Yargıtay Kararı Büyük Genel Kurulu 2013/3 E. 2013/3 K. 21.01.2013 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : Büyük Genel Kurulu
ESAS NO : 2013/3
KARAR NO : 2013/3
KARAR TARİHİ : 21.01.2013

MAHKEMESİ : Yargıtay Hukuk Genel Kurulu

Taraflar arasındaki tazminat davasında yapılan yargılama sonunda ilk derece mahkemesi sıfatıyla Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nca ;
“Davacı vekili, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.03.2010 gün ve E:2009/11-109 K:2010/48 sayılı kararıyla davacı müvekkilinin 14 yıl 7 aylık mahkumiyetine ilişkin ceza kararının oyçokluğu ile onandığını, anılan kararın yeterli ve gerekli inceleme yapılmadan verildiğini, dolayısıyla haksız olarak 39 yıllık Avukatlık meslek hayatına son verilen 68 yaşındaki davacının uğramış olduğu büyük manevi zararların kısmen karşılığı olmak üzere 115.000,00 TL manevi tazminatın davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı Hazine vekili, dava zamanaşımına uğradığını ve tazminat koşullarının oluşmadığını savunarak, davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
14 Şubat 2011 tarihinde yürürlüğe giren 09 Şubat 2011 tarih ve 6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun Geçici Madde 2/c bendinde yer alan, “Bu davalar ilgili hâkime resen ihbar edilir…” hükmü gereğince dava dilekçesi ve duruşma gününü bildirir davetiye, Ceza Genel Kurulu’nun 09.03.2010 gün ve E:2009/11-109 K:2010/48 sayılı kararına katılan ve yukarıda adları yazılı bulunan ilgili hakimlere usulüne uygun olarak tebliğ edilmiştir.
İhbar olunan ….. 14.07.2011 tarihli cevap dilekçeleriyle, haklarında kesinleşmiş bir mahkumiyet hükmü bulunmadığı ve ilgili davada tartışılan delillerden başka her hangi bir delil de ileri sürülmediği halde, Anayasanın 40/3., 129/5. ve 138. maddeleriyle 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 4. maddesine ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesine aykırı olarak açılmış bulunan davanın reddine karar verilmesini istemişler; ihbar olunan diğer hakimler cevap dilekçesi ibraz etmedikleri gibi, duruşmaya da katılmamışlardır.
Davacı vekili tarafından ibraz edilen Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı İtiraz ve Ceza Genel Kurulu Karar örneği ile tüm dosya içeriğindeki bilgiler itibariyle; Mersin 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 13.07.2007 gün ve E: 2004/156 K: 2007/264 sayılı kararı ile sanık … hakkında diğer sanıklar …., ….. ve ….. ile birlikte gerçekleştirdikleri eylemler nedeniyle; müdahil ….İthalat ve İhracat Ticaret Limitet Şirketi ve Comadity Specialist Company Şirketi’ne yönelik nitelikli dolandırıcılık suçundan 5237 sayılı TCY’nın 37. maddesi yollamasıyla ikişer kez 158/1-d, 35/2, 62/1 ve 52. maddeleri uyarınca 1 yıl 5 ay 15’er gün hapis ve 16.660’şar YTL adli para cezası ile cezalandırılmalarına ve adli para cezalarının taksitlendirilmesine, haklarında aynı Yasanın 53/1-2-3. maddesinin uygulanmasına; yine aynı sanıkların müdahil Comtrade S.A. Şirketi ve CSC Overseas İnc. Şirketi’ne yönelik nitelikli dolandırıcılık suçlarından, 5237 sayılı TCY’nın 37 maddesi yollamasıyla ikişer kez 158/1-d, 62/1 ve 52. maddeleri uyarınca 5 yıl 10 ay hapis ve 66.660’şar YTL adli para cezası ile cezalandırılmalarına ve adli para cezalarının taksitlendirilmesine, haklarında aynı Yasanın 53/1-2-3. maddesinin uygulanmasına…” karar verildiği; bu kararın sanıklarca temyizi üzerine, Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 19.03.2009 gün ve 8210-2629 sayılı kararı ile, “sanıklar …..ve …’nın katılanlar Comtrade S.A ve CSC Overseas İnc. şirketlerine yönelik nitelikli dolandırıcılık suçundan kurulan mahkûmiyet hükümlerine yönelik sanıklar müdafilerinin temyiz itirazlarının …reddiyle adı geçen sanıklar hakkında kurulan hükümlerin onanmasına, sanıkların katılanlar ….İth. İhr. Tic. Ltd. ile Commadity Specialist Company şirketlerine karşı nitelikli dolandırıcılık suçundan kurulan mahkûmiyet hükümlerine yönelik temyiz itirazları yönünden ise dolandırıcılık suçlarından kurulan hükümlerin ise bozulmasına” karar verildiği anlaşılmaktadır.
Bu aşamadan sonra, Yargıtay C.Başsavcılığınca 06.05.2009 gün ve 191751 sayı ile itiraz yasa yoluna başvurularak Yargıtay 11. Ceza Dairesinin 19.03.2009 gün ve 8210-2629 sayılı sanık … ile ilgili “onama” kararının kaldırılarak, Mersin 3. Ağır Ceza Mahkemesinin 13.07.2007 gün ve 2004/156 esas sayılı adı geçenle ilgili itiraza konu hükümlerin bozulmasına karar verilmesinin talep olunması üzerine Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 09.03.2010 gün ve E:2009/11-109 K:2010/48 sayılı kararıyla;
“Kurulumuz ve yerel mahkemece de kabul edildiği üzere, aslında sanık ….’in, Meridyen Nakliyat ve Tic. Ltd. Şti’ne borcunun olmadığı, takibin esasen sanık ….’e değil müdahil dört şirkete yönelik olarak gerçekleştirildiği, Av. … tarafından mahkemeye sunulan sanık M.Fahri Kelleci imzalı tarihsiz belgedeki ‘CSC adlı şirketin aynı zamanda …., Comtrade S.A. ve CSC Türkiye Şirketi’nin de ortağı olması hasebiyle şimdilik alacağımızın 1.250.000 Dolarlık tutarı için …. aleyhine acilen icra takibi yapmanızı ve takip kesinleştiği takdirde ….’in fazladan çıkarttığı paraların bu dört şirketten tahsili cihetine de gidilmesini rica ederim’ beyanından icra takibinin ….’e yönelik başlatılacağı, bu sanığın takibe itiraz etmemesi nedeniyle takibin kesinleşmesinden sonra haczin 3. kişiler olan bu şirketlere yöneltileceği planıyla hareket edildiği açıkça anlaşılmaktadır. 5. İcra Müdürlüğü’nün 2001/5255 sayılı dosyasında icra takibinin kesinleşmesinden sonra sanık ….’in menkul veya gayrimenkul mal varlığının olup olmadığı araştırılmamış olması ve sanık …. tarafından takibin kesinleşmesini müteakip mal beyanında bulunulmamış olmasına karşın, İcra Ceza Mahkemesine şikayette bulunulmaması da varılan bu sonucu doğrulamaktadır. Takibin başladığı tarihle, sonrasında ….’in, Meridyen Nakliyat ve Ticaret Limited Şirketi ile olan ilişkisi kesilmemiş, şirket müdürlüğü ve şirketi temsil yetkisi devam etmiştir. Bu da asıl amacın katılan dört şirketten dava konusu paraların alınması olduğunu açıkça göstermektedir. Bir an için aksi yargı kararlarına rağmen şirket müdürü ….’in kendi şirketine gerçekten borçlu olduğunu kabul ettiğimizde, alacaklı olan şirketin bu alacağı elde edemediği ve şirketi zarara uğrattığı dolayısıyla kendisine borçlu olduğunu iddia ettiği şirket müdürüne karşı takip başlattığı, bu takip sonucunda yine kendi alacağı olduğunu iddia ettiği parayı katılan şirketler hesaplarına haciz koydurarak tahsil yoluna gittiği sonucuna ulaşılır ki, bu kabul de dosya içeriği ile örtüşmemektedir. Şöyle ki, şirket kendisine karşı takip yaptığı takip borçlusunun değil, katılan şirketlerin hesaplarına el koymuş, bu şirketlerden edindiği paranın da kendi alacağı olduğunu iddia etmiş, bunların ….’in alacağı olduğuna dair bir beyanda bulunmamıştır. Diğer yönden borçlu olduğu iddia edilen şirketten başka üç şirketin daha hesaplarına haciz koydurulmuş ve bunların borçlu olduğuna dair bir iddiada da bulunulmamıştır. Burada varlığı ileri sürülen alacak Meridyen Nakliyat ve Ticaret Limitet Şirketi’nin alacağı olup, şirket müdürü olan sanık ….’in şahsi bir alacağı bulunmadığı halde, borçlu olarak görünen şirket müdürü yine şirketin parasıyla şirkete olan borcunu ödemiş olmaktadır.
Sanık ….’in, Commadity Specialist Company şirketine karşı başlattığı hukuksal süreci kaybetmesi üzerine, şirketi tarafından kendisi aleyhine icra takibi başlatıp, bu takibe itiraz etmeyerek takibi kesinleştirilmesi, Meridyen Nakliyat ve Tic. Ltd. Şti’nin alacaklı 3. kişi olduğu gerekçesi ile müdahil dört şirkete karşı haciz ihbarnamelerinin çıkartılması, ihbarnamelerin katılan şirketlerle ilgisi olmayan …..’a tebliğ edilip kesinleştirilmesi ve bu suretle şirketlerin paralarının alınmasına dair işleyecek sürecin, hukuk bilgisinden ve tecrübesinden yoksun olan sanık …. tarafından düşünülüp planlanması mümkün olmayıp, bu planın Mersin Barosuna kayıtlı uzunca yıllar avukatlık yapmış ve icra hukuku alanında tecrübeli olduğu bilinen sanık Av. … tarafından düşünüldüğü ve sanıklar …. ve Av. …’nın plan dahilinde birlikte hareket ederek 01.10.2001 tarihinde Mersin Asliye Ticaret Mahkemesinin 1998/1284 esas sayılı dosyasında tashihi karar taleplerinden vazgeçtikleri, 8 gün sonra Mersin 5. İcra Müdürlüğünün 2001/5255 sayılı dosyasıyla başlattıkları icra takibinde, takibin kesinleşmesi üzerine 1 ve 2. haciz ihbarnamelerini …..’a bu plan dairesinde tebliğ edilerek, 1. ve 2. haciz ihbarnamelerinin şirketleri temsile yetkili kişilere tebliğ edilmesi halinde, yapılacak itirazları engellemek amacıyla …..’ın da bu plana dahil edilerek, 1. ve 2. haciz ihbarnamelerinin şirketi temsile yetkili olmadığı, Mersin İcra Tetkik Mercii’nin 35-158 sayılı ilamı ile anlaşılan katılan şirketlerde çalışmadığının Mersin İş Mahkemesinin 27.12.2005 gün ve 390-1304 sayılı kararı ile de sabit olan …..’a tebliği sağlanarak,
Sanıklar …., …, ….. ve …..’ın eylem ve fikir birliği içerisinde üzerlerine atılı kamu kurumu olan İcra Müdürlüğünü aracı kılmak suretiyle nitelikli dolandırıcılık suçunu işledikleri…”
Gerekçesiyle, “Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine” bir üyenin karşı oyu ile karar verildiği görülmektedir.
Eldeki davada davacı; bahse konu kararın, karara katılan Yargıtay Başkan ve Üyelerinin görevlerini ihmal suretiyle, kanuna açıkça aykırı ittihaz edildiğini ileri sürerek, 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. ve 6110 sayılı Kanunla değişik 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen 93/A maddesi hükümlerine göre davalı Hazine’den tazminat isteminde bulunduğuna göre; bu durum öncelikle, davanın dayanağını oluşturan hakimlerin sorumluluğunda öteden beri kabul gören ilkelerin açıklanmasını, ardından hâkimin sorumluluk sebeplerini düzenleyen Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesi ile hakimlerin hukuki sorumluluğuna dair yeni genel düzenlemeler içeren ve sorumluluk davalarında husumetin “ilgili hakim” yerine “Devlet”e yöneltilmesinden sonra “rücu esası”nı benimseyen, 09 Şubat 2011 tarih ve 6110 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” hükümlerinin irdelenmesini gerektirir.
Hemen belirtilmedir ki; genel olarak kamu hizmetlerinin ifasından dolayı kamu tüzel kişilerinin sorumlulukları hizmet kusuruna, ajanlarınki ise, onların kişisel kusurlarına tabi tutulmuştur. Hakimlerin Anayasa teminatı (m.138/1-2) altında bulunan bağımsızlığı, idare hukukunda Devletin ajanların faaliyetlerinden sorumluluğunu tayin eden hizmet kusuru ölçüsünün hakimler yönünden uygulanmasına olanak vermez.
Yargı yetkisinin özellikleri, hakimlerin kişisel sorumluluğunda özel bir sorumluluk düzeninin uygulanmasını zorunlu kılmıştır. Zira, yargı görevinin bağımsızlık ve tarafsızlık içinde aksatılmadan yerine getirilmesi esastır. Gerçekten, hakimlerin diğer Devlet Memurlarının tabi bulundukları sorumluluk esaslarına bağlanmaları, yaptıkları her işlemin aleyhlerine bir tazminat davasına yol açabileceğini düşünmelerine ve bunun sonucu olarak tereddüt içinde kalmalarına yol açabilir.
Şu da belirtilmelidir ki; adaletin gerçekleşmesi, hakim hakkında sorumsuzluk müessesesinin kabulünü gerektirmez. Ancak, hakimin hukuki sorumluluk halleri benimsenirken, yargısal faaliyetten ibaret olan esas görevinin aksatılmamasına büyük özen gösterilmesi zorunludur. Gelişigüzel bir sorumluluk sisteminin benimsenmesi, hakimin bağımsızlığını ve tarafsızlığını tehlikeye düşürebilir.
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunumuz, bu düşüncelerin ışığı altında hakimin bağımsızlığı kadar, tarafsızlığını da güvence altına almak amacı ile onun Hukuki sorumluluğunu sınırlı hallerde kabul etmiş ve aynı zamanda sorumluluğun tespitini özel bir usule tabi tutmuştur.
Bu bağlamda, hakimlerin sorumluluğu Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. Hukuk Genel Kurulu’nun 14/11/1970 gün ve 186/623 sayılı kararında da belirtildiği üzere, anılan yasa hükümlerinde, dava sebepleri tahdidi olarak gösterilmiştir.
Kanunun 573. maddesinde yer alan düzenleme gereğince, hâkimin hukuki sorumluluğu için; iki taraftan biri ile olan dostluk veya düşmanlık sebebiyle diğer taraf aleyhine kanuna ve adalete aykırı bir hüküm veya karar vermiş olması (m.573/1) veya tevil veya tefsire ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve kesin olan bir kanun hükmüne aykırı karar vermiş bulunması (m.573/2) yahut da yargılama tutanağında mevcut olmayan bir sebebe dayanarak hüküm verilmiş olması (m.573/3-4) veyahut da verilen veya sağlanan ya da vaat edilen bir menfaat dolayısıyla kanuna aykırı bir hüküm verilmiş olması (573/5) gerekir.
Buna göre, Hâkimlerin görevlerini yaparken yargısal faaliyetleri sebebiyle, kasıtla veya ağır ihmalle kanuna açıkça aykırı karar vermiş olmaları durumunda, vermiş oldukları zararlar için Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 573. maddesinde sayılan hallerde haklarında tazminat davası açılabilir.
Açıklanan hükümler, hakimin vicdani kanaatindeki bağımsızlığını, yargı erkinin herhangi bir etki altında kalmamasını ve adalete güven duygusunun sarsılmamasını temin amacıyla Yasa’ya konulmuştur.
Yine bu amaçla, 14 Şubat 2011 tarihinde yürürlüğe giren 09 Şubat 2011 tarih ve 6110 sayılı “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile hakim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri kararlar nedeniyle açılacak tazminat ve rücu davalarında yeni düzenlemeler getirilmiş ve hakimlerin hukuki sorumluluğuna ilişkin, Devletin sorumlu tutulacağı esası benimsenmiştir.
6110 sayılı Kanunun 14/1-a maddesiyle 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 573. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi;
“Hâkimlerin yargılama faaliyetlerinden dolayı… Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir…”
Şeklinde değiştirilmiş; aynı Kanunun 12. maddesiyle, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa 93 üncü maddeden sonra gelmek üzere eklenen 93/A maddesinde ise;
“Hâkim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle:
a) Ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir.
b) Kişisel kusur, haksız fiil veya diğer sorumluluk sebeplerine dayanılarak da olsa hâkim veya savcı aleyhine tazminat davası açılamaz.
Hâkim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle ancak Devlet aleyhine tazminat davası açılabilir” hükmü getirilmiştir.
Görüldüğü üzere, 6110 sayılı Kanunla Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesinde yapılan değişiklik ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 93. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 93/A maddesi ile getirilen düzenleme sonucu “Devlet” yasal hasım haline getirilmiş, ilgili hakimin ise ancak zorunlu ihbar olunan sıfatıyla davada yer almasına olanak tanınmıştır.
Yasa koyucu bu düzenlemeyle, hakimlerin Anayasa teminatı (m.138/1-2) altında bulunan bağımsızlığı ve öteden beri kabul görmüş olan ilkelere paralel olarak, Hakimin sorumluluğunu diğer Devlet Memurlarının tabi bulundukları sorumluluk esaslarından ayrı esaslara tabi olması ilkesini aynen muhafaza etmiş; değişiklik gerekçesinde de ifade edildiği gibi, yargılama faaliyetini yürüten hâkim ve savcıların çeşitli etkilere karşı teminat altına alınması, yargılama faaliyetlerine dayalı tazminat davalarının doğrudan hâkim ve savcıya karşı açılmasının adil yargılama ortamını yok etme tehdidinin önlenmesi görüşünden hareketle, yargısal faaliyetlerden doğan zararlar yönünden sadece hâkimin kişisel sorumluluğunu öngören bir anlayıştan vazgeçilerek, bu sorumluluktan dolayı davanın Devlete karşı açılması ile hem meydana gelebilecek tehlikeli ve zararlı durumun düzeltilip tamir edilmesi, hem de haksız davaların önlenmesi amaçlanmıştır.
Yine, 6110 sayılı Kanunla getirilen sistemde, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 573. maddesinde tahdidi olarak sıralanan ve az yukarıda açıklanan sorumluluk sebepleri yönünden her hangi bir değişiklik cihetine gidilmemiş olup; 6110 sayılı Kanunla 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen 93/A maddesiyle, hakimlerin sorumluluğu hususunda sıfat ve süreye dair tamamlayıcı hükümler getirilmiştir.
Anılan maddede yer alan yeni düzenleme ile, devlet aleyhine tazminat davasının açılabilmesi için öngörülen sürenin başlangıcına dair esaslar açıklandıktan sonra, maddenin 7/a fıkrasında öngörülen;
“a) Yüksek mahkemelerin başkanları, başkanvekilleri, daire başkanları ve üyeleri ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Danıştay Başsavcısı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilinin bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar,
b) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu müfettişleri ile adalet müfettişlerinin, yetkilerini kullanırken yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar,
nedeniyle açılacak tazminat davaları hakkında da uygulanır.”
Hükmü ile, yüksek mahkemelerin başkan ve üyeleri ile adalet müfettişleri de hakimin sorumluluğu kapsamına dahil edilmişlerdir.
Sözü edilen maddenin 6. fıkrasında getirilen;
“Hâkim ve savcıların bir soruşturma, kovuşturma veya davayla ilgili olarak yaptıkları işlem, yürüttükleri faaliyet veya verdikleri her türlü kararlar nedeniyle Devlet aleyhine açılacak tazminat davaları ile rücu davalarında bu madde hükümleri; bu maddede hüküm bulunmayan hâllerde ise ilgisine göre Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ile Ceza Muhakemesi Kanunu hükümleri uygulanır.”
Düzenleme ile de; taraflar, süre ve sorumluluk sebeplerine ilişkin olarak uygulanması gereken hükümlere dair silsile ve atıf yapılan kanunlar gösterilmiştir.
Görüldüğü gibi, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesinde Yargıtay Başkan ve Üyelerinden söz edilmediği halde, 6110 sayılı Kanunla 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen 93/A maddesinin 7/a maddesinde bu konu açıkça düzenlendiğinden, hakimin sorumluluğuna dair hükümlerin Yargıtay Başkan ve üyelerini de kapsadığı her türlü duraksamadan uzaktır.
Dikkat edilmesi gereken bir başka yön ise, 6110 sayılı Kanunla getirilen yeni sistemde, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesinde sıralanan hakimin sorumluluk sebeplerini ilga eden bir düzenlemeye yer verilmemesi ve buna paralel olarak da, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun değişik 93/A maddesiyle, hakimin sorumluluk sebepleri yönünden açık bir düzenleme getirilmemiş olmasıdır.
Şu durum karşısında; 6110 sayılı Kanunun değişiklik gerekçesinde de ifade edildiği gibi, genel olarak hakimin sorumluluğu hususunda öncelikle 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun değişik 93/A maddesinde öngörülen ilkelerin aranması, sorumluluk sebepleri yönünden ise Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesi hükmünün uygulanması gerektiği her türlü duraksamadan uzaktır.
Kısaca, açıklanan mevcut yasal durum çerçevesinde; Yargıtay Başkan ve Üyelerinin de “Hakim” kavramının kapsamına girdiği, Hakimlerin hukuki sorumlulukları açısından değinilen genel esasların Yargıtay Başkan ve Üyeleri için de geçerli olduğu ve Yasalarla belirlenen sınırlı hallerde görevlerinden dolayı hukuken sorumlu bulundukları kuşkusuzdur.
Yinelemekte ve önem vurgulamakta yarar vardır ki; hakimlerin hukuki sorumlulukları nedenine dayanan davalar kanunlarla özel usul ve müeyyidelere bağlanmış olup, söz konusu özel hükümler hem meydana gelecek zararlı durumu düzeltip tamir etmek, hem de haksız davaları önlemek amacıyla kabul edilmiştir.
Hakimler, verdikleri kararlardan dolayı ilke bazında sorumlu iseler de; davayı tedvir ve intaç eden Hakimin kasıtla hareket etmesi ve verdiği kararın yasaya aykırı olması yanında Hakimin görevini savsaklaması (ihmali) gibi hallerin mevcudiyeti veya Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesi hükmünde sayılan diğer hallerin gerçekleşmesi durumunda hukuki sorumluluklarının varlığı tartışmasızdır.
Maddede sözü edilen, yasanın açık ve kesin olan bir kuralına aykırı karar verilmiş olması halinde dahi, hakimin kastı ya da ağır kusuru şeklindeki ihmali eylemleri, yasal bir unsur olarak aranmıştır.
Böyle olunca, takdir yetkisi kapsamında yapılan değerlendirme veya farklı hukuki gerekçe ve mülahazalarla karar verilmiş olması; bundan da ileri, kararın salt hukuki yanılgı nedeniyle hatalı çerçeveye oturtularak yanlış sonuca ulaşılması halinde dahi, hukuka aykırılık unsuru bulunmadığından, hakimin sorumluluğundan söz edilmesi olanaklı değildir.
Burada hemen işaret edilmelidir ki; 2797 sayılı Yargıtay Kanunu’nun 1. maddesinde; Yargıtay’ın, “adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii olup, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile bu Kanun ve diğer kanunların hükümlerine göre görev yapan bağımsız bir yüksek mahkeme olduğu” vurgulanmış; 13. maddesinde, “adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümleri ilk ve son merci olarak inceleyip karara bağlamak” Yargıtay’ın görevleri arasında sayılmış; 15. maddesinde ise, Hukuk ve Ceza Genel Kurullarının görevlerinden biri de, “Yargıtay dairelerinin bozma kararlarına karşı mahkemelerce verilen direnme kararlarını inceleyerek karar vermek” şeklinde tanımlanmıştır.
Bu açık hükümler karşısında; Yargıtay’ın, bidayet mahkemelerince verilen hükümlerin aynı zamanda denetim mekanizması olduğu, Kurul ve Dairelerde görev yapan Başkan ve Üyelerin ise yargı ve denetim fonksiyonlarının iç içe bulunduğu her türlü duraksamadan uzaktır.
İşte bu nedenle, Yargıtay Başkan ve Üyelerinin yargılama ve denetim fonksiyonları kapsamında, farklı hukuki görüşlerin varlığına bağlı olarak, bidayet ve temyiz aşamalarında değişik sonuçlara ulaşılması olasıdır.
Böyle bir durumda, salt ortaya çıkan birbirine aykırı sonuçlar nedeniyle zararın oluşması durumunda dahi, hukuka aykırı bir davranıştan söz edilemeyeceğinden, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesi kapsamında hakimin tazminat sorumluluğundan söz edilemeyecektir.
Tüm açıklamalar ışığında olaya bakıldığında;
Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun davaya konu, 09.03.2010 gün ve E:2009/11-109 K:2010/48 sayılı kararında, davacı ile ilgili bilgi ve belgeler ile hukuki süreç tüm boyutlarıyla ortaya konulmuş olup; davacının hangi suçtan yargılandığı, iddianame, Yargıtay 11. Ceza Dairesi ilamı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı itirazı ile belirgindir.
Davacının mahkumiyetine dair bidayet mahkemesince kurulan hükmün onanması yönündeki Özel Daire ilamına karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yapılan itirazın reddi yönünde oluşturulan Yargıtay Ceza Genel Kurulu kararı, katılan hakimlerin denetim ve yargı yetkisi içerisindedir. İhbar olunan hakimlerin, yasal sınırlar dışına çıkmadan yargılama ve denetim görevlerini yerine getirdikleri açıktır. Kaldı ki bidayet mahkemesi olarak davaya bakan Hukuk Genel Kurulunun, kendilerine dava ihbar olunan hakimlerin verdikleri kararla ilgili olarak yerindelik incelemesi yapması da yasal olarak mümkün değildir.
Esasen davacı tarafça, karara katılan hakimlerin kasıtla hareket ettiğini gösteren bir delil ve olgu da ortaya konulmamış olup; davacının ileri sürdüğü iddiaların kavli mücerrette kaldığı ve sübut bulmadığı anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca; Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesinde öngörülen koşullar oluşmadığından, davanın reddine karar verilmiştir.
H Ü K Ü M: Yukarıda yazılı bulunan gerekçelerle;
1- HUMK nun 573. maddesinde öngörülen koşullar oluşmadığından davanın REDDİNE,
2- Harç peşin alındığından yeniden alınmasına yer olmadığına,
3- Davalı Hazine yararına takdir olunan 11.070,00 TL. vekalet ücretinin davacıdan alınıp davalıya verilmesine,
4- Davacı tarafından yapılan yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına,”
Dair oybirliği ile taraf vekillerinin yüzlerine karşı, ihbar olunanların yokluğunda verilen, 15.07.2011 gün ve 2011/1-1 sayılı karar davacı vekilince temyiz edilmiştir.

YARGITAY BÜYÜK GENEL KURUL KARARI

Davacı tarafın duruşmalı temyiz isteminin süresinde olduğunun anlaşılmasından ve Büyük Genel Kurulu’nda yapılan temyiz incelemesinin duruşmalı yapılabileceğine dair bir düzenleme olmaması nedeni ile duruşma isteminin reddine karar verilip dosyadaki tüm kağıtların okunmasından sonra gereği düşünüldü:
Davacı vekili yargısal faaliyet nedeni ile devlet aleyhine açtığı davada tazminat isteminde bulunmuştur.
Hukuk Genel Kurulunca ilk derece mahkemesi sıfatıyla yapılan yargılama sonunda Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 573. maddesinde öngörülen koşullar oluşmadığından, davanın reddine karar verilmiştir.
Davacı, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 407 maddesi gereğince vesayet altına alınmış, vasinin tayin ettiği vekil aracılığı ile yargılama yürütülmüş ve sonlandırılmıştır. Karar vekile tebliğ edilmiş, vekili bulunmasına rağmen ayırt etme gücüne sahip kısıtlı olan davacı asil kararı temyiz etmiştir.
1- Büyük Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında, işin esasına girilmeden önce kısıtlı olan davacı asil tarafından verilen temyiz dilekçesine yasal temsilcinin rızasının aranıp aranmayacağı ön sorun olarak tartışılmıştır.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun “ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar” başlıklı 16. maddesinde ayırt etme gücüne sahip küçüklerin ve kısıtlıların, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç altına giremeyecekleri, karşılıksız kazanmada ve kişiye sıkı sıkıya bağlı hakları kullanmada bu rızanın gerekli olmadığı düzenlenmiş, aynı Yasa’nın 451. maddesinde de ayırt etme gücüne sahip olan vesayet altındaki kişinin, vasinin açık veya örtülü izni veya sonraki onamasıyla yükümlülük altına girebileceği veya bir haktan vazgeçebileceği hüküm altına alınmıştır.
Mevcut düzenleme dikkate alınarak yapılan görüşmeler sonunda; ayırt etme gücüne sahip kısıtlı olan davacı asilin tek başına kararı temyiz etmesinin kendisini borç altına sokan bir eylem olarak kabul edilmesinin mümkün olmadığı bu nedenle kararı tek başına temyiz edebileceği oybirliği ile kabul edilmiştir.
2-İşin esasına gelince:
Dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bilgi ve belgelere, daire kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, usul ve yasaya uygun olduğu tespit edilen Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın onanması gerekir.
SONUÇ: Davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun ilk derece mahkemesi sıfatıyla verdiği kararın yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 5,9 TL temyiz ilam harcının temyiz eden davacıdan alınmasına, 6110 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 12. Maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’na eklenen 93/A-5 fıkrası ve 6217 sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 440 maddesi uyarınca tebliğden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 21.01.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.