Yargıtay Kararı 5. Hukuk Dairesi 2023/3190 E. 2023/8583 K. 09.10.2023 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 5. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2023/3190
KARAR NO : 2023/8583
KARAR TARİHİ : 09.10.2023

MAHKEMESİ : Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi
SAYISI : 2022/359 Esas, 2023/43 KararDAVA TARİHİ : 21.07.2021
KARAR : Yeniden esas hakkında verilen karar
İLK DERECE MAHKEMESİ : … 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
SAYISI : 2021/181 Esas, 2021/562 Karar

Taraflar arasındaki çekişmeli taşınmazın kıyı kenar tahdidi içinde kalması nedeniyle uğranılan zararın 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu’nun (4721 sayılı Kanun) 1007 nci maddesi uyarınca tazmini istemine ilişkin olarak açılan ilk davada saklı tutulan bölümün tahsili davasında yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.

Kararın taraf vekillerince istinaf edilmesi üzerine, Bölge Adliye Mahkemesince davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı Hazine vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararı kaldırılarak yeniden esas hakkında hüküm kurmak suretiyle davanın reddine karar verilmiştir.

Bölge Adliye Mahkemesi kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan ön inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten ve Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan rapor dinlendikten sonra dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:

I. DAVA
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; dava konusu Sakarya ili, … ilçesi, … Mahallesi 1 ada 9 parsel ve 5 ada 3 parsel sayılı taşınmazların kıyı kenar çizgisi içinde kaldığından uğramış olduğu zararın değerlendirme tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalı Hazineden tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.

II. CEVAP
Davalı Hazine vekili cevap dilekçesinde özetle; davacı tarafından her ne kadar dava konusu taşınmazlar Sakarya ili, … ilçesi, Yeni Mahalle 1 ada 9 parsel ve 5 ada 3 parsel olarak gösterilmişse de … 5 ada 3 parsele ilişkin dava 2020/345 Esas sayılı dosyadan tefrik edilerek Mahkemenizin 2021/26 Esas sayılı dosyasına kayıt olmuş ve o dosya üzerinden dava konusu taşınmazla ilgili olarak tazminat ve iptal kararı verildiği, davacı tarafın dava konusu taşınmazın; kıyı çizgisi içerisinde kalan kısmı ile sahil bandında kalan kısmı olmak üzere, … 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2020/345 Esas sayılı dosyasında alınan bilirkişi raporu gereğince tamamı için tazminat talep ettiğini, kıyı çizgisinde kalmayan kısımın dava konusu olmadığını, sahil bandında kalan kısımlara yönelik Hazine hasım olmadığı gibi Asliye Hukuk Mahkemesinin de görevli olmadığını, açılmış iş bu dava haksız ve yolsuz olup 3621 sayılı Kıyı Kanunu’na (3621 sayılı Kanun) göre kıyılar devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğunu, taşınmaz üzerinde hak iddiasında bulunabilecek taraf Hazine olduğundan dava konusu taşınmazların tapu kaydının iptalini isteme hakkının Hazineye ait olduğunu, usul ve esastan davanın reddini talep etmiştir.

III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile ilk davada saklı tutulan bölümün tahsiline ilişkin davanın kabulüne, dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsili ile davacıya ödenmesine karar verilmiştir.

IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde taraf vekilleri istinaf başvurusunda bulunmuştur.

B. İstinaf Sebepleri
1.Davacı vekili istinaf dilekçesinde özetle; dava konusu taşınmazın bulunduğu mevkide imara açık arazilerin m² değerinin 800 ila 1500 TL arasında olduğunu, emsal karşılaştırmasının uygun olmadığını, her ne kadar bilirkişi raporunda dava konusu taşınmazın 350,83 metrekaresinin kıyı kenar çizgisinde olduğu 324,17 metrekaresinin sahil şeridinde olduğu belirtilmiş ve ayrı ayrı hesaplama yapılmış ve sayın yerel mahkemece bu doğrultuda kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan yer göz önünde bulundurularak karar verilmiş olsa da 3621 sayılı Kanun’un 5 inci maddesinde yer alan ” sahil şeritlerinde yapılacak yapılar kıyı kenar çizgisine en fazla 50 metre yaklaşabilir.” hükmü gereğince dava konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisinin dışında kalan kısmında da yapı yapılamayacağını, bu itibarla dava konusu taşınmaz üzerindeki davacının mülkiyet hakkının tamamının kısıtlandığı gözetilerek dava konusu taşınmazın tamamının bedelinin müvekkilline ödenmesi gerektiğini, davanın kısmen kabulü veya reddi halinde 3402 sayılı Kanun’un 36/A maddesi gereğince davacı aleyhine karşı vekâlet ücreti hükmedilmemesi gerektiğini belirterek yerel mahkeme kararının ortadan kaldırılarak yeniden karar verilmesini talep etmiştir.

2.Davalı Hazine vekili istinaf dilekçesinde özetle; mahkemece davanın kısmen kabulüne karar verilmiş olmasına rağmen harçlandırılan tutarı üzerinden %49 oranında davanın reddine karar verildiğinden Hazine vekili lehine nispi vekâlet ücretine hükmedilmemesinin hatalı olduğunu, Yargıtay’ın yerleşmiş içtihatlarına göre bir taşınmazın tapuya tescili mümkün olmadığı halde, tapuya tescil edilmiş olması hukuki anlam ve değer taşımayacağını, kıyının zamanaşımı yoluyla kazanılması, tapu sicili hükümlerine bağlı tutulması, haczedilmesinin mümkün olmadığını, kıyı kenar çizgisi belirlendikten sonra buna göre dava açma ve kıyı kenarda kalan taşınmazların Hazine adına tescilini talep etme yetkisinin idarede olduğunu, ancak tapusu iptal edildikten sonra taşınmaz sahibinin tazminat davası açabildiğini, idare adına davacı tarafın dava açması ve tapu iptali talep etmesinin usul hukuku açısından doğru olmadığını, iş bu davada 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun ilgili maddeleri kıyasen uygulanmak suretiyle davacı vekilleri yararına nispi değil maktu vekâlet ücretine hükmedilmesi ve yargılama giderlerinin de davacı üzerine bırakılması gerektiğini, emsal alınan taşınmazın imarlı dava konusu taşınmaz ise imarsız olduğunu, emsal olarak imarsız bir parselin alınması gerektiğini, aynı bilirkişi heyeti bütün karasuyu tek bir emsale bağladığını, (473 ada 42 parsel) bütün tazminat ve kamulaştırma davalarında uzak olsun yakın olsun aynı emsal kullanıldığını, bu durumun kabul edilebilir olmadığını belirterek istinaf başvurusunun kabulü ile yerel mahkeme kararının kaldırılmasını ve davanın reddine karar verilmesini talep etmiştir.

C. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile dava konusu Sakarya ili, … ilçesi, … 5 ada 3 parsel taşınmazın 05.03.1968 tarihinde dava dışı … adına, 1 ada 9 parsel sayılı taşınmazın ise … adına tapulama işlemi ile tescil edildiği, daha sonra intikal işlemi gördüğü, dava konusu taşınmazların tapu kaydına 24.02.2020 tarihinde kıyı kenar çizgisinde kaldığına dair şerh düşüldüğü, davacının taşınmazları 28.08.2020 ve 08.10.2020 tarihinde üzerindeki şerhin getirdiği yükümlülük ile birlikte satın aldığı anlaşıldığından davanın reddine karar verilmesi gerektiğinden davacı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine, davalı Hazine vekilinin istinaf başvurusunun kabulü ile İlk Derece Mahkemesi kararının kaldırılarak davanın reddine dair yeniden esas hakkında hüküm kurulmuştur.

V. TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı vekili temyiz isteminde bulunmuştur.

B. Temyiz Sebepleri
Davacı vekili temyiz dilekçesinde özetle; İlk Derece Mahkemesinin gerekçesindeki gibi malikin taşınmazların kıyı olduğunu bilmesi yani iyiniyetli olup olmamasının devletin sorumluluğuna etkili olmayacağını, müvekkilinin mülkiyet hakkının zarar gördüğünün açık olduğunu, davacının mülkiyet hakkının korunması gerektiğini ileri sürerek kararın bozulmasını talep etmiştir.

C. Gerekçe
1. Uyuşmazlık ve Hukukî Nitelendirme
Uyuşmazlık, 4721 sayılı Kanun’un 1007 nci maddesi uyarınca tazminat istemine ilişkindir.

2. İlgili Hukuk
1. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 369 uncu maddesinin birinci fıkrası ile 370 ve 371 inci maddeleri.
2. 4721 sayılı Kanun’un “Sorumluluk” başlıklı 1007 nci maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur.”

3. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 tarihli ve 2009/4 – 383 Esas, 2009/517 Karar sayılı kararında tapu işlemlerinin kadastro tespit işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğu, tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan bu kayıtlarda yapılan hatalardan 4721 sayılı Kanun’un 1007 nci maddesi anlamında Devletin sorumlu olduğunun kabulünün gerektiği, Devletin sorumluluğunun kusursuz sorumluluk olduğu, bu işlemler nedeniyle zarar görenlerin 4721 sayılı Kanun’un 1007 nci maddesi gereğince zararlarının tazmini için Hazine aleyhine adlî yargıda dava açabilecekleri belirtilmiştir.

4. 4721 sayılı Kanun’un 1007 nci maddesi uyarınca kabul edilen Devletin sorumluluğu, tapu sicilinin önemi ve kişilerin bu sicile olan güven duygularını sağlamak bakımından aynî hakkının saptanması, herkese açık tutulmasında tekel hakkı sağlayan bir sicil olması esasına dayanmaktadır. Bu sorumluluk, asıl ve nesnel (objektif) bir sorumluluk olduğundan zarara uğrayan zararının ödetilmesini doğrudan Devletten isteyebilir.

5. 4721 sayılı Kanun’un 1007 nci maddesi gereğince açılan davalarda, tapu kaydının iptali nedeniyle tapu sahibinin oluşan gerçek zararı neyse tazminatın miktarı da o kadar olmalıdır. Gerçek zarar, tapu kaydının iptali nedeniyle tapu malikinin mal varlığında meydana gelen azalmadır. Tazminat miktarı zarar verici eylem gerçekleşmemiş olsaydı zarar görenin mal varlığı ne durumda olacak idiyse aynı durumun tesis edilebileceği miktarda olmalıdır. Zarara uğrayan kişinin gerçek zararı ise tazminat miktarının belirlenmesinde esas alınacak değerlendirme tarihine göre belirlenecek olup bu tarihe göre tapusu iptal edilen taşınmazın niteliği ve değeri belirlenmelidir. Taşınmazın niteliği arazi ise net gelir metodu yöntemi ile arsa vasfında ise değerlendirme gününden önceki özel amacı olmayan emsal satışlara göre hesaplanması suretiyle gerçek değer belirlenmelidir.

3. Değerlendirme
1. Bölge adliye mahkemelerinin nihai kararlarının bozulması 6100 sayılı Kanun’un 371 inci maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı hâlinde mümkündür.

2. Dava konusu Sakarya ili, … ilçesi, … Mahallesi 5 ada 3 parsel ve 9 ada 1 parsel sayılı 675.00 m² şer yüzölçümlü taşınmazların 1968 yılında yapılan genel arazi kadastro çalışmaları sırasında dava dışı şahıs … Bari Orhan ve … adına tescil edildiği, 2020 yılında ise intikal yolu ile mirasçıları adına tescil edilmesinden sonra, taşınmazın beyanlar hanesine 24.02.2020 tarihli ve 4285 yevmiye numaralı işlem ile taşınmazın kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığına dair şerhin işlendiği, davacının ise taşınmazları 28.08.2020 ve 08.10.2020 tarihlerinde satış yolu ile edindiği 21.07.2021 tarihinde eldeki davayı açtığı anlaşılmıştır.

3. Dosya içindeki bilgi ve belgelere göre; dava konusu taşınmazın tapu kaydına 24.02.2020 tarihli 4285 yevmiye numaralı işlem ile; “Taşınmazın tamamının veya bir kısmının kıyı kenar çizgisi içerisinde” olduğuna dair şeklinde şerh konulduğu, davacının ise taşınmazları 28.08.2020 tarihli ve 15023 yevmiye sayılı, 08.10.2020 tarihli ve 18868 yevmiye sayılı işlem ile üzerindeki şerhin getirdiği yükümlülük ile birlikte satın aldığı anlaşılmıştır.

4. Buna göre Devlet tapu sicil kaydındaki şerhin tesisini sağlayarak kaydın bu hâli ile değerlendirilmesi gerektiği hususunu aleniyete intikal ettirmiştir.

5. 4721 sayılı Kanun’un 1020 nci maddesinin: “Tapu sicili herkese açıktır. İlgisini inanılır kılan herkes, tapu kütüğündeki ilgili sayfanın ve belgelerin tapu memuru önünde kendisine gösterilmesini veya bunların örneklerinin verilmesini isteyebilir. Kimse tapu sicilindeki bir kaydı bilmediğini ileri süremez.” hükmü nazara alındığında tapunun beyanlar hanesine şerh işlendikten sonra bu şerhi tapuda görmesine rağmen taşınmazı devir alan davacının dava konusu taşınmazın devirden önceki durumu ile sonraki durumu arasında hiçbir değişiklik olmadığı halde beyanların varlığını bilerek ve hukukî sonuçlarını kabul ederek satın aldığı kıyı kenar şerhli taşınmaz nedeniyle devletin tazminat sorumluluğuna dayalı dava açmak suretiyle taşınmazı satın almadaki amacının mülkiyet hakkına ve devletin güvenilirliği ilkesine atfen getirilmiş bir düzenlemeden yararlanarak taşınmazın gerçek bedelini elde etme olduğu, bir hakkın bu suretle kötüye kullanılmasının himaye göremeyeceği; dolayısıyla davacının iyi niyetli olduğundan ve 4721 sayılı Kanun’un 2 nci maddesi uyarınca dürüst davrandığından söz edilemez. Hâl böyle olunca, dava konusu taşınmaz hâlen adına kayıtlı olan davacının uğradığını iddia ettiği bir zararının oluştuğu kabul edilse bile bu zararın tapu sicil kayıtlarının doğru tutulmamasından kaynaklandığı söylenemeyeceği gibi zarar ile tapu işlemleri arasında nedensellik bağının varlığından da bahsetmek mümkün olmayacağından davanın reddine karar verilmesi yerindedir.

6. Temyizen incelenen karar, tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dayandıkları belgelere, uyuşmazlığa uygulanması gereken hukuk kuralları ile hukuki ilişkinin nitelendirilmesine, dava şartlarına, yargılama ve ispat kuralları ile kararda belirtilen gerekçelere göre usul ve kanuna uygun olup temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenler kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.

VI. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Davacı vekilinin yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddiyle usul ve yasaya uygun Bölge Adliye Mahkemesi kararının 6100 sayılı Kanun’un 370 inci maddesinin birinci fıkrası uyarınca ONANMASINA,

Davacıdan peşin alınan temyiz harcının Hazineye irat kaydedilmesine,

Dosyanın İlk Derece Mahkemesine, kararın bir örneğinin Bölge Adliye Mahkemesine gönderilmesine,

09.10.2023 tarihinde oy çokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY

Davacı satın almış olduğu taşınmazın kıyı kenar çizgisinde kalması nedeniyle, Türk Medeni Kanunu’nun 1007. maddesine göre bu davayı açmıştır. Mahkemece davanın kabulü yönünde İlk Derece Mahkemesince verilen kararın, davacının tapu kaydındaki “taşınmazın kıyı kenar çizgisinde kalmaktadır” şerhini görerek şerhin getirdiği yükümlülükle satın aldığından bahisle Bölge Adliye Mahkemesince kaldırılarak davanın reddine dair verilen onama kararına açıklayacağım nedenlerden dolayı katılmamaktayım.

Türk Medeni Kanunu’nun 1007 nci maddesinde, tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devletin sorumlu olacağı hükme bağlanmıştır. Devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğunun, nitelik itibarıyla kusursuz sorumluluk olduğu hususu gerek doktrinde gerekse Yargıtay kararlarında kabul edilmektedir. Sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanıksız olarak tutulmuş olan kayıtlar nedeniyle doğan zararları da ödemekle yükümlüdür. Tapu işlemleri, kadastro tespiti işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan, tapu kütüğünün oluşumu aşamalarında kadastro işlemleri ile tapu işlemlerinin bir bütün oluşturduğu kuşkusuzdur.

TMK’nın 1007. maddesinde kabul edilip sorumluluğun doğabilmesi için ilk şart, Tapu Sicil Tüzüğü’nün 7. maddesinde sayılan ana ve yardımcı sicillerin Devlet tarafından tutulması için gerekli bir eylem veya işlemin bulunmasıdır. Bildirim yükümlülükleri, sicilin tutulmasına ilişkin araçların korunması, saklanması, kayıtların yazımından önce gerekli araştırmaların yapılması, siciller ile ilgili örneklerin ilgilisine verilmesi, sicildeki bilgilerin eksik ya da yanlış ve eksik çıkartılması gibi hususlar da tapu sicilinin tutulması kavramı içine girmektedir. Devletin sorumluluğundan sözedebilmek için bu kayıtların tutulması sırasında bir hatanın mevcut olması veya gerçeğe aykırı bir sicilin tutulmuş olması gerekir.

Tapu sicilinin tutulması nedeniyle Devletin sorumlu tutulmasının ikinci şartı bir zararın oluşmuş olmasıdır. Zarar tehlikesi var olmakla birlikte henüz zarar doğmamış ve başka türlü zararın önlenmesi imkanı var ise, ayni hakkını kaybeden veya ayni hakkı sınırlandırılan kişi, tapu kaydının düzeltilmesi davası ile ya da tapu memurunun bir işlemi ile hakkına kavuşabilecekse, zararın doğduğundan söz edilemez. Zararın varlığının kesin olarak anlaşıldığı hallerde Devletin sorumluluğundan söz edilebilecektir.

Yerleşmiş Yargıtay ugulamalarında; kesinleşmiş orman sınırları ya da kesinleşmiş kıyı kenar çizgisi içinde kalan taşınmazların tapu kaydı henüz iptal edilmemiş bile olsa, zararın doğduğu kabul edilmektedir. Kesinleşmiş kıyı kenar çizgisi ya da orman tahdidi içinde kalan taşınmaz için tapu sicilinin yolsuz oluşturulduğu benimsenmektedir.

TMK. Md 1007′ ye göre Devletin sorumluluğunun doğabilmesi için meydana gelen zarar ile, tapu sicilinin tutulması arasında illiyet bağının bulunması, ayrıca zarar görenin bu illiyet bağını kesecek derecede bir kusurunun bulunmaması gerekir. Eğer zarar görenin bir kusuru var ve bu kusur illiyet bağını kesecek yoğunlukta ise, Devletin sorumluluğundan söz edilemeyecektir.

Bu nedenle davacının tapu kaydındaki “taşınmaz kıyı kenar çizgisi içinde kalmaktadır” şerhine rağmen taşınmazı satın almış olmasında davacıya bir kusur yüklenebilecek mi, davacı kötü niyetli sayılabilecek mi, davacı kötü niyetli sayılacak ise, bu kusur illiyet bağını kesecek yoğunlukta mıdır sorularının cevabı önem taşımaktadır.

Tapu sicilinin tutulmasından doğan Devletin sorumluluğu bir kusursuz sorumluluk hali olduğundan, sorumluluğun ortadan kalkması için illiyet bağının kesildiğinin kanıtlanması gerekir. Burada zararın doğduğu anın tespiti illiyet bağının kesilip kesilmemesi yönünden önem arz etmektedir. Zira davacının tapu kaydındaki “kıyı kenar çizgisi” şerhini görerek ve bilerek taşınmazı satın almış olmasının zararın oluşumuna katkısının bulunup bulunmaması, devletin sorumluluğunun tespiti açısından önemlidir. Bir taşınmazın orman tahdidi ya da kıyı kenar çizgisi içinde kalmış olması ve bu hususların kesinleşmesi ile birlikte talep hakkının doğduğu kabul edilmektedir. Bu sınırlar içinde kalan tapunun iptal edilmiş olması şartı aranmamaktadır. Yani zarar Devletin tapu verdiği bir taşınmazın orman sınırları ya da kıyı kenar çizgisi sınırlarına alınmasıyla doğmuş olmaktadır. Zarar doğduktan sonra bu tür bir taşınmazı satın alan davacının zararın doğumunda bir katkısının olduğundan söz edilemez. Zira davacı taşınmazı satın almadan evvel zarar oluşmuştur. Ancak tapu iptal edilmeği için bu tür tapu devrinin önünde bir engel de bulunmamaktadır.

Önceki malikin talep hakkının bulunmadığı bir durumda yeni malik talep hakkı elde edecek olsa ve devir sırf bu amaçla yapılmış olsaydı, davacının eyleminin illiyet bağının kesilmesine neden olduğu kabul edilebilirdi. Zira burada zarar görenin bu eylemi zararın meydana gelmesinin sebebi olarak ortaya çıkmış olacaktı. Zarar görenin eyleminin zararın ortaya çıkmasının bir sebebi halini almadığı durumlarda illiyet bağının kesildiğinden söz edilemez. Çünkü zarar ve sorumluluk zaten doğmuştur.

Mülkiyet hakkı gerek Anayasa ve yasalarla iç hukuk yönünden, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleri ile kabul edilmiş temel haklardandır. (Anayasa md. 35/1 AİHS ek protokol 1-1) Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde de bir şeye malik olan kimsenin hukuk düzeninin sınırları içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi olarak belirtilmiş, malikin malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi her türlü haksız el atmanın önlenmesini de dava edebileceği hüküm altına alınmıştır. Bütün bunların yanında mülkiyet hakkı kamu yararının bulunduğu hallerde sınırlandırılabilir ya da tamamen kaldırılabilir. Ancak bu sınırlandırma ya da kaldırma gerçekleştirilirken T.C. Anayasa’sının 90/5. maddesi ile iç hukukun üstünde sayılan AİHS hükümleri gereğince AİHM tarafından oluşturulan 30/05/2006 tarih ve 1262/02 sayılı kararda ifade edildiği üzere “…bir kişiyi mülkünden yoksun bırakan bir önlemin…” “…kamu yararına meşru bir amaç gütmesi gerektiği…” bu önlem alınırken “başvurulan yollar ve gerçekleştirilmesi amaçlanan hedef arasında makul bir denge olması gerektiği…” kişinin “…kişisel ve haddinden fazla yük taşımak zorunda kalması halinde gerekli dengenin kurulamayacağı açıktır. Bir başka ifadeyle kamu yararı mülkiyet hakkından kısmen veya tamamen yoksun bırakılan kişinin menfaati arasında makul, kabul edilebilir, hak ve adalet dengesini sağlayacak bir oranın kurulması asıldır.

Devlet tarafından verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı mülkiyet hakkına değer verileceği kuşkusuzdur. Böyle bir yer özel mülkiyet kapsamından çıkarılarak kamu malı niteliğini kazanmakla birlikte, kişinin ya da kişilerin söz konusu tapuya dayalı hakkının yukarıda ifade edildiği gibi hukuki güvenlik ilkesinin sonucu olarak korunması gerektiği muhakkaktır. Aksi düşünce tarzının, devletin, verdiği tapunun geçersizliğini ileri sürerek, hiçbir karşılık ödemeksizin iptalini istemesi, zamanında geçerli bir şekilde ve kayda dayalı olarak oluşturulan mülkiyet hakkı ile bağdaşmayacağı gibi, kamu vicdanını yaralaması yanında hukuk devleti ilkesini de zedeleyen bir tutum oluşturacaktır.

Somut olayda davacı kıyı kenar çizgisinde bulunan taşınmazı satın almış ve eldeki davayı açmış, Bölge Adliye Mahkemesince dava reddedilmiştir Yukarıda açıklamış olduğum nedenlerden dolayı davanın reddi kararını isabetli görmediğimden kararının bozulması gerektiği düşüncesindeyim.