YARGITAY KARARI
DAİRE : 8. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2018/7424
KARAR NO : 2019/5384
KARAR TARİHİ : 22.05.2019
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Müdahalenin Meni ve Yıkım
Taraflar arasında görülen ve yukarıda açıklanan davada yapılan yargılama sonunda Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş olup hükmün davacı ve davalı … tarafından temyiz edilmesi üzerine, Dairece dosya incelendi, gereği düşünüldü.
KARAR
Davacı vekili, müvekkilinin maliki bulunduğu 32 (16) nolu parselde tapuya kayıtlı taşınmaz için 25/07/1991 tarihli Kat Karşılığı İnşaat Sözleşmesi ve 18/09/1991 tarihli ek sözleşme yapıldığını, davalı ile yapılan bu sözleşmelerin, 18/06/2010 tarihli mahkeme kararı ile “dava konusu inşaatın imara aykırı ve tümü ile kaçak” olması nedeni ile iptaline, feshine karar verilerek kararın kesinleştiğini, bu nedenle davalıların sözleşme konusu taşınmazı arsa sahibi olan müvekkiline teslim etmeleri gerekirken, haksız el atmaya devam ettiklerini, bu nedenlerle taşınmaza vaki elatmalarının önlenmesine karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı … vekili, müvekkilin sözleşmeye aykırı davranmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davanın kısmen kabulü ile İmar Kanunu’na aykırı binanın yıkılmasına, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı vekili ve davalı … vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, mülkiyet hakkına dayalı elatmanın önlenmesi ve kal istemine ilişkindir.
Kesin hüküm, 6100 sayılı HMK’nin 303. maddesinde “Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir. Bir hüküm, davada veya karşılık davada ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder. Kesin hüküm, tarafların küllî halefleri hakkında da geçerlidir…” hükmü bulunmaktadır. Bu hükme göre kesin hükümden bahsedebilmek için; a)davanın taraflarının aynı olması ve b) dava sebeplerinin aynı olması ve c) dava konusunun aynı olması gerekir. Tarafların aynı olmasından anlaşılması gereken; her iki davada da tarafların aynı kişiler olması anlamına gelir. Hükmün davanın tarafları dışında üçüncü kişilere kural olarak herhangi bir etkisi yoktur. Zaten davada taraf olmayan bir kişiyi kararın bağladığının kabulü hukuki dinlenilme hakkına da aykırılık teşkil eder. İkinci olarak dava sebeplerinin aynı olmasından anlaşılması gereken ise; davacının talep sonucunu dayandırdığı vakıaların aynı olmasıdır. Aynı vakıalara dayanılarak dava açılması halinde kesin hükmün varlığından söz edilir. Üçüncü ve son unsur ise; dava konusunun aynı olmasıdır. Dava konusunun aynı olup olmadığının anlaşılması için yapılacak şey, her iki davanın netice-i talep kısmının aynı olup olmadığına bakmaktır. Her iki davanın talep sonucu kısmı aynı ise kesin hükmün varlığından bahsedilebilir. Öte yandan kesin hükmün varlığı HMK’nin 114. maddesinin (i) bendinde olumsuz dava şartı olarak düzenlenmiştir.
Oysa, elatma haksız eylem olduğundan devam ettiği veya yenilendiği müddetçe her zaman yeni bir davanın konusunu teşkil edebilir. Hemen belirtilmelidir ki, kesin hüküm ancak hüküm anındaki durumu tespit eder. Hükümden sonraki döneme etkili olmaz. Bu nedenle yeni meydana gelen vakalara dayanılarak açılan ikinci dava için birinci dava kesin hüküm oluşturmaz.
Bilindiği üzere; bir kimse kendi malzemesi ile başkasının taşınmazına sürekli, esaslı ve tamamlayıcı (mütemmim cüz) niteliğinde yapı yapmışsa; (Medeni Kanunun 724. maddesine göre) “Yapının değeri açıkça arazinin değerinden fazlaysa iyiniyetli taraf uygun bir bedel karşılığında yapının ve arazinin tamamının veya yeterli bir kısmının mülkiyetinin malzeme sahibine verilmesini istiyebilir.” Söz konusu madde hükmünden açıkça anlaşıldığı üzere taşınmazın mülkiyetinin yapı malikine verilebilmesi için öncelikli koşul iyiniyettir. Öngörülen iyiniyetin Medeni Kanun’un 3. maddesinde hükme bağlanan subjektif iyiniyet olduğunda kuşku yoktur. Bu kural, elattığı taşınmazın başkasının mülkü olduğunu bilmemesini veya beklenen tüm dikkat ve özeni göstermesine karşın bilecek durumda olmamasını ya da yapıyı yapmakta haklı bir sebebin bulunmasını ifade eder. Böyle bir davada iyiniyetli olduğunu iddia eden kişinin l4.2.l95l tarihli ve l7/l sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında belirtildiği gibi bu iddiasını ispat etmesi gerekir. İkinci koşul ise, yapı kıymetinin taşınmazın değerinden açıkça fazla olmasıdır. Bu koşul, dava gününe ve objektif esaslara göre saptanmalı fazlalık ilk bakışta kolayca anlaşılmalıdır.Üçüncü koşul olarak da yapıyı yapan, taşınmaz malikine uygun bir bedel ödemelidir. Uygun bedel genellikle yapı için lazım olan arsa miktarının dava tarihindeki gerçek değeri olarak kabul edilmekte ise de büyük bir taşınmazın bir kısmının devri gerektiğinde geri kalan kısmın bedelinde meydana gelecek noksanlıklar, varsa taşınmaza bağlı öteki zararlar gözönünde bulundurularak, bu bedelin aşılması hak ve nesafet kuralı gereğidir. Hemen belirtmek gerekir ki, temliken tescil isteme hakkı ancak, yapı yapıldığı sıradaki taşınmazın maliki olan kişiye karşı açılacak davada ileri sürülebilecek bir kişisel hak olup, yenilik doğurucu bu dava sonunda verilen kararın kesinleşmesinden sonra ayni hakka dönüşebilir.
Öte yandan, Medeni Kanun’un 722. maddesi taşınmaz malikine rızası olmaksızın yapılmış ve yıkımı aşırı zarar doğurmayan yapının yıkımını isteme hakkı tanımış, yıkım masrafının yapı malikine ait olacağını hükme bağlamıştır. Ne var ki, yasada aşırı zarar kavramı tanımlanmadığından yasa koyucunun bu yöndeki asıl amacının göz önünde tutulmasında yarar vardır. Değinilen maddenin düzenlemesine yol açan asıl neden, meydana getirilen yapının korunmasındaki mevcut olan genel iktisadi yarardır.Diğer bir söyleyişle yapının yıkımı halinde dava tarihine göre objektif ölçüler içerisinde tespit edilecek zararın çok fazla olması aşırı zararın varlığını gösterir.Bununla birlikte gerektiğinde özel ve teknik hususlarda uzman bilirkişilerin bilgisine başvurulmak suretiyle taşınmaz sahibinin o yapıdan yararlanma derecesi arsanın bütünlüğünün bozulup bozulmaması taşınmazın değerinde doğacak noksanlık gibi subjektif olgularda dikkate alınmalıdır.
Aşırı zarar doğması sebebiyle yapı yıkılamadığı takdirde taşınmaz malikinin mamelekinde sebepsiz bir zenginleşme meydana geleceğinden, taşınmaz malikinin malzeme malikine (muhik) bir tazminat vermesi gerektiği, malzeme maliki iyiniyetli değilse tazminat miktarının, levazımın en az kıymetini geçemiyeceği, aynı Yasa’nın 723.maddesinde belirtilmiştir. Bu durumda, 4.3.l953 tarihli ve l0/3 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararının gerekçesinde benimsenen ve uygulamada kararlılık kazanmış ilke uyarınca aşırı zarar nedeniyle yapı yıkılamıyorsa, iyi veya kötü niyete göre, haklı (muhik) tazminat veya en az levazım bedelini ödeyip ödemeyeceği, arsa malikinden sorulmalı, kabul ettiği takdirde bu bedel karşılığı yapının taşınmaz malikine aidiyetine karar verilmeli, aksi halde yıkım isteği reddedilmelidir. Maddedeki (muhik tazminat) sözcüğünden salt inşaat bedeli değil olayın özelliğine göre Medeni Kanunun 4. maddesinden aldığı yetkiye dayanarak hakimin takdir edeceği en uygun bedel (asgari levazım bedeli) ise, taşınmaz maliki yönünden yapının subjektif (öznel)olarak taşıdığı değer anlaşılmalıdır.
Somut olaya gelince; Dosya içeriği ve toplanan delillerden; çekişme konusu 4445 ada 20 ve 32 ( eski 16 ) parsel sayılı arsa vasıflı taşınmazların kayden davacıya ait olduğu anlaşılmaktadır. Davacı ile davalılardan … arasında akdedilen 25/07/1991 tarihli kat karşılığı inşaat sözleşmesi ile beş katlı inşaat için %50 oranında anlaşma yapıldığı, 18/09/1991 tarihli ek sözleşme ile bağımsız bölümlerin paylaşımın yeniden düzenlendiği ve beşinci katın kaçak olarak inşaasından dolayı gelecek cezanın ortaklaşa ödeneceği, altıncı ve yedinci katların inşaasına taraflarca onay verildiği anlaşılmış, 07/02/2001 tarihli ek sözleşme ile de bağımsız bölümlerin paylaşımı yeniden düzenlenmiştir. Taşınmaz maliki tarafından 21/04/2009 tarihinde … 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2009/190 Esas ve 2010/298 Karar sayılı dosyası ile açılan sözleşmenin iptali ve elatmanın önlenmesi talepli davada, 18/06/2010 tarihli karar ile inşaatın imara aykırı kaçak inşaat olduğu,bu nedenle kat karşılığı inşaat sözleşmesinin yasal dayanağı bulunmadığı gerekçesiyle kat karşılığı inşaat sözleşmesi ve bu sözleşmeye ek sözleşmelerin iptaline, imara aykırı inşaat için ancak yıkım talep edilebileceği ,elatmanın önlenmesine karar verilemeyeceği gerekçesiyle elatmanın önlenmesi talebinin reddine karar verilmiş, karar Yargıtay denetiminden geçerek 22/11/2012 tarihinde kesinleşmiştir.
Yukarıda izah edildiği üzere, haksız eylem olan elatma devam ettiği veya yenilendiği müddetçe her zaman yeni bir davanın konusunu teşkil edebileceğinden … 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2009/190 Esas, 2010/298 Karar sayılı, 18/06/2010 tarihli ilamının kesin hüküm oluşturmayacağı açıktır. Davalı …’nun taraflar arasında akdedilen kat karşılığı inşaat sözleşmesine ve eki sözleşmelere güvenerek, iyiniyetle dava konusu binayı inşa ettiği toplanan delillerden anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca, yukarıdaki ilkeler uyarınca, inşa edilen binanın asgari levazım bedelinin belirlenmesi, davacıya bedellerin depo edilmesi için süre verilmesi ve sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmesi doğru değildir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle taraf vekillerinin temyiz itirazlarının yerinde olduğundan kabulü ile hükmün 6100 sayılı HMK’nin Geçici 3. maddesi yollamasıyla HUMK’un 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’un 440/1 maddesi gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, istek halinde peşin harcın temyiz edene iadesine, 22/05/2019 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.