Yargıtay Kararı 18. Ceza Dairesi 2016/12356 E. 2016/13059 K. 13.06.2016 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 18. Ceza Dairesi
ESAS NO : 2016/12356
KARAR NO : 2016/13059
KARAR TARİHİ : 13.06.2016

MAHKEMESİ :Asliye Ceza Mahkemesi
SUÇ : Hakaret
HÜKÜM : Mahkumiyet

Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun süresi ve kararın niteliği ile suç tarihine göre dosya görüşüldü:
Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.
Ancak;
Ceza Genel Kurulu’nun 14.10.2008 gün ve 170-220 sayılı kararında da belirtildiği üzere; hakaret fiilinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığı olup, bu suçun oluşabilmesi için, davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Somut bir fiil ya da olgu isnat etmek veya sövmek şeklindeki seçimlik hareketlerden biri ile gerçekleştirilen eylem, bireyin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte ise hakaret suçu oluşacaktır.
Bir hareketin tahkir edici olup olmadığı, zamana, yere ve duruma göre değişebilmektedir. Kişilere yönelik her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça, onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnadını veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir.
İnceleme konusu somut olayda; … hakkında açılan kamu davası nedeniyle yargılandığı …. Sulh Ceza Mahkemesinin 2009/37 esas sayılı yargılama dosyasında alınan 18/03/2009 tarihli savunmasında “…..bu sözlerle şikayetçi olan davalıları değil, bu yalan üzerine kurulu davanın mimarı olan ve irtica bağlantılı …’ü kastettim. Bu sözlerim hakikattir. İspat hakkı tanındığında bunları ispat ederim. Savcılar oradaki savunmamda da belirttiğim üzere uydurdular, yalan söylediler. Ben söz konusu yalanları ve uydurmaları mahkemeye yazılı olarak arz ettim. …bana emniyette Cumhuriyet Savcılarının idaresinde sorulan baştan aşağı … dayanışması, …’ya bağlılık görülmüş ve belgelenmiştir. …söz konusu soruları ancak … savcısı sorar. Soruşturma … adına yürütülmektedir. ….Savcılık makamında oturan … bu işbirliği ve dayanışmasını iddianameye yazıyor. … … bağlantısı … için küçültücü bir ifade değildir. Zaten bağlıdır. ……’ün Amerikanın savcısı olduğu belgelidir. …F tipi bir örgütlenmeden ve F tipi savcılardan kamuoyu her gün söz etmektedir. ….Cumhuriyet Savcısı … 23 Temmuz 2008 tarihli… isimli kanalın ana haberinde Ergenekon soruşturmasının merkezinde … Partisi var beyanında bulundu. Bu süreçte soruşturma devam ediyordu. Böylelikle Cumhuriyet Savcısı önyargısını kanunları çiğneyerek açıklamıştır…. isimli kanaldan belirttiğimiz haberin kaydının getirtilmesini talep ediyoruz. …benim ne …’e ne de diğer Savcılara husumetim yoktur. Cumhuriyeti yıkmak isteyenler bu Cumhuriyetin ayakları altında kalacaktır. Onları da gerçek Cumhuriyet Savcısı kimliğine kavuşturacak budur. Bu sözlerimden Cumhuriyet Savcısı …’ü kastediyorum.” dediği, yine şüphelinin aynı esaslı yargılama dosyasına yazılı olarak verdiği 21 Ekim 2011 tarihli ve 26/05/2009 havale tarihli iddianameye cevap başlığı altındaki yazılı beyanlarında”…tutanakların iddiaya alınan bölümü ve tamamı incelendiği zaman şikayetçilerden herhangi birinin ismini anmış değilim. Esasen şikayetçileride kastetmedim. Savunma kapsamı içinde iddianameye yön veren zihniyetin eleştirisi bağlamında kastettiğim savcı Ergenekon soruşturmasındaki kanunsuzlukların ve Cumhuriyet düşmanlığının simgesi haline gelen …’dür. Savcı … … zihniyeti soruşturmasının esas sorumlusudur. ( 9. sayfasında)… ancak Ergenekon savcıları Cumhuriyet Savcısı olma görevini değil …’ın koruyucusu olma görevini benimsemişlerdir. …yazdıkları bir iddianame değil iftiranamedir.” şeklinde kullandığı ibarelerin Cumhuriyet savcılığı mesleğini icra eden mağdur bakımından savunma sınırlarını ve eleştiri haklarını aşarak mağdurun yerine getirmiş olduğu kamu görevi nedeni ile onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte olduğu ve dolayısı ile sanığın üzerine atılı hakaret, suçunu işlediği gerekçesiyle cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, tamamen yasal savunma hakkı kapsamında yargılandığı mahkemede açıklamalar yaptığını, fiilinin suç teşkil etmediğini savunmuştur.
Sanığın 18.03.2009 tarihli savunması ile 21 Ekim 2011 tarihli ve 26/05/2009 havale tarihli iddianameye cevap başlığı altındaki yazılı beyanlarında yer verilen ifadelerin rahatsız edici olduğu anlaşılmakla birlikte söz konusu savunma ve yazılı beyanların, Anayasa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatlarında özel bir önem atfedilen, ifade özgürlüğü ile iddia ve savunma dokunulmazlığı kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
İnsanın serbestçe haber, bilgi ve başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, savunabilmesi ve yayabilmesi olarak kabul edilen, ifade özgürlüğü demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır.
Anayasa’nın 26. maddesinde, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir. Bunun yanında, bu hak, birçok uluslararası belgeye ve mahkeme kararına da konu olmuştur. Türkiye’nin de yargılama yetkisini kabul ettiği AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 10. maddesinin 2. paragrafı saklı tutulmak üzere, ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından kabul gören veya zararsız veya ilgisiz kabul edilen “bilgi” ve “fikirler” için değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu pek çok kararında yinelemiştir. AİHM’e göre ifade özgürlüğü, yokluğu halinde “demokratik bir toplum”dan söz edemeyeceğimiz çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereğidir.
Bununla birlikte, ifade özgürlüğü de mutlak ve sınırsız değildir. Bu hak kullanılırken bireylerin hak ve özgürlüklerini ihlal edecek tutum ve davranışlardan kaçınılması hem ulusal hem de uluslar arası mevzuatlarda yer almaktadır.
Nitekim Anayasa’nın 26. maddesinde koruma altına alınan ifade özgürlüğü, aynı maddenin ikinci fıkrasında belirtilen sebeplerle sınırlandırılabilir. Dolayısıyla anılan madde ile Anayasanın 13. maddesine göre, ifade özgürlüğüne yönelik sınırlamalar ancak kanunla yapılabilir ve demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi hak ve özgürlüklerin özlerine de dokunamaz.
Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafı, kamu makamlarının bu özgürlüğün kullanılmasına getirebilecekleri sınırlama rejimini düzenlemektedir. Önemine binaen, ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleler çok istisnai hallerde kabul görmekte ve Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafının öngördüğü sınırlama kayıtları dar yorumlanmaktadır. Bu nedenle, bir kamu makamının ifade özgürlüğüne yaptığı “müdahalenin gerekliliği” mutlaka ikna edici bir şekilde açıklanmalıdır. Sözleşme’nin anılan maddesinde, belirtilen “gerekli” olma koşulu, müdahalenin bir ‘toplumsal ihtiyaç baskısına karşılık gelmesi ve özellikle izlediği meşru amaçla orantılı olması anlamına gelir. Bir müdahalenin bu kriterleri yerine getirdiği ve dolayısıyla haklı olduğu, ulusal makamların gösterdiği gerekçelerin “ilgili ve yeterli” olmasıyla anlaşılabilecektir.
Gerek Anayasa gerekse Sözleşme hükümlerine uygun davranılmaması, devletin pozitif ve negatif yükümlülüklerine aykırı hareket etmesi anlamına gelebilecektir. Zira, negatif yükümlülük kapsamında yetkili makamlar, zorunlu olmadıkça ifadenin açıklanmasını ve yayılmasını yasaklamamalı ve yaptırımlara tabi tutmamalı; pozitif yükümlülük kapsamında ise ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili korunması için gereken tedbirleri almalı ve denge unsurunu sağlamalıdırlar. Aksi takdirde AİHM, kişinin şeref ve itibarının haksız bir saldırı altında olmasına rağmen ulusal mahkemeler tarafından gereken ölçüde korunmadığı gerekçesiyle AİHS’nin 8. maddesi açısından ihlal kararı verebilmektedir. Zira AİHM açısından, başvuranların özel hayata saygı hakkı ve ifade özgürlüğü eşit derecede önemlidir. Denge unsurunun sağlanmasında içtihatlara göre göz önünde bulundurulması gereken temel ilkeler ise, başvuruya konu ifadelerin kamu yararına ilişkin tartışmaya katkısı, ifade sahibinin tanınırlığı ve daha önceki tutumları, ifadenin içeriği, şekli ve etkileridir.
AİHM, birçok içtihadında Sözleşme’nin 10. maddesinin sadece ifade edilen düşünce veya bilginin esasını değil, aynı zamanda bunların aktarılma biçimlerini de güvence altına aldığını belirtmiştir.
AİHM’e göre, öncelikle ifadelerin bir olgu isnadı mı yoksa değer yargısı mı olduğu belirlenmelidir. Zira olgu isnadı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi dahi ifade özgürlüğüne müdahale sayılabilecektir. Yargılamaya konu olan ifadeler eğer bir değer yargısı içermekte ve somut bir olgu isnadından bahsedilemeyecekse, değer yargılarını destekleyecek ‘yeterli bir altyapının’ mevcut olup olmadığı AİHM tarafından göz önünde bulundurulmaktadır. Zira değer yargılarının dahi belli düzeyde olgusal temel içermesi gerektiği kabul edilmektedir. Öte yandan, hiçbir veriye dayanmayan ve hiçbir altyapısı bulunmayan bir değer yargısı AİHM tarafından da ifade özgürlüğü sınırları içerisinde kabul görmemektedir.
Olgu isnadı içeren ifadeler konusunda ise, en azından ilk bakışta güvenilir görünen delil sunulması gerektiği kabul edilmektedir. Elbette ki, bu deliller sunulamadığı takdirde, AİHM, iddiaların gerçekliğinin kanıtlanmasını beklemektedir.
Son olarak, adil yargılama ilkesi, taraflar arasında serbest, hatta enerjik bir görüş alışverişini gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, bir yargılama sırasında sanığın ya da savunma makamının ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamalar dar yorumlanmalıdır. Zira yargılama makamlarına karşı kullanılan ifadeler görevi sırasındaki hakim ve savcıların onuruna dönük bir saldırı olarak kabul edilse dahi üst sınırdan verilen ceza, izlenen meşru amaçla orantılı kabul edilmeyecektir.
AİHM, Lesnik/Slovakya davasında, ilk olarak kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirirken hoşgörü göstermeleri gereken eleştiri sınırının diğer insanlara göre daha geniş olduğunu, ancak, kamu görevlilerinin siyasetçilerde olduğu gibi her türlü söylemlerini yakın denetime açtıkları anlamına gelmeyeceğini, üstelik görevlerini hakkı ile yerine getirebilmeleri için kamu güvenine sahip olmaları gerektiğini; bunun ise kamu görevlilerinin asılsız suçlamalara karşı korumakla sağlanabileceğini vurgulamıştır (Lesnik/Slovakya, 35640/97, 11.03.2003)
AİHM, Schöpfer/İsviçre davasında ise, davanın taraflarından biri olan avukatların yargı sistemine saygılı olması gerektiğini, avukatların, hâkimler aleyhine aşırı abartılı veya hakaret vari bir dil kullanmamalarını, ancak yargı hakkında aleni tartışmalarda yer alma hakkına sahip olabileceklerini belirtmiştir (Schöpfer/ İsviçre, 25405/94, 20.05.1998)
Savcı tarafından tanıklık yapmak için mahkemeye bir kişinin çağrılması işlemini “manipülasyon ve kanıtların yasadışı yollarla sunulması” olarak nitelendirmesi nedeniyle, başvuran hakkında, yargılama sırasında kullandığı ifadelerden ötürü hakaret davası açılarak para cezasına çarptırıldığı Nikula – Finlandiya davasında, AİHM, resmi görev yapan memurlara karşı kabul edilebilir eleştiri sınırlarının sade kişilere göre daha geniş olduğunu, ancak bu memurların davranışlarının, tıpkı politikacılar gibi, sürekli denetim altında olacağı ve bu nedenle her türlü eleştiriye göğüs germeleri gerektiği anlamına gelmediğini, aksine görev başındaki memurların sözlü hakaret mahiyetindeki saldırılara karşı korunması gerektiğini yinelemiştir. Bununla birlikte AİHM’e göre, bu davada hakaret içeren bir saldırı söz konusu değildir. Başvuranın temel eleştirisi, sert de olsa, savcının dava devam ederken seçtiği yöntem hakkındadır. Dolayısıyla, savcının mesleki veya diğer nitelikleri hedef yapılmamıştır. Bu nedenle AİHM’e göre, savcı bu eleştirileri hoşgörü ile karşılamalıdır. AİHM, ayrıca, içtihadındaki sonucuna ulaşırken, ifadelerin medya önünde değil, sadece duruşma salonunda söylenmiş olduğunu da özellikle vurgulamıştır. Nitekim AİHM, göre ancak çok istisnai hallerde savunma avukatının ifade özgürlüğüne getirilen bir sınırlama kabul edilebilecektir (Nikula/Finlandiya, 31611/96, 21.03.2002)
Sonuç olarak, sanığın yargılanmakta olduğu …’ndeki 18.03.2009 tarihli savunması ile 21 Ekim 2011 tarihli ve 26/05/2009 havale tarihli iddianameye cevap başlığı altındaki yazılı beyanlarında kullandığı ifadeler, TCK’nın 128. maddesinde düzenlenen iddia ve savunma dokunulmazlığı kapsamında kaldığı gibi, değer yargısı niteliğine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla somut bir fiil ya da olgu isnat etmek şeklinde kabul edilemezler. Ayrıca bahse konu ifadeler, söylendiği yer ve zaman unsurları da gözetildiğinde mağdurun onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta değildir. Bu durumun aksinin savunulması, suçla korunmak istenen değeri ölçüsüz bir şekilde genişletmek ve ifade özgürlüğünü ön plana çıkaran evrensel hukuk düşüncesiyle bağdaşmayan bir yorum anlamına gelecektir. Bu itibarla, hakaret suçunun unsurlarının somut olayda oluşmadığı gözetilmeden, sanığın beraati yerine, hükümlülük kararı verilmesi,
Kanuna aykırı ve sanık müdafiinin temyiz nedenleri ile tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden, HÜKMÜN BOZULMASINA, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 13.06.2016 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.