Yargıtay Kararı 1. Hukuk Dairesi 2017/3311 E. 2020/5021 K. 13.10.2020 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 1. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2017/3311
KARAR NO : 2020/5021
KARAR TARİHİ : 13.10.2020

MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davalı … yönünden davanın kabulüne, diğer davalılar yönünden reddine ilişkin olarak verilen karar davacı tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 13.10.2020 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davacı vekili Avukat … ile temyiz edilen davalılar vekili Avukat …, asil davalı … geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin ve asilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi … tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:

-KARAR-

Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, çekişmeli 2198 ada 4 parsel sayılı taşınmazın 2981 sayılı kanun uyarınca tapu tahsis belgesi ile adına tahsis edildiğini, alacaklılardan mal kaçırma amacıyla davalı …’in oğlu dava dışı Mustafa’ya emaneten taşınmazı devrettiğini, daha sonra yeğeninden miras bırakana taşınmazı devretmesini istediğini, taşınmazın imar uygulamasına tabi tutularak 4497 ada 6 parsel numarasını aldığını ve üzerinde kat mülkiyeti tesis edildiğini, miras bırakanın ölümü ile bağımsız bölümlerin mirasçılar adlarına intikal ettiğini, en başından beri taşınmazı kullanmaya devam ettiğini, davalıların taşınmaz üzerinde herhangi bir haklarının olmadığını ileri sürerek tapu iptali ve tescil isteğinde bulunmuştur.
Davalı …, dava dışı Mustafa ve mirasbırakanın babasının taşınmazda emanetçi konumunda olduklarını, taşınmazın aslında davacıya ait olduğunu, miras bırakanlarının emlakçı olduğunu, davacının hasta olduğu dönemde imar ve ruhsat işlerini babalarının tamamladığını, taşınmazı devredemeden öldüğünü, ancak inşaatın yapımında miras bırakanın maddi katkısının makul bir bedel olarak davacı tarafından diğer mirasçılara ödenmesi gerektiğini; diğer davalılar ise dava değerine itiraz etmişler, zamanaşımı def’inde bulunarak, davanın hak düşürücü süre içinde açılmadığını, iddiaların doğru olmadığını, temliklerin tapu müdürlüğünde satış şeklinde yapıldığını, inançlı işlem iddiasının yazılı delille ispatı gerektiğini, taşınmazın davacı adına hazine tarafından tahsis edilmesinden önce miras bırakanlarının hak sahibi olduğunu ve üzerindeki binanın da babaları tarafından yapıldığını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
Mahkemece, davalı … yönünden açılan davanın kabul nedeniyle kabulüne, diğer davalılar yönünden ise inançlı işlem iddiası yazılı delille ispatlanamadığından, taşınmazın evveliyatında miras bırakana ait olduğu ve kız çocuklardan mal kaçırma amaçlı olarak davacı adına tescil edildiği gerekçeleriyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; hazine adına kayıtlı çekişmeli taşınmaza ilişkin olarak davacının 2981 sayılı kanun uyarınca tahsis talebinde bulunması sonucunda, taşınmazın hazine tarafından 17.11.1988 tarihinde davacıya satış suretiyle devredildiği, davacının 06.01.1993 tarihinde taşınmazı dava dışı yeğeni 1969 doğumlu Mustafa’ya sattığı, bu sırada taşınmazın başka bir taşınmazla tevhit edilerek 4497 ada 6 parsel numarasını aldığı, Mustafa’nın dava dışı Kağıthane Belediyesine ait payı da satın aldıktan sonra taşınmazı 17.10.2000 tarihinde satış suretiyle miras bırakana devrettiği, 01.04.2011 tarihinde üzerinde kat mülkiyeti tesis edildiği, 10 adet bağımsız bölümün miras bırakan adına tescil edildiği, bunlardan 5 numaralı bağımsız bölümün üçüncü kişiye devredildiği, mirasbırakan Yakup Macit’in 25.09.2013 tarihinde ölümü ile geriye mirasçı olarak davacı oğlu Köksal ile davalı çocukları Gazi Mustafa, Ünsal, Sevim ve Fadime’nin kaldıkları, kalan bağımsız bölümlerin 30.12.2013 tarihinde mirasçılar adlarına intikal gördüğü ve halen el birliği mülkiyeti ile bu kişiler adlarına kayıtlı oldukları anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan , onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan 4721 s. Türk Medeni Kanununun (TMK) 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanununun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK’nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ifa uğruna edim” olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın, inanç sözleşmelerinin yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edilegelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus,taşınmaz mallar yada şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Uygulamada mesele, 05.02.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK’nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK’nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere;inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hem de taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Öte yandan inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Öncelikle belirtilmelidir ki, bir davanın birden fazla kişi tarafından veya birden fazla kişi aleyhine açılabilmesi için aynı tarafta yer alanlar arasında hukuki bir bağlantının bulunması gerekir. Hukukumuzda bu bağlantı karşılığını dava arkadaşlığı kurumunda bulmakta olup, mecburi ve ihtiyari dava arkadaşlığı olmak üzere iki ana başlık altında usul kanununda yer almış, mecburi dava arkadaşlığı da yine kendi içinde maddi ve şekli olmak üzere ikili ayrıma tabi tutulmaktadır. Dava konusu olan hak, birden fazla kişi arasında ortak olup da bu hukuki ilişki hakkında mahkemece bütün ilgililer için aynı şekilde ve tek bir karar verilmesi gereken hallerde dava arkadaşlığının maddi bakımdan mecburi olduğunun kabulü gerekir. Diğer bir ifadeyle, bir hakkın birden fazla kişi tarafından birlikte veya birden fazla kişiye karşı kullanılmasının zorunlu olduğu hallerde, bu hak dava konusu edildiği zaman o hakla ilgili birden fazla kişi zorunlu dava arkadaşı durumundadır. Dava arkadaşlığının hangi hallerde mecburi olduğu maddi hukuka göre belirlenir. Mecburi dava arkadaşlığında; dava arkadaşları arasındaki ilişki çok sıkı olduğundan, davada birlikte hareket etmek durumundadırlar. Mahkeme ise, dava sonunda mecburi dava arkadaşlarının hepsi hakkında aynı ve tek bir karar verecektir. Mecburi dava arkadaşlığında dava konusu olan hak tektir ve dava arkadaşı sayısı kadar müddeabih bulunmamaktadır. Bazı hallerde ise, birden fazla kişiye karşı birlikte dava açılmasında maddi bir zorunluluk olmadığı halde, kanun; gerçeğin daha iyi ortaya çıkmasını, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin doğru sonuca bağlanmasını sağlamak için, birden fazla kişiye karşı dava açılmasını usulen zorunlu kılmıştır ki, bu durumda şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur. Böyle bir davada, dava arkadaşları hakkında tek bir karar verilmesi veya dava arkadaşlarının hep birlikte ve aynı şekilde hareket etme zorunluluğunun varlığından söz edilemez (HGK 2016/21-908 Esas, 2020/387 Karar).
Öte yandan bilindiği gibi iptal ve tescil davalarının taşınmazın kayıt maliki aleyhine açılması zorunludur. Nitekim, eldeki dava, kayıt malikleri olan mirasçılar aleyhine açılmıştır.
Ancak, davanın niteliği gereği taşınmazın son maliki bakımından iddianın incelenebilmesi için, ilk el durumundaki dava dışı Mustafa arasındaki hukuki ilişkinin, inançlı işleme dayalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerektiğinde kuşku yoktur. Ne var ki, davacının çekişme konusu taşınmazı devrettiği ilk el durumundaki Mustafa, davada yer almamıştır.
Hal böyle olunca, ilk el durumundaki Mustafa’nın davada yer almasının sağlanması, ondan sonra davacı ile Mustafa arasındaki temliki işlemin muvazaalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması, davacı tarafından Mustafa’ya yapılan temlikin inançlı işlem olduğunun saptanması durumunda varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken, bu hususlar gözetilmeksizin eksik inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir.
Davacının, yerinde görülen temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerden ötürü (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 02.01.2020 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 2.540.00. TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenden alınmasına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 13.10.2020 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
– KARŞI OY –

Dava, inançlı işlem hukuki sebebine dayalı tapu iptal ve tescil talebine ilişkindir.
Mahkemece, davayı kabul eden davalı dışındaki davalılar açısından iddiaların usulünce ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Olayların oluş şekline ilişkin sayın çoğunluk ile aramızda bir ayrılık bulunmamaktadır.
Çoğunluk ile uyuşmazlık konusu, somut olayda zorunlu dava arkadaşlığı bulunup bulunmadığı, bir başka ifadeyle davacıdan taşınmazı satın alan ancak davada taraf olmayan Mustafa’nın resen davaya dahil edilip edilemeyeceğine ilişkindir.
Sayın çoğunluğun ihtiyari ve zorunlu dava arkadaşlığına ilişkin açıklamalarına katılıyorum. Ancak, çoğunluğun “ miras bırakandan sonra ilk el durumundaki Mustafa’nın davada yer almasının sağlanması, ondan sonra davacı ile Mustafa arasındaki temliki işlemin muvazaalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması…” şeklindeki görüşüne katılmak mümkün olmadığı gibi yine bozma gerekçesinde belirtilen “kanun; gerçeğin daha iyi ortaya çıkmasını, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin doğru sonuca bağlanmasını sağlamak için, birden fazla kişiye karşı dava açılmasını usulen zorunlu kılmıştır ki, bu durumda şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur.” Şeklindeki açıklamaya da katılmak mümkün değildir. Usul Yasasının hiçbir yerinde “şekli dava arkadaşlığı” düzenlenmemiştir. Uygulamada ortaya çıkan zorunluluk ise ancak kamu düzenini ilgilendiren davalar bakımından kabul edilebilir.
Zorunlu dava arkadaşlığı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 59. maddesinde “ Maddi hukuka göre, bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi gereken hallerde, mecburi dava arkadaşlığı vardır.” denmektedir.
Devam eden 60. maddede ise “mecburi dava arkadaşları ancak birlikte dava açabilir veya aleyhlerine de birlikte dava açılabilir. Bu tür dava arkadaşlığında, dava arkadaşları birlikte hareket etmek zorundadır…” hükmü bulunmaktadır.
İhtiyari dava arkadaşlığında ise dava arkadaşları birbirinden bağımsız hareket ederler.(58.m)
Yine aynı yasanın “Yargılamaya Hakim Olan İlkeler” başlığını taşıyan İkinci Bölüm 24. maddesinde “Kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse kendi lehine olan davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz.”, 25. maddede ise “ Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hakim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davaranışlarda dahi bulunamaz…” demektedir.
Somut olay, tapu iptal tescil davası olup “tarflarca getirilme ilkesine” tabidir. Hiçbir şekilde kamu düzeni ile ilgisi bulunmamaktadır.
Dava, niteliği gereği, dava tarihindeki tapu maliki aleyhine açılmalıdır. Nitekim davacı tapu maliki aleyhine dava açmıştır. Ara malik niteliğindeki şahıs (Mustafa) ise olsa olsa ihtiyari dava arkadaşı olur ki ancak davacının talebi ile davalı olabilir. Davalılar ile dava dışı Mustafa birlikte hareket etmek zorunda olmadığı gibi davanın niteliği gereği menfaatleri de çatışmaktadır. Bu davada ispat külfeti davacıya düştüğünden, davanın ispatı açısından önemli olan ara malikin beyanlarının alınması, taraflardan birinin lehine olabileceği gibi aleyhine de olabilecektir. Bu durumda yukarıda belirtildiği üzere mahkeme, davacıya yol göstermiş durumuna düşecek ki usul yasası bunu yasaklamıştır.
Bir başka açıdan ise, dava dışı şahsın davaya katılması mahkeme tarafından isteniyor ise bu hususun yerine getirilmemesi halinde usulü eksiklikten (somut olayda taraf teşkili sağlanmadığından) davanın reddedilmesi gerekir ki eldeki davada bunu söylemek mümkün değildir.
Açıklanan bu nedenlerle, yerel mahkeme kararında ayrıntılı ve isabetli olarak değerlendirilip tartışılan gerekçelerle davayı kabul eden davalı dışındaki davalılar açısından davanın reddi yönünde verilen kararın doğru olduğu bu nedenle onanması gerektiği düşüncesiyle sayın çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılmıyorum.