Yargıtay Kararı 8. Hukuk Dairesi 2013/21998 E. 2015/6088 K. 17.03.2015 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 8. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2013/21998
KARAR NO : 2015/6088
KARAR TARİHİ : 17.03.2015

Çeşme Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Tapu iptali ve terkin

Hazine ile Türkiye Emlak Bankası Sosyal Yardım Vakfı aralarındaki tapu iptali ve terkin davasının esası hakkında karar verilmesine yer olmadığına dair … Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 06.06.2013 gün ve 448/360 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davacı vekili ile davalı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:

KARAR

Davacı Hazine vekili, mülkiyeti davalıya ait olan 211 ada 9 parsel kapsamındaki 610 m2 yerin kıyı kenar çizgisi kapsamında kaldığını açıklayarak, bu bölümün tapu kaydının iptaliyle kıyı olarak terkinine karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili, taşınmazın kadastro yoluyla oluştuğunu, hak düşürücü sürenin geçtiğini savunarak davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, Yargıtay 1.Hukuk Dairesinin bozma ilamına uyularak, hak düşürücü süre nedeniyle davanın reddine ilişkin kararın bozma ilamı kapsamı dışında kaldığı gerekçesiyle davanın esası hakkında bir karar verilmesine yer olmadığına, toplam 1.336 TL yargılama gideri ile 22.750 TL vekâlet ücretinin davalı taraftan alınmasına karar verilmesi üzerine; hüküm, davacı Hazine vekili ile davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Dava konusu 211 ada 9 parsel, 29.09.1975 tarihinde kesinleşen kadastro komisyon kararı ile davalı adına tescil edilmiştir.
Hemen belirtilmelidir ki karar, 5841 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 14.03.2009 tarihinden sonra verilmiş olup; bu Kanunun 2. ve 3.maddeleri ile getirilen yeni düzenlemelere dayanılarak oluşturulmuştur.
14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 25.02.2009 günlü 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2.maddesi ile 3402 sayılı Kanunun 12.maddesinin 3.fıkrasına eklenen cümlede: “Bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet ve diğer kamu tüzel kişileri dâhil tarafların sıfatına bakılmaksızın” ve 3.maddesi ile aynı Kanuna eklenen geçici 10.maddesinde ise; “Bu Kanunun 12.maddesinin 3. fıkrası hükmü Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır.” şeklindedir. Bu değişiklik nedeniyle anılan yasanın yürürlük tarihinden sonra Hazinenin açtığı davalarda da 10 yıllık hak düşürücü süre uygulanmaya başlanmıştır.
Ne var ki, yerel mahkeme kararının temyizi aşamasında Anayasa Mahkemesi’nin 12.05.2011 gün ve 2009/31 E. 2011/77 K. sayılı kararıyla; “25.02.2009 gün ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 2.maddesiyle 21.06.1987 günlü 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin ve 3.maddesiyle 3402 sayılı Yasaya eklenen Geçici 10. maddenin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline” karar verilmiş ve iptal kararı 23.07.2011 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile idari makamları, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 33.maddesinde yer alan “Hakim, Türk hukukunu resen uygular” hükmü ile ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararlarının derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
Öyle ise kesin hüküm halini almamış ve kazanılmış hakkın istisnasını teşkil eden bu durum karşısında 5841 sayılı Yasa hükümleri uyarınca davanın reddine ilişkin olarak kurulan hükmün, verildiği tarih itibariyle doğru olduğu düşünülse ve ayrıca Anayasa’nın 153. maddesine göre iptal kararı geriye yürümez ise de; 10.03.1969 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçe bölümünde belirtildiği üzere iptal, kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemez ve henüz anlaşmazlık hali devam ediyorsa iptalin kapsamına girer. Bu durumda davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin kurulan kararın Anayasa Mahkemesi’nin anılan iptal kararından sonra doğru olduğu söylenemez. Zira, kamu düzeninin söz konusu olduğu bütün haller istisnanın kapsamına girer.
Hal böyle olunca, Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı sonucu oluşan durumun eldeki maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan davaya da uygulanması zorunlu olup, kamu malları ile ilgili davalar aynı zamanda kamu düzeni ilkesini de içermektedirler. Bu nedenle mahkemece, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararından sonra oluşan yeni yasal durum dikkate alınarak, inceleme yapılıp sonuca ulaşılması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Somut olayda; işin esasının ve dava konusu taşınmaz bölümünün, 28.11.1997 tarih 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararıyla belirlenen veya belirlenecek olan kıyı kenar çizgisine göre değerlendirilmesi ve ayrıca 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasa’nın 16. maddesiyle 3402 sayılı Yasa’nın 36. maddesine bazı ilaveler getiren 36/A maddesi hükmüne göre, kadastro işlemleri sebebiyle açılan davalar nedeniyle yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretinden davalı tarafın sorumlu tutulamayacağı hususunun da gözetilmesi, mahkemece bu konudaki görüşünün ortaya konulması ve ondan sonra tüm deliller birlikte değerlendirilerek sonucuna göre bir karar verilmesi için hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı Hazine vekili ile davalı vekilinin yerinde görülen temyiz itirazlarının kabulüyle hükmün 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve HUMK’nun 440/1 maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunabileceğine, 17.03.2015 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY
Davacı Maliye Hazinesi tarafından açılan dava ile, davalıya ait taşınmazın bir bölümünün 3621 sayılı Kıyı Kanunu kapsamında kalan Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerden kamu malı niteliğinde olduğu ve kişilerin mülkiyetinde kalamayacağını ileri sürülerek; bu bölümün davalılar adına mevcut tapu kaydının iptaliyle kıyı olarak tapu sicilinden terkinine karar verilmesi istenilmiştir.

Yerel Mahkemece yapılan araştırma ve inceleme sonucu 27.12.2007 tarihli kararla 18175 m2 alanlı taşınmazın 610 m2 bölümünün kıyı kapsamında kaldığı benimsenerek bu bölüm için iptal/terkin kararı verilmiş (Mahkemenin 1. kararı); hükmün davalı tarafından temyizi üzerine, o tarihte temyizi incelemekle görevli Y.1.HD.nin 21.06.2010 tarihli kararında(Yargıtayın 1.bozma kararı), “…3402 S.K.nun 12.maddesinde değişiklik yapan 5841 sayılı Kanunun 2.maddesi uyarınca, hak düşürücü sürenin devlet ve kamu tüzel kişileri tarafından açılan davalar bakmından da uygulanabilir hale geldiği, bu nedenle kadastro tespit tarihi ile davanın açıldığı tarih arasında 3402 sayılı Kanunun 12.maddesinde belirtilen (10) yılılk hak düşürücü sürenin geçmiş olduğunun sabit olduğu, bu durum gözetilerek bir karar verilmesi gerektiği…” belirtilerek hüküm bozulmuştur. Karar düzeltme aşamasından geçerek kesinleşen bu bozma ilamına mahkemece uyularak verilen 23.02.2010 tarihli kararla (Mahkemenin 2. kararı), bu kez hak düşürücü sürenin geçirilmesi nedeniyle davanın reddine karar verilmiş, hükmü bu kez davacı Maliye Hazinesi esas, davalı vekili ise yargılama gideri ve vekalet ücreti yönünden temyiz etmiştir Temyizi inceleyen Yargıtay 1. HD. verdiği 07.06.2010 tarihli kararla (Yargıtayın 2.bozma kararı) “… mahkemece hak düşürücü sürenin geçirilmesi nedeniyle davanın reddine karar verilmesinde bir isabetsizlik bulunmadığı, bu yöne değinen Maliye Hazinesi’nin temyiz itirazlarının yerinde olmadığından reddine; ancak davanın açıldığı sırada davacı Maliye Hazinesi’nin dava açmakta haklı olup olmadığı belirlenerek sonucuna göre yargılama gideri ve vekalet ücreti takdiri gerektiği…” gerekçesiyle hükmü sadece yargılama gideri ve vekalet ücreti yönünden bozmuştur. Karar düzeltme aşaması da kullanılmak suretiyle bu karar kesinleşmiştir. Mahkemece bu bozma ilamına uyularak verilen 06.06.2013 tarihli kararla da, “… davanın esası hakkında verilen ret kararı kesinleştiğinden bu konuda yeniden bir karar verilmesine yer olmadığına, dava açıldığı tarihte dava açmakta haklı olduğundan, 22.750 TL.avukatlık ücreti ile 1.336 TL.yargılama giderinin davalı taraftan alınarak davacıya verilmesine…” karar verilmiştir. Bu hükümü esas yönünden davacı Maliye Hazinesi vekili, yargılama gideri ve avukatlık ücreti yönünden davalı vekili temyiz etmiştir. Şimdi temyiz incelemesine konu hüküm, mahkemenin bu son hükmüdür.
Yargıtay tarafından bozulan bir hükmün bozma kararının (sebeplerinin) kapsamı dışında kalmış olan kısımları (bölümleri) kesinleşir. Bozma kararına uymuş olan mahkeme bozma kararının kapsamı dışında kalması nedeniyle, kesinleşen bu kısımlar hakkında yeniden inceleme yaparak karar veremez. Yani kesinleşmiş olan bu bölümler, o bölümler lehine olan taraf yararına usuli kazanılmış hak oluşturur (Baki Kuru:Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6.baskı, Cilt V,İstanbul 2001,sh.4762). Bu sonuç, aynı zamanda Yargıtay’ın 904.02.1959 tarih ve 13/5 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nın da bir gereğidir. Yargıtay’ın bu konuda pek çok emsal kararı bulunmaktadır (bkz.Y.HGK.nun 22.04.1999 tarih, 11/290-296 sayılı kararı). Yargıtay, tarafların bildirdiği temyiz sebepleriyle bağlı değilse de (HUMK.m.439/2), tarafların temyiz talebiyle bağlıdır. Yargıtay hükmün temyiz edilmeyen (ve bu nedenle de kesinleşen) bölümü hakkında temyiz incelemesi yapamaz ve hükmün temyiz edilmeyen bölümünü bozamaz. HUMK.439/2.maddesi hükmü, hükmün yalnız temyiz edilen bölümü hakkında uygulanır (Baki Kuru, age.Cilt V, Sh.4626). Bu bakımdan, temyiz edilen hükmün, daha önce Yargıtay denetiminden geçerek, bozma konusu yapılmış bölümleri, onama hükmünde olduğu ve varsayımsal onama kararı kesinleştiği takdirde; kısmi temyiz gibi sonuç doğurur ve hükmün onanmış sayılan bölümleri kesinleşir ve bu nedenle HUMK.439/2.maddesi uyarınca, Yargıtay’ın tarafların gösterdiği temyiz sebepleriyle bağlı olmadığı gerekçesiyle yeniden temyiz denetimine tabi tutulamaz.
”Kamu düzeni ilkesi” atlanmış veya gündeme gelmiş olsa bile, yerel mahkeme kararlarının kesinleşen bölümleri hakkında hükmün kesinleşmeyen bölümleriyle ilgili temyiz incelemesi sırasında, kesinleşen bölümlerine yönelik yeniden temyiz incelemesi yapılamaz.

Hükmün kesinleşen bölümleriyle ilgili olarak, Yargıtay’ın temyiz inceleme aşaması için yukarda açıklanan biçimde inceleme yapma yükümlülüğü, yerel mahkemelerin elindeki davaları sonuçlandırması bakımından da geçerlidir.Yerel mahkeme, temyiz süresinin geçirilmesi veya hükmün kısmen temyizi ya da Yargıtay tarafından yapılan temyiz incelemesi sonucu hükmün bir bölümünün bozmaya konu edilmemesi ve bu nedenlerle kesinleşmesine rağmen, hükmün o bölümü hakkında kendiliğinden önceki hükme aykırı karar verir ya da Yargıtay hükmün o bölümü kesinleştiği halde, o bölümü yeniden temyiz incelemesine tabi tutup o bölüm hakkında kesinleşme sonucuna aykırı olarak yeni bir karar verirse; bu kararların hukuki sonucu ne olacaktır? Kuşkusuz, bu şekildeki yerel mahkeme kararlarının temyiz edilmeleri üzerine Yargıtay tarafından düzeltilmesi olanaklıdır. Ancak Yargıtay bu şekilde hatalı bir bozma kararı verip, yerel mahkeme bu bozma kararına direnmezse ne olacaktır? Yargıtay uygulaması ve öğreti görüşü, bu gibi kararların “yokluk” hükmüyle sakat olacağı ve Yargıtay’ın haber aldığı böyle bir yanlışlığı düzeltilebileceği şeklindedir (Baki Kuru; age.Cilt V. sh.4565; Y.7.HD. 18.19.1985 t.371/11115 Esas ve Karar-YKD 1985/12,sh.1795; Y.9.HD. 13.12.1967 t.1057/1095- Mustafa Çemberci-İş Mahkemeleri Kanunu Şerhi,Ankara 1969,sh.205).Varılan bu sonuçlar, aynı zamanda Medeni Usul Hukuku’nun temel ilkelerinden “hukuki güvenlik ilkesi”nin de bir gereğidir.
Hukuki güvenlik ve yargıya güven kesin hüküm ilkesi ile sağlanır. Hukuki güvenlik ilkesi; hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşulu olup; hukuk kurallarının herkese eşit ve adil bir şekilde uygulanmasını da içeren bir ilkedir. T.C. Anayasa’sının 2. maddesi’nde Cumhuriyetin nitelikleri sayılırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Hukuk Devleti olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti kişilerin hukuki güvenliğini gözeten ve sağlayan bir devlettir. Hukuki güvenlik ilkesi, herkesin bağlı olacağı hukuk kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre güvenle düzene sokabilmesi anlamına gelir. Hukuk devleti hukuk kurallarının onu yasalaştıranlar da dahil olmak üzere, her kişi ve kuruluşu bağlamasını ifade eder. Hukuk devleti kavramının özünü devlet organlarının hukuka bağlılığı yani, yönetimin eylem ve işlemlerini hukukun içinde kalarak yerine getirmesi oluşturmaktadır. T.C. Anayasa’sının 36. maddesi; “Herkes… adil yargılanma hakkına sahiptir” hükmünü içerir. Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma başlığı taşıyan 6. maddesinde; “Herkes … davasının …. hakkaniyete uygun …… olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir.” denilmektedir. Adil yargılanma hakkının en önemli alt kavramlarından birisi, “silahların eşitliği ilkesi”dir. Yargılamada taraflar arasında adil, hakkaniyete uygun bir denge kurulması gerekir. Anayasa’nın 2. maddesiyle benimsenen hukuk devletinde, hukuki güvenliği sağlayan bir düzen kurulması asıldır. Böyle bir düzende devlete güven ilkesi vazgeçilmez temel unsurlardandır. Hukuk Devletinde yasama, yürütme ve yargının hukuka bağlı olması gerekir. Yargısı hukuka bağlı olmayan bir Devlette vatandaşların kendilerini güvencede hissedebileceklerini söylemek mümkün değildir. Hukuk devletinde bireyler Devlete güven duyabilmeli aynı şekilde Devlet de bu güveni vatandaşa verebilmelidir. Kesin hükme saygı uluslararası hukuk düzenine özgü hukukun genel ilkelerinden biri olarak da kabul görmektedir. Eğer bir hukuk sistemi içerisinde yargının verdiği ve bağlayıcı olan bir kesin hüküm işlevsiz bir duruma getirilmiş ise, adil yargılanma hakkının sağladığı güvencelerden söz edemeyiz.
Somut olayda, Mahkemece verilen davanın reddine ilişkin yukarda açıklanan mahkemenin 2. kararı esas yönünden, Yargıtay 1.HD.nin 2. bozma ilamında bozmaya konu edilmeyerek kesinleşmiştir. Kesin hüküm gücü kazanan bir kararın, Yargıtayca yeniden bozmaya konu edilmesi, yerel mahkemenin bozmanın kapsamı dışına çıkarak yeniden karar vermesi; kamu düzenini bozacak ve hukuki güvenlik ilkesini çiğneyecek bir sonuç yaratır. Kamu düzeni ilkesi burada asıl olarak kesinleşmiş olan kararın yeniden ele alınmasını değil; aksine ele alınmamasını gerektirir. Kuşkusuz, kıyı olan bir kamu malının gerçek kişiler mülkiyetinde kalması kabul edilemeyeceğinden; devletin burada yapacağı iş “fedakarlığın denkleştirilmesi ve denkleştirici adalet anlayışı uyarınca belirlenecek uygun bir bedel karşılığında kamulaştırma işlemine başvurmaktır. Açıkladığım sebeplerle, temyiz edilen hükmün esasının yeniden ele alınarak inceleme yapılmasını içeren Değerli çoğunluğun bozma kararına katılmıyorum. Davacı Maliye Hazinesi’nin temyiz itirazının reddiyle esasa ilişkin olarak verilen karar verilmesine yer olmadığına ilişkin hükmün onanması gerektiğini düşünüyor; çoğunluğun yargılama gideri ve vekalet ücreti yönünden bozma kararına ise katılıyorum.