün bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir.
Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savunmak için yeterli maddi olanağı bulunmayanların, bu hakkı kullanamamalarından kaynaklanabilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabilmesinin sağlanması suretiyle adil yargılamanın gerçekleştirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, maddi olanakları elverişli olan sanık nasıl ki vekâletname vermek suretiyle dilediği avukatı serbestçe tayin edebiliyorsa, maddi olanağı bulunmayan sanığın da aynı şekilde müdafiliğini üstlenecek avukatını serbestçe belirleyebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi görülmeye başlayacak davada kendisine müdafii olarak bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine müdafii atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine müdafii atanmakla birlikte bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği veya kendisini savunmasını istemediği halde muhatap olmak zorunda kaldığı müdafiin tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu müdafiin yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabileceğini düşünmek de olası değildir.
Kendisine zorunlu bir müdafii görevlendirileceğinin sanığa bildirilmediği ve sanığın bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da başka bir ifadeyle sanığın bu konudaki iradesinin dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda, hükmün müdafii yanında sanığın kendisine de tebliğinin, adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmelidir.
Bununla birlikte, kendisine zorunlu müdafii görevlendirileceğinin sanığa bildirildiği ve sanığın da buna herhangi bir itirazının bulunmadığı durumlarda, zorunlu müdafie yapılan tefhim veya tebliğ işlemlerinin aynen vekâletnameli müdafide olduğu gibi geçerli olacağı ve gerek tefhime, gerekse tebliğe bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama yaşanmamaktadır. Dolayısıyla, böyle durumlarda Tebligat Yasası’nın 11. maddesi uyarınca işlem yapılması gerekeceğinden, tebligat asile değil, vekile (müdafie) yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği anlamda simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok kargaşayı da birlikte getirir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Mahkemenin istemi üzerine baro tarafından görevlendirilmiş olan zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilme¬yen sanık M.C.. açısından hukuksal sonuç ifade etmediği gibi, temyiz süresini de başlatmayacağından, sanığın gerekçeli kararın kendisine tebliği üzerine verdiği 23.03.2009 tarihli temyiz dilekçesine istinaden temyiz davasının incelenmesi zorunluluğu bulunmaktadır.
Bu itibarla; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin “temyizin reddine” ilişkin kararının kaldırılmasına ve temyiz ince¬lemesi yapılması için dosyanın Yargıtay 1. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 1. Ceza Dairesinin 09.12.2009 gün ve 9010-7588 sayılı temyiz isteminin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, sanık M.C..’ın temyiz dilekçesine dayalı olarak temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 1. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 12.10.2010 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.