Yargıtay Kararı 14. Hukuk Dairesi 2016/6818 E. 2019/2349 K. 14.03.2019 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 14. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2016/6818
KARAR NO : 2019/2349
KARAR TARİHİ : 14.03.2019

MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi

Davacı vekili tarafından, davalılar aleyhine 25.06.2008 gününde verilen dilekçe ile satış vaadi sözleşmesine dayanan tapu iptali ve tescil talebi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın reddine dair verilen 14.10.2014 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kağıtlar incelenerek gereği düşünüldü:
K A R A R
Dava, satış vaadi sözleşmesinden kaynaklanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir.
Davacı, 892 ada 242 parsel sayılı taşınmazda davalılar adına kayıtlı olan payı 12.04.1993 tarihli satış vaadi sözleşmesiyle davalıların murisi Adem Korucuoğullarından 20.000.000ETL bedelle satın aldığını, bedeli ödediğini belirterek davalılara ait hissenin iptali ile müvekkili davacı adına tescilini talep etmiştir.
Davalı … vekili, satışa konu hissenin murisi adına 03.09.1998 tarihinde hükmen tescil edildiği dava tarihine kadar davacının talebinin olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Davalılar … ve … duruşmadaki beyanlarında davanın reddini istemişlerdir.
Davalılar … ve … davaya cevap vermemişlerdir.
Mahkemece; davanın zamanaşımı nedeni ile reddine karar verilmiştir.
Hükmü, davacı vekili temyiz etmiştir.
Kaynağını Borçlar Kanununun 22. maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri, Borçlar Kanununun 213. maddesi ile Türk Medeni Kanununun 706. ve Noterlik Kanununun 89. maddesi hükümleri uyarınca noter önünde re’sen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla geçerliliği resmi şekil şartına bağlı kılınan, tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan sözleşme türüdür. Vaat alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyet devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde Türk Medeni Kanununun 716. maddesi uyarınca açacağı tapu iptali ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilir.
Taşınmaz mal satış vaadi sözleşmesinden doğan davalar için özel bir zamanaşımı süresi öngörülmediğinden Borçlar Kanununun 125. maddesi hükmü gereğince on yıllık zamanaşımı süresi uygulanır ve bu süre sözleşmenin ifa olanağının doğması ile işlemeye başlar. Ancak satışı vaat edilen taşınmaz, sözleşme ile veya fiilen satış vaadini kabul eden kişiye yani vaat alacaklısına teslim edilmiş ise on yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açılan davalarda zamanaşımı savunması Türk Medeni Kanununun 2. maddesinde yer alan “dürüst davranma kuralı” ile bağdaşmayacağından dinlenmez.
Bilindiği üzere; zamanaşımı, kanunda belirtilmiş olan süresi içinde talep ve dava edilmemiş olan alacakların özüne dokunmamakla beraber “dava edilebilme vasfını kaybetmesi” sonucunu doğuran bir süre geçimidir. Hak düşürücü süreden farklı olarak, zamanaşımında borç sona ermemekte ve fakat dava edilebilme olanağı kalmamaktadır. Diğer taraftan, hak düşürücü sürenin varlığını hakimin kendiliğinden (re’sen) gözetmesi gerekirken, zamanaşımının varlığı def’i olarak ileri sürülürse dikkate alınabilir (BK m.140). Dolayısıyla, zamanaşımı borçluya sadece bir def’i hakkı verir. Buna da zamanaşımı def’i denilmektedir.
HUMK’nun yürürlükte olduğu dönemde savunmanın genişletilmesi ya da değiştirilmesi yasağı cevap dilekçesinin davalıya tebliği ile başlamaktadır. Davalı taraf cevap dilekçesinde tüm savunmalarını sebepleriyle beraber bildirmek zorundadır. cevap dilekçesinde bildirilmeyen def’iler sonradan ileri sürülemez; ayrıca, cevap dilekçesindeki savunmanın dayandırıldığı olgular da genişletilemez ve değiştirilemez. Bu nedenle HUMK’nun uygulandığı dönemde zamanaşımı itirazı süresinde verilecek cevap dilekçesi ile yapılabilmekte idi. Ancak, bu yasağın istisnaları da aynı maddenin 3. fıkrasında gösterilmiş ve ıslah da bu istisnalar arasında sayılarak, ıslahla savunma sebeplerinin genişletilip veya değiştirilebileceği kabul edilmiştir.
Islahın konusunu tarafların yaptıkları usul işlemleri oluşturduğundan taraflardan birinin ıslah yoluna başvurabilmesi için daha önce yapmış olduğu bir usul işleminin bulunması gerekir. Gerek dava açıldığı sırada yürülükte bulunan mülga 1086 sayılı HUMK’nun 83. maddesinde gerekse yargılama sırasında yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nin 176. maddesinde taraflardan her birinin yapmış olduğu usul işlemlerini kısmen veya tamamen ıslah edebileceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Bu nedenle cevap dilekçesinin ıslahı için öncelikle yapılması gereken usul işlemi davaya cevap vermekten ibarettir. Cevap dilekçesinin hiç verilmemiş olması halinde ortada ıslah edilmesi mümkün bir usul işleminin varlığından söz edilemez. Aksi halde, suskun kalınarak hiç cevap verilmemiş olması halinin bir usul işlemi olarak kabulü gerekir. Bu çerçevede süresi geçtikten sonra yapılan ve karşı çıkılan savunmanın da hiç yapılmamış gibi olduğunu ve aynı hukuki sonucu doğuracağını belirtmek gerekir. Usul işleminin ıslahla düzeltilmesi öncelikle geçerli bir hukuki işlemin varlığını gerektirdiğinden, yapılmamış hükmünde sayılan bir usul işleminin ıslahla düzeltilmesi de düşünülemez.

Ayrıca, davalının süresinden sonra verdiği cevap dilekçesini ıslah ederek zamanaşımı def’inde bulunabileceğini kabul etmek ıslah ile kaçırılmış olan sürenin geri getirilmesi, daha doğrusu ıslah ile davaya cevap verilmesi sonucunu doğuracaktır. Oysa ki kanun ile belirlenen süreler kesin olup, ıslah kaçırılmış olan süreleri geri getiren bir yol değildir.
Bu açıklamalar doğrultusunda somut olaya gelince: Yerel mahkemece davalının ıslah yolu ile zamanaşımı definde bulunabileceği ve davacının isteminin zamanaşımına uğradığı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş ise de; karar isabetli değildir.
Şöyle ki; dava, 1086 sayılı HUMK’nun yürürlükte olduğu 25.06.2008 tarihinde görevsiz sulh hukuk mahkemesinde açılmış, dava dilekçesi …’na 14.10.2009 tarihinde tebliğ edilmiş; davalı tarafça yasal süresi içerisinde davaya cevap verilmemiş, süresinden sonra 02.11.2009 tarihinde sunulan cevap dilekçesinde zamanaşımı itirazında bulunulmamıştır.
Davalı … vekili tarafından görevsiz sulh hukuk mahkemesine verilen 08.04.2011 tarihli ıslah dilekçesi ile zamanaşımı def’inde bulunmuş, davacı vekili 27.04.2011 tarihli dilekçesinde; davalı vekilinin ıslah dilekçesi ile zamanaşımı itirazında bulunmasına muvafakat etmediklerini bildirdiği anlaşılmaktadır.
Cevap dilekçesinin verilmesi usuli bir işlemdir. Davalı davaya yasal cevap süresi içinde cevap vermemiş, süresinden sonra verilen cevap dilekçesinde de zamanaşımı def’inde bulunmamıştır. Islah dilekçesi ile ileri sürülen zamanaşımı def’i de davacının savunmasının genişletilmesi itirazı ile karşılaşmıştır. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 07.06.2017 tarihli 2016/1209-2017/1075 Esas-Karar sayılı ilamında da bahsedilen yukarıda ayrıntılı olarak izah edilen ilkeler doğrultusunda açıklandığı gibi süresinde verilen bir cevap dilekçesi olmadığından; ortada ıslah ile düzeltilmesi mümkün olan bir usul işlemi de bulunmamaktadır. Davalının ıslah yoluyla süresinde verilmeyen cevap dilekçesini, süresinde verilmiş hale getirmesi mümkün değildir.
Bu durumda mahkemece davalının süresi içinde zamanaşımı definde bulunmadığı gözetilerek işin esasına girilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu biçimde hüküm kurulması doğru görülmemiş, bu sebeple hükmün bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin yatırılan harcın istek halinde iadesine, kararın tebliğinden itibaren 15 gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 14.03.2019 tarihinde oybirliği ile karar verildi.