Yargıtay Kararı 8. Hukuk Dairesi 2018/9537 E. 2019/5113 K. 15.05.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 8. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2018/9537
KARAR NO : 2019/5113
KARAR TARİHİ : 15.05.2019

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiş olup hükmün asıl ve birleşen dosya davacısı Hazine vekili ile asıl ve birleşen dosya davalılar vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.

KARAR
Asıl ve birleşen davada davacı Hazine vekili, dava konusu 508 parsel sayılı taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kaldığı, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin özel mülkiyete konu olamayacağı iddiasına dayalı tapu iptal, sicil kaydının kütükten terkini, el atmanın önlenmesi ve yıkım isteğinde bulunmuştur.
Asıl ve birleşen davada davalılar vekili, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, (ilk kararda) 3402 sayılı Yasa’nın 12. maddesinde sözü edilen 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu gerekçesiyle asıl ve birleşen davaların hakdüşürücü süre yönünden reddine karar verilmiş, hükmün davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 12.04.2010 tarihli ve 2010/3633 Esas, 2010/4136 Karar sayılı ilamında belirtilen “… mahkemece yapılan keşif sonucu çekişmeli bölümlerin kıyı kenar çizgisine göre kıyıda kaldığı ve dava tarihinde davacı Hazinenin haklı olduğunun anlaşıldığına ve yargılama sırasında yürürlüğe giren 5841 Sayılı Yasa gereğince dava reddedildiğine göre davalının tüm yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretiyle, harçtan sorumlu tutulması gerekir..” gerekçesiyle bozulmuş, davacı vekilinin karar düzeltme talebi aynı dairece reddedilmiş, bozmaya uyularak yapılan yargılama sonucunda mahkemece, (ikinci karada) 14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 sayılı Yasa hükümleri uyarınca davanın hak düşürücü süreden reddine; 6099 sayılı Yasa uyarınca da yargılama masraflarının davacı üzerinde bırakılmasına ve davacı yararına vekalet ücreti takdirine yer olmadığına karar verilmiş, davacı Hazine vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 08.02.2012 tarihli ve 2011/12934 Esas, 2012/972 Karar sayılı ilamında belirtilen “…Anayasa Mahkemesinin anılan iptal kararından sonra davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin verilen kararın doğruluğundan söz edilemez. Zira, kamu düzeniyle ilgili bütün haller istisnanın kapsamına girer. Hal böyle olunca; işin esası hakkında 28.11.1997 tarihli ve 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda değerlendirme yapılmak suretiyle uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması için karar bozulmalıdır.” gerekçeleriyle bozma kararı verilmiş ve davalılar vekilinin karar düzeltme talebi aynı daire tarafından reddedilmiştir.
Yerel mahkeme tarafından mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama neticesinde (üçüncü kararda), “Davacının davasının dava dilekçesi ve esas dava ile birleşen dosyadaki dava yönünden dava konusu 508 parselin yeni kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan bilirkişilerin krokisinde belirtiği a harfi ile belirtilen soyunma odası olarak kullanılan 20.66 m2 kısma yapılan tecavüz ile parsel tecavüzü olan 470.27 m2 kısma yapılan TECAVÜZÜN MEN-İNE, a harfi ile gösterilen soyunma odasının KAL-İNE, kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan 470.27 m2 kısımdaki davalıların hisselerinin iptali ile kamu adına TERKİNİNE bilirkişilerin 03.11.2006 tarihli rapor ve krokisinin kararın eki sayılmasına,” karar verilmesi üzerine, hüküm, taraf vekilleri tarafından temyiz edilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki, bozmaya uyulmakla tarafları yararına usuli kazanılmış hak doğar. Bu durumda mahkemece yapılacak iş, bozmada işaret edilen ilkeler doğrultusunda inceleme yapılarak davanın sonuca bağlanmasından ibarettir.
Ne var ki; mahkemece bozma kararına uyulmasına rağmen bozma gerekleri tam olarak yerine getirilmemiştir.
Ayrıca; Mahkemece yazılı şekilde davanın kabulüne karar verilmiş ise de; yapılan inceleme ve araştırma hüküm kurmaya yeterli değildir. Şöyle ki; mahkemece, dava konusu taşınmaz başında iki defa keşif yapılmıştır. İlk keşif jeolog bilirkişi, mimar ve fen bilirkişiden oluşan üçlü bilirkişi kuruluyla yapılmış, dosyaya sunulan 24.02.2004 tarihli bilirkişi kurulu raporunda taşınmazın 165,00 m2’lik kısmının kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığı, taşınmaz üzerinde bulunan bina ve müştemilatların kıyı kenar çizgisine herhangi bir müdahalelerinin olmadığı belirtilmiştir. İkinci keşif ise; üç jeolog bilirkişi, inşaat mühendisi ve fen bilirkişiden oluşan beşli bilirkişi kuruluyla yapılmış, dosyaya sunulan 03.11.2006 tarihli bilirkişi kurulu raporunda dava konusu taşınmazın toplamda 470,27 m2’lik kısmının kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığı, taşınmaz üzerinde bulunan (ve a harfi ile gösterilen) soyunma odası ile ihata duvarının tecavüzlü alanda kaldığı ifade edilmiştir. Her iki rapor arasında kıyı kenar çizgisinin içerisinde kalan yapı ve taşınmaz miktarında farklılık oluşmuştur. Mahkemece, bilirkişi kurulu raporları arasındaki bu çelişki giderilmemiş, hükme esas alınan 03/11/2006 tarihli bilirkişi kurulu raporunun hangi gerekçeyle tercih edildiği kararda belirtilmediği gibi her iki keşifte de yapılan bilirkişi uygulaması yeterli olmayıp, gözleme dayalı olarak rapor düzenlenmiştir.
Bundan ayrı, 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasa’nın 16. maddesiyle 3402 sayılı Yasa’nın 36. maddesine bazı ilaveler getiren 36/A maddesi hükmüne göre kadastro işlemleri sebebiyle açılan davalar nedeniyle yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretinden davalı tarafın sorumlu tutulamayacağı hususunun da gözetilmediği anlaşılmıştır.
O halde mahkemece yapılacak iş; taşınmaza ait tapu kaydının ilk tesisinden itibaren tedavüllerine esas tüm belgeler getirtilip önceki bilirkişilerden farklı 3 jeolog ya da jeomorfolog, 1 harita mühendisi ve 1 inşaat mühendisinden oluşacak bilirkişi kuruluyla yeniden dava konusu taşınmazda keşif yapılması, taşınmazın farklı noktalarında gözlem çukurları açılarak bu çukurlardan alınan verilerin incelenmesi, açılan gözlem çukurlarının harita üzerinde işaretlenerek gösterilmesi ve topoğrafik memleket haritalarından da yararlanılarak kıyı kenar çizgisinin tespit edilmesi, keşfen tespit edilen kıyı kenar çizgisi ile Bakanlık tarafından onaylanan kıyı kenar çizgisinin fen bilirkişi tarafından kroki üzerinde gösterilmesi, her ikisinin çakışmaması halinde çelişkinin nedenlerinin bilimsel verilere dayalı olarak bilirkişiye açıklattırılması, ayrıca 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasa’nın 16. maddesiyle 3402 sayılı Yasa’nın 36. maddesine bazı ilaveler getiren 36/A maddesi hükmüne göre kadastro işlemleri sebebiyle açılan davalar nedeniyle, yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretinden davalı tarafın sorumlu tutulamayacağı hususunun da gözetilmesi, Mahkemece bu konudaki görüşünün ortaya konulması ve ondan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken, eksik araştırma ve inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması isabetsiz olmuş, bozmayı gerektirmiştir.
SONUÇ: Tarafların temyiz itirazları yukarıda açıklanan nedenlerle yerinde olduğundan kabulüyle, usul ve yasaya uygun bulunmayan hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/I maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 15.05.2019 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.
Davacı Hazine vekili, davalı adına tapuda kayıtlı… Köyünde bulunan 508 parsel sayılı taşınmazın kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığını, taşınmazın tapu kaydının iptaline, müdahalenin menine ve taşınmaz içindeki yapının kal’ine karar verilmesini talep etmiş, Mahkemece yapılan yargılama sonucunda, asıl ve birleşen davanın hak düşürücü süre yönünden reddine karar verilmesi üzerine, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 12/04/2010 tarihli ve 2010/3633 Esas–2010/4136 sayılı kararı ile hükmün esası yönünden temyiz itirazları reddedilerek, yargılama masrafı ve vekalet ücreti yönünden hükmün bozulmasına karar verilmiş, davacı vekilinin karar düzeltme talebi ise reddedilmiştir.
Mahkemece, bozma ilamına uyularak yeniden asıl ve birleşen davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine, yargılama masraflarının davacı üzerinde bırakılmasına karar verilmiştir.
Hüküm, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Yargıtay 1. Hukuk Dairesince, 08/02/2012 tarihli ve 2011/12934 Esas-2012/972 sayılı karar ile hüküm esas yönünden bozulmuştur. Bozma ilamında, Anayasa Mahkemesinin 12/05/2011 tarihli ve 2009/31Esas-2011/77 sayılı kararı ile hak düşürücü süreye ilişkin hükmün iptal edildiği, iptal hükmünün yürürlüğe girdiği, 10.03.1969 tarihli ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği üzere iptalin kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemeyeceği, henüz anlaşmazlık hali devam ediyorsa iptalin kapsamına gireceği, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra, Mahkemece verilen ret kararının doğru olduğunun söylenemeyeceği, işin esası hakkında 28.11.1997 tarihli ve 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda değerlendirme yapılması için hükmün bozulması gerektiği belirtilmiştir. Davalılar vekilinin karar düzeltme talebi reddedilmiştir.
Mahkemece bozma ilamına uyularak asıl ve birleşen davada taşınmazın kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan kısma ilişkin davalıların hisselerinin iptali ile kamu adına terkinine, müdahalenin meni ile müdahale edilen kısımda bulunan yapının kal’ine, karar verilmiş hüküm davacı vekili ve davalılar vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Mahkemece verilen ilk karar esas yönünden, yani davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin kısmı, Yargıtay 1. Hukuk Dairesince onanmıştır. Her ne kadar Mahkeme hükmün onanan kısmı yönünden de bozmadan sonra verdiği ikinci kararda yeniden hüküm kurmuş ise de, bu usuli bir hata olup, sonuca etkili değildir ve yok hükmündedir. Hükmün onanan kısmı kesinleşmiş artık kesin hüküm haline gelmiştir. Kesin hüküm, hükmü veren mahkeme de dahil olmak üzere bütün mahkemeleri bağlar. Kesin hüküm kamu düzenine ilişkin olduğundan, tarafların iradesine tabi değildir.
Hukuki güvenlik ve yargıya güven kesin hüküm ilkesi ile sağlanır. Hukuki güvenlik ilkesi; hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşulu olup, mevcut emredici hukuk kurallarının herkese eşit şekilde ve düzgün bir şekilde uygulanmasını da içeren bir ilkedir. T.C. Anayasa’sının 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti kişilerin hukuki güvenliğini sağlayan bir devlettir.
Hukuki güvenlik ilkesi, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre güvenle düzene sokabilmesi anlamına gelir. Hukuk devleti hukuk kurallarının onu koyanlar da dahil olmak üzere, her kişi ve kuruluşu bağlamasını ifade eder. Hukuk devleti kavramının özünü devlet organlarının hukuka bağlılığı yani, yönetimin eylem ve işlemlerini hukukun içinde kalarak yerine getirmesi oluşturmaktadır.
T.C. Anayasası 36. maddesi; “Herkes ….. adil yargılanma hakkına sahiptir.”hükmünü içerir. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma başlığı taşıyan 6. maddesinde; “Herkes …. davasının ….. hakkaniyete uygun …… olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” denilmektedir.
Adil yargılanma hakkının en önemli alt kavramlarından birisi, silahların eşitliği ilkesidir. Yargılamada taraflar arasında adil, hakkaniyete uygun bir denge kurulması gerekir.
Anayasa’nın 2. maddesiyle benimsenen hukuk devletinde, hukuki güvenliği sağlayan bir düzen kurulması asıldır. Böyle bir düzende devlete güven ilkesi vazgeçilmez temel unsurlardandır. Hukuk devletinde yasama, yürütme ve yargının hukuka bağlı olması gerekir. Yargısı hukuka bağlı olmayan bir devlette vatandaşların kendilerini güvencede hissedebileceklerini söylemek mümkün değildir.
Hukuk devletinde bireyler devlete güven duyabilmeli, aynı şekilde devlet de bu güveni vatandaşa verebilmelidir.
Kesin hükme saygı uluslar arası hukuk düzenine özgü hukukun genel ilkelerinden biri olarak da kabul görmektedir. . Eğer bir hukuk sistemi içerisinde yargının verdiği ve bağlayıcı olan bir kesin hüküm işlevsiz bir duruma getirilmiş ise adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden söz edemeyiz.
Somut olayda, Mahkemece verilen ilk karar esas yönünden, Yargıtay 1.Hukuk Dairesince onanarak kesinleşmiştir. Kesin hüküm gücü kazanan bir kararın, bozmaya konu edilmesi, kamu düzenini bozacak bir sonuç yaratır. Mahkemece verilen ilk karar esas yönünden kesinleştiğine göre, bozma ilamına konu edilmesi doğru değildir. Bu durum, uluslararası hukuk düzeninde kabul görmüş ilkelere, T.C. Anayasası’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine, hukuki güvenlik ilkesine, adil yargılanma hakkına aykırılık teşkil eder. Devlete ve yargıya güveni ciddi bir şekilde sarsar. Açıkladığım nedenlerden dolayı Mahkemece esas yönünden verilen ret kararının kesinleşmesi nedeniyle verilen kabul kararının bu nedenle bozulması gerektiği kanaatinde olduğumdan, sayın çoğunluğun, bozmaya yönelik gerekçelerine katılmıyorum.15/05/2019