YARGITAY KARARI
DAİRE : Büyük Genel Kurulu
ESAS NO : 2017/1
KARAR NO : 2017/9
KARAR TARİHİ : 08.12.2017
MAHKEMESİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulu
Taraflar arasındaki “yargısal faaliyet sebebi ile tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonucunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Hukuk Genel Kurulunun 30.05.2013 tarih 2012/5 esas, 2013/11 sayılı kararının temyizen incelenmesinin davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine Büyük Genel Kurulun 01.12.2014 tarih ve 2013/19 esas, 2014/25 sayılı ilamıyla karar onanmış; daha sonra davacılar vekili tarafından kararın düzeltilmesinin istenilmesi üzerine 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun geçici 3. maddesi ile uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440-442. maddeleri uyarınca dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü;
İlk oylamada, işin esasına geçilmeden önce, 6100 sayılı Kanun’un geçici 3. maddesi ile 1086 sayılı Kanun’un 440. maddesine göre Büyük Genel Kurulun temyiz incelemesi sonucu vermiş olduğu kararlara karşı karar düzeltme yolunun açık olup olmadığı hususu ön sorun olarak tartışılmış yapılan görüşmeler neticesinde karar düzeltme yolunun açık olduğu kabul edilerek birinci ön sorun aşılmıştır.
Öte yandan; 6100 sayılı Kanun’un 47. maddesinde 01.04.2015 gün ve 6644 sayılı Yargıtay Kanunu ile Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile yapılan değişikliğin eldeki davaya görev bakımından etkisi ikinci ön sorun olarak görüşülmüş; davanın açıldığı tarih itibariyle 6100 sayılı Kanun’un 47. maddesindeki değişikliğin henüz yürürlüğe girmediği, ayrıca eldeki davada yargılamanın da nihai sonuca ermediği düşünüldüğünde dosyanın karar düzeltme incelemesinin Büyük Genel Kurulca yapılmasının daha uygun olacağına oy çokluğu ile karar verilmiştir.
Büyük Genel Kurulda yapılan görüşmeler sırasında ikinci ön soruna ilişkin olarak bir kısım üyeler; usul kurallarının derhal uygulanması gerektiğini, 01.04.2015 tarihinde yapılan düzenlemeyle görevli mahkemenin değiştiğini, Hukuk Genel Kurulunun önüne gelen bu tür dosyalarda, dava anılan değişiklikten önce açılmış olsa dahi görevsizlik kararı vererek dosyaları 6100 sayılı Kanun’un 47. maddesine göre ilgili görevli daireye gönderdiğini belirtmiş iseler de, bu görüşe itibar edilmeyerek işin esasına geçilmiştir.
6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa 93 üncü maddeden sonra gelmek üzere eklenen 93/A maddesinin 2/b fıkrası uyarınca devlet aleyhine açılacak tazminat davasının ancak dava konusu işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan; dava sonunda verilen hükmün, “kesinleştiği” tarihten itibaren bir yıl içinde açılabileceği düzenlenmiştir. Madde metni dikkate alındığında tazminat davasının hükmün kesinleştiği tarihten itibaren 1 yıl içerisinde açılması gerektiği anlaşılmaktadır. Bir diğer deyişle 1 yıllık sürenin başlangıç tarihi hükmün kesinleşme tarihi olup, kesinleşmenin öğrenilme tarihi değildir.
Tüm bu açıklamalar çerçevesinde işin esasına bakıldığında: 14.01.2002 tarihinde dava dışı sanık…, dikkatsizlik ve tedbirsizlik sonucu davacıların murisi ….’a çarparak ölümüne sebebiyet vermiş, sanık hakkında 2002 yılında kamu davası açılmış ve davacılar müdahil olmuşlardır. Bakırköy 9. Asliye Ceza Mahkemesinin 18.11.2008 tarih ve 2008/424 esas, 2008/815 sayılı karar ile sanığın cezalandırılmasına karar verilmiş, temyiz istemi üzerine Yargıtay 9. Ceza Dairesine ait 14.10.2010 tarih ve 2010/4456-10541 sayılı karar ile zamanaşımının suç tarihi ile inceleme tarihi arasında gerçekleştiği anlaşıldığından, hükmün bozulmasına, davanın zamanaşımı sebebiyle düşmesine” karar verilmiştir. Mahkeme yazısına göre Yargıtay 9. Ceza Dairesine ait 2010/4456-10541 sayılı düşme kararının davacı katılanlara tebliğ edilmediği belirlenmiştir. Davacı eldeki davayı ise 27.03.2012 tarihinde açmıştır.
Aynı konuya ilişkin Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruya ilişkin olarak verdiği 25/02/2016 tarih ve 2013/4690 başvuru numaralı kararında başvuran kişilerin dava ve başvurularını takip etmek için özen gösterme yükümlülüklerinin bulunduğu, nihai kararın gerekçesini öğrenme konusunda gerekli özeni gösterme sorumluluğunun başvuruculara ait olduğu, diğer bir ifadeyle başvurucu ya da vekillerinin ilk derece mahkemesine ulaşan bir kararın örneğini almak için özenli davrandıklarını kanıtlamaları gerektiği, mevzuatta Yargıtay ceza dairelerinin kararlarının taraflara tebliğine ilişkin bir düzenleme bulunmadığı, ceza yargılamasında nihai kararın tebliğ edilmediği durumlarda kararın ilk derece mahkemesine ulaşmasından ve böylece gerekçesinin erişilebilir olmasından sonra özen yükümlülüğü kapsamında makul bir süre içinde bireysel başvuru yapmak isteyen ilgililerden karara erişmeleri ve karar gerekçesini öğrenmeleri beklendiği, bu kapsamda erişilebilir olan nihai kararın en geç üç ay içinde ilgilileri tarafından bilindiği ve gerekçesinin öğrenildiği kabul edildiği, aksi tespit edilmediği sürece bireysel başvuru için Kanun’da öngörülen otuz günlük başvuru süresi en geç anılan üç aylık sürenin sona ermesinden itibaren başlayacağı ,
Ceza Hukuku açısından kararların kesinleşmesinin istinaf ve temyiz sürelerinin geçmesiyle gerçekleştiği, kararın temyiz ve istinafa getirildiği hallerde ise onama veya düzelterek onama tarihinde kesinleştiği, sonuç cezası 3 yıldan fazla hapis cezasını gerektiren suçlarda doğrudan yakalama emri çıkartıldığı, 3 yıldan az olduğunda ise sanığa çağrı kağıdı gönderildiği, yasalarımızda kesinlikle Yargıtay kararların tebliğine ilişkin düzenleme bulunmadığı, Yargıtay ilgili dairesinin verdiği düşme kararından itibaren 1 yıllık hak düşürücü sürenin dolduğu, aksinin kabulü şu an cezaevinde bulunan hükümlülere tebligat yapılmadığından bahisle infazın durdurulmasını isteme hakkı vereceğini, Anayasa Mahkemesinin özen yükümlülüğüne ilişkin kararın yerinde olduğu belirtilmiştir.
Bu gerekçelerle; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ceza mahkemesi kararlarının ne zaman kesinleşeceğine dair açık bir düzenleme yok ise de kanunun bir bütün olarak ve uygulama dikkate alındığında ceza mahkemesi kararları temyiz edildiği takdirde Yargıtay ilgili dairesinin karar tarihi itibari ile kesinleştiği, 14.10.2010 olan bu tarih dikkate alındığında eldeki davanın 1 yıllık süre içinde açılmadığı, davacılar bu kararı her ne kadar Bakırköy Asliye 8. Hukuk Mahkemesine ait 2002/360 esas sayılı dosyanın 17.05.2011 günlü celsesinde öğrendiklerini savunmuşlar ise de 2802 sayılı Kanun’un 93/A madde metni hükmün kesinleşme tarihini sürenin başlangıcı olarak kabul etmesi karşısında kesinleşmenin sonradan öğrenilmesinin davacılara hak kazandırmayacağından bir yıllık sürenin geçmesinden sonra açılan bu davanın reddine ilişkin verilen onama kararının doğru olduğu kabul edilmiştir.
Azınlıkta kalan birkısım üyeler ise, kanun metnine birebir bağlı kalınmasının hak kaybına sebep olacağını, davacıların kesinleşmiş ceza kararını öğrendiklerini iddia ettikleri tarihin aksine elde bir delil bulunmadığını, bu sebeple açılan davanın süresinde açıldığının kabul edilerek işin esasının incelenmesinin uygun olacağını, hak düşürücü sürenin dolduğunu kabul etmenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesi ile Anayasanın 36/1, 40/2 hükümlerine uygun olmadığını, karar düzeltme isteminin reddi halinde hak arama hürriyetinin ihlal edileceğini savunmuşlar ise de bu görüş yukarıda belirtilen gerekçelerle kurul çoğunluğunca kabul edilmemiştir.
Temyiz ilamında bildirilen gerektirici sebepler karşısında 6100 sayılı Kanunun geçici 3. maddesi ile uygulanmasına devam olunan mülga 1086 sayılı Kanun’un 440. maddesinde sayılan sebeplerden hiçbirisine uygun olmayan karar düzeltme isteğinin REDDİNE ve aynı Kanunun 442/3. ve 4421 sayılı Kanun’un 2. ve 4/b-1. maddeleri gereğince takdiren 275.00 TL para cezasının karar düzeltme isteyenden alınarak hazineye gelir kaydedilmesine, 492 sayılı Harçlar Kanunu uyarınca 60.80 TL karar düzeltme harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 05/05/2017 gününde yapılan ön sorunlar yönünden birinci görüşmede oyçokluğu, işin esası yönünden 08.12.2017 gününde yapılan üçüncü oylamada oy çokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY
I-Giriş
Gündemdeki bilgilere göre, davacıların murislerinin 14.1.2002 tarihli trafik kazası sonucu ölümü üzerine açılan ceza davasıyla ilgili olarak, 30.6.2004, 11.4.2006 ve 18.11.2008 tarihli hükümlerin sonuncusu Yargıtay Dairesince incelenirken zamanaşımının dolduğu gerekçesiyle kamu davasının 14.10.2010 tarihinde düşmesine karar verilmiş; bu karar davacılara tebliğ edilmemiş, aynı olay nedeniyle açılmış ve devam eden hukuk davasında ceza davasının sonucu beklenirken, Asliye Hukuk Mahkemesinin 17.5.2011 tarihli oturumunda Yargıtay 9. Ceza Dairesinin düşme kararı yazışmalar sonucunda dosya arasına alınır ve davacılar bu sırada ceza davasının zamanaşımından düştüğünü öğrenirler. Yani, davacılar, ceza davasının sonucunu Devletin hukuk mahkemesi kanalıyla öğrenebilmişlerdir.
Bu durumda davacılardan beklenen özen, hukuk mahkemesi kanalıyla ceza davasının sonucunun beklenmesi suretiyle yapılmıştır. Bu nedenle davacıların, birden çok hüküm verilmesi ve her biri en az iki yıl süren ceza davasıyla ilgili gerekli özeni göstermedikleri söylenemez. Kaldı ki, devlet yetkililerinin, mahkemesinde katılanlık sıfatını kazanmış ve davayı takip eden insanlara, sırf insan olmaları nedeniyle dahi dava sonucundan bilgi vermeleri gerekirdi.
Oysa, ceza davasının zamanaşımı nedeniyle düşmesine karar verilmesiyle, davacıların tazminat davası açma hakları olduğundan, cezayla ilgili nihai kararın ilgililere tebliği gerekirdi.
İlgililerin hukuk mahkemesinde ceza davasının nihai kararını öğrendikleri tarih dikkate alındığında; bu tarihten itibaren bir yıllık süre içerisinde tazminat davasını açtıkları anlaşılmaktadır. Davacıların hukuk mahkemesinde tazminat davası açıp, ceza davasının sonucunun beklenmesine karar verildiğinin anlaşılması karşısında, davacıların işlerini takipte gerekli özeni göstermedikleri söylenemez.
II-Karşı oyumun Yasal Dayanak ve Gerekçeleri
Davanın Hukuk Genel Kurulu tarafından reddi üzerine temyiz incelemesinde sunduğum altı sayfalık karşı oy yazımda belirttiğim gibi; bu defa da, Karar Düzeltme istemi yerinde olduğundan, Yüksek çoğunluğun redde ilişkin görüşüne aşağıdaki gerekçelerle iştirak edilmemiştir:
A-Adil Yargılanma ve Hak Arama Hakkı Bakımından
Adil yargılama veya hak arama bakımından, hakkın etkin kullanımının sağlanması gerekir. Etkili başvurunun ilk adımı, hak sahibinin hakkının kullanımında gerekli adil yargılanma güvence sistemi yanında, hak sahibinin hakkını aramasında kuşku ve tereddüdün bulunmamasıdır. Bu noktada yasaların açık, anlaşılabilir ve ulaşılabilir olması, Yasa metninde yasa yolu/yolları hakkının kullanılabilmesi için mümkün mertebe açık ve anlaşılabilir düzenlemeler getirilmesi gerekir. Eğer yasada açıklık yoksa, hakkın kötüye kullanımı koşulları söz konusu olmamak kaydıyla, haktan yararlanmayı sağlayacak biçimde yorum yapılması zorunluluktur. Yasa koyucun bir hakkı tanıdığı halde, onun kullanım güvencelerinde suskun kalmışsa, hakkı kullanılır kılacak biçimde yorum gerekmektedir.
Davaya konu 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde tazminat davasının “hükmün, kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabilir” düzenlemesi yer almaktadır.
Bu düzenlemede, hükmün kesinleşmesinden itibaren bir yıllık süre içerisinde açılacak davada, hükmün kesinleşmesinden hak sahibinin nasıl haberdar olacağı konusunda açık hüküm bulunmamaktadır.
Somut olayımızda, hüküm kesinleştikten sonra hak sahibine tebligat yapılmamış; ancak davacı hükmün kesinleştiğini, taraflar arasında devam eden Bakırköy 8.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2002/260 Esas sayılı dava dosyasının 17.5.2011 günlü oturumunda öğrendiğini belirtmiş ve davayı bu tarihten itibaren bir yıllık yasal süre içerisinde açmıştır. Dosyada; davacıların, düşme kararını haricen öğrendikleri konusunda bilgi veya belge de bulunmamaktadır.
Çözümlenmesi gereken sorun, 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesindeki düzenleme gereğince tazminat davasının “hükmün kesinleşmesinden” itibaren bir yıllık süre içerisinde mi açılması, yoksa bir yıllık sürenin kesin hükmün tebliğ veya öğrenilmesinden itibaren mi başlatılması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
2797 sayılı Yargıtay Yasası’nın 45/5 ncü maddesindeki “İçtihadı birleştirme kararları benzer hukuki konularda Yargıtay Genel Kurullarını, dairelerini ve adliye mahkemelerini bağlar” düzenlemesi gereğince bağlayıcılığı olan, aynı konuyu içeren, 21.4.1975 tarih ve 3/5 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı (YİBK) bulunmaktadır. Bu YİBK halen, yöntemince alınan kararla yürürlükten kaldırılmadığı gibi, elimizdeki davaya konu düzenlemeyle aynı içeriğe sahiptir.
Şöyle ki; 1975 tarihli YİBK’na konu 466 sayılı Kanun Dışı Yakalanan veya Tutuklanan Kimselere Tazminat Verilmesi Hakkında Kanun’un, 2/1 nci maddesindeki düzenlemeye göre, “(…) davalar sonunda verilen kararların kesinleştiği veya bu iddiaların merciilerince karara bağlandığı tarihten itibaren üç ay içinde (…) tazminini isteyebilirler” denmektedir. Bu düzenlemede de, 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde olduğu gibi, öğrenme veya tebligata yer verilmemiştir.
1975 yılında YİBK verdiği kararıyla, bu durumda tebliğin şart olduğuna hükmetmiş ve o tarihten bu yana dava açma süresinin tebligat veya bir şekilde öğrenme üzerine başlayacağı kabul edilmiştir.
Yargıtay’ın istisnasız daireleri ve Ceza Genel Kurulu uygulamaları, dava açma süresinin, tebligat veya belgelenmesi halinde öğrenmeden itibaren başlayacağı şeklindedir (CGK., 22.10.2013, 2013/9-223-429; CGK., 14.01.2014, 2013/9-202, 2014/11).
Yasal düzenlemelerin içerikleri aynı olduğu için 1975 tarihli YİBK’nın kısaca gerekçesine göz atmakta yarar var. YİBK’nda 466 sayılı Yasa’nın 2/1 nci maddesinde yer alan kesinleşme kavramı ile üç aylık tazminat davası açma süresini şöyle değerlendirmiştir: “Buradaki kesinleşmeyi, ilgilinin bilgisi dahilinde kesinleşme olarak anlamalı; aksi halde, bilinmeyen bir karara dayanılarak bir hakkın aranması veya istenmesi durumu ortaya çıkar ki, bu, düşünce olarak dahi kabul edilemez. Bu durumda, yasadaki kesinleşmiş karar sözünü, ilgilinin haberdar olduğu kesin karar anlamında yorumlamak gerekir. Yoklukta verilmiş bir kararın kendisine tebliğ edilmemesi halinde ilgilinin yasadan doğan tazminat isteme hakkını kullanması eylemli olarak olanaksız bir hale gelecek ve ilgililer bu konuda, yasanın amacı dışında bir takım güçlüklerle karşılaşarak haklarından yoksun kalacaklardır.
Böyle olunca, 466 sayılı Yasadaki üç aylık başvurma süresinin tebliğ tarihinden, yani beraat eden kişinin kesinleşmeyi öğrendiği tarihten başlatılması gerekir; çünkü başvurma, ilgilinin hakkındaki kararın kesinleştiğini öğrenmesi ile mümkün olacaktır (…) kararın tebliği zorunludur”.
B-Etkili Başvuru Yolu Bakımından
Anayasa’nın 5 nci maddesindeki düzenlemeye göre, “Devletin temel amaç ve görevleri, (…) kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır”.
Anayasa’nın “hak arama hürriyeti” başlıklı 36/1 nci maddesindeki düzenlemeye göre; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”.
İnsan haklarına saygılı (Anayasa, m.2)/insan haklarına dayalı (Anayasa, m.14/1) bir hukuk devletinde (Anayasa, m.2) herkesin Anayasa ve yasalarla tanınmış haklarını adil yargılanma çerçevesinde elde edilebilmesi için, devletten talepte bulunma hakkı vardır. Bu husus, Anayasa’nın 40 ncı maddesinin birinci fıkrasında, “Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir”;40 ncı maddesinin ikinci fıkrasında, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır” ve 40 ncı maddesinin üçüncü fıkrasında da, “Kişinin, resmi görevliler tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır” biçiminde açıkça düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 40 ncı maddesinin ikinci fıkrasında, “Devlet, işlemlerinde (…) belirtmek zorundadır” denilmek suretiyle, varsa başka bir yasa yolu, devletin bunu ilgilisine/haktan yararlanacak kişiye bildirme yükümlülüğüne yer verilmiştir.
AİHS’nin “etkili başvuru hakkı” başlığı altında 13 ncü maddesinde aynı konu; “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma hakkına sahiptir” (m.13) biçiminde düzenlenmiştir.
Görüldüğü gibi haklardan yararlanma/yararlandırma bakımından konu, Anayasa’nın 40/1 nci maddesinde “isteme hakkı”, 40/2 nci maddesinde “devlete yüküm”; AİHS’nin 13 ncü maddesinde “etkili bir yola başvurma hakkı” şeklinde düzenlenmiştir.
Bu düzenlemeler Devlet’e açıkça görev yüklemektedir. Anayasa ve AİHS’deki bu düzenlemeler karşısında, Anayasa ve yasada, başka bir yasa yolu düzenlenmişse, bu yasa yolundan yararlanılabilmesi için, kişilerin bilgileri dışında, kendilerine bir şekilde tebligat yapılmamış veya kendileri yasa yoluna başvurma haklarının doğduğuna ilişkin haricen bilgi edinmemişlerse veya devlet organları tarafından hak sahibinin durumu öğrendiği belgelenmemişse, hakkın kullanımı için gerekenin yapıldığından söz edilemeyecektir.
Eğer Devlet, ilgili kişinin, somut olayımız bakımından, hakkındaki kesin hükümden haberdar olduğunu belgelerse, bu halde hakkın kötüye kullanımından söz edilebilir (Anayasa, m.14; AİHS, m.17; İHEB, m.30). Somut olayımızda, böyle bir tespit bulunmamaktadır. Somut olayımızda, Anayasa Mahkemesi ve AİHM’nin kararlarına yollamada bulunulmakta, ancak her dava dosyasındaki durumların farklılığı bir yana; aşağıda belirttiğim gibi, bir kimsenin kesin hükümden haberdar olmadığını söylemesine karşın, bunun aksi ispatlanmadan, belli bir sürenin sonunda haberdar olunduğuna ilişkin karinenin kabulü mümkün değildir. Çünkü, hukukta iddialar ispatlanmak zorundadır. Yargıtay’dan yerel mahkemeye gönderilen ilamın yerel mahkemeye ulaştığı tarihten itibaren belli/kısa bir sürenin geçmesiyle haberdar olunduğu ve yasa yolunun başladığı şeklindeki karinenin hukuk devletinde kabulü mümkün değildir. Eğer yasada böyle bir karineye yer verilmiş olsaydı, elbette o zaman konu farklı değerlendirilebilirdi.
Diğer yandan; 5271 sayılı CMK’nun 35/2 nci maddesindeki düzenlemeye göre, “Koruma tedbirlerine ilişkin olanlar hariç, aleyhine kanun yoluna başvurulabilecek hâkim veya mahkeme kararları, hazır bulunamayan ilgilisine tebliğ olunur”. Bu düzenlemede olağan ve olağanüstü yasa yolu ayrımı yapılmamıştır. Olağanüstü yasa yolu için katılanlar/davacılar ve sanık için tek başına, aracı olmaksızın başvuru tanınmamış ise de; örneğin somut olayımız bakımından, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın harekete geçmesi için başvuruda bulunma/talep etme hakkı vardır. Bu yaklaşımın dayanağı 5271 sayılı CMK’nun 308/1 nci maddesindeki düzenlemedir. Bu düzenlemeye göre; “Yargıtay ceza dairelerinden birinin kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, re’sen veya istem üzerine, ilâmın kendisine verildiği tarihten itibaren otuz gün içinde Ceza Genel Kuruluna itiraz edebilir. Sanığın lehine itirazda süre aranmaz”.
Görüldüğü gibi, CMK’nun 35/2 ve 308/1 nci maddesindeki düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, hakkında Yargıtay dairesince verilen karara karşı olağanüstü yasa yolu olan Başsavcılığın itirazını tahrik edebilmesi için, ceza davasının taraflarının karardan haberdar olmaları gerekir. 308/1 nci maddede özel daire kararının mahkumiyetle sonuçlanıp sonuçlanmaması şeklinde bir ayrıma gidilmemiştir. Dolayısıyla, sadece mahkumiyetle sonuçlanmış ilam üzerine cezanın infazı sırasında sanık ilamdan bir şekilde haberdar olabilir ise de; katılan tarafın mahkumiyetin onanmasıyla ilgili karardan haberdar olma şansı özel çabayla olabilir.
Oysa hukuk devleti, haklara sahip olma devleti olma yanında, haklardan etkin biçimde yararlanmayı sağlayan devlettir. Haklardan yararlanılabilmesi için, devlete dilekçeyle başvurmuş, dava açmış, hükmü temyiz etmiş kişilere sonucun mutlaka ulaştırılması gerekir.
C-Anayasa Mahkemesi Kararı
Yargıtay Büyük Genel Kurul kararını Anayasa Mahkemesi kararına (AYM) dayandırdığından, Anayasa Mahkemesi’nin bireysel başvurularda, otuz günlük sürenin başlangıcı konusunda nasıl değerlendirme yaptığı üzerinde durmak gerekir.
Karara dayanak yapılan Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun 25.2.2016 gün ve 2013/4690 sayılı kararının 32 nci paragrafında, “erişilebilir nihai kararın en geç üç ay içinde ilgilileri tarafından bilindiği ve gerekçesinin öğrenildiği kabul edilmelidir” denilerek bu süreden sonra otuz günlük bireysel başvuru süresinin dolduğu gerekçesiyle davanın süre aşımı nedeniyle kabul edilemezliğine karar verilmiştir.
Ancak konuyla ilgili değerlendirme yapmak gerekirse; 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Bireysel başvuru usulü” kenar başlıklı 47. maddesinin (5) numaralı fıkrasındaki düzenlemeye göre, “Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren onbeş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler. Mahkeme, öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp görülmediğini inceleyerek talebi kabul veya reddeder”. Aynı düzenleme, anayasa mahkemesi İçtüzüğü’nün 64/1 nci maddesinde de yer almaktadır.
Görüldüğü gibi Yasa’nın 47/5 nci maddesindeki bu düzenlemede, “Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir” denilerek, başvuru yollarının tüketilmesinden başvurucunun mutlaka haberdar olması gerektiği kabul edilmiştir. Maddede, “başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten” denilerek, başvurucunun öğrenmesi halinde başvuru süresinin otuz gün içerisinde kullanılması gerektiği kabul edilmiştir.
Ancak, başvuru öğrenilmemişse, hangi tarihte öğrenilmiş sayılması gerektiğine ilişkin açık düzenleme olmadığına göre; başvuru yolu belirtilmemiş durumlarda devletin bildirim yükümlülüğü devam ediyor demektir. Bir başka deyişle, başvuru yolu açıkça düzenlenmemiş hallerde, öğrenmenin esas alınması ve başkaca bir düzenleme getirilmemiş olması karşısında, bireye, “sen öğrendiğin tarihi bildirmiyorsun, tebligat yapılmamış olsa da, sen bunu şu kadar süre içerisinde öğrenmiş sayılırsın” denmesi, Anayasa’nın 2, 5, 40 ve 90/son maddesinin yollamasıyla AİHS’nin 13 ncü maddelerine uygun olamaz.
Diğer yandan 6216 sayılı Yasa’nın 47 nci maddesinin 5 nci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan, “Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren onbeş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler” düzenlemesini, 47 nci maddesinin 5 nci fıkrasının birinci cümlesinden ayrı değerlendirmemek gerekir. Yani, başvurucunun haberdar olması kaydıyla, haberdar olduğu tarihten itibaren onbeş gün içerisinde mazeretin bildirimi aranmalıdır. Aksi takdirde, yasanın “öğrenmeden” itibaren bireysel başvuru süresini başlattığı bir durumda, başvurucunun öğrendiğini belgelemeksizin, “sen öğrenmiş sayılırsın” demek hak arama ve adil yargılanma hakkının kullanımını tamamen engeller.
Oysa, böyle bir durumda, kişinin hakkını kullanabilmesi için, sonucun kendisine mutlaka bildirilmesi, bildirilememiş ise, öğrendiği tarihin belgelendirilmesi gerekir.
AYM yukarıdaki kararında, başvurucunun “özen yükümlülüğüne” dikkat çekerek, Yargıtay ilamının esas mahkemesine ulaşması ve kesinleşme tarihinden üç aylık süre geçmişse, üç ayın sonunda öğrenmiş kabul etmekte ve bu üç aylık sürenin hangi yasaya dayandığı konusuna açıklık getirmemektedir.
D-Anayasa Mahkemesi Kararında Hak Arama Süresinin Başlaması
AYM’nin, somut olayımızda dikkate alınan kararında bireysel başvuruda göz önünde bulundurulacak otuz günlük sürenin başlangıcı ile ilgili değerlendirmeleri kuramsal olarak yasaya uygundur. Ancak AYM, önündeki somut olay bakımından farklı sonuca ulaşmıştır (AMK, 25.2.2016, 2013/4690).
AYM’ne göre, bireysel başvuru süresi bakımından, ““nihai kararın gerekçesinin tebliği”, öğrenme şekillerinden biridir (Mehmet Ali Kurtuldu, B. No: 2013/5504, 28/5/2014, § 27), ancak öğrenme, gerekçeli kararın tebliği ile sınırlı olarak gerçekleşmez; başka şekillerde de öğrenme söz konusu olabilir. Bu kapsamda nihai kararın gerekçesinin “dosyadan suret alınması” gibi hâllerde öğrenilmesi de mümkündür. Başvurucuların nihai kararın gerekçesini “öğrendiklerini beyan ettikleri tarih” de bireysel başvuru süresinin başlangıcı olarak ele alınabilir (İlyas Türedi, B. No: 2013/1267, 13/6/2013, §§ 21, 22)”.
AYM, kararının 29 ncu paragrafında, “Diğer yandan nihai kararın gerekçesi öğrenilmemiş olmakla birlikte sonucunun öğrenildiği durumlar da söz konusu olabilir. Böyle bir durumda sonucu öğrenilen nihai kararın gerekçesine derece mahkemesinden kesin olarak erişilebilmesi mümkün ise bireysel başvuru süresinin sonucun öğrenildiği tarihten itibaren başlatılması gerekir. Bu kapsamda bir ceza mahkûmiyetine ilişkin nihai kararın sonucunun infaz aşamasında “yakalama”, “müddetname veya çağrı kağıdının ya da ödeme emrinin tebliği” suretiyle öğrenildiği durumlarda başvurucular, nihai kararın sonucundan haberdar olmakta ve nihai karar gerekçesini kesin olarak öğrenme olanağına sahip bulunmaktadırlar (Aydın Selçuk, B. No: 2014/3194, 20/11/2014, § 24; Özgür Çapkın, B. No: 2014/2546, 30/12/2014, § 24; Halil Aslan, B. No: 2014/3038, 10/12/2014, § 38)” denmektedir.
AYM, kararının 30 ncu paragrafında, “Nihai kararın gerekçesinin bir şekilde öğrenilemediği veya nihai kararın sonucunun öğrenilip gerekçesinin kesin olarak öğrenilme imkânının elde edilemediği hâllerde başvuru süresinin hangi tarihten itibaren başlayacağının da belirlenmesi gerekir. Aksi hâlde sınırsız bir başvuru süresi söz konusu olabilecektir. Bu kapsamda bireysel başvuru süresinin başlangıç tarihinin tespitinde başvurucuların özen yükümlükleri ile mahkemeye erişim haklarının aşırı sınırlanmaması hususları birlikte dikkate alınmalıdır” denildikten sonra31 nci paragrafında, “Başvurucuların bireysel başvuruda bulunmak için dava ve başvurularını takip etmek için gerekli özeni gösterme yükümlülükleri vardır. Bu yükümlülük kapsamında ilk derece mahkemesine ulaşan nihai kararın gerekçesini öğrenme konusunda gerekli özeni gösterme sorumluluğu başvuruculara aittir. Diğer bir ifadeyle başvurucular veya vekillerinin ilk derece mahkemesine ulaşan kararın bir örneğini almak için özenli davrandıklarını kanıtlamaları gerekir (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Ölmez/Türkiye (k.k.), B. No: 39464/98, 1/2/2005; Refik Alpaya ve İbrahim Dağılma/Türkiye (k.k.), B. No: 34384/08, 12/3/2013, § 16)” denilerek, somut olayda, 32 nci paragrafta, “Mevzuatta, Yargıtay ceza dairelerinin kararlarının taraflara tebliğine ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Ceza yargılamasında nihai kararın tebliğ edilmediği durumlarda kararın derece mahkemesine ulaşmasından ve böylece gerekçesinin erişilebilir olmasından sonra özen yükümlülüğü kapsamında makul bir süre içinde bireysel başvuru yapmak isteyen ilgililerden karara erişmeleri ve karar gerekçesini öğrenmeleri beklenir. Bu kapsamda erişilebilir olan nihai kararın en geç üç ay içinde ilgilileri tarafından bilindiği ve gerekçesinin öğrenildiği kabul edilmelidir. Aksi tespit edilmediği sürece bireysel başvuru için Kanun’da öngörülen otuz günlük başvuru süresi, en geç anılan üç aylık sürenin sona ermesinden itibaren başlayacaktır” gerekçesine yer verilmiştir.
AYM’nin bu yaklaşımında sonuç olarak (paragraf 33), “Somut olayda Yargıtayın onama ilamının en geç 27/11/2012 tarihinde İlk Derece Mahkemesi Kalemine ulaştığı görülmüştür (bkz. § 14). Diğer bir ifadeyle başvurucunun ve müdafiinin nihai kararın içeriğine erişme imkânını en geç 27/11/2012 tarihinde elde ettiği anlaşılmıştır” denilmiştir.
Ancak AYM’nin bu kararına konu olayda başvurucu sürenin kaçırılmasına ilişkin rapor ibraz etmiş, bu rapordaki bilgiler yerinde görülmemiştir. Dolayısıyla, Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun, incelenen bu dosyasına örnek alınan Anayasa Mahkemesi’nin kararına konu olay farklı olduğu gibi; Anayasa Mahkemesinin kararı, baktığı olayda başvurucunun raporunun başvuruda mazeret sayılıp sayılmadığıyla ilgilidir.
AYM’nin yollamada bulunduğu AİHM’nin Ölmez/Türkiye kararında başvurunun süreden reddine karar verilmiş ise de (AİHM, 1.2.2005, 39464/98), AİHM’nin bu kararına karşıbaşvuranların temsilcileri, 16 Mart 2005 tarihinde faks yoluyla ilettikleri mesajda, başvurunun yeniden incelenmesini talep etmişlerdir. Bu talep üzerine AİHM, Yargıtay ilamının Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dosyayı esas mahkemesine havale ettiği 25 Mart 1997 tarihi değil, ilgili Ağır Ceza Mahkemesi’nden sonradan alınan ve talep dilekçesi ekinde sunulan 4.4.1997 tarihinin esas alınması gerektiğine; bu tarihin dikkate alınması durumunda da başvurunun altı aylık süre içerisinde kaldığına ve itirazı incelemeye karar vermiştir.
AİHM’nce ilk başvuruyla ilgili tebliğ/öğrenme konusunda ortaya çıkan farklılığın değerlendirilmesinde hükümetin bildirmesi yerinde bulunmayıp, ikinci kez değerlendirme yapılarak, inceleme kararı verildiği anlaşılmaktadır.
III-Sonuçlar
-Temyiz üzerine dava dosyalarının birkaç yıl sonra döndüğü dikkate alındığında, tebligat yapılmadan nasıl sonuçlandığını öğrenmenin kolay olmadığı bilinen bir gerçektir.
2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde açıkça tebliğ veya öğrenme şeklinde bir belirtmesi olmaması gözetildiğinde, yasa koyucunun eksik bıraktığı bir hususun yorum yoluyla haktan yararlanan lehine değerlendirilmesi yerine, bu kadar süre içerisinde öğrenmiş olması gerekirdi yaklaşımından hareket edilmesi haktan yararlanmayı etkisiz hale getirir. Bu nedenle, yasadaki düzenlemenin, sadece sözüne/lafzına bakılarak değil, yorum yoluyla yararlanılabilir hale getirilmesi gerekir.
-Diğer yandan; hak arayana karar tebliğ edilmeden ve öğrenmenin gerçekleştiği de belgelenmeden, öğrenmiş olması gerekir karinesinden hareket edilmesi; yahut, “ben şu tarihte öğrendim” diyen kimseye, “sen şu tarihte öğrenmeliydin” diyerek, hak sahibinin en aleyhine yorumla değerlendirme yapılması, hukuk devleti ve etkin başvuru hakkı bakımından kabul edilmesi mümkün olmayan bir husustur.
Örneğin, AYM’nin yukarıdaki kararından hareket edildiği gözetilerek,6216 sayılı Yasa’nın 47 nci maddesinin 5 nci fıkrasında yer alan “başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren” başlaması gereken bireysel başvuru hakkı kullanımının, yasanın bu hükmünde “öğrenmeye” istisna getirilmediği halde, AYM tarafından yasal dayanağı gösterilmeden üç aylık süre içerisinde ilamın sonucunun öğrenildiğinin varsayılması kabul edilemez.
Buna karşın, somut olayımızda, tazminat davası açma süresinin AYM’nin bu yorum biçimine dayanılarak reddedilmesi, hakkın etkin kullanımına yargı kararıyla sınırlama getirmektir.
Oysa, yargı kısıntısı ancak hakkın kötüye kullanımı söz konusu ise mümkündür. Somut olayımızda, Yargıtay incelemesi sırasında zamanaşımının dolduğu gerekçesiyle kamu davasının düşürülmesine karar verilmesinden sonra, davacının dosyadan fotokopi aldığı veya kendisine sonucun tebligatla bildirildiği yahut mahkemeden öğrendiğine ilişkin hiçbir bilgi yahut belge ortaya konmaksızın hak düşürücü sürenin dolduğunun kabul edilmesi, 1975 tarihli YİBK’nda benimsenen yaklaşımdan vazgeçilmesi anlamına gelir.
-Bir başka açıdan bakıldığında; Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın olağanüstü yasa yolu olan İtiraz yoluna başvurmasıyla ilgili olarak, 5271 sayılı Yasa’da, “Yargıtay ceza dairelerinden birinin kararına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, re’sen veya istem üzerine, ilâmın kendisine verildiği tarihten itibaren otuz gün içinde Ceza Genel Kuruluna itiraz edebilir. Sanığın lehine itirazda süre aranmaz” düzenlemesine yer verilmiştir (m.308/1). Bu düzenlemede ilamın Başsavcılığa “verildiği tarihten” itibaren itiraz başvurusu kabul edilmiştir.1412 sayılı CMUK’nun 322 nci maddesinde de benzeri hüküm yer almaktaydı.
Burada açıkça itirazda bulunacak makam için, “ilamın kendisine verildiği tarihten” denilerek, sanık aleyhine itirazda bulunulabilmesi için, yasayla açık düzenleme getirilmiştir.
Ancak, 308/1 nci maddede ceza davasının taraflarının itiraz isteminde bulunmalarının kabul edilmesi ve 35/2 nci maddeyle bu hükmün birlikte değerlendirilmesi halinde, katılan tarafa ilamın tebliği gerekir. Aksi takdirde; 308/1 nci maddedeki düzenlemenin anlamı kalmaz. Bu düzenlemedeki “istem üzerine” ibaresi, “re’sen” kavramından “veya” ile ayrılarak, sadece Başsavcının değil, tarafların isteminin de kabul edilmesidir. Çünkü, “istem üzerine” kavramının maddede yer alması anlamsız kalacaktır. Yasa koyucu abesle iştigal etmeyeceğine göre, Yargıtay dairesinden verilen karara karşı dava taraflarının (katılan ve sanığın) Başsavcılıktan itiraz isteminde bulunmalarının yolunun açılması yasadaki bu düzenlemeden kaynaklanmaktadır. Eğer, daire kararı taraflara tebliğ edilemiyorsa, bir başka hak aramada, bu tebligat yapılmamasından kaynaklanan durumun aleyhlerine yorumlanmaması gerekir.
Görüldüğü gibi, 308/1 nci maddedeki bu düzenleme; tarafların Başsavcılıktan itiraz yasa yoluna başvurma istemleri bir hak arama yoludur. Tüm haklarda olduğu gibi, bu hak arama yolunda da etkin başvuru hakkının tanınması gerekir. Bu hak arama yolunda son söz Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına ait olsa da, somut olayımızda katılanın hangi gerekçe ve delille itiraz edilmesini isteyeceğine fırsat verilmeden hareket edilmesi, yasa koyucunun taraflara tanıdığı hakkın etkisiz bırakılması anlamına gelir.
-2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde hiçbir süre öngörülmemesini, hak sahibinin bilgisi olmaksızın kesinleştirme ve kesinleştirme tarihinden itibaren belli bir süre sonra hakkın kaybolduğunu söylemek, bu maddeyle doğmuş olan hakkın kullanımında bildirim yükümlülüğünün kabul edilmemesi Anayasa’nın 40 ncı maddesindeki düzenlemelerle çelişmektedir.
-Haklardan yararlanma bakımından tebligatın aranmaması veya öğrenme tarihi sabitlenmeksizin haktan yararlanılmasına engel olunmasının adil yargılanma, hak arama özgürlüğü ile bağlantısı sorun olarak ortada durmaktadır.
-Bir diğer yandan; yetkili yargı organlarının içe kapalı, dışarıdan bilinmeyen ve verildikleri an kesinleşen kararlarının tebliğini kabul etmeksizin sürelerin başladığını kabul etmek, hukuk devleti ile çeliştiği gibi, yargının sadece anayasa, yasa ile değil, hukukla bağlı olduğuna ilişkin Anayasa’nın 138/1 nci maddesiyle de çelişmektedir.
-Bu durumlar karşısında, Ceza Genel Kurulu’nun onlarca kararı ile benimsenen ve halen uygulanan, hak arama özgürlüğünü güçlendiren 1975 tarihli YİBK’ndaki yorumdan hareketle, kesinleşme kavramını, “hak sahibi tarafından bilinmesi kaydıyla” biçiminde kabul etmek gerekir. Aksi takdirde,haberdar olunmayan, haberdar olunduğu belgelenemeyen bir durumda, hakkın kaybedilmesi sonucuna ulaşılacaktır.
-Hakkın kötüye kullanılması veya bireyin kendisinden kaynaklanan kusuru olmaksızın haktan yararlandırılmaması, 1975 yılından beri tüm içtihatlarla oluşan hukukumuzda güven ve istikrarın bozulmasına sebebiyet verebilecektir.
-İspat hukukunda, iddiacının iddiasını ispatlaması gerekir. Uzun süren, birden fazla temyizden geçen davanın, son olarak zamanaşımı nedeniyle düşürülmesine karar verilmesinde, haktan yararlananın özen göstermediğinin belgelenmesi gerekirdi. Örneğin UYAP’tan öğrenmenin gerçekleştiğine ilişkin belirlenmiş bir durumun dahi dosyada yer almaması karşısında, iddianın tersine çevrilmesi sonucunu doğuracak biçimde yorumla karar verilmesi hukuk devleti ve adalet ilkesiyle çelişmektedir.
-Yukarıda, giriş kısmında açıkladığımız üzere; davacıların, uzun süren ceza davasının sonucunu beklemeksizin, hukuk mahkemesinde sanık aleyhine tazminat davası açıp, o davada ceza dav asının sonucunun beklenmesi ve sonuç gelince davanın zamanaşımı nedeniyle düşmesine karar verildiğini öğrendikten sonra bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde davayı açtıkları anlaşılmaktadır. Bu da gerekli özenin gösterildiğine işarettir.
-2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde süre öngörülmemesinin hukuk devleti ile çeliştiğini ve bunun 1975 tarihli içtihadı birleştirme kararı doğrultusunda yorumlanması gerekir. Konuyu AYM’nin hukuk devleti ilkesi konusundaki değerlendirmesine göz atarak netleştirmek mümkündür.
-AYM’nin bir kararına göre, “Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin önkoşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Bu bakımdan, kanunun metni, bireylerin, gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır. Dolayısıyla, uygulanması öncesinde kanunun, muhtemel etki ve sonuçlarının yeterli derecede öngörülebilir olması gereklidir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, K.T. 22/5/2013)”; “ “Belirlilik” ilkesi yalnızca yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği ifade etmektedir. Erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir gibi niteliksel gereklilikleri karşılaması koşuluyla yasalar, mahkeme içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Aslolan muhtemel muhataplarının mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak bir normun varlığıdır (AYM, E.2009/9, K.2011/103, K.T. 16/6/2011)” (AMK., Birinci Bölüm,2012/1035,17/7/2014, R.G.: 16/10/2014-29147).
-AYM, bir başka kararında hukuk devletinin ilkelerine işaret ederken şunlara dikkat çekmektedir: “Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir” (AMK., 2016/25, 2016/186, 14.12.2016; R.G.:3.1.2017, Sayı: 29937).
-“Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri de “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup, bu ilke gereği birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar” (AMK., 2016/25, 2016/186, 14.12.2016; R.G.:3.1.2017, Sayı: 29937).
-“Kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle de bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”, getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik”, getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, “orantılılık” ise getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir. Bir kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur”(AMK., 2016/25, 2016/186, 14.12.2016; R.G.:3.1.2017, Sayı: 29937).
-Tüm bu ilkeler dikkate alındığında; 1975 tarihli YİBK’nın yıllardır uygulanması ve hukuki güven sağlaması gözetildiğinde, devlet organlarına verilmiş bir dilekçenin sonucu kendisine bildirilmeksizin hak kaybına sebebiyet verilmesi, hukuk devleti ilkesine uygun değildir. Devletin temel amaç ve görevleri arasında, kişinin temel hak ve özgürlüklerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmanın yer aldığı anayasal düzenleme karşısında, tek taraflı olarak yargı organınca verilmiş kararın tebliği sağlanmadan hak kaybına sebebiyet verilmesi kabul edilemez.
-Hukuk devletinde her şey hukuka bağlıdır. Hukuka uygun olmayan yasal düzenlemelerin, insan haklarını kullanılabilir kılacak şekilde yorumlanması gerekir. Mahkemece verilen kararın, başka bir hakkın kullanımının sağlanabilmesi için ilgilisine tebliğinin sağlanması, hem hakkın etkin kullanımı için, hem de insana saygı (Anayasa, m.2 ve 14) bakımından gerekli ve zorunludur.
-Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkı vardır (Anayasa, m.40/1).Devletin, yaptığı işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi yasa yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtme yükümlülüğü vardır (Anayasa, m.40/2). Devlet, adına iş yapanların yaptıkları işlemlerden zarar görenlerin mağduriyetlerinin giderilmesine kefil olmaktadır (Anayasa, m.40/3).
-Ülke hukuku anayasa, yasa, taraf olunan uluslar arası sözleşmeler ve yerleşik yargı kararlarından oluşmaktadır. Yukarıda açıkladığım üzere; 466 sayılı Yasa’nın 2/1 nci maddesinde yer alan açık olmayan düzenlemeyi yorum yoluyla hayata aktaran 1975 tarihli YİBK dikkate alındığında, 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesindeki düzenlemenin gereğinin bu içtihat çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir. İç hukukumuzda yerleşmiş, Yargıtay Daireleri ve Ceza Genel Kurulu tarafından yıllardır uygulanan bu YİBK’dan ayrılmayı gerektiren haklı bir neden bulunmamaktadır.
-Tüm bu nedenlerle; Yargıtay ceza dairesinin zamanaşımı nedeniyle davayı düşürme kararının, 2802 sayılı Yasa’nın 93/A maddesinde belirtilen hakkını kullanabilmesi için ilgilisine tebliğinin sağlanması gerekmektedir. Somut dosyada, böyle bir tebligatın yapılmadığının kabul edilmesi ve ilgilisinin de bu durumu devam eden bir başka dava dosyası arasına alınan belgelerden öğrendikten sonra, yasada öngörülen süre içerisinde davasını açmış olması karşısında, karar düzeltme isteminin reddine ve dolayısıyla davanın süresinde açılmadığına ilişkin Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun görüşüne iştirak edilmemiştir.
KARŞI OY
Karar düzeltme yoluyla Yargıtay Büyük Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık;
Davacılar H.S. Karabulut, M.A.(Karabulut), M. Karabulut ve S. Karabulut.’un murisleri ….’un 14.01.2002 tarihinde ölümüyle ilgili olarak sanık Y.D. aleyhine açılan ceza davasında, olay tarihi itibariyle Yargıtay 9. Ceza Dairesi başkan ve üyeleri olan hâkimler tarafından, dava zamanaşımının gerçekleşmesi nedeniyle, 14.10.2010 günlü, 4456-10541 esas ve sayılı kararla düşme kararı verilmiş olup dosyanın uzun yıllar Yargıtay’da inceleme sırası beklemesi, üç kez bozma görmesi ve benzeri sebeplerle davacılar tarafından Devlet aleyhine açılan işbu tazminat davasının süresinde olup olmadığı, hususundadır.
Dava tarihi itibariyle yürürlükte olan, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu’nun 93/A maddesinin âmir hükmü uyarınca, söz konusu olan tazminat davaları hükmün kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabilir.
Yargıtay ceza daireleri tarafından verilen onama, düzelterek onama ve düşme kararlarının verildiği tarihin hükmün kesinleşme tarihi olduğunda ve Yargıtay’ın bu kararları ilgililere tebliğ yükümlülüğü bulunmadığında herhangi bir tereddüt mevcut değildir.
Karar düzeltmenin konusu, ceza muhakemesinde, hükmün kesinleşmesinin yönteminin değiştirilmesi ya da buna dair içtihatların değiştirilmesi de değildir.
Ancak;
Adil yargılanma hakkının en önemli başlıklarından birini oluşturan hak arama özgürlüğü ve buna bağlı olarak mahkemeye erişim hakkı, temel bir insanlık hakkı olarak İHAS 6. ve 2709 sayılı Anayasa’mızın 36/1. maddeleri başta olmak üzere değişik mevzuat hükümlerinde güvence altına alınmıştır.
Ayrıca Anayasamızın 40/2. maddesi uyarınca, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.”
Bu hükümden açıkça anlaşıldığı üzere, dava açma ve kanun yollarına başvurma hakkının kâmilen kullanılabilmesini temin açısından Devlete bildirim yükümlülüğü getirilmiştir.
5271 sayılı CMK’nın 39(birinci fıkraya göre, gün olarak belirlenen süreler, tebligatın yapıldığı günün ertesi günü işlemeye başlar.), 268, 273, 291 ve 308. maddeleriyle istikrar bulmuş Yargıtay içtihatları uyarınca, ceza muhakemesinde (yoklukta verilen) kararlara karşı süreler tebliğ veya öğrenmeden itibaren başlar.
6100 sayılı HMK ve hukuk muhakemesine dair Yargıtay içtihatları da aynı yöndedir.
Anayasa Mahkemesi Genel Kurulunun bireysel başvuru süresine dair, 25.02.2016 günlü, 2013/4690 başvuru sayılı kararı, uyuşmazlığı yorumlamada bize yardımcı olabilir.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi gibi ikincil yargılama örneği olan Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru süresi, iç hukuktaki başvuru yollarının tüketildiği tarihten, başvuru yolu öngörülmemişse öğrenildiği tarihten itibaren otuz gündür (6216 SK m. 47/5).
Anayasa Mahkemesi sözü edilen kararı ile bu karara atıf yaptığı birçok kararında özetle; somut olayımızda olduğu gibi nihai kararın(Yargıtay’ın …) ilgiliye tebliğinin yapılmadığı durumlarda, … sınırsız başvuru süresi tanınmasının mümkün olmadığını, ilgililerin taraf oldukları davanın sonucunu öğrenme konusunda bir özen yükümlülüğünün bulunduğunu, nihai karar tarihinin kesinleşme tarihi olduğu benzer durumlarda bireysel başvuru için öngörülen 30 günlük süreye, mâkul bir sürenin(üç ay gibi) daha ilâve edilmesi gerekir.
Uyuşmazlık konusu bir yıllık süre, adli yargı ilk derece hukuk muhakemesine ait bir dava açma süresi olup, Anayasa ve kanunlarımızla güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ile mahkemeye erişim hakkının ve Devletin bildirme yükümlülüğünün doğal bir sonucu olarak, nihai kararın ilgiliye tebliğ edilmediği durumlarda davacının bir yıl olan dava açma süresine,hiç değilse altı(6) aylık bir ilâve sürenin daha tanınması gerektiğini düşünmekteyiz.
Somut olayda; hükmün kesinleşme tarihi, Yargıtay 9. CD’nin4456-10541 esas ve sayılı düşme kararını verdiği tarih olan 14.10.2010 tarihidir.
Davacılar sanık Y.D. aleyhine hukuk mahkemesinde açtıkları tazminat davasının 17.05.2011 tarihli duruşmasında Yargıtay 9. Ceza Dairesinin düşme kararını öğrendiklerini belirtmiş olup, bu durumun aksi kanıtlanmadığı gibi, bu tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre de geçmiş değildir.
Tazminat davasının açıldığı tarih ise; 27.03.2012’dir.
Yargıtay’ın vermiş olduğu nihai karar tarihinden itibaren 1 yıl, 5 ay, 13 gün sonra dava açılmış olup, davacıların yalnızca 5 ay, 13 günlük gecikme nedeniyle özen yükümlülüğüne aykırı davrandığını ve hak düşürücü sürenin dolduğunu kabul etmenin, İHAS m. 6, Any. m.36/1, 40/2 hükümleriyle, İHAM ve AYM içtihatlarına uygun olmayacağını düşünmekteyiz.
Yargıtay’ın 466 Sayılı Kanun’un 2. ya da 5271 CMK’nın 142/1. maddelerindeki sürelerin başlangıcına ilişkin kuralların uygulanmasına dair 21.04.1975 günlü, 1975/3-5 esas ve karar sayılı İ.B.K. ile CGK’nın 15.10.1990 günlü, 1990/194-229 esas ve karar, 23.11.2010 günlü, 2010/1-189 esas ve 2010/237 karar, 06.05.2014 günlü, 2014/122-231 esas ve karar sayılı içtihatları da görüşümüzü destekler mahiyettedir.
Bu sebeple, karar düzeltme talebinin kabul edilmesi gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
…
KARŞI OY
A) Davanın Konusu ve Geçirdiği Aşama:
Dava, hâkimlerin fiil ve kararlarından dolayı Devlet aleyhine açılan tazminat istemine ilişkindir.
Davaya ilk derece mahkemesi olarak bakan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu tarafından, “Açılan davanın 2802 sayılı Yasaya 6110 sayılı yasa ile eklenen 93/A maddesinde belirtilen kararın kesinleştiği tarihten bir yıl geçtikten sonra açıldığı anlaşıldığından” şeklindeki gerekçe ile davanın reddine karar verilmiştir.
Davacılar vekilinin bu karara yönelik temyizi üzerine Yargıtay Büyük Genel Kurulu üçüncü görüşme sonunda, davanın reddine ilişkin kararı oyçokluğu ile onamıştır.
Davacılar vekili, onama kararına karşı karar düzeltme talebinde bulunmuştur.
B) Tartışmanın Konusu:
2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun dava tarihinde yürürlükte olan 93/A maddesindeki “Devlet aleyhine açılacak tazminat davası ancak dava konusu işlem, faaliyet veya kararın dayanağı olan; dava sonunda verilen hükmün, kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde açılabilir.”şeklindeki hükmü uyarınca;
a) Hükmün kesinleşmesi ne anlama gelmektedir?
b) Somut olayda dava süresi içinde açılmış mıdır ve buna bağlı olarak karar düzeltme talebi yerinde midir?
C) Konunun Değerlendirilmesi:
1- 2802 sayılı Kanun’un dava tarihinde yürürlükte olan 93/A maddesinde belirtilen “hükmün kesinleştiği tarihten” ibaresi ile amaçlanan, “hükmün temyiz edilmeden veya temyiz edilmesi üzerine onanması suretiyle kesinleşme”dir.
İlk derece mahkemesi tarafından verilen hüküm, temyiz edilmeden veya temyiz edilmesi üzerine Yargıtay tarafından onanması üzerine kesinleşir.
Oysa somut olayda, davacıların mağdur ve katılan olarak yer aldıkları ceza davasında, yerel mahkeme sanık hakkında mahkûmiyet hükmü vermiş, hükmün temyizi üzerine ilgili Yargıtay ceza dairesi hükmü zamanaşımı nedeniyle bozarak davayı düşürmüştür. Böylece ilk derece mahkemesinin hükmü ortadan kaldırılmış ve Yargıtay tarafından yeni bir hüküm kurulmuştur.
Bu durum, yasa koyucunun amaçladığı hükmün kesinleşmesinden farklıdır.
Mahkûmiyet hükmü onanarak kesinleşmiş olsaydı davacılar bu davayı açma gereği duymayacaktı. Hüküm bozulmuş olsaydı, yerel mahkeme tebligat yapıp tarafları durumdan haberdar ederek yeniden hüküm kuracaktı.
Yargıtay’ın kurduğu yeni hüküm kendilerine tebliğ edilmediği için, davacılar bu hükümden haberdar olamamışlardır.
2- 2802 sayılı Kanun’un 93/A maddesinin, Yargıtay’ın yeniden kurduğu hükmü de kapsadığının kabul edilmesi, biçimsel ve yüzeysel bir yorum olur. Çünkü;
a) Bu şekildeki yorum, AİHS’nin “adil yargılanma hakkı” başlıklı 6. maddesinin 1. fıkrasına ve Anayasa’nın “hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin 1. fıkrasına aykırı olur.
b) Yasa koyucu, bu durumu ve uygulamada oluşan duraksamayı göz önüne alarak, sözü edilen maddeyi 06.03.2014 tarihli mükerrer Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6526 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırmış;konuyu 5271 sayılı CMK’nın 141. maddesine 6545 sayılı Kanunla eklenen 3. fıkrasında yeniden düzenlemiştir.
Bu düzenleme sonucu, CMK’nın 142. maddesi uyarınca dava açma süresinin, karar veya hükmün kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren başlaması öngörülmüştür.
c) Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40. maddesinin 2. fıkrasında, “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilerine başvuracağını ve sürelerine belirtmek zorundadır” hükmü öngörülmüştür. Böylece hak arama hürriyetinin korunması için tebligatı bile yeterli görmeyerek, devlete kişileri aydınlatma yükümlülüğü yüklemiştir.
d) Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 39. maddesinin 1. fıkrasında, sürelerin, tebligatın yapıldığının ertesi günü işlemeye başlayacağı; Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 91. maddesinin 1. fıkrasında da benzer şekilde sürelerin, taraflara tebliği tarihinde itibaren işlemeye başlayacağı belirtilmiştir.
3- Yargıtay ilgili dairesi, ilk derece mahkemesi hükmünü bozarak ortadan kaldırmış ve kendisi yeni bir hüküm kurmuştur. Bu yeni hüküm, ceza davasında katılan olarak yer alan davacılara tebliğ edilmemiştir. Bu nedenle davacılar vekilinin, öğrenme üzerine açtığı dava süresindedir.
D) SONUÇ:
Açıkladığım durumlar karşısında; davanın öğrenme üzerine süresinde açıldığı ve karar düzeltme talebinin kabul edilmesi gerektiği düşüncesinde olduğumdan, çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne katılmıyorum. 13.12.2017
KARŞI OY
Yargıtay Büyük Genel Kurulunun önüne karar düzeltme yoluyla gelen uyuşmazlığın özünü dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunan 2802 sayılı Kanunun 93/A maddesi gereğince tazminat davalarının hükmün kesinleşmesinden itibaren bir yıl içerisinde açılması yönündeki hak düşürücü sürenin başlama zamanı teşkil etmektedir.
İnceleme konusu yapılan olayda hadise 14/01/2002 tarihinde gerçekleşmiştir. Ceza yargılaması ise 14/10/2010 tarihinde 9. Ceza Dairesi tarafından verilen 4456-10541 sayılı zamanaşımı gerekçesine dayanan düşme kararı ile sona ermiştir. Davacılar söz konusu düşme kararını, açtıkları tazminat davasının 17/05/2011 tarihli oturumunda öğrenmişler, incelemeye konu olan hukuk davalarını ise 27/03/2012 günü açmışlardır.
27/03/2012 tarihinde açılan hukuk davası 9. Ceza Dairesinde verilen düşme kararından itibaren bir yıllık hak düşürücü sürenin geçtiğinden bahisle reddedilmiştir.
Ceza Muhakemesi Kanunu gereğince, ceza yargılaması tarafların insiyatifi ile değil yargılama makamlarının resen harekete geçmeleri suretiyle soruşturma ve kovuşturma makamları tarafından yürütülen bir süreçtir.
İtiraz hakkının kullanılması (CMK 268.m.), istinaf (CMK 273.m.) ve temyiz (CMK 291.m.) kanun yollarına müracaat edilmesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itiraz hakkını kullanması (CMK 308.m.) gibi süreye tabi işlemlerde verilen mühletler tebliğ veya tevdi tarihinden itibaren başlatılmaktadır.
CMK.nun 142. maddesinin birinci fıkrasında ‘karar veya hükümlerin kesinleştiğinin ilgilisine tebliğinden itibaren…’ denilmek suretiyle karar ve hükümlerin kesinleşmesi için ilgililerine tebliğ edilmesi yönünde genel bir imada bulunulmasına karşın, Yargıtay tarafından verilen düşme kararlarının ilgililerine tebliğ edilmesi gibi bir uygulama bulunmamaktadır.
Bu gibi durumlarda konu muhatapların davaları takip konusundaki özen yükümlülükleri üzerinden düzenlenmeye ve izah edilmeye çalışılmaktadır.
Özen yükümlülüğü kavramı ceza yargılamalarında kanuni bir müessese olmayıp hayatın doğal akışından kaynaklanan ve kendisine hukuki sonuçların bağlandığı bir mefhumdur. Hemen tamamı adli mercilerin resen hareketi ile yürütülen ceza yargılama sürecine ise yapısal olarak uygun düşmemektedir.
Davayı takip noktasında özen göstermekle mükellef tuttuğumuz taraflardan davalarını ilk günkü odaklanma ile takip etmelerini beklemek hayatın normal akışına da uygun değildir.
Aşamalarının nerede ise tamamında tarafları kendiliğinden bilgilendiren sistemin, davanın zamanaşımı nedeniyle düşmesi gibi asli bir işlemden ilgililerine bilgi vermemesi makul değildir. İncelemeye konu olayda yargılamanın makul bir sürede esastan bitirilememesi ise sistemin başka bir eksikliğidir.
Anayasamız 40/2 maddesi ile Devlete, ilgili kişilere işlemleri hakkında hangi kanun yollarına ve ne kadar süre içerisinde müracaat edebileceği hususunda bildirim yükümlülüğü getirilmiştir.
Konu adil yargılanma hakkının temelini teşkil eden mahkemeye erişim hakkının engellenmesi gibi bir sonuca neden olduğundan, temel insan hakkının ihlali sonucunu doğurmaya da müsaittir. Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir çok kararında ‘mahkemeye erişim hakkı devletin bir davanın taraflarına usulüne uygun tebligat yapılmasını ve onların duruşmaların tarih ve kararlar hakkında bilgilendirilmesini de gerektirir demek suretiyle devlete düşen bildirim yükümlülüğüne vurgu yapmaktadır.
Mevcut olayımızda kendilerine tebligat yapılmayan ve ceza yargılamasının sonucunu öğrendikleri tarihten itibaren bir yıllık süre içerisinde davalarını açan ilgililerin mahkemeye erişim haklarının engellenmemesi açısından karar düzeltme taleplerinin kabul edilmesi gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne katılmıyorum. 15.12.2017