YARGITAY KARARI
DAİRE : Ceza Genel Kurulu
ESAS NO : 2009/256
KARAR NO : 2010/57
KARAR TARİHİ : 23.03.2010
Tebliğname : 2009/225688
Yargıtay Dairesi : 1. Ceza Dairesi
Mahkemesi : DİYARBAKIR 3. Ağır Ceza
Günü : 25.06.2009
Sayısı : 202-232
Davacının haksız tutuklanma sonucu uğramış olduğu zararlar nedeniyle yasal faizi ile birlikte 34.300 YTL manevi tazminatın davalı hazineden tahsiline yönelik isteminin, 466 sayılı Yasanın 2 ve 5271 sayılı CYY’nın 142/1. maddeleri uyarınca reddine ilişkin, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 17.11.2006 gün ve 160-537 sayılı karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmekle, dosyayı inceleyen Yargıtay 1. Ceza Dairesince 02.04.2009 gün ve 763-1799 sayı ile;
“21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, 466 sayılı Yasanın 2. maddesindeki dava açma süresinin, beraat kararı kesinleştikten sonra kesinleşme şerhli beraat kararının bizzat sanığa tebliğinden itibaren başlayacağı, incelenen dosyada ise kesinleşmiş beraat kararının sanığa (davacıya) tebliğ edilmediği anlaşıldığından, davanın yasal sürede açıldığı kabul edilerek taleple ilgili bir karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde davanın süresi içinde açılmadığından bahisle reddi yönünde hüküm tesisi” isabetsizliğinden bozulmuştur.
Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince 25.06.2009 gün ve 202-232 sayı ile;
“Davacı, hakkındaki beraat kararının kesinleştiğini bilmektedir. Zaten beraat kararının verildiği 26.12.1995 tarihinden sonra davacı, 08.01.1996 tarihinde Diyarbakır Belediyesinde bulunan şahsi dosyasına mahkeme tarafından verilen beraat kararını sunmuştur. Bu işlemin davacı tarafından yapılmasından yaklaşık 3,5 ay sonra Yargıtayca karar onanmış ve kesinleş¬miştir. Belediyeye karar, Yargıtay onama tarihinden 3,5 ay kadar önce sunulmuş olsa da bu durum davacının kararın kesinleştiğini bilmesi olgusunu değiştirmez. Memur olan davacının, hakkındaki beraat kararının hangi aşamada olduğunu takip etmediğini, Yargıtay sürecinin ne şekilde sonuçlandığını bilmediğini kabul etmek mümkün değildir. Yargıtay’ın onama kararının verildiği tarih olan 22.04.1996 tarihinden, davanın açıldığı 26.05.2005 tarihine kadar geçen 9 yıl içinde davacının beraat kararının kesinleşmediğini bilmediğinden söz etmek mümkün değildir. Yargı süreci ve bu arada tutuksuz dosyanın temyiz inceleme süresinin biraz uzun olduğu bilinen bir durum olsa da temyiz davasının 9 yıl süreceğini düşünmek ve bu arada kararın Yargıtay’dan henüz dönmediğini ve dolayısıyla kesinleşmediğini düşünmek hayatın olağan akışına uygun değildir.
Mahkememizin kanaatine göre davacı ve davacı vekili haksız tutuklama tazminatı davasını açmak için gerekli olan 3 aylık süreyi kaçırmışlar, bu sürenin başlamasını sağlamak amacıyla sanık müdafii Av. ……. kararı tebellüğ etmiş ve bundan sonra bu davayı açmıştır. Bu şartlar altında davacının/davacı vekilinin iyiniyetli olduğundan söz etmek, kararı tebellüğ ettiği tarihe kadar hakkındaki beraat kararının kesinleştiğinden haberdar olmadıklarını kabul etmek mümkün değildir. Yukarıda da belirtildiği gibi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını gerektiren bir fiil nedeniyle yargılanan bir kişinin hakkındaki davayı takip etmediğini, kararın verildiği tarih olan 1996 yılından tazminat davasının açıldığı 2005 yılına kadar dava sonucundan haberdar olmadığını kabul etmek iyiniyet kuralları ile bağdaşmamaktadır.
Haksız tutuklama tazminatına ilişkin yargılamada tazminata ilişkin hukuk kurallarının uygulanacağı düşünüldüğünde medeni hukukta kabul edilen iyiniyet kuralının bu davalarda da uygulanması gerekmektedir.
Davacının iyiniyetli olup olmadığı hal ve şartlara ve dosya kapsamına göre değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası ile yargılanan ve memur olan davacının, sonucu memuriyetini ve buna bağlı olarak sosyal haklarını önemli derece etkileyecek bir davanın beraatle sonuçlanmasından sonra kararın kesinleşip kesinleşmediğini takip etmediğini ve kesinleşmediğini bilmediğini kabul etmek iyiniyet kuralları ile bağdaşmaz.
Kanaatimizce, iyiniyet kuralları gözetilerek davanın uzun bir süre içerisinde açılıp açılmadığının tespiti gerekmektedir.
Davanın uzun bir zamandan sonra açılıp açılmadığının tespitinin, tazminat davası için Borçlar Kanununun 60. maddesinde belirtilen zarar görenin zararı ve failini öğrendiği tarihten itibaren bir sene ve her halde zararı doğuran fiilin gerçekleşmesinden itibaren on senelik sürelere göre belirlenmesi mümkün değildir. Çünkü 466 sayılı Yasanın 2. maddesi Borçlar Kanununda öngörülen sürelerden farklı süreler belirlemiş ve kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde dava açılabileceğini hüküm altına almıştır. Görüldüğü üzere dava açma için 3 aylık süre öngörülmüş, bu sürenin başlangıç tarihi hükümlerin kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren 3 ay olarak belirtilmiştir. Kanunun bu şekilde kısıtladığı dava açma süresinin dışına çıkarak haksız tutuklama tazminatı için sürenin haksız fiiller için belirlenen 10 yıllık süre olduğunu kabul etmek mümkün değildir. Dolayısıyla dava açma süresinin beraat kararından sonra uzun bir süre olup olmadığını hal ve şartlara ve iyiniyet kurallarına göre belirlemek en uygun yöntem olacaktır. Bu yönteme göre hareket edildiğinde mahkememizin kanaatine göre, ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezası gerektiren bir suçtan dolayı verilen beraat kararının kesinleşmesinden 9 yıl sonra dava açılması iyiniyet kuralları ile bağdaşan bir durum değildir.
10 yılı aşan bir süreden sonra açılan davada davacı asilin bu uzun süre içerisinde hakkındaki hükmün kesinleştiğini bilmediğinden söz edilmesinin yaşamın olağan akışına uygun bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi yönündeki Ceza Genel Kurulu kararlarının doğru olduğu inancındayız. Nitekim mahkememizin kararı da bu karar doğrultusunda şekillenmiştir. Kanaatimizce 9 yıla yakın zaman geçmesi halinde de davacının hakkındaki hükmün kesinleştiğini bilmediğinden söz edilmesinin yaşamın olağan akışına uygun bulunmadığını kabul etmek gerekir. Nitekim davacı karardan haberdardır ve yukarıda belirtildiği gibi mahkemenin beraat kararını bizzat kuruma vermiştir” gerekçesi gösterilerek önceki kararda direnilmiştir.
Bu kararın da davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay C.Başsavcılığının “bozma” istekli 03.12.2009 gün ve 225688 sayılı tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
CEZA GENEL KURULU KARARI
Davacı K. Ö.vekili tarafından Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesine sunulan 26.05.2005 tarihli dilekçe ile davacı K. Ö.’in taammüden adam öldürmek suçundan dolayı Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesinin 1995/186 esas sayılı dosyasında 11 gün gözaltında olmak üzere, 19.12.1994 ila 14.11.1995 tarihleri arasında tutuklu kaldığı, yargılama sonunda 26.12.1995 gün ve 186-178 sayı ile davacının beraatine karar verildiği bildirilip, 34.300.000.000 TL manevi tazminatın karar tarihinden itibaren işletilecek yasal faizi ve vekalet ücretiyle birlikte hazineden tahsili talep edilmiş, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesince 17.11.2006 gün ve 160-537 sayı ile; beraat kararının kesinleşmesinden sonra aradan geçen süre nazara alınarak yasada öngörülen 3 aylık yasal sürenin geçmiş olması nedeniyle açılan tazminat davasının süre yönünden reddine karar verilmiş, hüküm Özel Dairece, 21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, 466 sayılı Yasanın 2. maddesindeki dava açma süresinin, beraat kararı kesinleştikten sonra kesinleşme şerhli beraat kararının bizzat sanığa tebliğinden itibaren başlayacağı, kesinleşmiş beraat kararının (davacıya) tebliğ edilmediği, bu nedenle açılan davanın süresinde olduğu gerekçesiyle bozulmuştur.
Yargıtay Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık, 466 sayılı Yasa hükümleri uyarınca açılmış bulunan tazminat davasının, Yasanın 2. maddesinin 1. fıkrasında ön görülen üç aylık süre içinde açılıp açılmadığının belirlenmesi noktasında toplanmaktadır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5320 sayılı CYY’nın Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkındaki Yasa’nın, 18. maddesi ile 07.05.1964 gün ve 466 sayılı Yasa Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki Yasa yürürlükten kaldırılmış ve 5271 sayılı Yasanın Yedinci Bölümünde, Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat ana başlığı altında, 141 ilâ 144. maddelerinde, tazminat isteme koşulları ve sonuçları yeniden kapsamlı bir şekilde düzenlenmiş ise de, 5320 sayılı Yasanın 6. maddesindeki; “(1) Ceza Muhakemesi Kanununun 141 ilâ 144 üncü maddeleri hükümleri, 1 Haziran 2005 tarihinden itibaren yapılan işlemler hakkında uygulanır.
(2) Bu tarihten önceki işlemler hakkında ise, 7.5.1964 tarihli ve 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam olunur” hükmü uyarınca, 466 sayılı Yasa hükümleri 1 Haziran 2005 tarihinden önce gerçekleşen işlemler yönünden varlığını sürdürdüğünden uyuşmazlık konusunun bu yasa hükümleri kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Haksız ve hukuka aykırı olarak yakalanan veya tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası, ülkemizde ilk kez 1961 Anayasasında düzenlenmiş, 30. maddesinde, yakalama ve tutuklamanın hangi hallerde söz konusu olacağı açıklandıktan sonra maddenin son fıkrasında; “Bu esaslar dışında işleme tâbi tutulan kimselerin uğrayacakları her türlü zararlar kanuna göre Devletçe ödenir” hükmü yer almıştır.
Anayasada yer alan bu düzenleme doğrultusunda, 15.05.1964 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren “Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkındaki” 466 sayılı Yasanın 1. maddesinde 7 bend halinde, tazminatı gerektiren haller ayrıntılı olarak düzenlenmiş, 466 sayılı Yasanın 1. maddesinin 8. bendinde yer alan, aynı tür suçtan mahkûm olanlar, itiyadi suçlular ve suç işlemeyi meslek veya geçinme vasıtası haline getirenlerin tazminat isteyemeyeceklerine ilişkin hüküm 10.01.1991 gün ve 3696 sayılı Yasa ile kaldırılmıştır.
Öte yandan, Devletimizin tarafı olduğu İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 5. maddesinde de kişilerin özgürlüğünün hangi hallerde sınırlandırılabileceği belirlenmiş ve maddenin son fıkrasında bu koşullara aykırı davranılması halinde mağdur olan herkesin tazminat istemeye hakkı olduğu esası kabul edilmiştir.
Haksız yakalanan ve tutuklanan kimselere tazminat ödenmesi esası 1982 Anayasasında da sürdürülmüş ve 19 maddesinde yakalama ve tutuklama koşullarına işaret edildikten sonra maddenin son fıkrasında, “Bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, kanuna göre, Devletçe ödenir” hükmüne yer verilmiştir.
Anılan hüküm bu kez 17.10.2001 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 4709 sayılı Yasanın 4. maddesi ile “bu esaslar dışında bir işleme tabi tutulan kişilerin uğradıkları zarar, tazminat hukukunun genel prensiplerine göre, Devletçe ödenir” şeklinde değiştirilmiştir.
Öğretide yer alan yaygın görüşe göre; mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına nazaran, kural olarak Devletin yargılama faaliyetinden dolayı mali sorumluluğu kabul edilmemekte, ancak yasa ile düzenleme yapılması halinde tazminat verilebileceği belirtilmektedir. Haksız yakalanan ve tutuklanan kişilere karşı devletin tazminat sorumluluğunun dayanağı öğretide, farklı teorilere dayandırılmış şahsi kusur, yardım, kusursuz sorumluluk, haksız fiil, risk teorisi veya organ teorisi gibi kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. 466 sayılı Yasanın gerekçesinde ise; “…yakalanmaları ve tutuklanmalarında kanuna uymayan bir cihet bulunmamakla beraber bilahare haklarında kovuşturma yapılmasına veya son soruşturmanın açılmasına yer olmadığına veyahut beraatlerine karar verilerek bu suretle tutuklanmaları veya yakalanmalarının haksızlığı meydana çıkmış olanların da Devletten tazminat isteyebilecekleri ve bu tazminatın hukuki mesnedinin de objektif mesuliyet esasına istinat ettiği netice ve kanaatine varılmaktadır” açıklamasına yer verilmiştir.
Yasanın 2. maddesinin birinci fıkrasında, “1 nci maddede yazılı sebeplerle zarara uğrayanlar, kendilerine zarar veren işlemlerin yapılmasına esas olan iddialar sebebiyle haklarında açılan davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların mercilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde, ikametgahlarının bulunduğu mahal ağır ceza mahkemesine bir dilekçeyle başvurarak uğradıkları her türlü zararın tazminini isteyebilirler” hükmüne yer verilmiştir.
2. maddenin 1. fıkrasında belirtilen üç aylık dava açma süresi ise, 21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, davacı hakkında açılan ve beraatle sonuçlanan ceza davasının kesinleştiğinin tebliği veya bu kesinleşmenin öğrenilmesinden itibaren başlamaktadır.
İncelenen dosyada;
Davacı sanık K. Ö. ile birlikte sanıklar İ.Ö., S. Ö. ve M.K. haklarında, tasarlayarak adam öldürme ve 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçlarından cezalandırılmaları istemiyle 20.12.1994 gün ve 361 sayılı iddianame ile kamu davası açıldığı, 11 gün göz altında kalan sanık K. Ö.’nün, 19.12.1994 gün ve 830 sorgu nolu tevkif müzekkesi ile tutuklandığı, 14.11.1995 tarihinde ise tahliye edildiği, 04.05.1995 gün ve 179-59 sayı ile tasarlayarak adam öldürmek ve 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçlarından cezalandırılmasına karar verilen, davacı sanık K. Ö. hakkındaki hükmün, Yargıtay 1. Ceza Dairesince 13.11.1995 gün ve 2828-3301 sayı ile adam öldürmek suçu yönünden, beraat kararı verilmesi gerektiği görüşüyle bozulmasına karar verildiği, bozma üzerine yerel mahkemece, 26.12.1995 gün ve 186-178 sayı ile, sanığın adam öldürmek suçundan beraatine, 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçundan ise ağır para cezası ile mahkûmiyetine karar verildiği, C.savcısı tarafından, sanık aleyhine temyiz edilen hükmün, Yargıtay 1. Ceza Dairesince 22.04.1996 gün ve 1218-1472 sayı ile 6136 sayılı Yasaya aykırılık suçu yönünden yeniden hüküm kurulmasının fazladan verilmiş ve infaz edilmemesi gereken bir karar olduğu saptamasına yer verilerek, onandığı, hükmün bu şekilde 22.04.1996 tarihinde kesinleştiği,
Kesinleşme şerhini içeren beraat hükmünün ise, 20.05.2005 tarihinde kalemde sanık müdafii Av. ……a tebliğ edildiği, bu tarihten önce kesinleşmiş beraat hükmünün sanık veya müdafiine tebliğ edildiğine ilişkin dosyada herhangi bir bilgi ve belgenin bulunmadığı, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığının 22.01.2006 tarihli yazı ve eklerine göre, beraat kararı sanık tarafından çalıştığı belediyeye 08.01.1996 tarihinde sunulmuş ise de, ilgili kararın henüz kesinleşmeden Belediye Başkanlığına sunulduğu ve bu hususun karara da şerh edilip mahkeme başkanı tarafından imzalanıp mühürlendiği,
Anlaşılmaktadır.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde;
21.04.1975 gün ve 3-5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, sanıkların yokluğunda hükmolunan beraat kararlarının kesinleşme şerhi ile birlikte ilgiliye tebliği zorunlu olduğundan, 466 sayılı Yasanın 2. maddesinde öngörülen üç aylık dava açma süresi beraat eden kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten itibaren başlamaktadır. Yasanın 2. maddesinde dava açma süresi açıkça belirtilmiş olduğundan ve bu maddenin uygulanma koşulları yasa gücünde olan İçtihadı Birleştirme Kararında da açıkça belirtildiğinden, dava açma süresi yönünden, Borçlar Yasası veya bir başka yasada tazminat davası açılması için öngörülen sürelerin 466 sayılı Yasaya dayalı tazminat davalarında kıyasen de olsa uygulanması olanağı bulunmamaktadır.
Sanığın yokluğunda verilen beraat hükmü, aleyhe temyiz edilmesi nedeniyle 22.04.1996 tarihinde kesinleşmiştir. Kesinleşen bu hükmün davacıya tebliğ edildiğine ilişkin dosyada herhangi bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Her ne kadar Belediyede çalışan sanık davacı henüz beraat kararı kesinleşmeden bu kararı çalıştığı kuruma sunmuş ise de, ibraz edilen kararda, hükmün aleyhe temyiz nedeniyle henüz kesinleşmediğinin karara şerh edilerek, mahkeme başkanı tarafından imzalanıp mühürlendiği saptanmış olup, kesinleşme keyfiyeti bu kararın sunulmasından yaklaşık dört ay sonra gerçekleşmiştir. Yargıtay Ceza Genel Kurulunca ve Özel Dairelerce, üzerinden çok uzun yıllar geçen tazminat davalarında, davacıların resmi kurumlara adli sicil kayıtlarının ibrazı veya kesinleşmiş kararları sunma zorunlulukları bulunan işlemleri yapmaları ve bu hususun dosya içeriğiyle saptanması halinde, davanın yasal süresinde açılmadığının kabulü ile reddine karar verilmesi gerektiği yönünde kararları bulunmakta ise de, somut olaya ilişkin dosyada böyle bir belirlemeye yönelik bilgi ve belge bulunmamaktadır.
Bu itibarla, isabetli olan Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken, varsayımlarla önceki hükümde direnilmesi isabetsiz olup, yerel mahkeme direnme kararının bozulmasına karar verilmelidir.
Çoğunluk görüşüne katılmayan Kurul Üyeleri;
“Memur olan davacının, hakkındaki beraat kararının hangi aşamada olduğunu takip etmediğini, Yargıtay sürecinin ne şekilde sonuçlandığını bilmediğini kabul etmenin hayatın olağan akışı içinde mümkün olmadığı, onama kararının verildiği tarih olan 22.04.1996 tarihinden, davanın açıldığı 26.05.2005 tarihine kadar geçen 9 yıl içinde davacının beraat kararının kesinleşmediğini bilmediğinden söz edilemeyeceği” gerekçeleriyle direnme hükmünün onanması yönünde oy kullanmışlardır.
SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
1- Yerel mahkeme direnme hükmünün BOZULMASINA,
2- Dosyanın mahalline gönderilmek üzere Yargıtay C.Başsavcılığına TEVDİİNE, 09.03.2010 tarihinde yapılan ilk müzakerede yasal çoğunluk sağlanamadığından, 23.03.2010 günü yapılan ikince müzakerede tebliğnamedeki isteme uygun olarak oyçokluğuyla karar verildi.