YARGITAY KARARI
DAİRE : 16. Ceza Dairesi
ESAS NO : 2020/82
KARAR NO : 2020/4391
KARAR TARİHİ : 24.09.2020
Mahkemesi :Ceza Dairesi
İlk Derece Mahkemesi : İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 06.07.2018 tarih ve 2017/112 – 2018/96 sayılı kararı
Suç : Her bir sanık için ayrı ayrı olmak üzere,
Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme,
Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, Silahlı terör örgütüne üye olma
Hüküm : Sanıklar …… hakkında ayrı ayrı
TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 62/1, 53, 58/9, 63 maddeleri gereğince mahkûmiyet kararına, Sanıklar … ve … hakkında ayrı ayrı TCK’nın 314/2, 3713 sayılı Kanunun 5/1, TCK’nın 53, 58/9, 63 maddeleri gereğince mahkûmiyet kararına,
Sanıklar … ve … hakkında ayrı ayrı Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, TBMM’yi ortadan kaldırmaya teşebbüs ve T.C. Devleti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlarından beraatlerine, hakkında ayrı ayrı Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, TBMM’ni ortadan kaldırmaya teşebbüs ve T.C. Devleti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs, Silahlı terör örgütüne üye olma suçlarından beraatlerine ilişkin İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesinin 06.07.2018 gün ve 2017/112 Esas – 2018/96 Karar sayılı kararına yönelik istinaf istemlerinin esastan reddi
Bölge Adliye Mahkemesince verilen karar temyiz edilmekle;
Temyiz edenlerin sıfatı, başvuruların süresi, kararın niteliği ve temyiz sebeplerine göre dosya incelendi.
GEREĞİ GÖRÜŞÜLÜP DÜŞÜNÜLDÜ:
Sanık … müdafiinin ve …’nin duruşmalı inceleme taleplerinin, İlk Derece ve Bölge Adliye Mahkemesinde silahların eşitliği ve çelişmeli yargılama ilkesi doğrultusunda savunmaya yeterli imkânın sağlanması ve bu hakkın etkin şekilde kullandırılmış olması, temyiz denetiminde sınırsız şekilde yazılı savunma imkânının kullanılabilme olanağının bulunması karşısında savunma hakkının kısıtlanması söz konusu olmadığından, 01.02.2018 tarihli ve 7079 sayılı Kanunun 94. maddesi ile değişik CMK’nın 299/1. maddesi uyarınca takdiren REDDİNE,
Temyiz talebinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi;
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede;
Sanıkların hukuki durumlarının belirlenmesi bakımından bazı temel ilkelerin ve suç tiplerinin açıklanması gerekmektedir.
I- Silahlı terör örgütü üyeliği ve yardım suçu:
Yapılanma biçimi ne olursa olsun kanunlarda suç olarak tanımlanan fiillerin işlenmesi amacıyla oluşturulmuş örgütlere suç örgütü denmektedir.
Örgüt kurma ve yönetme suçunda genel hükümlerden ayrı olarak kanun koyucu hazırlık hareketlerini suç sayarak kamu düzeninin ve güvenliğinin korunmasını sağlamak amacıyla bağımsız bir suç düzenlemesi yapmıştır. Bu suç somut tehlike suçudur. Düzenleme ile amaç suçtan bağımsız olarak hazırlık hareketlerini cezalandıran bir suç tipine yer verilmiştir.
Bu suçta korunan hukuki değer esas itibariyle kamu güvenliği ve barışıdır. Kamu güvenliğinin bozulması, bireyin güvenle ve barış içinde yaşama hakkını zedeleyecektir. Bu nedenledir ki söz konusu fiiller suç olarak tanımlanarak Anayasada güvence altına alınmış olan hak ve özgürlüklerin korunması amaçlanmıştır.
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunun 1. maddesinde yapılan terör tanımında “Terör; cebir şiddet kullanılarak; baskı, kortutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle Anayasal düzeni değiştirmek, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devletini ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozma amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü suç teşkil eden eylemdir.” şeklindeki tanımdan anlaşılacağı üzere, terör suçlarında cebir ve şiddet kullanarak bir örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenmesi zorunlu görülmüştür. Fail 2. maddenin 2. fıkrası gereğince; terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işlerse o da terör suçlusu sayılacaktır.
Terör suçlarında “cebir ve şiddet” amaç suçların işlenmesi açısından zorunlu unsurdur. Terör örgütü kurmak, yönetmek ya da üye olmak eylemleri amaç suç bakımından hazırlık hareketi niteliğinde olduğundan cebir/şiddet unsurunun varlığına ihtiyaç yoktur. Ancak örgüt mensuplarında cebir/şiddete yönelik iradenin varlığı aranmalıdır.
Failin örgütün hiyerarşisine dahil olup olmadığını tespit ederken, örgüt üyesi, örgüt amacını benimseyen, örgütün hiyerarşik yapısına dahil olan ve bu suretle verilecek görevleri yerine getirmeye hazır olmak üzere kendi iradesini örgüt iradesine terk eden kişidir. Örgüt üyeliği, örgüte katılmayı, bağlanmayı, örgüte hakim olan hiyerarşik gücün emrine girmeyi ifade etmektedir. Örgüt üyesi örgütle organik bağ kurup faaliyetlerine katılmalıdır. Organik bağ, canlı, geçişken, etkin, faili emir ve talimat almaya açık tutan ve hiyerarşik konumunu tespit eden bağ olup, üyeliğin en önemli unsurudur. Örgüte yardımda veya örgüt adına suç işlemede de, örgüt yöneticileri veya diğer mensuplarının emir ya da talimatları vardır. Ancak örgüt üyeliğini belirlemede ayırt edici fark, örgüt üyesinin örgüt hiyerarşisi dahilinde verilen her türlü emir ve talimatı sorgulamaksızın tamamen teslimiyet duygusuyla yerine getirmeye hazır olması ve öylece ifa etmesidir.
Silahlı örgüte üyelik suçunun oluşabilmesi için örgütle organik bağ kurulması ve kural olarak süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk gerektiren eylem ve faaliyetlerin bulunması aranmaktadır. Ancak niteliği, işleniş biçimi, meydana gelen zarar ve tehlikenin ağırlığı örgütün amacı ve menfaatlerine katkısı itibariyle süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk özelliği olmasa da ancak örgüt üyeleri tarafından işlenebilen suçların faillerinin de örgüt üyesi olduğunun kabulü gerekir. Örgüte sadece sempati duymak ya da örgütün amaçlarını, değerlerini, ideolojisini benimsemek, buna ilişkin yayınları okumak, bulundurmak, örgüt liderine saygı duymak gibi eylemler örgüt üyeliği için yeterli değildir (Evik, Cürüm işlemek için örgütlenme, Sayfa 383 ve devamı).
Örgüt üyesinin, örgüte bilerek ve isteyerek katılması, katıldığı örgütün niteliğini ve amaçlarını bilmesi, onun bir parçası olmayı istemesi, katılma iradesinin devamlılık arz etmesi gerekir. Örgüte üye olan kimse bir örgüte girerken örgütün kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla kurulan bir örgüt olduğunu bilerek üye olmak kastı ve iradesiyle hareket etmelidir. Suç işlemek amacıyla kurulmuş örgüte üye olmak suçu için de saikin “suç işlemek amacı” olması aranır (Toroslu özel kısım sayfa 263-266, Alacakaptan Cürüm işlemek için örgüt, sayfa 28. Özgenç Genel Hükümler, sayfa 280).
Suç örgütünün tanımlanıp yaptırıma bağlandığı 5237 sayılı TCK’nın 220. maddesinin 7. fıkrasında yardım fiiline yer verilmiştir. “Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte, örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişinin örgüt üyesi olarak” cezalandırılacağı belirtilmiş, anılan normun konuluş amacı, gerekçesinde; “örgüte hakim olan hiyerarşik ilişki içinde olmamakla beraber, örgütün amacına bilerek ve isteyerek hizmet eden kişi, örgüt üyesi olarak kabul edilerek cezalandırılır.” şeklinde açıklanmış, 765 sayılı TCK’nın sistematiğinden tamamen farklı bir anlayışla düzenlenen maddede yardım etme fiilleri de örgüt üyeliği kapsamında değerlendirilerek, bağımsız bir şekilde örgüte yardım suçuna yer verilmemiştir.
Yardım fiilini işleyen failin örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmaması, yardımda bulunduğu örgütün TCK’nın 314. maddesi kapsamında silahlı terör örgütü olduğunu bilmesi, yardımın örgütün amacına hizmet eder nitelikte bulunması yardım ettiği kişinin örgüt yöneticisi ya da üyesi olması gereklidir. Yardımdan fiilen yararlanmak zorunlu değildir. Örgütün istifadesine sunulmuş olması ve üzerinde tasarruf imkanının bulunması suçun tamamlanması için yeterlidir.
Yardım fiilleri örgüte silah sağlama ve terörün finansmanı dışında tahdidi olarak sayılmamıştır. Her ne surette olursa olsun örgütün hareketlerini kolaylaştıran ve yaşantısını sürdürmeye yönelik eylemler yardım kapsamında görülebilir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulu 11.11.1991 tarih, Esas 9-242, Karar 305). Yardım teşkil eden hareketin başlı başına suç teşkil etmesi gerekmez. Yardım bir kez olabileceği gibi birden çok şekilde de gerçekleşebilir. Ancak yardım teşkil eden faaliyetlerde devamlılık, çeşitlilik veya yoğunluk var ise örgüt üyesi olarak da kabul edilebilecektir.
Dairemizin 2015/3 Esas, 2017/3 Karar sayılı dosyasında ayrıntılı olarak açıklandığı üzere; FETÖ/PDY’nin yapılanması dikey şekilde 7 katlı piramit biçimde gerçekleşmiştir.
“Kainat imamı inancı ve yedi katlı piramidal yapılanma, İsmailiye mezhebinden ve köken olarak da Zerdüştlük dininden alınmıştır. Zerdüştlük dini ve ondan mülhem İsmailiye mezhebinden yedi kat gök gibi örgütlenmişlerdir. Bu mezhep, sofilerini yedi dereceye ayırmıştır. Tarikatın piri yedinci derecede oturur ki, bu mertebe Allah’tan doğrudan emir alan imamlık makamıdır. İmam helali haram ve haramı helal kılabilir. Ona mübah olmayan hiçbir şey yoktur.
Örgüt içi hiyerarşide itaat ve teslimiyet katı bir kuraldır. Teslimiyet hem örgüte hem de liderin emrine ona atfen verilen göreve adanmışlıktır. Örgüt sivil toplumu kendi haline bırakmayıp, kendine hizmet eden bağlı unsurlara dönüşmektedir. Kadrolaşma ile yargı, ordu, emniyet ve bakanlık birimleri ile bir kısım medya kuruluşları bu gücün denetimine girip, örgütsel amaçlar doğrultusunda kullanılabilmektedir.
Örgütün hiyerarşik yapılanmasındaki tabaka sistemi kat sistemine dayanır. Katlar arasında geçişler mümkündür ama dördüncü tabakadan sonrasını önder belirler. Katlar şu şekildedir;
-Birinci Kat, Halk Tabakası: Örgütle iman ve gönül bağı ile bağlı olanlar, fiili ve maddi destek sağlayanlardan oluşur. Bunların birçoğu örgütün hiyerarşik yapısına dahil olmayan bilinçli veya bilinçsiz hizmet ettirilen kesimdir. Genellikle faaliyetlerden habersizdirler. Bu katmandakileri örgüte bağlayan ana unsur istismar edilen İslami duyarlılık ve din duygularıdır.
-İkinci Kat, Sadık Tabaka: Okul, dershane, yurt, banka, gazete, vakıf ve kurum görevlilerinden oluşan sadık gruptur. Bunlar örgüt sohbetlerine katılır, düzenli aidat öder, az veya çok örgüt ideolojisini bilen kişilerdir.”
Gazete çalışanlarının ikinci katta sadık tabaka olarak nitelendirilen grupta yer aldığı görülmektedir.
FETÖ/Paralel Devlet Yapılanmasının; başlangıçta bir ahlak ve eğitim hareketi olarak ortaya çıkması ve toplumun her katmanında büyük bir kesimce böylece algılanması, amaca ulaşmak için her yolu mübah gören fakat sözde meşruiyetini sivil alanda dinden, kamusal alanda ise hukuktan aldığı izlenimi vermek için yeterli güce erişinceye kadar alenen kiriminalize olmamaya özen göstermesi gerçeği nazara alındığında; bu yapının terör örgütü olduğunu bilmeksizin bu yapıda yer alan yardım eden kimselerin ceza sorumluluğu ile karşılaşıp karşılaşmayacağı sorunu değerlendirildiğinde;
Örgütün ustaca gizlenen amacını bilenler ve bu amaçla örgütte görev alanlar açısından suç tarihinden önce bir terör örgütü kararı verilmesine ihtiyaç yoktur. Bu faillerin terör örgütü olduğunu bilmediği savunmasına itibar edilemez.
Örgüte bilmeden katılanların ise Ceza Kanunumuzca benimsenen “kusur ilkesi” çerçevesinde hukuki durumlarının belirlenmesi gereklidir.
5237 sayılı TCK’da yer alan kusur ilkesi; kusursuz ceza olmaz prensibine dayanmaktadır. Failin işlemiş olduğu suçtan dolayı şahsen kınanabildiği hallerde cezalandırılmasını ifade eder. İlke ile amaçlanan, cezanın kusuru gerektirdiği ve kusurlu hareket etmeyen kişinin cezalandırılmayacağıdır. Bu ilkeden çıkarılacak birinci sonuç; netice sorumluluğunun kaldırılmış olması, ikinci sonuç ise cezanın kusur derecesini aşmayacağı yani ceza hukukunda kusurla orantılı ceza tayininin gerekli olduğuna ilişkindir.
İnsan, hukuk toplumunun bir üyesi olarak hukuka uygun davranmak ve haksız olan davranışlardan sakınmak yükümlülüğü altındadır. Failin açıkça yasak olduğunu bildiği davranışlardan sakınması bu yükümlülüğü yerine getirdiği anlamına gelmez. Fail, aynı zamanda davranışlarının hukuk düzeninin gerekleri ile uyumlu olup olmadığını sorgulamakla yükümlüdür. Fail bu husustaki şüphesini tefekkür etmek veya bir uzmana danışmak yoluyla bertaraf etmek zorundadır. Ayrıca fail vicdan muhasebesi de yapmalıdır.
Failden beklenen vicdan muhasebesinin ölçüsü, somut olayın koşulları ile onun sosyal ve mesleki çevresidir. Fail ondan beklenen vicdan muhasebesine rağmen davranışının haksızlığını idrak etmeye muktedir değilse yanılgısı kaçınılmazdır. Bu durumda fail kusurlu addedilemez. Buna karşılık fail ondan beklenen vicdan muhasebesiyle davranışının haksızlığını idrak edebilecek idiyse yasak yanılgısı failin kusurunu tamamen ortadan kaldırmaz; fail kusurludur, ancak kusuru azalmıştır.
Bu açıklamalar ışığında; mensup olduğu yapının Anayasal düzeni zorla değiştirme, Anayasaya uygun olmayan yöntemlerle iktidarı ele geçirmeyi amaçlayan bir terör örgütü olduğu veya terör örgütüne dönüştüğünü anladığı tarihten itibaren hareketleri ile bu örgütten ayrılma iradesini ortaya koyup koymadığı somut olaylarda değerlendirilmelidir.
II-Anayasayı İhlal Suçu
1982 Anayasasının 2. maddesi ile Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliği “hukuk devleti” olarak tayin edilmiştir. “Hukuk devleti; insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve anayasaya uyan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi 11.10.1963 T.124-243 sy. Kararı)
Meşruluk sitenin/devletin gözle görünmeyen barış meleğidir. (Ferraro) Hukuk devletinin meşruiyet kaynağı hukuktur. Toplumun genelini ilgilendiren her olayın tarihi bir yanı varsa da hukuk devleti bağlamında olaylar hukuka uygun olup olmadıkları ile değerlendirilirler. Hukuk devleti her alanda adil ve eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kurarak hukuka aykırı ve suç oluşturan her fiili, olay ve fail istisnası gözetmeksizin hukuk denetimine tabi tutar.
Ülkemizin çok partili hayata geçişinden sonra, köklü temelleri olmayan demokrasi serüveninde, henüz demokrasi kültürünün oluşmasına fırsat vermeden darbe yapma alışkanlığını sıradanlaştıranların, ünvan ve statüleri ne olursa olsun, ihlal edilen hukuk düzeninin tesisi, toplumun demokratik geleceğinden emin olması, temel hak ve hürriyetleri ile mukadderatını tayin hakkının korunması bakımından, her suçlu gibi cezai bir yaptırıma tabi tutulması hukuk devleti olmanın gereğidir.
Hukuk kuralları koyma ve kamu gücünü kullanma tekeli devleti yönetenlerin elindedir. (Teziç, Anayasa Hukuku 20.bası sh.128) Modern devletin maddi özünü, cebir kullanma tekeline sahip bulunan siyasal iktidar oluşturmaktadır. (M. Erdoğan, Anayasal Demokrasi 7.bası sh.327)
Devleti meydana getiren dinamik unsur siyasi iktidar olduğuna göre, bir devletin mevcudiyeti ve devamı iktidarın himayesine bağlıdır. Bunun içindir ki, hukukun en eski günlerinden bu yana değişik sistemler içinde siyasi kuvvetler himaye edilmiştir. Devlet otoritesinin mevcudiyeti ancak siyasi iktidarın himayesiyle mümkündür. Devlet mefhumunun hukuki ve politik karakterini ortaya koyan siyasi iktidar realitesi, devleti diğer topluluklardan ayıran kriterdir. Ülke ve Millet mefhumlarını bir birlik ve siyasi organizasyon halinde ortaya koyan unsur siyasi iktidardır. Bu bakımdan devletin varlığının, tehlikelere ve fiili karşıt hareketlere karşı himayesi bir zaruretin icabıdır ve Devlete Devlet vasfını veren iktidar unsuru bu himayenin en önemli parçasını teşkil etmektedir. Fakat bu himaye demokrasilerde hiçbir zaman fikrin cezalandırılmasına hak vermez. (Siyasi İktidar Düzeni ve Fonksiyonları Aleyhine Cürümler, Özek, 1967 baskı s.50)
Mülga 765 sayılı TCK’nın 146.(5237 sy.TCK’nın 309.) maddesi, siyasi iktidar ve anayasal düzeni himaye etmektedir. Düzen aleyhine maddi fiillerde, icra hareketlerinin mevcudiyetini aramaktadır. Siyasi iktidar düzeni aleyhindeki fiiller, mevcut müesseseleşmiş prensiplere ve düzene karşıdır. Anayasal düzen aleyhine yapılacak bir fiil tabii olarak ideolojik prensibin de ihlali anlamını taşıyacaktır. İktidarı ele geçirmek için yapılacak bir ihtilal, hem anayasanın kabul ettiği iktidara geliş müessesesini ve hem de demokratik hayat ideolojisini ihlal etmiş olacaktır. (Özek age. s.51)
Ayrıntıları Dairenin 22.03.2019 tarih ve 2018/7103 Esas 2019/1953 Karar sayılı kararında açıklandığı üzere;
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 309. maddesinde düzenlenen Anayasayı ihlal suçunun maddi unsuru/tipik eylem, cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye elverişli vasıtalarla teşebbüs etmektir.
Cebir ve şiddet kullanılarak elverişli bir ya da eş zamanlı birçok hareketlerle Anayasanın öngördüğü düzeni, doğrudan doğruya, tanımlanan biçimde, değiştirmeye yönelik bir fiilin icrasına başlandığı anda, suç işlenmiş, suç yolu tüketilmiş olmaktadır. (Manzini, Trattato, IV, s. 489; Fiandaca-Musco, Diritoo penale, Ps., s 11; Antolisei, Manuale, Ps., II, s, 1011; Erem, Ceza Hukuku, HH., s 78; Yaşar-Gökcan-Artunç, Ceza Kanunu, VI, s 8468., Z. Hafızoğulları-M. Özen, Türk Ceza Hukuku Özel Hükümler, s. 373)
Belirli bir plan içerisinde uygulamaya konulan sistemli ve örgütlü bir bağlantı içinde organik bütünlük arz eden eylemler tehlike suçunun oluşması için yeterlidir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 23.11.1999 tarih, 9-274/284 karar)
Tipik eylem, cebir ve şiddet kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye elverişli vasıtalarla teşebbüs etmektir.
Görüldüğü üzere, cebir ve şiddet bu suçun unsurunu oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasal düzenin değiştirilmesine yönelik teşebbüsün ancak cebir ve şiddet kullanılarak, yani bireylerin iradeleri zorlanmak suretiyle ifsat edilerek gerçekleştirilmesi gerekir.
Kanunun aradığı cebrilikten maksadın fiziki/maddi cebir olduğu açıktır.
Fiziki güce dayanan elverişli ve cebri eylemin, Anayasayı ihlal/Hükûmeti ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs etmek suçunu oluşturacağı konusunda Fransız, İtalyan, Alman, Türk hukukunda hiçbir hukukçunun itirazı yoktur. (Prof. Dr. Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Güncelleştirilmiş 11.Baskı Syf. 779, 780, 781, 782)
Amaç suç yönünden elverişli/vahim olduğu takdirde, silahlı bir örgütün veya silahlı kuvvetlere mensup unsurların Türkiye Büyük Millet Meclisini, Cumhurbaşkanlığını ya da benzer kurumları kuşatması halinde silah kullansın ya da kullanmasın fiziki cebrin mevcudiyetinde tereddüt edilemez. Harpte ülkeyi korumak veya gereğinde siyasi iktidarın inisiyatifiyle kamu düzenini sağlamak amacıyla verilen devlete ait silah, tank ve uçağın kanuna aykırı bir şekilde, Anayasal düzeni yıkmak amacıyla kullanılması halinde tipik eylem gerçekleşmiş olacaktır.
5237 sayılı TCK’nın hazırlık çalışmaları sürecinde de Hükûmet Tasarısının Anayasayı ihlal suçunu düzenleyen 363. maddesinin “koruyucu doktrin”in benimsediği görüş doğrultusunda şu şekilde formüle edildiği görülmektedir;
Madde 363- Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının hükümlerine aykırı olarak ve Anayasanın müsaade etmediği usullerle Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis ceza ile cezalandırılırlar.
Madde gerekçesi ise şöyledir:
“Anayasanın müsaade ettiği usul ve yollarla Anayasa düzenine aykırı bir netice doğduğunda Anayasa Mahkemesine başvurulmak suretiyle düzeltilmesi mümkün olan bu hallerin suç oluşturmayacağı göz önüne alınarak, yürürlükteki maddedeki (cebir) unsuru yerine (Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının hükümlerine aykırı olarak ve Anayasanın müsaade etmediği usullerle) ibaresi kullanılmış, böylece cebri de içine alan hukuka ve kanuna aykırı her türlü yollar ifade edilmiştir. Bu suretle ayrıca cebir unsurunun var olup olmadığı, maddi ve manevi cebir gibi, 27 Mayıs 1960’dan sonra ortaya çıkan tartışmaların da giderilmesi arzulanmıştır”
Ancak Meclis çalışmaları sırasında bu görüşten vazgeçilerek yasa metninde açıkça “cebir ve şiddet” unsuruna yer verilmiş, cebrin de fiziki/maddi cebir olduğu gerekçede açıklığa kavuşturulmuştur.
Manevi cebir kavramı, me’haz kanun bakımından Faşizmin, Türk Ceza Hukuku yönünden ise meşru siyasi iktidarın yargılanmasına gerekçe arayan 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra o gün iktidarda olanları yargılamak amacıyla kurulan Yüksek Adalet Divanının eseridir. (Bknz. madde gerekçesi ve Prof. Dr. Doğan Soyaslan, Ceza Hukuku Özel Hükümler, Güncelleştirilmiş 11. Baskı Syf. 779, 780, 781, 782) Bu nedenledir ki, özgürlükçü çağdaş demokratik hukuk devletinde bu görüşün savunulabilir bir tarafı yoktur.
Suçun bu amaçla kurulmuş bir örgüt faaliyeti kapsamında işlenmesi, korunan amaçlara matuf fiillerin elverişliliğinin değerlendirilmesi bakımından önem taşımakta ise de, bu husus suçun unsuru değildir.
Suç, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmak, bu düzen yerine başka bir düzen getirmek veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemek amacına matuf doğrudan genel kast ile işlenebilen bir suçtur.
Hiç kimse, kendi hareketinin neden olmadığı bir sonuçtan sorumlu tutulamaz. Bir neticeden dolayı sorumlu tutulabilmenin temelini, hareket ile netice arasındaki sebep-sonuç ilişkisini ifade eden nedensellik bağı oluşturur. Failin sorumluluğu bakımından, suçun kanuni tanımında hareketin yanı sıra neticeye yer verilmişse illiyet bağının bulunması zorunludur. Esasen illiyet bağı her neticeli suçta bulunması gereken doğal bir olay olmakla birlikte, doğa bilimi temelinde nedensellik, isnadiyet probleminin çözümünde sadece bir hareket noktası ve dış bir çerçeve oluşturabilir. Bir kimsenin davranışı nedensel olabilir ancak ona isnat edilmeyebilir, nedensel bağının varlığı faili tek başına sorumlu tutmak için yeterli değildir, ayrıca netice faile de objektif olarak isnat edilebilmelidir.
İlliyet bağının, örgütlü suçlar/terör örgütleri bağlamında değerlendirilmesine gelince; her halde suçun oluşması için, failin amaca yönelik işlediği vahim eylem/elverişli araç suç ile suçun konusu üzerinde meydana gelen somut tehlike arasında illiyet bağının bulunması gerekir.
Kanun koyucu, TCK’nın 20/1 maddesinde yer alan “cezaların şahsiliği” ilkesini de gözeterek örgüt mensuplarının örgütteki konumu ve fiilinin niteliğine göre ayrı ayrı suç tanımlamaları yaparak ceza adaleti bakımından dengeli bir sorumluluk rejimi belirlemiştir.
Terör örgütlerinin her kademesindeki mensuplarının, hatta yardım edenlerinin bile, örgütün “devletin birliği ve ülke bütünlüğünü bozmak ya da anayasal düzenini ortadan kaldırmak” şeklindeki nihai amacını bildiklerinde şüphe olmadığı halde, örgüte yardım eden, örgütün hiyerarşik yapısına dâhil olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen, örgütün üyesi, yöneticisi veya kurucusu olanlar arasında hiçbir ayrım yapmaksızın her eylemin amaç suç olan TCK’nın 302 ve 309. maddelerinde düzenlenen suçlardan cezalandırılması gerekeceği gibi bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Yüksek Yargıtayın yerleşik uygulamaları da bu yöndedir.
15 Temmuz 2016 günü, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Anayasal düzeninin değiştirilmesi amacıyla, Türk Silahlı Kuvvetlerine sızmış FETÖ/PDY silahlı terör örgütü mensubu olan ve/veya bu örgütsel faaliyeti destekleyen 8.000’in üzerinde askeri personel tarafından savaş uçakları dahil 35 uçağın, 3 geminin, 37 helikopterin, 74’ü tank olmak üzere 246 zırhlı aracın ve 4.000’e yakın hafif silahın kullanılarak; Cumhurbaşkanına suikasta teşebbüs edilmiş, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi başta olmak üzere birçok stratejik merkez bombalanmış, Başbakanın konvoyuna silahlı saldırı gerçekleştirilmiş, kalkışmaya karşı koyan güvenlik görevlileri ile sokaklara çıkan sivillere devletin silahlı kuvvetlerine ait bu uçak, helikopter, tank ve silahlarla saldırılarak 4’ü asker, 63’ü polis ve 183’ü sivil olmak üzere toplam 250’den fazla kişi şehit edilmiş, 23’ü asker, 154’ü polis ve 2.558’i sivil olmak üzere toplam 2.735 kişi de yaralanmıştır.
Somut darbe teşebbüsü, TCK’nın 309. maddesinde sayılan amaçlara matuf zarar tehlikesi doğuran vahim eylemler vasfını aşarak, Anayasal düzeni doğrudan ortadan kaldırma neticesine yönelmiş, örgütün ülke genelindeki organik bütünlüğünden ve etkinliğinden istifade edilerek planlanıp uygulanmış, neticesi ve başarısı eş zamanlı, senkronize hareketlere bağlı hukuki anlamda tek bir fiil olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle örgütsel koordinasyon veya iştirak iradesi gereğince ve iş bölümü doğrultusunda bulundukları mahal ve konumlarına uygun, amaca hizmet eden ve katkı sunan icrai harekette bulunanların, icra aşamasına geçerek amaç suç yönünden somutlaştığında ve elverişliliğinde tartışma bulunmayan bu fiil üzerinde müşterek hâkimiyet kurdukları gözetilerek TCK’nın 37. maddesi kapsamında “doğrudan fail” olduklarının kabulünde zorunluluk vardır.
Mensup olduğu örgütle kurduğu bağ nedeniyle örgütsel faaliyet kapsamında işlenen Anayasayı ihlal suçuna ilişkin planlama, hazırlık ve icra organizasyonundan haberdar olmak suretiyle darbeye teşebbüs suçunu sevk ve idare edenler tarafından verilen emirleri/görevleri kabullenerek ülke çapındaki icra hareketleriyle illi bir değer taşıyan icra hareketlerini gerçekleştirenlerin ya da görev paylaşımı bağlamında henüz sırası gelmemiş icra hareketleri için gerekli hazırlıkları yapanların bu suç yönünden müşterek fail olarak sorumlu tutulmaları gerekmektedir.
Doğrudan kanuni tanımda öngörülen cebir ve şiddet içeren icrai hareket niteliğinde olmayan, somut zarar tehlikesinin gerçekleşmesini sağlayacak biçimde -faillerle birlikte- fiil üzerinde müşterek hâkimiyet kurmalarını temin edecek fonksiyonel bir mahiyet taşımayan, suç organizasyonu içinde bir iş bölümünün gereği olarak görevlendirilmeleri nedeniyle ika edildiği kanıtlanamayan ancak suçun icrasına başlanmasından sonra katılma iradesini açıkça ortaya koyan, zaman, nitelik ve yakın zarar tehlikesine yaptığı katkı itibariyle bütün olarak darbenin icrasını kolaylaştırmaya yönelen hareketleri gerçekleştiren sanıkların eylemlerinin, 5237 sayılı TCK’nın 309/1 ve 39/2-c maddeleri kapsamında Anayasayı ihlale teşebbüs suçuna yardım etmek suçunu oluşturacağı gözetilmeli, hukuki durumları buna göre tespit edilmelidir.
TCK’nın 309. maddesinde düzenlenen suç bir somut tehlike suçu olduğundan suçun oluşması için ayrıca bir neticenin gerçekleşmesi aranmamaktadır. Bu itibarla sanığın amaca matuf eylemi ve/veya işlediği elverişli araç suç ile suçun konusu üzerinde meydana gelen somut tehlike arasında illiyet bağının bulunması gerekli ve yeterlidir. Suça teşebbüsün kabulü için aranan elverişli vasıtalarla cebri eylemlere başlanıp başlanmadığı araştırılırken ve vasıtanın elverişliliği takdir edilirken tek tek yapılan eylemlerle amaçlanan hedefler arasında doğrudan doğruya bağ kurmak yoluna gidilemez. Ancak her halükarda ülke genelinde gerçekleştirilmek istenen amaca matuf cebri/icrai fiilin, sanığın bulunduğu mahalde/sorumluluk sahasında da doğrudan doğruya ya da araç suçlar yönünden icrasına başlanması aranmalıdır. Sanığın bu icrai fiile yine icrai bir hareketle katılması mümkün olduğu gibi garantörlük yükümlülüğünü ihmal etmek suretiyle de iştirak edebileceği görülmektedir.
Suç, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının öngördüğü düzeni ortadan kaldırmak, bu düzen yerine başka bir düzen getirmek veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemek amacına matuf doğrudan genel kast ile işlenebilen bir suçtur.
Araç fiilin işlenmesine yönelik icra hareketi, hem araç suçun hem de tehlike suçu niteliğindeki amaç suçun icra hareketini oluşturduğundan sanık hukuki anlamda tek bir fiil ile kanunun birden fazla hükmünü ihlal etmekle, Türk Ceza Kanununun 44. maddesinin uygulanması gerekmekte ise de, TCK’nın 309/2. maddesindeki düzenleme, fikri içtima kurumunun uygulanmasının önlenmesine getirilen bir düzenleme olduğundan araç ve amaç suçlar yönünden her olayda kural olarak gerçek içtima hükümleri uygulanacaktır.
Türk Ceza Kanununun 311. maddesinin gerekçesi de gözetildiğinde bu suçun işlenmesi sırasında kasten öldürme, nitelikli yaralama veya kamu mallarına zarar verme gibi suçların işlenmesi halinde amaç suç yanında ayrıca bu suçlardan da cezaya hükmolunacaktır. Ancak, suçun unsuru olarak sayılan “cebir ve şiddet” in basit hallerinin işlendiği araç suçlar yönünden, cezalandırılan amaç suçla birlikte ayrıca mahkûmiyet hükmü kurulamayacaktır.
Araç suçlar bakımından içtimaa ilişkin genel hükümlerin uygulanması mümkündür. Hukuki ve fiili kesintiye kadar gerçekleştirilen birden fazla araç suç için bir kez Anayasayı ihlal suçu oluşur.
Anayasayı ihlal suçunun, aynı anda yasama organına karşı ve hükümete karşı suçla birlikte işlenmesi halinde her bir suçtan ayrı ayrı cezalandırma yoluna gidilip gidilemeyeceği hususuna gelince;
Türk Ceza Kanununun 311. maddesinin gerekçesinde; “Anayasayı ihlal suçu, Anayasa düzenine hâkim olan ve sistemleri koruma amacını güderken; bu madde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenlik unsurunun oluşturduğu üç güçten birini ve yasama gücünü oluşturan Türkiye Büyük Millet Meclisinin, Anayasa kurallarına uygun bir biçimde görevlerini yerine getirilebilmesi yeteneğini korumaktadır.
Anayasa düzenini ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka bir düzen getirme veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önleme amacını gerçekleştirmek için Türkiye Büyük Millet Meclisine yönelen saldırılar, Anayasayı ihlal suçunu oluşturur. Bu madde kapsamında tanımlanan suç, bu amaçlar dışında Türkiye Büyük Millet Meclisinin Anayasaya uygun bir şekilde görevlerini yerine getirmesini engelleme hallerinde oluşacaktır.” denilerek konuya yeterince açıklık getirilmiştir. Bu nedenle, aynı hukuki değerleri koruyan ve kapsamı itibariyle eylemlerin haksızlık muhtevasını tamamen ortadan kaldıran Anayasayı ihlal suçunun tüm unsurlarıyla gerçekleştiği durumlarda sanıkların ayrıca, Türk Ceza Kanununun 311. ve 312. maddelerinde düzenlenen suçlardan cezalandırılmaları cihetine gidilemeyecektir.
Örgüt kurma suçu çok failli bir suçtur. Suçun oluşumu için en az üç kişinin bir araya gelmesi zorunludur.
Suça iştirakten bahsedebilmek için de birden fazla kişiye ihtiyaç vardır. Bir suçun icrasına iştirak eden suç ortaklarının, suçun işlenişine bulundukları katkılar göz önünde bulundurularak sorumluluk statüleri belirlenir.
Örgüt kurma suçunun iştirakten farkı, örgütün devamlılığı ve belirlenmemiş sayıda suç işlemek amacıyla bir birleşmenin söz konusu olmasıdır. Suça iştirak için kasten ve hukuka aykırı işlenmiş bir fiilin varlığı yeterlidir. Suçun işlenişine iştirak eden her fail diğerlerinin cezalandırılmasını önleyen kişisel nedenler göz önünde bulundurulmaksızın kendi kusurlu fiiline göre cezalandırılır.
TCK’nın 220/5. maddesinde, “Örgüt yöneticileri, örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen bütün suçlardan dolayı ayrıca fail olarak cezalandırılır.” denilerek örgüt yöneticileri hakkında özel faillik düzenlemesi ile TCK’nın 20. maddesindeki “ceza sorumluluğunun şahsiliği” ve faillik bakımından “fiil üzerinde müşterek hâkimiyet kurma” ilkelerine istisna getirilmiştir.
Faillik, birlikte suç işleme kararı yanında, fiil üzerinde ortak hâkimiyet kurmayı da gerektirir. Zira örgütlü suçlarda nihai amaçta birleşme nedeniyle birlikte suç işleme kararının varlığı kabul edilse dahi fiil üzerinde müşterek hâkimiyet kurulmadığından, gerçekleşen suçlar bakımından örgüt yöneticileri dışında kalan örgüt mensuplarının, örgüt faaliyeti kapsamında işlenen her suç yönünden müşterek fail olarak sorumlu tutulamayacağında tereddüt yoktur.
TCK’nın 39. maddesinde düzenlenen suça iştirak kapsamındaki yardım etme ile aynı kanunun 220/7 maddesinde tanımlanan örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek eylemleri nitelik itibariyle birbirlerinden farklıdır. Sanığın örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenecek somut bir suça dair kasta dayanan ve yardım teşkil eden eyleminin, hem yardım edilen suç bakımından şeriklik kapsamında hem de şartları varsa amaç suç yönünden faillik kapsamında değerlendirilmesi gerekirken somut bir olaya dayanmayan ancak örgüt faaliyeti kapsamında kullanılmak/değerlendirilmek üzere gerçekleştirilen yardımların TCK’nın 220/7 maddesinde düzenlenen suçu oluşturacağı gözetilmelidir.
Suç tanımında belirtilen amaçları gerçekleştirmeye yönelik bir fiil işlenmesi hususunda iştirak iradeleri bulunan sanıklar hakkında Türk Ceza Kanununun 309. maddesinde düzenlenen Anayasayı ihlal suçu yönünden iştirakin her şeklinin uygulanması mümkündür (Askeri Yargıtay Daireler Kurulunun, 19.3.1987, 41/49 sayılı kararı, Eren Toroslu, Özel Hükümler, syf. 74 – Hafızoğulları Türk Ceza Kanununun 302. maddesi syf. 559 – Kangal syf. 55 – Akdoğan syf. 31 – Gözübüyük, syf. 10 – Yard. Doç. Dr. Namık Kemal Topçu, Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar, syf. 200).
Müşterek faillik ile TCK’nın 39/2-c maddesinde düzenlenen, suçun işlenmesinden önce veya işlenmesi sırasında maddi yardımda bulunarak icrasını kolaylaştırmak şeklinde ortaya çıkan şerikliğin, her olayın özelliğine göre; suçun işlenişine bulunulan katkının arz ettiği önem, zaruret göz önünde bulundurularak hâkim tarafından ayırt edileceği kabul edilmektedir. Müşterek faillikte/fiil hâkimiyetinde, fiilin icrası veya akim kalması müşterek faillerden her birisinin elinde bulunmaktadır. Yardım eden şerik suçun icrasını failin inisiyatifine havale etmektedir. (Özgenç İ. Suç örgütleri sh.332,Türk Ceza Hukuku sh.490)
Türk Ceza Kanununun 309. maddesinde düzenlenen suça iştirakten bahsedebilmek için sadece araç fiil/suç bakımından değil, ayrıca, amaç suç bakımından da iştirak iradesinin varlığı aranmalıdır.
Bir kişinin maddede belirtilen amaçlara yönelik bir örgütün kurucusu ya da üyesi olması, tek başına TCK’nın 309. maddesindeki suça iştirak ettiği anlamına gelmez. (Özek, Silahlı Çete, syf. 366-374; Akbulut, Ülke Bölücülüğü, syf. 130) Bu fiiller, TCK 314’te bağımsız bir suç olarak düzenlenmiştir. Bu sıfatları haiz kişilerin TCK 309’daki suça iştirakten sorumlu tutulabilmeleri için; örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen ve bu amacı gerçekleştirmeye elverişli nitelikteki belirli bir araç fiil bakımından, hem iştirak iradelerini ortaya koymaları hem de maddi veya manevi nitelikte nedensel bir katkıda bulunmaları gerekmektedir. Bu kişilerin maddede sayılan amaçları gerçekleştirmek için salt bir örgütün çatısı altında bir araya gelmeleri, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen araç suçlara da iştirak etmiş sayılmaları anlamına gelmeyecektir (Yard. Doç. Dr. Namık Kemal Topçu, Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar, syf. 202).
Suça iştirakten söz edebilmek için amaca yönelik bir fiil işleme hususunda iştirak iradelerini ortaya koyan kişilerin hepsinin bu amaçla kurulmuş bir örgütün üyesi olması da gerekmez.
Fiilin işleneceği konusunda sadece bilgi sahibi olmanın, suça iştirak bakımından önemi yoktur.
III- Hukuka Uygunluk Nedeni Olarak Bir Hakkın Kullanılması:
Sanıkların önemli kısmının basın mensubu olmaları nedeniyle basın özgürlüğü ile terör örgütlerinin faaliyetlerinin bağdaşıp bağdaşmayacağı aradaki sınırın ne olduğu hususunun tartışılması yapılacaktır;
Öncelikle sanıkların söylem ve eylemlerinin silahlı terör örgütü FETÖ/PDY ile bağlantılı olup olmadığı ve ifade hürriyeti sınırları kapsamında kabul edilip edilemeyeceği üzerinde durularak bir değerlendirme yapılması gerekir. Zira, medya organlarında çalışan veya yönetici konumunda bulunan sanıkların mesleki çalışma ve faaliyetlerinin ifade hürriyetinin kapsamında bulunan basın özgürlüğü sınırlarında ise bir hakkın kullanılması sözkonusu olduğundan hukuka uygunluk nedeni kabul edilebilecektir.
Hukuka Aykırılık;
Hukuka aykırılık genel bir ifadeyle, hukuka (hakka) karşı gelmek (Heinrich l kn 305) onunla çatışma halinde olmak demektir. Suçun unsuru olarak hukuka aykırılık ise, işlenen fiile hukuk düzeni tarafından cevaz verilmemesi, bütün hukuk düzeni ile çelişki ve çatışma halinde bulunması anlamına gelmektedir. (Koca, Üzülmez, A.g.e. s.252, Prof. Dr. Fatih Selami Mahmutoğlu, Av. Serra Karadeniz-LLM, Türk Ceza Kanunu Genel Hükümler Şerhi, syf. 450)
Bir davranışın tipe uygunluğunun belirlenmesiyle suç teşkil eden haksızlık gerçekleşmiş olur. Şayet olayda bir hukuka uygunluk nedeni yoksa tipe uygun davranış aynı zamanda hukuka da aykırı olacak ve suç teşkil edecektir.
5237 sayılı TCK’da yer alan hukuka uygunluk nedenleri şunlardır;
– kanunun hükmünü yerine getirme (TCK 24.md.),
– meşru savunma (TCK 25/1.md.),
– hakkın kullanılması (TCK 26/1.md.)
-ve ilgilinin rızası (TCK 26/2.md.). (Dairenin 2017/1443, 2017/4758 sayılı kararından)
İlgisi sebebiyle bir hukuka uygunluk nedeni olarak hakkın kullanılması (TCK 26/1.md.) bağlamında savunmaların dayandığı basın yayın hakkının irdelenmesi gerekecektir.
İfade ve basın özgürlüğü
Anayasanın 25 ve 26. AİHS’nin 10. maddeleri ile teminat altına alınan, düşünce ve kanaate sahip olma, bilgiye erişme (haber alma), düşünce ve kanaati açıklama ve yayma haklarını da kapsayan ifade özgürlüğü; demokratik toplumun vazgeçilmez unsurlarından biri olarak, toplumun gelişmesi, bireyin kendini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi için en temel haklardan birisidir. Basın özgürlüğü ise AİHS’nin 10. maddesi çerçevesinde korunurken, Anayasanın 28. maddesinde özel bir himaye görmüştür.
Demokratik bir toplumdan beklenen, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirliliğin zaruri umdesi olan ifade ve basın özgürlüğünün, esas itibariyle siyasi otoritenin veya halkın çoğunluğunun onaylamadığı, sarsıcı rahatsız edici görüş ve düşünceleri de koruduğu (AİHM, Handyside/Birleşik Krallık Başvurusu) kabul edilmektedir.
Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi günümüz dünyasında terör, modern demokrasilere yönelik en ciddi tehdit olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kapsamda, terör eylem ve faaliyetleri de en fazla ifade hürriyetini etkilemektedir. Demokratik devletlerde, hürriyetler ihlal edilmeden terörle mücadele edilebilmesi için söz konusu hürriyetin bu amaçla kullanılıp kullanılmadığının doğru ve tartışmasız olarak tespiti gereklidir.
Kitle haberleşmesinin ön plana çıktığı günümüzün karmaşık ve kalabalık toplumlarında, 10. madde bağlamında ifade özgürlüğü ile ilgili en önemli ve nazik sorunlar geniş anlamda basın özgürlüğü düzeyinde ortaya çıkmaktadır.
Gazeteciler haber yapar, araştırır, analiz ederler. Yaşanan olaylar ve kişiler hakkında her türlü bilgiyi verirler. Bir bakıma kamunun bekçisi görevini görmeleri nedeniyle, aslında basın özgürlüğü gazetecileri değil birey ve toplumun bilgi edinme hakkını korumuş olmaktadır.
Basın ve medya özgürlüğü temel liberal haklardan biridir. Özgür bir basın ve özerk bir medya, tüm demokratik toplumun temel taşlarındandır. Eleştirel bir medya bir toplumun karşılaştığı büyük sorunlar üzerine kamusal söylemin geliştirilmesi açısından çok önemlidir ve dolayısıyla “demokrasiyi besleme işlevi” vardır. (Haris, O’Boyle ve Warbrck, 2009, AİHS’in hukuki yönü,0UP, s.465)
İfade özgürlüğü gazetecilik faaliyetinin güçlü biçimde korunmasınıda içerir.(Pravoye Delo Yayın Kurulu ve Shtekel / Ukrayna, 5 Mayıs 2011, başvuru no:33014/05 )
Ancak toplum hayatında temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması kaçınılmazdır. Çünkü toplumsal yaşama gerçeği ve bu gerçeğin zorunlu unsuru olan “ortak düzen” realitesi, özgürlükler idealitesinin sınırlılığını koşullamaktadır. (Eren 2004 sy. 15) Düzensizlik, kargaşa ve huzursuzluk içinde gerçek özgürlüğün varlığından bahsedilemez. Hürriyetlerin sınırlandırılmadığı bir ortam, toplum hayatı ve kamu düzeni açısından tehlikeli olduğu gibi bireylerin kendi menfaatlerinin de aleyhinedir. Sınırları belirtilmeyen özgürlükler özgürlük vaadinden başka bir şey değildir. Bu vaadin sosyal hayat içinde bir kargaşa ortamı yaratmadan, gerçek manada vücut bulabilmesi için ham madde halindeki hürriyetlerin kanun yoluyla işlenmesi ve herkesin hak ve hürriyetlerinin nereye kadar uzanıp nerede bittiğinin açıkça belli edilmesi gerekir.” (Münci Kapani 1970, sy. 204)
Mutlak haklardan olmayan ifade ve basın özgürlüğünün, gerek bilgiye ulaşmada/haber almada, gerekse düşünce ve kanaati açıklama ve yaymada sınırsız bir özgürlük vadetmediği de tartışmadan varestedir. AİHS kişilere her türlü bilgiye erişim hakkı tanımamıştır (AİHM, Loiseau/Fransa Başvurusu). Nitekim hem AİHS, hem Anayasa, hem de Basın Kanunu, demokratik toplumun zorladığı bir gerekliliğin varlığı durumunda, meşru amaçlar için, hakkın özüne dokunmayan ölçülü sınırlamaların getirilebileceğini öngörmüştür.
Zira dördüncü kuvvet olarak kabul edilen kitleleri etkileme ve yönlendirme açısından büyük bir güç olarak ortaya çıkan basın ve medyanın, bu gücü elinde bulunduranlar tarafından kötüye kullanılması halinde; demokrasi ile kişisel hak ve özgürlüklere yönelik ciddi tehdit oluşturacaktır. Bu görüş bir vehim veya tahminden ibaret olmayıp, medyanın kötüye kullanıma ilişkin geçmişte örnekler yaşanmıştır. “Bana vicdansız bir medya verin, size bilinçsiz bir halk sunayım”, “Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır. Olmazsa yalana devam edin” “Halk büyük yalanlara, küçük yalanlara göre daha çok inanır.” ( Dr. Paul Joseph Goebbels, Adolf Hitler’in Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı, 1933-1945)
Kitleleri etkilemek için bu propaganda taktiklerinin günümüzde de sıklıkla kullanıldığına rastlamaktayız. Zira kimi terör örgütlerinin mensupları da medyanın koruyucu zırhını giydikten sonra, geniş izleyici kitlelerine ulaşabilmekte, gerçek amaçlarını gizleyip hak ve özgürlükleri savunuyor görüntüsü altında, kendilerine karşı toplumda sempati oluşmasını sağlayarak bir kısım kitleleri istediği şekilde yönlendirebilmekte, örgüte eleman devşirmek suretiyle insan kaynağı sağlamaktadırlar.
Bu tehdit ve tehlikenin önlenmesi amacıyla gerek AİHS’de, gerekse ülkelerin iç hukuklarında, anayasa ve yasalarda tanınan bireysel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasını önlemeye dönük düzenlemelere yer verilmiştir.
Hiçbir hak mutlak ve sınırsız değildir. Hakkın özüne zarar vermeden; müdahalenin kanunla öngörülmüş olması, meşru bir amaca hizmet etmesi, demokratik toplumda gerekli ve orantılı olması hallerinde sınırlandırılabilecektir. Bu sınırlandırma Demokrasiye ve kamu güvenliğine yönelik tehlikenin açık ve yakınlığı ile orantılı olmalıdır.
Anayasanın 12. maddesinin “Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder.” biçimindeki ikinci fıkrası, kişilerin sahip oldukları temel hak ve hürriyetleri kullanırken ödev ve sorumluluklarının da bulunduğuna gönderme yapmaktadır. Dolayısıyla ifade ve basın özgürlüklerinin kullanımı yönünden basın için geçerli olan bazı “görev ve sorumluluklar” da bulunmaktadır. (Anayasa Mahkemesi 15.02.2017 tarih, 2014/2983 ve 25.02.2016 tarih, 2015/18567 Başvuru)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 17. Maddesinde; “bu Sözleşmedeki hiçbir hüküm, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesi veya Sözleşmede öngörülmüş olandan daha geniş ölçüde sınırlandırılmalarını amaçlayan bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkı verdiği biçiminde yorumlanamaz.” denilmek suretiyle, hem taraf Devletlere, hem de kişilere; sözleşmedeki hakları kötüye kulanım yasağı getirilmiştir.
Kişi hak ve hürriyetlerinden hiç birisinin, insan haklarına dayanan Demokratik ve Laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamayacağına dair Anayasanın 14. maddesinde de açıkça vurgulandığı üzere, bu suçlar herhangi bir hukuka uygunluk sebebi kapsamında işlenemez. Hiç bir devlet, hiç kimseye birliği ve ülke bütünlüğünü bozacak bir hukuk düzeni kurmaz. Devletin varlığının, tehlikelere ve fiili karşıt hareketlere karşı himayesi bir zaruretin icabıdır ve devlete devlet vasfını veren iktidar unsuru bu himayenin en önemli parçasını teşkil etmektedir. Fakat bu himaye demokrasilerde hiçbir zaman fikrin cezalandırılmasına da hak vermez.
AİHM muhtelif zamanlarda verdiği kararlarda bu ilkelere işaret etmektedir;
“….Siyaset nedenli şiddetin sürekli olarak yaşam ve güvenlik tehdidi oluşturduğu ve bu şiddetin savunucularının kendilerini tanıtmak amacıyla kitle iletişim araçlarına erişmeye çalıştığı durumlarda, bilgi özgürlüğünün korunması gerekliliği ile özgürlük ve diğer hakları güvence altına alan demokratik düzeni yıkmaya çalışan silahlı komplolara karşı devleti ve halkı koruma zorunluluğu arasında denge kurmak özellikle zordur…Kısıtlamalar, terör örgütlerinin tanınan temsilcilerinin ve siyasi destekçilerinin kendi davalarını savunmak, örgütlerine desteği artırmak ve meşru olduklarının izlemini vermek için medyayı bir platform olarak kullanmalarını engellemek amacıyla tasarlanmıştır…Sözleşme’nin 10/2. maddesinde belirtilen gerekliklere aykırı şekilde başvurucuların ifade hürriyetlerinin kısıtlanmadığı kanaatindedir. (Purcell ve diğerleri-İrlanda, Kabul edilebilirlik kararı, başvuru no:15404/89, 16 Nisan 1991 )
Demokratik düzeni tehdit eden, demokrasiyi yok etmeyi planlayan, hak ve hürriyetlere dair ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan hükümlerin özüne ve sözüne aykırı söylemlerin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 17. maddesinde düzenlenen hakkın kötüye kullanılması kapsamında ele alınması gerekir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de Glimmerveen ve Hagenbeek/Hollanda kararında bu hususlara vurgu yapmıştır (Glimmerveen ve Hagenbeek/Hollanda, B. No: 8348/78, 8406/78, 11/10/1979).
“Temel hakların onları yok etmek isteyen kişilere gerekli imkânları temin eden bir vasıtaya dönüşmemesi; tercihin, kendini savunan ve kendi intiharının zeminini ortadan kaldıran bir demokrasiden yana olması gerektiğini” ifade etmiştir (VAN DROOGHENBROECK Sébastien, “l’article 17de la Convention européenne des droits de l’homme est-il indispensable?”, Rev. trim. dr. h., 2001, s. 541-542).
“Mektuplarda kullanılan sözcükler, bu sözcüklerin yayınlanmış olduğu bağlamı özellikle dikkate alınmış, bu çerçevede değerlendirme yapılmış; mektupta geçen “katliam”, “zulüm” ve “cinayet”, “Faşist Türk ordusu”, “TC cinayet çetesi” ve “emperyalizmin kiralık katilleri” gibi ifadelerle Türkiye Cumhuriyeti kasıtlı olarak karalanmış oluğu, halen yoğun şiddetin sürdüğü bir ortamda önyargıları keskinleştirilerek kanlı bir intikam çağrısı yapıldığı, mektupların içeriğinde sorumlu olarak gösterilenlere karşı köklü ve mantık dışı bir nefret uyandırarak daha fazla şiddete sebebiyet verebilecek nitelikte oldukları kabul edilmiştir (Sürek/Türkiye (1) [BD], B. No: 26682/95, 8/7/1999, § 61).
“Medyanın 4. Kuvvet olarak yasama, yürütme ve yargı erklerine zaruri bir ek olarak görülmesi nedensiz değildir. Bu şekilde tanımlanmasının altında medyanın demokratik toplumda siyasi ve adli mercilere karşı bir denge sağlayacak biçimde bağımsız dolayısıyla da değerli bir faktör olarak rolünün vurgulanması yatar… Ancak yazılı ve görsel medya çeşitliliği ve içeriği üzerinde uygulanan farklı biçimde ki kontrol ve baskı, medyanın bağımsızlığı ve çoğulculuğunu engelleyebilmektedir. Bazen medyanın gücü demokrasinin işleyişini tehdit etme derecesine varabilecek şekilde kötüye kullanılabilmektedir. Bazı medya organları, azınlıkları, savunmasız başka gruplara karşı düşmanlık, nefret ve şiddeti körüklemek için kullanılmaktadır.” (Avrupa da Medya Özgürlüğü ve İnsan Hakları, Tohomas Hammarberg, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri 2006-2012)
Yer verilen kararlarda ve akademik görüşlerde de işaret olunduğu üzere; Sözleşmenin temel hükmünün amacı, demokratik kurumların serbestçe işlemesinin sağlama suretiyle, sözleşmede yer alan hakları korumak; Sözleşmenin koyduğu ilkelerin totaliter akımlarca kendi yararına istismarını engellemek suretiyle hiçbir birey ve topluluğun, sözleşmedeki yer alan hak ve özgürlükleri tahribe yönelik faaliyette bulunma hakkına sahip olmadığını vurgulamaktır.
Tartışma konusu örgüt üyeliği ve örgüte yardım etmek suçları bakımından, normun cezalandırdığı eylemlerin düşünce ve ifadeler değil ve fakat basın özgürlüğü hakkının suistimali ile düşüncelerin gerçekleştirilme yöntemleri olduğu her türlü tartışmadan varestedir.
IV- AİHM ve AYM Kararlarının Bağlayıcılığı Sorunu:
28.01.1987’de Avrupa İnsan Hakları Komisyonuna başvuru yetkisinin kabul edilmesiyle iç hukukun bir parçası haline gelen bireysel başvuru ya da anayasa şikâyeti değişiklik gerekçesinde, kamu gücü tarafından, temel hak ve özgürlükleri ihlâl edilen bireylerin başvurdukları olağanüstü bir kanun yolu olarak tanımlanmaktadır.
Anayasanın 90/5 maddesi sarahatine göre AİHS, iç hukukun ayrılmaz bir parçasıdır ve kanunlarla uyuşmazlık halinde uygulanma önceliği bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi sözleşme hükümlerini “destek norm” olarak kabul etmektedir. AİHM ise sözleşmeyi, “yasa sözleşme” olarak vasıflandırmakta, üye devletlerin sözleşmeye uygun hukuki düzenleme yapma ve AİHM içtihatlarına uyma mecburiyetlerini vurgulamaktadır. Esasen Sözleşme’nin “Kararların bağlayıcılığı ve infazı” kenar başlıklı 46/1. maddesine göre; Sözleşmeci Taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme’nin verdiği kesinleşmiş kararlara uymak mecburiyetindedirler.
AİHS ile AİHM’nin yargı yetkisinin tanınması ile birlikte, ulusal mahkemeler ile AİHM arasında ortaya çıkan yetki çatışmasının, “ikincillik ilkesi”, “takdir alanı doktrini” ve “dördüncü derece yargı yeri doktrini” gibi çareler üretilmiş ve geliştirilmiştir. Aynı sorun 07/5/2010 tarihi itibariyle (5982/18 md.) derece ve temyiz mahkemeleri arasında da yaşanmaktadır.
Gerek AİHM (Kemmche/Fransa,B.No:17621/91,24.11.1994), gerekse AYM (B.No:2013/1728, 12.11.2014), dördüncü yargı yeri doktrini çerçevesinde ikincil niteliği göz ardı edilip, itiraz, istinaf ve temyiz gibi kanun yolu derecesinde görerek
yapılan bireysel başvuruları kabul edilemez bulmaktadır. Açık keyfilik veya bariz takdir hatası içermedikçe ulusal hukukun yorumlanıp uygulanmasıyla, ilgili hukuki sorunları her iki mahkeme de incelememektedir.
Anayasa Mahkemesi, sanık … Başvurusu ile ilgili olarak 15.3.2018 tarih 2018/3007 sayılı kararında, ilgili AİHM ve Yargıtay Ceza Genel Kurulu (28.4.2015 tarihli ve E.2013/9-464, K.2015/132) kararlarına da atıfta bulunarak, AİHM ve AYM kararlarının bağlayıcılığı, ikincillik niteliği, inceleme yetki ve sınırları hakkında ayrıntılı tespitlerde bulunmuştur. Anılan kararın ilgili bölümleri şöyledir;
“… Anayasanın 148. maddesi uyarınca herkesin Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunma hakkı bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin diğer kararları gibi bireysel başvuruları inceleyen Bölüm kararları da yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlamaktadır.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM); sözleşmenin 46. maddesi bağlamında, devletlerin taraf oldukları başvurulara ilişkin olarak verilen AİHM kararlarıyla bağlı olma yükümlülüğü altına girdiğini vurgulamaktadır (Del Rio Prada/İspanya [BD], B. No: 42750/09, 21.10.2013, § 137). AİHM’e göre bu, Mahkemenin bir ihlal bulduğunda davalı devletin sadece sözleşmenin 41. maddesine göre hükmedilen tazminatı ödeme yükümlülüğünü değil bunun yanında AİHM tarafından bulunan ihlalin ortadan kaldırılması için iç hukukta bireysel ve/veya -gerekiyorsa- genel tedbirler alma ve başvurucuyu, sözleşme ihlal edilmemiş olsaydı bulunacağı duruma mümkün olan en yakın konuma getirecek şekilde ihlalin etkilerini telafi etme yükümlülüğünü de barındırmaktadır (Del Rio Prada/İspanya, § 137).
AİHM, Hasan Uzun/Türkiye (B. No: 10755/13, 30/4/2013) kararında Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yolunun AİHM’e başvurmadan önce tüketilmesi gereken bir iç hukuk yolu olduğu sonucuna varırken Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığını da dikkate almıştır. Bu bağlamda AİHM, Anayasanın 153. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan ve Anayasa Mahkemesi kararlarının devletin tüm organları ile gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağını ifade eden hükme atıf yapmış ve Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruya ilişkin kararlarına uyulmasına ilişkin bir sorun yaşanmayacağını değerlendirmiştir (Hasan Uzun, § 66).2010 yılında Anayasa’nın 148. maddesinde yapılan değişiklikle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruları karara bağlama yetki ve görevi verilmiştir. Bu değişikliğin gerekçesi şöyle ifade edilmiştir:
Anayasanın 148. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanunun 45. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre herkes, Anayasada güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerinden Sözleşme ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokoller kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Anayasanın 148. maddesinin birinci fıkrasında Anayasa Mahkemesine bu başvuruları karara bağlama yetki ve görevi verilmiştir.
6216 sayılı Kanunun 49. maddesinin (6) numaralı fıkrası uyarınca Anayasa Mahkemesinin bireysel başvurulara ilişkin incelemesi, “bir temel hakkın ihlal edilip edilmediği” ve “bu ihlalin nasıl ortadan kaldırılacağının belirlenmesi” ile sınırlıdır.
Anayasanın 148. maddesinin dördüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanunun 49. maddesinin (6) numaralı fıkrasına göre kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlar bireysel başvuruda incelenemez. Aynı Kanunun 50. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre ise ihlal kararı verilmesi hâlinde ihlalin ve sonuçlarının ortadan kaldırılması için yapılması gerekenlere hükmedilirken yerindelik denetimi yapılamaz.
Bu hükümlerin Anayasanın 148. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarında düzenlenen Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruları karara bağlama yetki ve göreviyle birlikte değerlendirilmesi gerekir. Bu görevi kapsamında Anayasa Mahkemesi, Anayasa ve sözleşmenin ortak koruma alanında bulunan temel hak ve özgürlüklerin ihlal edildiği iddiasıyla yapılan bireysel başvuruları incelemek ve karara bağlamak durumundadır. Anayasa Mahkemesi, bu incelemeyi temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak Anayasada öngörülen güvencelere göre yapar.
Dolayısıyla Anayasa ve kanunda bireysel başvuruda inceleme yasağı getirilen alanın temel hak ve özgürlüklere ilişkin olarak Anayasada öngörülen güvencelerle ilgili olduğu düşünülemez. Bu alan, bireysel başvuru kapsamı dışındaki hukuka aykırılık iddialarına ilişkindir. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesinin birçok kararında da ifade edildiği üzere temel hak ve özgürlüklere müdahale söz konusu olmadıkça hukuk kurallarının uygulanması ve yorumlanması ile delillerin takdiri ve değerlendirilmesi derece mahkemelerine aittir (örnek olarak bkz. Ahmet Sağlam, B. No: 2013/3351, 18/9/2013, § 42; Sabahat Beğik ve diğerleri [GK], B. No: 2014/3738, 21/12/2017, § 23). Ancak temel hak ve özgürlüklere müdahalenin söz konusu olduğu durumlarda derece mahkemelerinin takdir ve değerlendirmelerinin Anayasa’daki güvencelere etkisini nihai olarak değerlendirecek merci Anayasa Mahkemesidir. Bu itibarla Anayasada öngörülen güvenceler dikkate alınarak bireysel başvuru kapsamındaki temel hak ve özgürlüklerin ihlal edilip edilmediğine ilişkin herhangi bir inceleme “kanun yolunda gözetilmesi gereken hususun incelenmesi” veya “yerindelik denetimi” olarak nitelendirilemez.
Aksinin kabulü durumunda Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruları karara bağlama yetki ve görevinin işlevsiz hâle geleceği, bunun da bireysel başvurunun etkili bir hak arama yolu olarak öngörülmüş olması amacıyla bağdaşmayacağı ortadadır. Anayasadaki temel hak ve özgürlüklerle ilgili güvenceler kapsamında inceleme yapılmasının kanun yolu denetimi olarak değerlendirilmesi, Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruları inceleme ve karara bağlama görevinin yerine getirilememesi sonucunu doğurur.“
Bu durumda (iç) hukukun yanlış yorumlandığını, delillerin yanlış değerlendirildiğini ve uyuşmazlık sonucunun adil olmadığını ileri süren başvurular kural olarak AİHM /(AYM) tarafından, kanun yolu şikâyeti“ olarak görüldüğünden kabul edilemez bulunmaktadır. Bunun istisnası, keyfi uygulama veya bariz kanuna aykırılık halleridir. AİHM ve AYM kararlarında anayasa ve sözleşmede tanınan bir hakkın ihlali ile sonuçlanan hukuka aykırılıklar kanun yolu şikâyeti olarak nitelendirilmemektedir (Gökcan H.Tahsin Bireysel Başvuruda Denetim Yetkisinin Sınırları TBB Dergisi).
AİHM sanığın başvurusu üzerine verdiği kararda da, Anayasa Mahkemesinin kararlarının, Anayasanın 153. maddesinin 6. fıkrasından doğan bağlayıcı niteliğini dikkate alarak, bireysel başvuruya ilişkin olarak Anayasa Mahkemesinin kararlarına uygulamada riayet etme hususunun, öncelikle (a priori) Türkiye’de sorgulanmaması gerektiği ve bu mahkemenin ihlâl kararlarının etkin bir şekilde uygulanmasından şüphe duyulmasına yer olmadığı kanaatine varmıştır.
Şu hale göre; kural olarak özellikle yargılama ve olağan yasa yolları süreci tamamlanmadan yapılan bireysel başvuru incelemelerinde, AYM’nin delil değerlendirmesinin hak ihlali bağlamında da olsa, asıl yargılama mercileri ile bir yetki çatışması sonucunu doğurduğu açıktır. Hak ihlalini netice veren meşru müdahale için ikame olunan delilin yeterli olup olmadığına ilişkin tespitin, yargılama konusu suçun sübut ve/veya vasfının tayini yönünden de belirleyici olacağında kuşku yoktur. Ne var ki, yargılama süreci tamamlanmış ve kanun yolu incelemesinden de geçerek kesinleşmiş hükümler yönünden gerçekleştirilen bireysel başvuru sonucunda tespit edilen hak ihlallerinin, gerektiğinde yeniden yargılama sebebi olarak kabul edildiği (CMK 311) sistemde, yargılamanın devamı sırasında ihlal neticesini doğuracak tespitlerin yargılama mercilerince göz ardı edilmesi düşünülemez. Aslolanın haksız-ölçüsüz bir müdahaleye maruz bırakılan temel hakkın bir an önce teslimi olduğuna göre, sair çatışma ve tartışmaların bu değerin önüne geçmesine “hukuk düzeninin tekliği“ ilkesi de müsaade etmez.
V-Sanıkların Hukuki Durumları:
Bu açıklamalar ışığında sanıklara müsnet suçların unsurları ve özel görünüm şekilleri, savunmalarında ileri sürülen hukuki kurumlar ile ilgili olarak yapılan açıklamalar, 15 Temmuz 2016 günü ülke genelinde yaşanan olaylar, Bölge Adliye ve İlk Derece Mahkemelerince sübutu kabul edilen somut olay çerçevesinde sanıkların hukuki durumlarının değerlendirilmesine gelince:
Oluşa ilişkin kabul ve dosya kapsamındaki sair delillere nazaran, anılan suçların hazırlık, planlama, icra ve sonrası ile ilgili olarak örgütsel bir organizasyon içinde yer almak suretiyle aralarındaki iş bölümü gereğince iştirak iradesi kapsamında yardım eden sıfatıyla hareket ettiklerine dair iddia, somut olgu ve mahkumiyetlerine yeterli delil ikame olunamayan sanıkların, medya organlarında sarf ettikleri sözleri, kaleme aldıkları yazıları ve diğer davranışları ile darbeye zemin hazırlayan/kalkışmayı meşru gösteren konuşma ve makaleleri ile, örgütün nihai amacını gerçekleştirmek için düşünce, planlama, icra ve sonrası itibarıyla örgütsel bir organizasyon ürünü olduğu anlaşılan kalkışma arasında illiyet bağının bulunduğunun kabulüne yasal imkan bulunmadığından, darbe yapılacağı hususundaki bilgilerinin mevcudiyeti sabit kabul edilse dahi, bu durumun iştirak iradesine dahil olunduğu sonucunu doğurmayacağı gerçeği de gözetildiğinde, Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs etme suçlarından beraatlerine dair verilen kararda,
Keza, Anayasal düzeni cebir ve şiddet kullanarak değiştirme amaç suç olup, bu suçun hazırlık hareketi niteliğinde olan terör örgütü üyeliği suçunda, örgüt üyesinin bizzat şiddete başvurmasına gerek yoktur. Mensup olduğu örgütün anayasal düzeni cebir ve şiddet kullanarak değiştirmek amacını gerçekleştirmek üzere kurulduğunu biliyor ve şiddete yönelik bu iradeyi kabullenip, örgütteki iş bölümü doğrultusunda kendisine verilen görevi sadakat ve teslimiyet duygusuyla sorgulamaksızın icra ediyorsa bu suçun unsurları oluşacaktır.
Ayrıntıları Dairenin 16.03.2020 tarihli 2019/1989 Esas, 2020/2030 sayılı kararında açıklandığı üzere; Örgüt içi hiyerarşide itaat ve teslimiyet katı bir kuraldır. Teslimiyet hem örgüte hem de liderin emrine ona atfen verilen göreve adanmışlıktır. Örgüt sivil toplumu kendi haline bırakmayıp, kendine hizmet eden bağlı unsurlara dönüşmektedir. Kadrolaşma ile yargı, ordu, emniyet ve bakanlık birimleri ile bir kısım medya kuruluşları bu gücün denetimine girip, örgütsel amaçlar doğrultusunda kullanılabilmektedir.
Örgütün hiyerarşik yapılanmasındaki tabaka sistemi kat sistemine dayanır. Katlar arasında geçişler mümkündür ama dördüncü tabakadan sonrasını önder belirler. Katlardan -İkinci Kat, Sadık Tabaka: Okul, dershane, yurt, banka, gazete, vakıf ve kurum görevlilerinden oluşan sadık gruptur. Bunlar örgüt sohbetlerine katılır, düzenli aidat öder, az veya çok örgüt ideolojisini bilen kişilerdir.” Örgütün genel stratejisi gereğince sözde meşruiyet vitrini olarak kullandığı, belli özellikleri nedeniyle kamuoyunca da tanınan kimi yazar kadrosu mahfuz kalmak üzere, gazete çalışanlarının ikinci katta, sadık tabaka olarak nitelendirilen grupta yer aldığı görülmektedir.
Bu bağlamda, amaç suçu işlemek açısından; ülke genelinde örgütlenme, üye sayısı, araç gereç, hiyerarşik yapı ve şiddete dayalı eylem plan ve programının varlığı bakımından elverişli yapılanması bulunan FETO/PDY’nin medya ayağında görevlendirilen, medyanın koruyucu zırhını giydikten sonra, geniş izleyici kitlelerine ulaşıp, örgüte sözde meşruiyet sağlamak ve eleman devşirmek gibi gerçek amaçlarını gizleyerek hak ve özgürlükleri savunuyor görüntüsü altında, basın özgürlüğü hakkını kötüye kullanmak suretiyle örgütün amaçları doğrultusunda kitleleri etkilemek için propaganda taktiklerinin icra edilmesi faaliyetini yöneten ve/veya doğrudan icra eden, böylece örgüt amaçlarına hizmet ettiklerinde kuşku bulunmayan;
Örgütün yayın organlarından olan Aksiyon isimli haftalık haber dergisinde 17.03.2008 tarihinde yayımlanan yazısında ikrar ettiği üzere, ABD ülkesi Pennsylvania eyaletinde FETO/PDY’nin kurucusu ve yöneticisi Fetullah GÜLEN’in de yaşadığı yerleşkede üç gün boyunca kalan, örgüt lideri ile doğrudan görüşmelere katılan, anılan mekanla ilgili ayrıntılı bilgiler paylaşan, örgütün yayın organı Zaman gazetesinde iddianameye konu 21.12.2013, 28.12.2013, 02.02.2014, 05.02.2014, 08.02.2014, 10.03.2014, 29.03.2014, 15.12.2014, 17.12.2014, 20.12.2014, 29.12.2014, 31.10.2015 tarihli örgütün amacına hizmet eden yazılar yazan, aynı
gazetede 17.08.2015 tarihinde yayınlanan yazısında bir darbe geliştirmek üzere teklifte bulunmak istediğini, bu darbenin maksadının hukuk devletini yeniden inşa etmek olacağını, güçler ayrılığını tesis edeceğini, hukuk devletini yeniden kurarak hukukun bağımsız ve tarafsız kılınacağını, Cumhurbaşkanlığı sisteminin kaldırılacağını, seçim barajının da olmayacağını, ordunun meclis savunma komisyonuna bağlanacağını, bu amaçları taşıyan bir darbe girişiminin taraftarı olacağını açıkça söyleyerek örgütün gerektiğinde şiddete başvurma stratejisini de benimseyen sanık …’ın,
Örgütün yayın organı Zaman gazetesinin Ankara temsilcisi olan, anılan gazetenin de bağlı bulunduğu Feza Gazetecilik AŞ’ye ait 34 HB 0571 plakalı aracı 11.12.2015 tarihinde satın alıp, aynı gün Feza Gazetecilik AŞ’ye kiralayarak, bahsi geçen şirketin malvarlığının muhtemel ceza soruşturması nedeniyle el konulması ve müsaderesinin önlenmesine hizmet eden, -bahsi geçen pozisyon ve işlemlerin örgüt yönetiminin doğrudan görevlendirmesi ve güveni olmadan icra imkanın bulunmaması da gözetildiğinde- sanık …’ın,
Örgütün yayın organı Zaman gazetesinin Gece Sorumlusu olan, münhasıran FETÖ/PDY terör örgütü mensuplarınca gizliliğe riayet için kullanılan ByLock iletişim programını kullanan, dijital veri raporuna göre cep telefonunda örgüt liderine ait çok sayıda fotoğrafı taşıyan, şahsi Twitter hesabından 05.08.2014 tarihinde örgüt mensuplarına yönelik soruşturmaları kastederek “hayırdır darbe mi yapıyorsunuz, operasyonlarla hizmeti bitiremeyeceklerini anlamışlar, toptan mı alacaksınız, ya bu gönüller daha fazla ise” şeklinde, örgütün kendisince de bilinen gücünü ortaya koyan paylaşımlar yapan, 18.07.2014 tarihinde aynı hesaptan örgüt liderinin “açtıkları ne istiklal savaşı, ne de kurtuluş savaşı, olup biten gırtlaklarına kadar battıkları pislikten kurtulma telaşı” şeklindeki sözlerini paylaşarak örgüt liderinin algı oluşturmaya yönelik mesajlarını yurtiçindeki diğer örgüt mensuplarına da ulaştırmayı amaçlayan, 18.07.2016 tarihinde ABD Boston eyaletine kaçmak isterken üzerinde, hakkında soruşturma yapılan birçok örgüt mensubunda olduğu ve etkin pişmanlık beyanlarında örgütsel motivasyonu artırmak ve örgüt mensuplarının birbirini tanıyabilmesi için taşıdıkları bir ABD doları ile Atatürk havaalanında yakalanan sanık …’in sübut bulan eylemlerinin, silahlı terör örgütü FETÖ/PDY’nin hiyerarşik yapısına organik bağla dâhil olarak, süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk içeren faaliyetleri nedeniyle anılan örgütün üyesi olduklarını ortaya koyduğundan TCK’nın 314/2. maddesinde düzenlenen silahlı terör örgütüne üye olmak suçunu oluşturduğunun kabulünde,
Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yapmak, bir kısım örgüt mensuplarıyla röportaj yapıp yayımlamak, örgüt mensup ve kurumlarına karşı başlatılan ceza soruşturmalarını eleştirerek örgüte sempatisini ortaya koymak dışında; özellikle röportaj ve yazı tarihleri de dikkate alındığında, basın özgürlüğünü ve demokratik toplumda hoşgörü ile karşılanabilecek ve eleştiri sınırlarını aşan ve örgütün amacına hizmet eden tutum ve davranışları ile örgütün hiyerarşik yapısına organik bağ ile bağlandıkları ya da örgüte yardım maksadıyla hareket ettikleri yönünde mahkûmiyetlerine yeterli ve inandırıcı delil bulunamayan sanıklar …, … ve …’ın silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan beraatlerine dair verilen kararlarda hukuki isabetsizlik görülmediğinden;
VI- HÜKÜM:
1-Sanıklar …, …, … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükümleri ile …, …, …, …, …, … ve … hakkında ayrı ayrı Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, TBMM’yi ortadan kaldırmaya teşebbüs ve T.C. Devleti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlarından, …, …, … ve … hakkında ayrı ayrı Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, TBMM’ni ortadan kaldırmaya teşebbüs ve T.C. Devleti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs, silahlı terör örgütüne üye olma suçlarından verilen beraat hükümlerinin temyiz incelemesinde;
Sanıklar …, … ve … hakkında örgüt üyeliği suçu yönünden yargılama sürecindeki usuli işlemlerin kanuna uygun olarak yapıldığı, hükme esas alınan tüm delillerin hukuka uygun olarak elde edildiğinin belirlendiği, aşamalarda ileri sürülen iddia ve savunmaların temyiz denetimini sağlayacak biçimde eksiksiz olarak sergilendiği, özleri değiştirilmeksizin tartışıldığı, vicdani kanının kesin, tutarlı ve çelişmeyen verilere dayandırıldığı, eylemlerinin doğru olarak nitelendirildiği ve kanunda öngörülen suç tipine uyduğu, yaptırımın kanuni bağlamda şahsileştirilmek suretiyle uygulandığı, sanıklar …, …, …, …, …, …, …, …, …, … ve … hakkında Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs etme, TBMM’yi ortadan kaldırmaya teşebbüs ve T.C. Devleti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlarının kanuni unsurlarının oluşmadığına, sanıklar …, …, … ve … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçlarını işlediklerinin ispat edilemediğine dair gerekçelerin karar yerinde gösterilmiş olduğu anlaşılmakla; Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet savcısının ve sanıklar müdafilerinin temyiz dilekçelerinde ileri sürdüğü nedenler yerinde görülmediğinden CMK’nın 302/1. maddesi gereğince temyiz davalarının esastan reddiyle hükümlerin ONANMASINA,
2-Sanıklar …, …, … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçundan kurulan mahkûmiyet hükümleri ile … hakkında silahlı terör örgütüne üye olma suçlarından verilen beraat hükmünün temyiz incelemesinde;
a-Sanıklar … ve … yönünden;
Örgütün üst düzey yöneticilerinin de üyesi olduğu Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Mütevelli Heyetinde yer alan, terör örgütü lideri Fetullah Gülen’in anılan vakfın onursal başkanlığına seçildiği 20.11.2014 tarihinde 2 numaralı yönetim kurulu kararında imzası bulunan, 21.01.2015 tarihinde terör örgütüyle iltisaklı Mehtap TV’de yayınlanan programa Amerika Birleşik Devletlerinden katılan diğer sanık …’a hitaben “son sözü hocam sana bırakıyoruz, anavatandasın” diye hitap ederek örgüt liderine atfettiği değeri ortaya koyan, örgütle iltisaklı Bankasya Finans kurumundaki hesabında, örgüt liderinin talimatı üzerine 2014 yılı Ağustos itibarıyla 2015 yılı Aralık ayına kadar önemli miktarlarda para artışı gözlemlenen, örgüt liderinin herkul.org isimli örgüte müzahir internet sitesinde “Cennetin kılıçların gölgesinde olduğunu, savaş durumunda kılıcın hakkını vermek gerektiği…” şeklindeki sözlerinin yayınlanmasından kısa bir süre sonra sanığın köşe yazısında “Kılıç her zaman gayrimeşru bir siyaset aracı mıdır, zorbalar kılıç kullanır da mazlumların kılıç kullanma hakkı yok mu” şeklinde sorular sorduktan sonra bazı durumlarda kılıç kullanmanın bir hak olduğunu bunun daha büyük kıyamlardan korunmak için kullanılabileceğini söyleyen, örgütün yayın organı Zaman gazetesi önünde 04.03.2016 tarihinde yaptığı konuşmada siyasi iktidarı “Aklınızı başınıza toplayın” diye uyaran, örgütün yayın organı Zaman gazetesinde iddianameye konu 21.12.2013, 05.01.2014, 01.03.2014, 10.03.2014, 13.03.2014, 29.03.2014, 15.12.2014, 18.12.2014, 20.12.2014, 29.12.2014, 29.10.2015, 06.02.2016 tarihli yazıları kaleme alan sanık …’ın,
Cep telefonu üzerinde yapılan incelemede örgütün üst düzey mensuplarından … ile 13.03.2016 ve 24.06.2016 tarihleri arasında Twitter isimli uygulama üzerinden mesajlaşan, bu mesajlarda …’un kendisine “az evvel beyefendiye selam ve mesajınızı iletti FMRCN, çok dua etti, gözlerinin içi ışıldadı” şeklinde cevabi mesajları bulunan, örgütün yayın organı Zaman gazetesinde iddianameye konu, 22.12.2013, 29.12.2013, 10.01.2014, 31.01.2014, 02.03.2014 14.03.2014, 12.12.2014, 16.12.2014, 17.12.2014, 18.12.2014, 19.12.2014, 06.01.2015, 08.01.2015, 22.01.2015, 05.02.2015, 06.02.2015, 17.03.2015, 20.03.2015, 25.08.2015, 29.09.2015, 29.10.2015, 19.03.2016, 04.02.2016 tarihli yazıları yazan sanık …’nin,
Anayasayı ihlal suçuna fail olarak iştirak ettikleri kanıtlanamayan, yazılan yazı ve söylenen sözler nedeniyle FETÖ/ PDY terör örgütü lider ve yöneticilerin suçun işlenmesine karar verildiğinin kabulüne olanak bulunmaması nedeniyle azmettirmenin koşullarının oluşmadığı, suça teşvik ya da suç kararını kuvvetlendirmek suretiyle yardım edildiğinin kabulü için işlenecek suçun bilinmesi gerçekleşen neticenin faillerin eseri olduğunu kabul edilmesi mümkün olmadığından şerikliğin yasal koşularının gerçekleşmediği, silahlı terör örgütü FETÖ/PDY’nin hiyerarşik yapısına organik bağla dahil olup, süreklilik, çeşitlilik ve yoğunluk içeren faaliyetleri nedeniyle anılan örgütün üyesi oldukları yönünde dosyada her hangi bir delile rastlanmayan ve esas itibariyle kamuoyunca da tanınan siyasi-ideolojik kimlikleri itibarıyla savunmaları hayatın olağan akışına uygun düşen, örgütün genel stratejisi gereğince sözde meşruiyet vitrini olarak kullandığı, belli özellikleri nedeniyle kamuoyunca da tanınan muhalif gazeteci sanıklar … ve …’ın gazetecilik faaliyeti kapsamında gerçekleştirdikleri makale ve konuşmalarının eleştiri içeren muhtevasından ayrık olarak, ayrıntıları Dairenin 2015/3-2017/3 sayılı kararında açıklandığı üzere; önce dini bir kült, ardından bir terör örgütüne dönüşen, amaca
ulaşmak için her yolu mubah gören fakat sözde meşruiyetini sivil alanda dinden, kamusal alanda ise hukuktan aldığı izlenimi vermek için yeterli güce ulaşıncaya kadar alenen kriminalize olmamaya çalışan FETÖ/PDY’nin eğitim öğretim faaliyetleri, sivil toplum ve meslek kuruluşları, yerel ve uluslar arası ticari işletmeler, basın-yayın ve medya organları gibi legal yapılar ve Abant toplantıları, Türkçe olimpiyatları benzeri prestijli organizasyonlar üzerinden oluşturulan sempatizan halkasından insan ve maddi kaynak devşirdiğinin açıklığa kavuşmuş olması da gözetildiğinde, nihai amacı anayasal düzeni değiştirmek olarak belirginleşen ve bu maksatla Devletin silahlı kuvvetlerine sızan mensuplarınca silahlı bir kalkışma/darbe gerçekleştirme ihtimalinin kuvvetle muhtemel olarak görüldüğü bir dönemde örgütün, anayasal düzene karşı icra edeceği kalkışma öncesindeki sürece mutad siyasi muhalefet görüntüsü vermeye çalışmak ve örgütün sempatizan sınıfını oluşturan geniş halk kitleleri nazarında sözde meşruiyetini korumak amacına hizmet eder mahiyetteki, gazetecilik faaliyeti kapsamında değerlendirilmesi de mümkün olmayan sübut bulan eylemlerinin, TCK’nın 314/3 ve 220/7 maddeleri delaletiyle 314/2. maddesinde düzenlenen, hiyerarşik yapısına dahil olmamakla birlikte FETÖ/PDY silahlı terör örgütüne yardım etmek suçunu oluşturacağı gözetilmeden delillerin yanlış değerlendirilmesi sonucunda suç vasfında yanılgıya düşülerek yazılı şekilde örgüt üyeliği suçundan mahkumiyetlerine karar verilmesi,
b-Sanık … yönünden;
Örgütün genel stratejisi gereğince sözde meşruiyet vitrini olarak kullandığı, belli özellikleri nedeniyle kamuoyunca da tanınan kimi yazar kadrosu mahfuz kalmak üzere, gazete çalışanlarının örgütün hiyerarşik yapısı içerisinde ikinci katta, sadık tabaka olarak nitelendirilen grupta yer aldığı da gözetilerek; uzun yıllardır FETÖ/PDY ile iltisaklı olan Feza Gazetecilik bünyesindeki Zaman gazetesinde çalışan ve en son sorumlu yazı işleri müdürlüğüne kadar yükselen sanığın, ilk görevi ve görev yerinden itibaren bu güne kadarki çalışmalarının, örgüt içi tayin edilip edilmediğinin, sanığa tahsisli telefon hattı ile örgütün mahrem imamlarıyla olan iletişim ve irtibatının, örgütlü suçlar bilgi bankası bilgi bankası başta olmak üzere sanıkla alakalı beyan yahut ifade bulunup bulunmadığının araştırılarak hukuki durumunun tayin ve takdiri gerekirken yetersiz gerekçe ve eksik araştırma ile gerekçede yazılı şekilde kararlar verilmesi,
c- Sanık … yönünden;
Kişisel bilgisayarlarında yapılan incelemelerde “17 Aralık raporu” isimli bir Word belgesinde gizli olması gereken 17-25 Aralık soruşturmalarına ait fezlekeleri temin ettiği anlaşılan, “Sayın Fethullah Gülen Hoca Efendi” isimli word belgesinde örgüt liderinin kardeşinin ölümü sebebiyle örgüt liderine başsağlığı dileklerini içeren bir taziye mesajı gönderen, “Gülen’e Sorular” isimli Word belgesinde örgüt liderine doğrudan soru sorabilme imkânı bulunan, “Okullar Ek” isimli Word isimli belgesinde terör örgütüyle irtibat ve iltisaklı eğitim kurumların listesini bulunduran, “Zamanda Son Gün” isimli Word belgesinde Zaman gazetesine 04.03.2016 tarihinde el konulması olayında izlenimlerini anlatan, katıldığı bir televizyon programında “iddianamede Fethullahçı terör örgütü oldukları gerekçesiyle… ya hu Allah aşkına hangi terör ne olmuş, ne şiddet uygulanmış, Fetullah Gülen’in şiddetle ne alakası var, ulan siz kimi kandırabilirsiniz. Fetullah Gülen dünyanın en barışçıl din insanı, İslam dünyasının en barışçıl din adamı, siz kim oluyorsunuz, Fetullah Gülen’e terörist diyecek kadar kim oluyorsunuz siz, utanın be” şeklinde beyanlarıyla örgüt liderini kamuoyunda meşrulaştırmak isteyen sanık …’ın,
Özellikle, hakkında verilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 20 Mart 2018 tarih 16538/17 sayılı kararı ile Anayasa Mahkemesinin 2016/16092 ve 2018/3007 başvuru numaralı kararların delil değerlendirmesine ilişkin gerekçeleri de gözetilerek; suç konusu yazıların yayımlandığı Zaman gazetesinin ve yayın politikası ve stratejisi itibarıyla FETÖ/PDY silahlı terör örgütü kurucu ve yöneticisi Fetullah Gülen ile irtibatının ve gazetenin amaç ve mahiyetinin ortaya konulması, sanığın belirlenen strateji ve amaçlardan haberdar olup olmadığı ve örgütle olan irtibatının tespit edilmesi bakımından kamuoyunca bilinen açık kaynaklardan da faydalanılmak suretiyle aynı dönemde anılan gazetede çalışan…gibi şahısların daha önce mahkeme huzurunda alınmış ifadelerinin temin edilerek duruşmada okunması gerekirse belirlenen şahısların tanık olarak dinlenmesi, sanıkla ilgili varsa diğer ifadelerin örgütlü suçlar bilgi havuzundan temin edilmesi ile sonucuna göre örgütün amacına hizmet eden yazı ve diğer davranışların, sanığın örgüt hiyerarşisine organik bağ ile dâhil olduğu yönünde başkaca delil ikame olunamaması durumunda TCK’nın 314/3 ve 220/7 maddeleri delaletiyle 314/2 maddesinde düzenlenen silahlı terör örgütüne yardım etme suçunun oluşturacağı gözetilmeden ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile Anayasa Mahkemesinin anılan kararlarındaki tespit, değerlendirme ve çekinceler tartışılarak bertaraf edilmeden eksik araştırma ve yetersiz gerekçe ile yazılı şekilde hüküm kurulması,
Kanuna aykırı, sanık …, Bölge Adliye Mahkemesi Cumhuriyet savcısının ve sanıklar müdafilerinin temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde görülmüş olduğundan hükümlerin bu sebepten dolayı CMK’nın 302/2. maddesi uyarınca BOZULMASINA, bozma nedenine, değişen suç vasfına ve tutuklulukta geçirdiği süreye göre sanık …’nin, 5271 sayılı CMK’nın 109/3-a maddesi gereğince “Yurt dışına çıkamamak” adli kontrol tedbirinin uygulanması suretiyle TAHLİYESİNE, başka suçtan hükümlü veya tutuklu bulunmadığı takdirde DERHAL SALIVERİLMESİNİN sağlanması için ilgili yer Cumhuriyet Başsavcılığına müzekkere yazılmasına, 28.02.2019 tarihinde yürürlüğe giren 20.02.2019 tarih ve 7165 sayılı Kanunun 8. maddesiyle değişik 5271 sayılı Kanunun 304. maddesi uyarınca dosyanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine, kararın bir örneğinin İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE, 24.09.2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.