Yargıtay Kararı Ceza Genel Kurulu 2010/124 E. 2010/156 K. 22.06.2010 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2010/124
KARAR NO : 2010/156
KARAR TARİHİ : 22.06.2010

İtirazname : 2010/93305
Yargıtay Dairesi : 6. Ceza Dairesi
Mahkemesi : KONYA 3. Asliye Ceza
Günü : 20.03.2006
Sayısı : 752-195
Hırsızlık suçundan sanık B..H..’ın, 765 sayılı TCY’nın 493/2, 522 ve 523. maddeleri uyarınca 1 yıl 1 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına ilişkin, Konya 3. Asliye Ceza mahkemesince verilen 08.01.2003 gün ve 31-390 sayılı hüküm, sanık tarafından temyiz edilmekle dosyayı inceleyen Yargıtay 6. Ceza Dairesince 15.09.2005 gün ve 16500-7461 sayı ile;
“Dosya içeriğine, toplanıp karar yerinde incelenerek tartışılan hukuken geçerli ve elverişli kanıtlara, gerekçeye ve Hakimin takdirine göre; suçun sanık tarafından işlendiğini kabulde ve nitelendirmede usul ve yasaya aykırılık bulunmadığından, diğer temyiz itirazları yerinde görülmemiştir.
Ancak; sanığın eylemine uyan 765 sayılı TCY’nın 493/2, 522, 523. maddelerine göre cezalandırılmasına karar verilmiş ise de; hükümden sonra 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı TCY’nın aynı suça uyan 142/2-d, 143, 168/1. maddelerinde öngörülen özgürlüğü bağlayıcı cezanın türü, alt ve üst sınırları bakımından anılan Yasanın 7/2, 5252 sayılı Yasanın 9/3. maddeleri ışığında sanık yararına olması ve 5237 sayılı Yasa hükümleri uyarınca yeniden değerlendirme ve uygulama yapılmasında zorunluluk bulunması” isabetsizliğinden bozulmuştur.
Bozmaya uyan yerel mahkemece 20.03.2006 gün ve 752-195 sayı ile, sanığın bu kez 5237 sayılı TCY’nın 142/2-d, 143, 168/1 ve 53. maddeleri uyarınca 1 yıl 1 ay hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar verilmiş, sanık müdafiinin hükme ilişkin temyiz istemi Yargıtay 6. Ceza Dairesince 24.12.2008 gün ve 24130-24410 sayı ile;
“Yasal süre içinde temyiz başvurusunda bulunmayan sanık B.H.. savunmanının bu konudaki isteğinin, 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi yollaması ile 1412 sayılı CMUK’nun 317. maddesi gereğince” reddedilmiştir.
Yargıtay C.Başsavcılığı ise, 25.05.2010 gün ve 93305 sayı ile;
“Bozma üzerine yeniden duruşma açan mahkemenin isteği üzerine sanığa CMK’nun 150/3. maddesi gereğince Konya Barosu tarafından Av. A. A..müdafii olarak tayin edilmiştir.
Sanığa bozma ilamı sonrası yapılan duruşma tebliğ olunamamış ve duruşmaya katılmayan sanık, müdafii tarafından temsil edildiğinden başka bir yolla da haberdar edilmemiştir.
Zorunlu müdafii yüzüne karşı açıklanan yerel mahkeme hükmünü 29.03.2006 tarihinde temyiz etmiş olup, temyiz istemi yasal süresi içinde yapılmadığından Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 24.12.2008 gün ve 2007/24130-2008/24410 sayılı kararı ile temyiz isteğinin reddine karar verilmiştir.
Konya 3. Asliye Ceza Mahkemesinin 20.03.2006 tarihli ve 2005/752-2006/195 sayılı kararı sanığın kendisine tebliğ olunmamıştır.
İnfaz aşaması sırasında sanık tarafından kanun yolu başvurusu niteliliğinde olan 26.11.2009 ve 04.12.2009 tarihli dilekçeler verilmiştir. 26.11.2009 tarihli dilekçesinde lehe olan hükümlerin uygulanması isteminde bulunmuştur. 04.12.2009 tarihli dilekçede ise sonuç olarak; tebligat yapılmadığı için temyiz hakkını kullanamadığını, doğrudan cezaevine gönderildiğini, süreyi kaçırmada kusuru olmadığını beyan ederek kararın bozulmasını talep etmiştir.
Yüksek Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 18.03.2008 tarihli ve 2008/7-56 sayılı kararında da açıklandığı üzere, zorunlu müdafiin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilmeyen sanık açısından hukuki sonuç doğurmaz” görüşüyle itiraz yasa yoluna başvurarak, Özel Dairenin temyizin reddi kararının kaldırılması ve dosyanın temyiz incelemesi için Özel Daireye gönderilmesi isteminde bulunmuştur.
Dosya Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilmekle, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, zorunlu müdafii huzurunda verilmiş bulunan kararın kendisine zorunlu müdafii görevlendirildiğinden haberi olmayan sanığa ayrıca tebliğ edilmesinin gerekip gerekmediği ve buna bağlı olarak sanığın öğrenme üzerine yaptığı temyizin süresinde olup olmadığının belirlenmesine ilişkindir.
İncelenen dosya içeriğinden;
Özel Dairenin 15.09.2005 tarihli bozma ilamı üzerine yerel mahkemenin, 22.11.2005 tarihinde düzenlenen tensip tutanağıyla birlikte sanığa müdafii tayini için baroya yazı yazdığı, Konya Barosu’nun 24.11.2005 gün ve 6709 sayılı yazısı ile müdafii olarak Av. A. A..’nın görevlendirildiği, bozma sonrası 20.03.2006 tarihli ilk oturuma sanık müdafiinin katıldığı, ancak sanığın katılmadığı, bu oturumda yüzüne karşı tefhim edilen hükmü müdafiinin süresinden sonra 29.03.2006 tarihinde temyiz ettiği, bu temyiz isteminin de Özel Daire tarafından 1412 sayılı CYUY’nın 317. maddesi uyarınca reddedildiği, gerekçeli kararın ve zorunlu müdafii görevlendirildiği hususunun sanığa tebliğ edilmediği, sanığın cezaevinden mahkemeye hitaben gönderdiği 26.11.2009 tarihli dilekçesinde; “5237 sayılı TCK’nun lehe olan hükümlerinin uygulanmasını” istediği, yine 04.12.2009 tarihli dilekçesinde ise; “kendisine tebligat yapılamadığı için hükmü temyiz edemediğini, temyiz hakkını kullanmak istediğini, CYY’nın 40-42. maddeleri uyarınca isteminin değerlendirilmesi gerektiğini” belirttiği, yerel mahkemenin de 08.12.2009 tarihinde infazın durdurulmasına karar verdiği anlaşılmaktadır.
Ayrıntıları Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 18.03.2008 gün ve 7-56 sayılı kararı başta olmak üzere birçok kararında vurgulandığı üzere; 5271 sayılı Yasanın 150. maddesinin 1, 2 ve 3. fıkraları ve aynı Yasanın 2. maddesindeki tanım uyarınca, ceza yargılamasında, zorunlu veya istek üzerine atanan müdafii ile vekaletnameli müdafii arasında herhangi bir fark öngörülmemiş, 5271 sayılı CYY’nın 150/son madde ve fıkrasında zorunlu müdafiilik ile ilgili sair ayrıntılar çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmıştır.
Bu konuda çıkarılması öngörülen ve 02.03.2007 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiş bulunan “Ceza Muhakemesi Kanunu Gereğince Müdafii ve Vekillerin Görevlendirilmeleri İle Yapılacak Ödemelerin Usul ve Esaslarına İlişkin Yönetmelik” ise, gerek sanığa müdafii görevlendirildiği tarihte, gerekse hüküm tarihi itibarıyla henüz yürürlüğe girmemiştir. Bu nedenle sorunun çözümünde, hüküm tarihinde yürürlükte bulunan yasal düzenlemelere itibar edilmesi gerekir.
5271 sayılı CYY’nın zorunlu müdafiliğe, tebligata ve yasa yollarına başvuruya ilişkin hükümler, 1412 sayılı CYUY’nın halen geçerliliğini koruyan temyize ilişkin hükümler ile 7201 sayılı Tebligat Yasası’nda yer alan hükümler birlikte değerlendirildiğinde; sanığa haber verilmeden zorunlu müdafii atanmasında, bu müdafiinin sanığın bulunmadığı hallerde görev yapmasında ve tefhimin bu müdafie yapılma¬sında usulsüzlük bulunmadığı, başka bir deyişle olayımız açısından müdafie yapılan tefhimin geçerli olduğu, bu nedenle de müdafiinin temyiz dilekçesinin süreden sonra olması itibarıyla, sanık açısından temyiz davası açma olanağının yitirildiği sonucuna varılabilir ise de; uyuşmazlık konusu, vazgeçilmez ve gözardı edilemez nitelikteki savunma hakkı ve daha geniş anlamda da adil yargılanma hakkı ile ilgili olduğundan, çözümün savunma hakkına ilişkin düzenleme¬lerden yola çıkılarak aranması isabetli olacaktır.
Anayasanın 36. maddesinde; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak sure¬tiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” hükmüne yer verilmiş, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “adil yargılan¬ma hakkını” düzenleyen 6. maddesinin 3. fıkrasının b ve c bentlerinde ise; “her sanığın en azından,
…b) Savun¬masını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak;
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlan¬mak ve eğer avukat tutmak için mali olanaklardan yoksunsa ve adaletin selameti gerektiri¬yor¬sa mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabil¬mek…” hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Buradan çıkarılması gereken sonuç; savunma hakkının, temel insan hakları arasında yer alan hak arama özgürlüğünün bir gereği olduğu ve avukat tutma hakkının da savunma hakkından ayrı düşünülemeyeceği gerçeğidir.
Mevzuatımızda zorunlu müdafiilik sistemini öngören yasanın amacı, kendisini savun¬mak için yeterli maddi olanağı bulun¬mayanların, bu hakkı kullanamamalarından kaynaklana¬bilecek olası hak kayıplarının önlenmesi, dolayısıyla da savunma hakkının etkin kullanılabil¬mesinin sağlanması suretiyle adil yargılamanın gerçekleş¬tirilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak, maddi olanakları elverişli olan sanık nasıl ki vekâletname vermek suretiyle dilediği avukatı serbestçe tayin edebiliyorsa, maddi olanağı bulunmayan sanığın da aynı şekilde müdafiiliğini üstlenecek avukatını serbestçe belirle¬yebilmesi, en azından kendisine tayin edilen avukatı değiştirme hakkının bulunması, daha da ötesi, görülmeye başlayacak davada kendisine müdafii olarak bir avukat atanacağının sanığa bildirilmesi gereklidir. Kendisine müdafii atandığını dahi bilmeyen ya da kendisine müdafii atanmakla birlikte bu avukatın değiştirilmesini isteme hakkına sahip bulunmayan bir sanığın, atandığını dahi bilmediği veya beğenmediği halde muhatap olmak zorunda kaldığı müdafiin tüm tasarruflarından sorumlu tutulması gerektiğini veya bu müdafiin yaptığı tüm işlemleri peşinen kabul etmiş sayılacağını söylemek nasıl mümkün değilse, böyle bir durumda savunma hakkının tam anlamıyla kullanılabile¬ceğini düşünmek de olası değildir.
Kendisine zorunlu bir müdafii görevlendirileceğinin sanığa bildirilmediği ve sanığın bu konudaki iradesine değer verilmediği ya da başka bir ifadeyle sanığın bu konudaki iradesinin dosya kapsamından anlaşılamadığı durumlarda, hükmün müdafii yanında sanığın kendisine de tebliğinin, adil yargılanma hakkının bir gereği olduğu kabul edilmelidir.
Bununla birlikte, kendisine zorunlu müdafii atanacağının sanığa bildirildiği ve sanığın da buna herhangi bir itirazının bulunmadığı durumlarda; zorunlu müdafie yapılan tefhim veya tebliğ işlemlerinin aynen vekâletnameli müdafide olduğu gibi geçerli olacağı ve gerek tefhi¬me, gerekse tebliğe bağlı olan sürelerin işlemeye başlayacağı hususunda duraksama yaşanma¬maktadır. Dolayısıyla, böyle durumlarda Tebligat Yasasının 11. maddesi uyarınca işlem yapıl¬ması gerekeceğinden, tebligat asile değil, vekile (müdafie) yapılmalıdır. Aksi halde, zorunlu müdafiliğe yasanın arzu etmediği anlamda simgesel bir anlam yüklenmiş olur ki, bu kabul birçok kargaşayı da birlikte getirir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
Sanığa mahkemenin istemi üzerine baro tarafından görevlendirilen zorunlu müdafiinin yüzüne karşı yapılmış olan tefhim, kendisine zorunlu müdafii atandığından haberdar edilme¬yen sanık B..H..açısından hukuksal sonuç ifade etmediği gibi, temyiz süresini de başlatmayacağından; sanığın öğrenme üzerine verdiği 26.11.2009 ve 04.12.2009 tarihli temyiz iradesini içeren dilekçelerine istinaden temyiz davasının incelenmesi zorun¬luluğu bulunmaktadır.
Bu itibarla; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının kabulüne, Özel Dairenin “temyizin reddine” ilişkin kararının kaldırılmasına ve sanığın öğrenme üzerine verdiği dilekçeler nedeniyle temyiz incelemesi yapılması için dosyanın Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmesine karar verilmelidir.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazının KABULÜNE,
2- Yargıtay 6. Ceza Dairesinin 24.12.2008 gün ve 24130-24410 sayılı sanık müdafiinin temyizinin reddine ilişkin kararının KALDIRILMASINA,
3- Dosyanın, sanık B. H..’ın temyiz dilekçesine dayalı olarak temyiz incelemesi yapılması için Yargıtay 6. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsav¬cılığına TEVDİİNE, 22.06.2010 günü yapılan müzakerede oybirliğiyle karar verildi.