Yargıtay Kararı 16. Hukuk Dairesi 2008/8076 E. 2008/7100 K. 07.11.2008 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 16. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2008/8076
KARAR NO : 2008/7100
KARAR TARİHİ : 07.11.2008

MAHKEMESİ :KADASTRO MAHKEMESİ

Taraflar arasında kadastro tesbitinden doğan dava sonucunda verilen hükmün Yargıtay’ca incelenmesi istenilmekle; temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldı, inceleme raporu ve dosyadaki belgeler okundu, GEREĞİ GÖRÜŞÜLDÜ:
Kadastro sırasında 192, 193, 198, 237 ve 205 parsel sayılı 24.656; 5.921,62; 15.544,22; 2.406,80 ve 8.752,52 metrekare yüzölçümündeki taşınmazlar irsen intikal, taksim, satış, hibe ve kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği nedeniyle davalı … oğlu … adına tespit edilmiştir. Davacılar … ve … , yasal süresi içinde tapu kaydına dayanarak dava açmışlardır. Yargılama sırasında … ve arkadaşları tapu kayıtlarına , … ve … gayrimenkul satış vaadi sözleşmesine dayanarak davaya katılmışlardır. Mahkemece yapılan yargılama sonunda; davacılar ile müdahil … ve arkadaşlarının davalarının reddine, müdahiller … ve …’ın talepleri yönünden mahkemenin görevsizliğine ve çekişmeli parselin davalı adına tesciline karar verilmiş; hüküm, davacılar ve bir kısım müdahiller vekili Avukat … tarafından temyiz edilmiştir.
Çekişmeli taşınmaz, kadastro tesbiti sırasında kazandırıcı zamanaşımı zilyetliği ile mülk edinme şartlarının davalı yararına gerçekleştiği gerekçe gösterilerek davalı adına tesbit edilmiştir. Davacılar Mart 1290 tarih 9/18 defter varak sayılı Hisarönü mevkiindeki 4000 dönüm yüzölçümlü çiflik hakkında oluşturulan tarafları; “Mezar Gediği” ve “Kırvasil beli” ve “Dikilitaş” ve “Löngöz Çiftliği” sınırlı; Mart 1290 tarih 9/19 defter varak sayılı, Öküz Çiftliği mevkiindeki 3000 dönüm yüzölçümlü çiftlik hakkında oluşturulan, tarafları; “Mezar Gediği” ve “İnbükü” ve “Dikilitaş” ve “Gülenya beli” ve “Löngöz çiftliği” sınırlı; Mart 1290 tarih 9/20 defter varak sayılı, Gelibolu-Söğüt Çiftliği mevkili 7000 dönüm yüzölçümlü çiftlik hakkında oluşturulan, tarafları “Kocaalan ve Balandağı”, “Taşbük” ve “Löngöz”, “Gökbel”, “Karadağ” ve “Mezar Gediği” ve “Çilecik Gediği” sınırlı tapu kayıtları ile bu kayıtlardan gelme Ağustos 1326 tarih 2, 3 ve 4 nolu ve Şubat 1962 tarih 1, 2 ve 3 nolu tapu kayıtlarına dayanarak tesbitin iptalini ve taşınmazın tapu malikleri adına tapuya tescilini talep ve dava etmişlerdir. Mahkemece yapılan yargılama sonunda; davalı tarafın çekişmeli taşınmaz üzerinde malik sıfatı ile zilyetliğinin Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği 1926 yılından önce 10 yılı aşkın süre aralıksız, çekişmesiz olarak sürdüğü, malik sıfatıyla zilyetliğin Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra ve kadastro tesbitine kadar da kesintisiz olarak devam ettiği, bu suretle Arazi Kanunnamesinin 20 ve 78. maddeleri gereğince tapu kaydının hukuki kıymetini kaybettiği kabul edilmek suretiyle davanın reddine ve taşınmazın davalı adına tapuya tesciline karar verilmiştir.
Yukarıda belirtildiği ve dosya kapsamından da anlaşılacağı üzere; davacılar tarih ve numarası yazılı tapu kayıtlarına dayanmışlar, davalıların arazi üzerindeki zilyetliklerinin malik sıfatı ile değil, kiracılık ilişkisine dayalı olduğunu ileri sürmüşler, Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesi ile Arazi Kanunnamesi yürürlükten kalktığı için, Arazi Kanunnamesinin 20 ve 78. maddeleri hükümlerinin davalılar yararına uygulanma imkanının bulunmadığını iddia etmişlerdir. Davacı tarafın bu iddialarına karşılık olarak davalı; dayanılan tapu kayıtlarının çekişmeli taşınmazı kapsamadığını, Asliye Hukuk Mahkemesinin 1996/11 esas sayılı dosyasında yapılan kapsam belirlemesinin kendileri yönünden bağlayıcı olamayacağını, kayıt maliki ile davacılar arasında akdi veya ırsi bir ilişkinin kurulamaması sebebiyle davanın sıfat yokluğu nedeniyle reddedilmesi gerektiğini, taşınmaz üzerindeki çok uzun süreli zilyetliğin kiracılık değil malik sıfatıyla sürdüğünü, tapu kaydı taşınmaza uysa dahi uzun süreli nizasız kullanma nedeniyle kaydın hukuki kıymetini kaybettiğini ileri sürmüştür. Bu iddia ve savunma çerçevesinde yerel mahkemece yapılan araştırma, inceleme ve uygulamanın yeterli olup olmadığı, delillerin değerlendirilmesinde hataya düşülüp düşülmediği, varılan sonucun usul ve Yasa’ya uygun bulunup bulunmadığı konularında yargıya varmadan önce, tarafların iddia ve savunmaları ile ilgili olarak ileri sürdükleri yukarıda özetlenen tüm vakıa ve delillerin ayrı ayrı tahlillerinin yapılıp buna göre bir sonuca ulaşılması uygun olacaktır. Şöyle ki;
1- Davacıların kök kayıt malikinin mirasçısı olup olmadığı: Davalılar, kayıt maliki ile davalıların murisi Habibe Hanım arasında irs ilişkisi olmadığını ileri sürmüşlerse de; davacı tapu maliklerinden Mümtaz Şerefli ve müştereklerinin Habibe Hanım’ın mirasçısı oldukları hususunda bir tereddüt bulunmamaktadır. Tereddüt davalı tarafın iddia ettiği gibi Habibe Hanımın tapu maliki Hacı …’nin kızı olup olmadığı konusundadır. Dosyada Habibe Hanım’ın nüfus kaydı mevcut olup, bu kayıtta baba adı … …’dir. Tapu kayıtlarında ise “ … Kızı” olarak geçmektedir. Ancak davacılar tarafından ibraz edilen ve Osmanlı arşivleri ile şer’i sicil kayıtları üzerinde yapılan araştırmanın yer aldığı klasör içindeki belgeler arasında yer alan 1303 tarihli vekaletnamede; vekil eden olarak “Muğla, … Mahallesi sakinlerinden … adı geçmektedir. … ağanın … kardeşi olduğu sabittir. Yine Şer’i sicil defterinde kayıtlı Şevket ağaya ait bir dilekçede “… ağa İbn-i … Efendi, İbn-i Hacı …” ve “kız kardeşim … İbnetü … … Efendi İbn-i Hacı …” yazılıdır. Yine aynı belgeler içerisinde yer alan Orman ve Maadin Nezaretinin Sadaret Makamına sunduğu 4 Nisan 1311 tarihli tezkerede “Muğlalı Mütevefta … Efendi … uhdei tasarrufunda bulunan Gelibolu Erköz “Hisarönü Nam Çiftliklerin” ifadeleri yer almaktadır. Bu ve benzeri kayıtlardan Hacı … ile … …’nin aynı kişi ve … (…) …’nin kızı olduğu anlaşılmaktadır. Bu itibarla davalıların … tapu maliki Hacı …’nin kızı olmadığı, dolayısıyla davacıların tapu malikinin mirasçısı sıfatını taşımadıkları yönündeki itirazları dosya kapsamına uygun düşmemektedir.
2- 1274 tarihli Arazi Kanunnamesinin tesbit ve dava tarihi itibariyle yürürlükte bulunup bulunmadığı ve şartları mevcut olduğu takdirde uygulanıp uygulanamayacağı: Medeni Kanun’un 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmesinden sonra Arazi Kanunu’nun Medeni Kanun’a aykırı olmayan hükümlerinin yürürlükte bulunup bulunmadığı uzun süre tartışılmıştır. Bazı hukukçular Medeni Kanunun taşınmaz mal mülkiyetini yeni baştan düzenlediğini, 864 sayılı Uygulama Kanunu’nun 43. maddesi ile Arazi Kanunu’nun yürürlükten kaldırıldığının kabul edilmesi gerektiği savunmuşlarsa da; Tatbikatta Arazi Kanunu’nun Medeni Kanuna aykırı olmayan hükümlerinin yürürlükte bulunduğu kabul edilmiş, uygulamada istikrarlı olarak bu yönde sürdürülmüştür. Arazi Kanunu’nun Medeni Kanun’a aykırı olmayan hükümlerinin yürürlükte olduğunu kabul eden hukukçular; 864 sayılı Uygulama Kanunu’nun 43. maddesinde “MECELLE” açıkça yürürlükten kaldırıldığı halde, Arazi Kanunu’nun kaldırılan kanunlar arasında sayılmamasını, Medeni Kanun’un kabulünden sonra, ancak yürürlüğünden önce kabul edilen 2.5.926 tarih 87 sayılı Kanunla Arazi Kanunu’nun 68, 69, 70, 71, 74, 76, 84 ve 85.maddeleri yürürlükten kaldırıldığı halde diğer maddelerin yürürlükte olduğunun kabul edilmiş bulunduğunu, Yargıtay’ın 27.1.1943 tarih 5/7 ve 9.2.1944 tarih 4 numaralı İçtihadı Birleştirme Kararları ile 28 Şubat 1998 tarihinde yürürlüğe giren 4342 sayılı Mer’a Kanunu’nun 36. maddesi ile Arazi Kanunu’nun 97, 98, 99, 100, 101, 102 ve 105. maddelerinin yürürlükten kaldırılmasını görüşlerine dayanak yapmışlardır. Diğer gayrimenkul Daireleri gibi Yargıtay Yüksek 7. Hukuk Dairesi ile 16. ve 17. Hukuk Daireleri de Arazi Kanunu’nun Medeni Kanun’a aykırı düşmeyen hükümlerinin bu arada Arazi Kanunu’nun 20 ve 78. maddelerinin yürürlükte olduğunu kabul etmiş ve uygulamalarını bu yönde sürdürmüşlerdir. (Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 22.11.1978 gün 1977/11819 esas 1978/13674 sayılı ilamı ile 16. Hukuk Dairesinin 24.04.2001 tarih, 2001/418-2033 sayılı ilamlarında anılan yasa hükümlerinin yürürlükte olduğu açıkça vurgulanmıştır.) Bu durumda davaya konu parselin tesbiti ve dava tarihi itibariyle, Medeni Kanuna aykırı düşmeyen Arazi Kanunu hükümlerinin bu arada Arazi Kanunu’nun 20 ve 78. maddelerinin yürürlükte bulunduğunun kabulü ile olayda anılan yasa hükümlerinin uygulanması gerekip gerekmediğinin araştırılıp tartışılması zorunludur. Mevcut uygulama karşısında davacıların bu konudaki itirazları yerinde değildir.
3- Asliye Hukuk Mahkemesinin 1996/11 esas sayılı dosyasında yapılan tapu kaydı kapsamının belirlenmesi işleminin davalıyı bağlayıp bağlamayacağı: Söz konusu dosyada davalının taraf olmaması ve kapsam belirleme işleminin 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 20. maddesinde yazılı ilkelere uyularak yapılmamış bulunması nedeniyle davalıyı bağlamayacağı açıktır.
4- Dayanılan kayıtların kapsamının nasıl belirleneceği: Belirtildiği üzere davacılar tapu kayıtlarına dayanmışlardır. Dayanılan kayıtlardaki hudutların arazinin tamamının etrafını kapatır şekilde çevrelememesi bazı hudutların nokta hudutlar olması, hudutların birbiri ile düz hatlarla birleştirilmesi suretiyle meydana gelen geometrik şekil içerisinde kullanılmayan ve kullanılması mümkün olmayan deniz, dağ, dere, orman, ırmak, … gibi yerlerin bulunması nedeniyle dayanılan kayıtlar hudutları ile değil miktarı ile geçerli olan tapu kayıtlarıdır. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 20/B. maddesinde yazılı “Harita, plan ve krokiye dayanmayan kayıt ve belgelerde belirtilen sınırlar mahalline uygulanabiliyor ve bu sınırlar içinde kalan yer hak sahibi tarafından kullanılıyor ise, kayıt ve belgelerde gösterilen sınırlar esas alınarak tesbit yapılır.” hükmü karşısında; arazinin ve sınırlarının yukarıda belirtilen özelliği nazara alındığında kayıtların sınırlarını sabit kabul edip buna göre hüküm kurmak mümkün bulunmamaktadır. Davacıların anılan dosyada yapılan kapsam belirlemesinin doğru ve tarafları bağlayıcı olduğu yolundaki iddiası yasaya uygun bulunmamaktadır.
5- Taşınmaz üzerindeki davalılar zilyetliğinin niteliği: Davacılar taşınmaz üzerindeki davalı taraf zilyetliğinin kiracılık ilişkisine dayalı olduğunu, malik sıfatıyla kullanmanın söz konusu olmadığını iddia etmişlerse de bu yönde inandırıcı delil ibraz edemedikleri gibi, davalıların arazi üzerindeki zilyetliklerinin kendilerine teb’an ve kiracılık ilişkisine dayalı olduğunu isbat da edememişlerdir.
6- Taşınmaz üzerindeki uzun süreli davalı taraf zilyetliğinin kaydın hukuki kıymetini kaybı için yeterli olup olmadığı: Arazi başında dinlenen zilyet tanıkları taşınmazın atalarından intakalen davalıya ait olup kendini bildiğinden beri davalı tarafça aralıksız,
çekişmesiz ve malik sıfatıyla kullanıldığını, davalının davacı tarafa icar verdiğini duymadığını bildirmişlerdir. Dosya kapsamından taşınmazın insan ömrünü aşan bir süredir davalı tarafça malik sıfatıyla kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu süre içerisinde davalının zilyetliği hiçbir şekilde itiraza uğramamıştır. İnsan ömrünü aşan bir süredir araziyi kullanan davalı tarafın daha öncede bu yeri kullandığının kabulü zorunlu ve hayatın olağan akışı gereğidir. İnsan ömrünü aşan bir süre önce cereyan eden olaya tanık bulmak imkansızdır. Davalı taraftan böyle bir talepte bulunmak da hukuka uygun değildir. Bu durumda davalının taşınmaz üzerindeki zilyetlik süresinin Arazi Kanunu’nun 20. maddesinde öngörülen süreye ulaştığının kabulü zorunlu bulunmaktadır.
7- Tapu kayıtlarının kapsamının belirlenmesine gerek olup olmadığı: Yukarıda da belirtildiği üzere tapu kayıtlarının uygulanması ve kapsamlarının belirlenmesi yeterli olmayıp, yasaya da uygun bulunmamaktadır. Ancak dosya kapsamından taşınmazda Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği 1926 tarihinden önce 10 yıldan fazla süre ile davalı tarafça zilyet olunduğu, bu zilyetliğin Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonrada kadastro tesbitine kadar kesintisiz devam ettiği, bu suretle tapu kaydının hukuki kıymetini kaybettiği, mülk edinme şartlarının davalı yararına gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Tapu kaydı hukuki kıymetini kaybettiğine göre, kaydın mahalline yeniden uygulanıp kapsam belirlenmeye çalışılmasında bir yarar bulunmamaktadır.
Bu ilkeler nazara alınarak değerlendirme yapıldığında; dosya içeriğine, kararın dayandığı delillerle yasaya uygun gerektirici nedenlere, davacıların dayandığı tapu kayıtlarının değişebilir sınırlı olup miktarı ile geçerli bulunmasına, kayıt miktarına yakın arazinin davacılar adına tesbit edilip kesinleşmiş olmasına, tapu kayıtlarının miktar itibariyle taşınmazı kapsadığının isbat edilememiş olmasına; bir an için dayanılan kayıtların çekişmeli parseli kapsadığı kabul edilse bile, davalı tarafın 743 sayılı Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten önce 10 yılı aşkın süre taşınmaz üzerinde zilyet oldukları, bu zilyetliğin Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra da hiç itiraza uğramadan aralıksız, çekişmesiz ve malik sıfatıyla tesbite kadar devam ettiğinin saptanmış bulunmasına, davacıların taşınmaz üzerindeki davalı taraf zilyetliğine sessiz kalıp, çekişme yaratmamalarına, davalı tarafın insan ömrünü aşan zilyetliklerinin davacılara teb’an ve kiracılık sıfatına dayalı olduğunun kanıtlanamamış olmasına, davalı tarafın uzun süreli malik sıfatı ile kullanmaları karşısında Medeni Kanun’un yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce uygulanmakta bulunan ve Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesinden sonra da Medeni Kanuna aykırı olmayan hükümlerinin yürürlükte olduğu kabul edilen Şevval 1274 tarihli Arazi Kanunnamesinin 20 ve 78. maddelerine göre tapu kayıtlarının davalı yararına hukuki kıymetini kaybetmiş bulunmasına, taraflar arasındaki uyuşmazlığın iktisap şartlarının oluştuğu tarihte yürürlükte bulunan mevzuat hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerektiğinin hukukun temel ilkeleri arasında yer almış olmasına, mahkemece toplanan delillerin belirtilen yasa hükümleri nazara alınarak değerlendirme yapılıp sonuca gidilmesinde yasaya aykırı bir yön bulunmamasına, delillerin takdiri mahkemeye ait olup takdirde de bir isabetsizlik tesbit edilememiş olmasına göre davacıların yerinde görülmeyen tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun bulunan hükmün ONANMASINA, 07.11.2008 gününde oybirliğiyle karar verildi.