Yargıtay Kararı 1. Hukuk Dairesi 2014/8174 E. 2015/8275 K. 04.06.2015 T.

YARGITAY KARARI
DAİRE : 1. Hukuk Dairesi
ESAS NO : 2014/8174
KARAR NO : 2015/8275
KARAR TARİHİ : 04.06.2015

MAHKEMESİ : BÜYÜKÇEKMECE 4. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 29/11/2013
NUMARASI : 2013/130-2013/288

Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tecsil, olmadığı takdirde tazminat davası sonunda, yerel mahkemece tapu iptal ve tescil davasının kabulüne, tazminat isteği bakımından karar verilmesine yer olmadığına ilişkin olarak verilen karar davalı tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla dosya incelendi, Tetkik Hakimi raporu okundu, açıklamaları dinlendi, gereği görüşülüp düşünüldü;

-KARAR-

Dava; inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil olmadığı taktirde tazminat isteğine ilişkindir.
Davacı; ….. ada, 2 parsel sayılı taşınmazda kayıt maliki iken davalı ile aralarında yaptıkları 21/02/2006 tarihli, inançlı işlem sözleşmesi gereğince taşınmazı davalıya temlik ettiğini, davalı adına alınan kredinin tamamının ödendiğini kredi ödemeleri bittiği için davalıdan kredi ödeme süresi içerisinde şahsi borcundan dolayı haczin kaldırılarak taşınmazın iadesi istenilmiş ise de davalının iadeye yanaşmadığını ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline olmadığı taktirde tazminata karar verilmesini istemiştir.
Davalı; aralarında düzenledikleri 21/02/2006 tarihli inanç sözleşmesinden kaynaklanan yükümlülüklerin davacı tarafından yerine geterilmediğini, kredi ödemelerinin 31 adedinin tarafından yapıldığını,kredi taksitlerinin geç ödendiğini, kredi itibarının zedelendiğini, faiz ödendiğini, yetersiz bakiye nedeniyle 5.000,00 TL ek hesap bakiyesi tanımlandığını, sigorta bedellerinin ödendiğini belirterek davanın reddini savunmuş, ödenmeyen krediler, kasko – sigorta bedelleri, kredi itibarının zedelenmesi karşısında da 50.000,00 TL tazminat istemiştir.
Mahkemece; davada inançlı işlem hukuksal nedenine dayanıldığı, taraflararasında düzenlenen 21/02/2006 tarihli sözleşmenin yazılı delil niteliğinde olduğu, iddianın 05.02.1947 tarihli, 20/6 sayılı İnançları Birleştirme Kararı uyarınca yazılı delille kanıtlandığı gerekçesiyle tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline, davalı tarafından açılan karşı dava bakımından da davalı tarafından harçlandırılmak suretiyle usulüne uygun açılmış bir dava olmadığından bu konuda karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiştir.
Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden; dava konusu ….. ada, 2 parsel sayılı, kârgir ev niteliğindeki taşınmaz, davacı adına kayıtlı iken 22/02/2006 tarihli satış akdi ile davalı adına tescil edildiği, temliki işlemden birgün öncesinde taraflar arasında 21/02/2006 tarihli F….. kredi kullanımına ilişkin sözleşme düzenlendiği, sözleşme içeriğinde “…F….tan F.. A.. lehine K.. B.. tarafından kredi kullanıldığı, 150.000,00 TL. kredi tutarının anılan banka tarafından davalı F.. A..’ya ödendiği, çekilen krediye karşılık teminat olmak üzere 136 ada, 2 parsel sayılı taşınmazın K.. B.. adına tescil edileceği, kredi ödemesinin tamamlanması üzerine de taşınmazın tapuda iade edileceği, kredi taksitlerinin F.. A.. tarafından, 60 ay süreyle, her ayın 21’inde ödeneceği, üç kredi taksidinin ödenmemesi halinde binanın değeri üzerinden satılıp banka kredisinin tamamının kapatılıp kredinin F.. A.. tarafından üstlenileceği, şahsi krediye zarar verilmesi halinde de 50.000,00 TL. tazminat ödemeyi kabul ettiğinin” sözleşmeye bağlandığı, devamında da anılan bankadan 21/02/2006 tarihinde 150.000,00 TL. kredi çekildiği, banka kredisinin kısmi temerrütlerle de olsa nihayetinde kapatıldığı, ödeme dekontlarının aslının davalı tarafından ibraz edilmesi halinde ödeme yaptığının karinesi teşkil edeceği, 26/02/2013 havale tarihli bilirkişi raporunda davalının imzasının bulunduğu dekont toplamının 41.314,00 TL., toplam ödeme tutarının 65.432,00 Tl olduğunun saptandığı, 12/07/2013 tarihli ek bilirkişi raporunda ise; davalı tarafından yapılan ödemenin 68.957,03 TL. olduğu, davacı tarafından davalıya yapılan havale tutarının 54.214,00 TL dolayısıyla 14.743,00 TL. olduğu, öteyandan davacının kredi başvurusu sırasında ödediğini iddia ettiği sigorta ekspertiz ücreti, dosya masrafı gibi kalemlerin toplamının 4.395,00 TL. olduğunun belirlendiği görülmektedir.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla taşınmazın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. Taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
Bu durumda; gayrimenkul rehni bakımından geçerliliği olan M.K.nun 873. maddesinin inanç sözleşmelerine dayalı temlike konu taşınmazlar bakımından uygulama yeri olmadığı da kuşkusuzdur. Nitekim bu düşünce Hukuk Genel kurulunun 23.5.1990 gün ve l990/1-202-315 sayılı kararında da aynen benimsenmiştir.
Öteyandan, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 sayılı Borçlar Kanunu mad.81 6098 sayılı TBK’nun 97) md. Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de Borçlar Kanununun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
İnanç sözleşmesine ve buna bağlı işlemle alacaklı olan taraf, ödeme günü gelince alacağını elde etmek için dilerse; teminat için temlik edilen şeyi “ ifa uğruna edim “ olarak kendisinde alıkoyabileceği gibi; o şeyi, açık artırma yoluyla veya serbestçe satıp satış bedelinden alma yoluna da başvurabilir. Bu sonuçlar kendine özgü bu akdin tabiatında mevcuttur. Sözleşme ile öngörülen ifa süresi içerisinde, sırf sözleşmeyi imkansız kılmak amacıyla muvazaalı olarak yapılan temliklerin yasal koruma altında tutulamayacağı izahtan varestedir. Meri hukuk sistemimizde her hangi bir düzenleme olmamasına karşın; inanç sözleşmelerinin, yukarıda değinilen ilkeler çerçevesinde uygulama yeri bulan kendine özgü bir müessese olduğu, öğreti ve uygulamada kabul edile gelen bir olgudur.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nisbi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, taşınmaz mallar ya da şekle bağlı akitlerde inanç sözleşmelerinin ne gibi hukuki sonuç doğuracağıdır. Diğer bir anlatımla, sözleşmede öngörülen koşulların gerçekleşmesi halinde, taşınmaz mülkiyetinin naklinin sebebini oluşturup oluşturmayacağıdır.
Açıklanmalıdır ki, uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İnançları Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanununun “müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamıyacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan Borçlar Yasasının 18.maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile isbatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların isbatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Somut olayda; davacının kayden maliki bulunduğu çekişme konusu taşınmazı davalıya satış yoluyla temlik ettiği, taraflar arasında düzenlenen 21/02/2006 tarihli yazılı sözleşme karşısında taraflar arasındaki ilişkinin gerçek satış olmadığı tartışmasızdır. Esasen bu husus mahkemenin kabulünde olduğu gibi taraflar arasında da bu konu ile ilgili bir ihtilaf bulunmamaktadır.
Ancak davacının karşılıklı edimler içeren inanç sözleşmesine dayanarak taşınmazın tapu kaydının iptali ile adına tescilini isteyebilmesi için 818 sayılı Borçlar Yasası’nın 81. maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Yasasının 97 md.) uyarınca öncelikle kendi edimini yerine getirmesi zorunludur.
Toplanan deliller ve belirlenen bu olgular birlikte değerlendirildiğinde; davacının, davalı adına bankadan çekilen kredinin tamamını ödediği gibi davalı tarafından bankadan kullanılan 7.404,00 TL ve 5.000,00 TL olmak üzere toplamda 12.404,00 TL’de fazladan ödeme yapıldığını, 21/02/2006 tarihli sözleşmede belirlenen yükümlülükleri yerine getirdiğini, sözleşme uyarınca taşınmazın mülkiyetinin iadesi gerektiğini ileri sürerken davalı da sözleşmede belirlenen yükümlülüklerin davacı tarafından yerine getirilmediğini, 31 adet kredi taksidinin kendisi tarafından yapıldığını, öteyandan çekilen kredi taksitlerinin geç ödenmesi nedeniyle kredi itibarının zedelendiğini, faiz ödenmek zorunda kalındığını, yetersiz bakiye nedeniyle ek hesap olarak 5.000,00 TL’nin tanımlandığını, sigorta bedellerinin ödendiği savunmasında bulunduğu, iddia ve savunma karşısında taraflar arasında gerek borç miktarı gerekse borcun bir kısmının davalı tarafından ödenip- ödenmediği hususunda taraflar arasında bir ihtilaf olduğu sonucuna varılmaktadır.
Hâl böyle olunca; yukarıda açıklanan ilkeler ve 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 81. maddesi (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 97. maddesi) gözetilmek suretiyle değerlendirme yapılması, bu kapsamda taraflar arasında düzenlenen 21/02/2006 tarihli sözleşme ve bu sözleşmeye dayalı olarak kullanılan kredi, kredi geri ödemeleri konusunda tarafların toplanan ve toplanacak delilleri çerçevesinde bilirkişi incelemesi yaptırılması, daha önce alınan bilirkişi raporları arasındaki çelişkinin giderilmesi, sonuçta davacının ödemediği bir borcunun bulunup bulunmadığının belirlenmesi, ödenmemiş bir borcun bulunması halinde ne miktar borç bulunduğunun duraksamaya yer bırakmayacak şekilde saptanması, bir borcun varlığının tespiti halinde, davacıya önel verilmek suretiyle davalıya ödenmek üzere mahkeme veznesine depo ettirilmesi, saptanan borç para miktarını yatırdığı taktirde bu paranın davalıya ödenmesi koşuluyla tapu kaydının iptali ile davacı adına tesciline karar verilmesi gerekirken, değinilen bu yön üzerinde durulmaksızın yazılı olduğu üzere hüküm kurulması doğru değildir.
Davacı vekilinin temyiz itirazları belirtilen nedenlerle yerindedir. Kabulüyle, hükmün 12.01.2011 tarihinde kabul edilen ve 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK.’nın 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 04.06.2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.