YARGITAY KARARI
DAİRE : 1. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2020/2024
KARAR NO : 2020/4951
KARAR TARİHİ : 12.10.2020
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında birleştirilerek görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi …’ın raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;
-KARAR-
Asıl dava, ehliyetsizlik ve muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil; birleştirilen dava, vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil isteğine ilişkindir.
Asıl davada davacılar, mirasbırakan …’nın Kahramanmaraş 4. Noterliği’nin 07.09.2005 tarihli 13625 yevmiye numaralı vekaletnamesi ile dava dışı kayınbiraderi Mahmut Bozgeyik’i vekil tayin ettiğini, vekil Mahmut’un anılan vekaletnameyi kullanarak mirasbırakanın maliki olduğu 2260 ada 14 parsel, 121 ada 17, 22, 24 parsel sayılı taşınmazları mirasbırakanın oğlu davalı …’ya satış suretiyle temlik ettiğini, işlemin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı olduğunu ayrıca mirasbırakanın vekaletname tarihinde akli melekelerinin yerinde olmadığını ileri sürerek davalı adına olan tapu kayıtlarının iptali ile mirasçılar adına tapuya tesciline karar verilmesini istemişler, 11.12.2012 tarihli celsede davayı miras payına hasretmişler; birleştirilen davada davacılar, vekalet görevinin kötüye kullanıldığını ileri sürerek davalı adına olan tapu kaydının iptali ile miras payları oranında tapuya kayıt ve tesciline karar verilmesini istemişlerdir.
Asıl ve birleştirilen davada davalı, iddiaların doğru olmadığını, çekişmeli taşınmazları vekil Mahmut’tan bedeli karşılığında temellük ettiğini, bedeli vekil Mahmut’a ödediğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, mirasbırakanın vekaletname tanzimi için akli melekelerinin yerinde olduğuna ilişkin tek hekim raporuna itibar edilemeyeceği, mirasbırakanın akli melekelerinin yerinde olduğu kabul edilse dahi temlikin mirastan mal kaçırmak amaçlı ve muvazaalı olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; 1926 doğumlu mirasbırakan …’nın 10.08.2008 tarihinde vefatı ile geride mirasçı olarak asıl davada davacı oğulları Ahmet ve Cuma, birleştirilen davada davacı eşi Emine, davacı kızları Ümmühanı, Elif ile kendisinden önce ölen kızı Hatice’nin çocukları davacılar Adem, Sultan, Mustafa, Nusret ve dava dışı Hürü ile davalı oğlu İsmail’i bıraktığı; mirasbırakanın 07.09.2005 tarihinde dava dışı Mahmut Bozgeyik’i vekil tayin ettiği, vekil Mahmut’un 03.10.2007 tarihinde mirasbırakanın maliki olduğu 121 ada 17, 22, 24 parsel ile 2260 ada 14 parsel sayılı taşınmazları davalı …’e satış suretiyle devrettiği sabittir.
Bir davada birden fazla hukuksal nedene dayanılabilir ve bu durumda iddiaların önem derecesine göre incelenmesi zorunludur. Bu durumda mahkemece yapılması gereken sırasıyla bunları incelemek ve araştırmak, sonra da gerekli kararı vermektir. Buna karşılık mahkemece, davacıların ehliyetsizlik ve vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenlerine ilişkin talepleri yönünden bir araştırma ve inceleme yapılmadan, sadece muris muvazaası iddiası araştırılarak davanın kabulüne karar verildiği görülmektedir.
Bilindiği üzere; davranışlarının, eylem ve işlemlerinin sebep ve sonuçlarını anlayabilme, değerlendirebilme ve ayırt edebilme kudreti (gücü) bulunmayan bir kimsenin kendi iradesi ile hak kurabilme, borç (yükümlülük) altına girebilme ehliyetinden söz edilemez. Nitekim Türk Medeni Kanununun (TMK) “fiil ehliyetine sahip olan kimse, kendi fiilleriyle hak edinebilir ve borç altına girebilir” biçimindeki 9. maddesi, şahsın hak elde edebilmesi, borç (yükümlülük ) altına girebilmesi, fiil ehliyetine bağlanmış. 10. maddesi de, fiil ehliyetinin başlıca koşulu olarak ayırtım gücü ile ergin (reşit) olmayı kabul ederek “ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır.” hükmünü getirmiştir. “Ayırtım gücü” eylem ve işlev ehliyeti olarak da tarif edilerek, aynı yasanın 13. maddesinde “yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk yada bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” denmek suretiyle açıklanmış, ayrıca ayırtım gücünü ortadan kaldıran önemli nedenlerden bazılarına değinilmiştir. Önemlerinden dolayı bu ilkeler, söz konusu yasa ile öteki yasaların çeşitli hükümlerinde de yer almışlardır.
Hemen belirtmek gerekir ki, TMK’nin 15. maddesinde de ifade edildiği üzere, ayırtım gücü bulunmayan kimsenin geçerli bir iradesinin bulunmaması nedeniyle, kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, yapacağı işlemlere sonuç bağlanamayacağından, karşı tarafın iyiniyetli olması o işlemi geçerli kılmaz. Bu ilke 11.6.1941 tarih 4/21 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında da aynen benimsenmiştir.
Yukarıda sözü edilen ilkelerin ve yasa maddelerinin ışığı altında olaya yaklaşıldığında; bir kimsenin ehliyetinin tespitinin şahıs ve malvarlığı hukuku bakımından doğurduğu sonuçlar itibariyle ne kadar büyük önem taşıdığı kendiliğinden ortaya çıkar.
Bu durumda, tarafların gösterecekleri, tüm delillerin toplanılması tanıklardan bu yönde açıklayıcı, doyurucu somut bilgiler alınması, varsa ehliyetsiz olduğu iddia edilen kişiye ait doktor raporları, hasta gözlem (müşahede) kağıtları, film grafilerinin eksiksiz getirtilmesi zorunludur. Bunun yanında, her ne kadar 6100 s. Hukuk Muhakemeleri Kanununun 282. maddesinde belirtildiği gibi bilirkişinin “oy ve görüşü” hakimi bağlamaz ise de, temyiz kudretinin yokluğu, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi salt biyolojik nedenlere değil, aynı zamanda bilinç, idrak, irade gibi psikolojik unsurlara da bağlı olduğundan, akıl hastalığı, akıl zayıflığı gibi biyolojik ve buna bağlı psikolojik nedenlerin belirlenmesi, çok zaman hakimlik mesleğinin dışında özel ve teknik bilgi gerektirmektedir.
Hele ayırt etme gücünün nispi bir kavram olması kişiye eylem ve işleme göre değişmesi bu yönde en yetkili sağlık kurulundan, özellikle Adli Tıp Kurumu Dördüncü İhtisas Dairesinden rapor alınmasını da gerekli kılmaktadır. Esasen TMK’nin 409/2. maddesi akıl hastalığı veya akıl zayıflığının bilirkişi raporu ile belirleneceğini öngörmüştür.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide “muris muvazaası” olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada mirasbırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Böyle bir durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 1.4.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 706., Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 237., (Borçlar Kanunu’nun (BK) 213.) ve Tapu Kanunu’nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün, diğer bir söyleyişle mirasbırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ile durumun aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile mirasbırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
Borçlar Kanununun temsil ve vekalet aktini düzenleyen hükümlerine göre, vekalet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. maddesinde (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; “Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.
Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.
Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır.” hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK’nin 504/1) Sözleşmede vekaletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK’de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK’de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.
Öte yandan, vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil vekalet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekalet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekalet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK’nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hakim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Somut olayda mahkemece, asıl davada davacının bildirdiği tanıklardan yalnızca biri dinlenmiş, ne var ki dinlenen tanığın davayı ispata yeterli bilgisinin olmadığı anlaşılmıştır.
Hal böyle olunca, mahkemece yapılacak iş; asıl dava bakımından öncelikle mirasbırakanın vekaletname tarihinde hukuki ehliyeti haiz olup olmadığının tespit edilmesi, ehliyetsiz ise davanın kabul edilmesi, ehliyetli ise davacıların muris muvazaası hukuksal sebepli talebi yönünden tüm delillerinin toplanması; vekalet görevinin kötüye kullanılması hukuksal nedenine dayalı birleştirilen dava açısından ise yukarıdaki ilkeler gereği inceleme yapılarak sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik araştırma ile karar verilmesi doğru değildir.
Kabule göre de;
1- 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 28. maddesi gereğince ölümle şahsiyet son bulduğu halde yargılama sırasında vefat eden davacı … adına tescil kararı verilmesi,
2- Mirasbırakan …’nın kendisinden önce vefat eden kızı Hatice Kel mirasçılarından …’un usulünce açılmış bir davası bulunmamasına karşın Hürü’yü de kapsar şekilde iptal-tescil kararı verilmesi,
3- Davaların birleştirilmesi hâlinde, birleştirilen davalar birlikte görülmekte ise de ayrı dava olma özelliğini koruduklarından her bir dava hakkında ayrı ayrı hüküm kurulması gerekirken bu hususun gözetilmemesi,
4- Doğru sicil oluşturma ilkesi uyarınca, davanın kabulü halinde davacıların veraset ilamındaki miras payları oranında iptal-tescile, kalan payın ise davalı üzerinde bırakılmasına karar verilmesi ile yetinilmesi gerekirken, davalı adına da tescile karar verilmek suretiyle dava konusu olmadığı halde kalan payın tescil nedeninin değiştirilmesi,
Davalı vekilinin yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 12/10/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.